2 Mart 2011 Çarşamba

Öcalan'ın AKP Tarafından Gizlenen Yol Haritası Açıklandı

Yol Haritasını İndirmek İçin:




 http://es.scribd.com/doc/50408261/Yol-Haritasi-Abdullah-Ocalan



Türk devletinin yaklaşık bir buçuk yıldır, kamuoyundan gizlediği Öcalan’ın yol haritası sonunda avukatlarının eline geçti. Öcalan Yol Haritası’nda üç aşamalı bir eylem planı öneriyor.

PKK lideri Abdullah Öcalan’ın 156 sayfalık “Yol Haritası”, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne verilince, Öcalan’ın avukatlarının da eline geçti.

Öcalan, yol haritasında “kavramsal, kurumsal ve ilkesel çerçeveyi” koyduktan sonra, ilkesel çerçeveyi 10 başlık altında anlatıyor: 1- Demokratik Ulus İlkesi, 2- Ortak Vatan (Demokratik Vatan) İlkesi, 3- Demokratik Cumhuriyet İlkesi, 4- Demokratik Anayasa İlkesi, 5- Demokratik Çözüm ilkesi, 6- Bireysel ve Kolektif Haklar ve Özgürlüklerin Birlikteliği İlkesi, 7- İdeolojik Bağımsızlık ve Özgürlük İlkesi, 8- Tarihsellik ve Şimdilik İlkesi, 9- Ahlâk ve Vicdan İlkesi, 10- Demokrasilerin Öz Savunma İlkesi

Türkiye’de demokrasi sorunu ve demokratik anayasa çözümünün ele alındığı Yol Haritası’nda, demokrasi sorununun ortaya çıkış, gelişimi ve sonuçları değerlendiriliyor.

Öcalan, krizden çıkış ve demokratik anayasa çözümünü de ilkesel çerçevenin ortaya konulduğu aynı başlıklar altında sunuyor.

Yol Haritasında ayrıca Kürt sorunu ve çözüm olasılıkları, Türk-Kürt ilişkilerinde tarihsel diyalektik, Cumhuriyetin kapitalist modernite projesinin tıkanması ve PKK’nin ortaya çıkışı inceleniyor.

Kürt sorununda çözüm olasılıkları başta ekonomik, sosyal, güvenlik ve diplomatik boyut olmak üzere bir çok açıdan irdeleniyor.

Öcalan, Yol Haritası’nda bir eylem planı da sunuyor.

Öcalan’ın ortaya koyduğu Demokratik İlkesel Çerçeve özetle şöyle:

“Geliştirilecek demokratik çözümlerin güncel ve konjonktürel olmanın da ötesinde yapısal olmaları kalıcı olmalarını da beraberinde getirir. Sorunların çözümü günü kurtarmaya değil, ya sistemi kurtarmaya ya da yoksa yeniden inşa etmeye hizmet etmelidir. Fonksiyonel devlet ve toplumun kalıcı istikrarı bu tip çözümleri gerekli kılar. Demokrasi bir devlet ve toplum sistemi olduğuna göre, demokratikleşme adımları sistemli olmak durumundadır. Daha da geliştirilmeleri mümkün olan sıralayacağımız ilkelerin demokratik sistem için kalıcı bir çerçeve tesis etmenin asgari koşullarını sağlayıcı nitelikte olduğu kanısındayım. Buna göre;

1- Demokratik Ulus İlkesi: Dil, etnisite, sınıf ve devlete dayanmayan, çok dilli, çok etnisiteli, sınıf ayrımına ve devlet ayrıcalığına yer vermeyen, özgür ve eşit bireylere dayanan demokratik toplumun ulus halini ifade eder. Demokratik ulus demokratik vatandaştan ve topluluklardan oluşur. Açık uçlu kültürel kimliklerden oluşan esnek ulus paradigmasını esas alır.

2- Ortak Vatan (Demokratik Vatan) İlkesi: Hiçbir kişinin diğerini, hiçbir topluluğun diğer topluluğu ötekileştirmediği, eşit ve özgürce paylaşılan anavantanların toplamını ifade eder.

3- Demokratik Cumhuriyet İlkesi:Devletin demokratik topluma ve bireye açık olmasını ifade eder. Devlet örgütlenmesiyle bireyin demokratik örgütlenmesi farklı olgular olup, birbirlerinin meşruiyetine saygıyı esas alır.

4- Demokratik Anayasa İlkesi: Demokratik vatandaşı ve toplulukları ulus-devlete karşı korumayı esas alan toplumsal konsensüsle oluşan anayasadır.

5- Demokratik Çözüm İlkesi: Demokratik çözüm ilkesi, daha çok devlet olmayı hedeflemeyen, devletin uzantısı da olmayan sivil toplumun demokratikleşmesini, yani demokratik toplumu esas alan çözüm modelidir. Devletin bünyesinde temel biçim değişikliklerine yönelmekten ziyade, toplum bünyesinde işleyen bir demokratik rejim arayan çözümlere yönelir.

6- Bireysel ve Kolektif Hakların Ayrılmazlığı İlkesi: Nasıl ki bireylerden oluşan toplum yine de bireylerin toplamından farklı bir şeyse, aralarında farklılık olsa da, bireysel ve kolektif haklar da aynı toplumun iki farklı yüzünü ifade eder. Tek yüzlü madalyonun olmaması gibi, sadece bireysel veya kolektif hak sahibi toplum veya bireyler de olmaz.

7- İdeolojik Bağımsızlık ve Özgürlük İlkesi: Demokratik ulus çözümü kapitalist modernitenin pozitivist ideolojik hegemonyasını ve bireycilik olarak yeniden inşa edilmiş liberalist köleliğini aşmadan gerçekleştirilemez. Kendi toplumsal doğası hakkındaki öz bilinç, demokratik ulusal çözümün bilinç koşuludur.

8- Tarihsellik ve Şimdilik İlkesi: Toplumsal gerçeklikler tarihsel gerçekliklerdir. Tarihte yaşanan gerçeklikler çok az farkla şimdide de, güncel olanda da yaşar. Tarih ve şimdi arasındaki bağlar doğru kurulmadan, kapitalist modernitenin tarihsizleştirilen bireyciliği ve homojen, anlık, şimdilikçi toplum zihniyeti aşılamaz. Tarih ve şimdinin doğru kavranışı demokratik ulus çözümü için gerekli bir koşuldur.

9- Ahlâk ve Vicdan İlkesi: Hiçbir toplumsal sorun ahlâk ve vicdana başvurulmadan sağlıklı bir çözüme vardırılamaz. Modernitenin yalnız başına güç ve hukuk çözümleri, sorunları bastırmaktan ve çarpıtmaktan öteye sonuç vermez. Demokratik ulus çözümünde ahlâk ve vicdandan kaynaklı empati şarttır.

10- Demokrasilerin Öz Savunması İlkesi: Öz savunmazsız varlık olmadığı gibi, doğanın en gelişmiş varlığı olan demokratik toplumlar da öz savunmasız gerçekleşemez, varlığını sürdüremez. Demokratik ulusal çözümlerde öz savunma ilkesinin gerekleri karşılanmak durumundadır.”

ÇÖZÜM İÇİN EYLEM PLANI

“Savaşın tarafları arasında planlar yok değildir. Eylem planları, üzerinde en çok durulan ve yapılan çalışmalardır. Kendi deneyimlerimden bu çalışmaların varlığını çok iyi bilmekteyim. Tek taraflı eylem planları iştiyakla yapılır. Zor olanı, tarafları buluşturacak eylem planları geliştirmektir. Karşılıklı empati olmadan bu tür planlar geliştirilemez. Tek taraflı olarak geliştirilen ve halen uygulanan eylem planları hakkında kısa bir değerlendirmeyle birlikte, iki tarafın uzlaşmasına yol açacak olası bir eylem planına ilişkin görüşlerimi sunmaya çalışacağım. Kendimi planın uygulanmasından sorumlu bir taraf olarak görmediğimi baştan belirtmeliyim. Çünkü içinde bulunduğum hükümlülük statüsü ve uygulanma koşulları taraf olmamı mümkün kılmaya elvermez. Sunduğum görüşler daha çok tarafların birbirini gerçekçi tanımalarını sağlamayı ve olası ortak bir eylem planına ilişkin olmazlarla olabilirler konusunda aydınlatıcı olmayı hedefliyor.

Demokratik Çözüm Planı çerçevesinde Eylem Planına gelirsek, demokratik çözüm planının ana hatları üzerinde devletin temel kurumlarıyla hükümetin mutabakatı oluşursa ve Kürt tarafıyla birlikte demokratik güçlerin de desteğini alırsa, muhtemel uygulamalar-aşamalar şu yönde gelişebilir:

a- Birinci Aşama: PKK’nin çatışmasızlık ortamını kalıcı olarak ilan etmesi. Bu aşamada tarafların provokasyonlara gelmemeye, güçleri üzerindeki kontrolü sıklaştırmaya ve kamuoyunu hazırlamaya devam etmeleri gerekir.

b- İkinci Aşama: Hükümetin inisiyatifiyle TBMM’nin onayından geçmiş ve hazırlayacağı önerilerle hukuki engellerin kaldırılmasına yardımcı olacak bir Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nun teşkil edilmesi. Komisyonun teşkilinde tüm taraflar arasında azami muvafakat aranacaktır. Bu komisyonda yapılacak itiraflar ve savunmalara bağlı olarak bir af müessesesi önerilerek TBMM’ne sunulacaktır. Yasal engellerin bu biçimde kaldırılması halinde, PKK yasadışı konumdaki varlığını ABD, AB, BM, Irak Kürt Federe Yönetimi ve Türkiye Cumhuriyeti yetkililerinin içinde bulunacağı bir kurulun denetiminde Türkiye sınırlarının dışına çıkarabilecektir. Daha sonra bu güçlerini kontrollü olarak değişik alan ve ülkelerde üslendirebilecektir. Bu aşamada önemli olan kritik nokta, PKK siyasi tutuklu ve hükümlülerinin bırakılmasıyla PKK silahlı güçlerinin sınır dışına çekilmesinin birlikte planlanmasıdır. “Biri diğersiz olmaz” ilkesi geçerlidir.

c- Üçüncü Aşama: Demokratikleşmenin anayasal ve yasal adımları atıldıkça tekrar silahlara başvurmanın zemini kalmayacaktır. Başta PKK’de görev almış olanlar olmak üzere, uzun yıllardan beri sürgün yaşayan, vatandaşlıktan çıkarılmış ve mülteci konumuna düşmüş olanların peyderpey yurda dönmesi başlayacaktır. KCK faaliyetlerinin yasallık kazanmasıyla PKK’nin Türkiye sınırları dahilinde faaliyet göstermesine gerek kalmayacaktır. Her bakımdan legal demokratik siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel faaliyetler esas alınacaktır.

Bu aşamalı planın hayata geçmesinde konumum stratejik önem arz etmektedir. Planın Öcalansız yürüme şansı çok sınırlıdır. Dolayısıyla konumuna ilişkin makul çözümler geliştirilmek durumundadır.

Türkiye’nin tarihsel gerçekliklerine ve güncel koşullarına yanıt olabilecek ‘Demokratik Açılım ve Kürt Sorununu Çözme Modeli’, uygulanması halinde sadece kendisi için tarihin daha özgürce akması anlamına gelmekle sınırlı kalmayacak, Ortadoğu halklarının da demokratik, eşit ve özgür gelişme yolu olacaktır. Kapitalist modernite unsurlarının bölge kültürü üzerindeki işgali ve sömürgeciliğine karşı demokratik modernite unsurlarının gelişmesi, kendi tarihsel gerçekliklerine uygun bir sistem haline dönüşme imkân ve gücünü kazanacaktır. Tarih belki de ilk defa işgalin, sömürgeciliğin ve her türlü fethin tarihi olarak yazılmaktan kurtulacak, demokratik ve eşit-özgür bireyin yaşamından oluşan toplumun tarihi olarak yazılacaktır.”

Arap Halk Isyanlari ve Kurtler

 
Arap ülkelerinde yaşanan halk isyanları, etkinliğini artırarak yayılıyor. Tunus ve Mısır’da yönetim değiştiren ayaklanmalar, bugün Libya başta olmak üzere, Bahreyn, Yemen ve Cezayir gibi ülkelerdeki yönetimleri de köşeye sıkıştırmış durumda. ABD ve AB gibi uluslararası güçler ise kendi ittifakı durumundaki bu dikta rejimlerine karşı halkların gösterdiği tepki karşısında kontrolü elden bırakmama ve çıkar ilişkilerini sağlama alacak yeni yapılanmalar arayışında. Tunus’ta patlak veren ilk isyandan bu yana görüntü daha da derinleşirken, yaşanan gelişmeleri, tüm dünya kamuoyu ve dikta rejimler altında ezilen halklar gibi, Kürtler de merakla izliyor. Biz de, Arap ülkelerindeki gidişata ilişkin kamuoyunun zihninde beliren, ‘Neler oluyor, durum nereye varacak’ sorularına cevap aramak için Doç. Dr. Haluk Gerger’in analizlerine başvurduk. Gerger, Batı işbirlikçisi Arap dikta rejimlerindeki halk isyanlarına ve yaşanabilecek yeni gelişmelere ilişkin sorularımızı şöyle yanıtladı.

Arap dikta rejimlerinde yaşanan gelişmeleri, egemen medya genelde açlık, yoksulluk ve yolsuzluk gibi sonuç nedenlere dayandırdı. Oysa otoriter rejimler zaten halklara bundan başka bir yaşam gerçekliği sunmaz. Egemen medyanın isyanları izahat biçimini nasıl yorumluyorsunuz?
Bu isyanların, katılan toplumsal sınıf ve katmanların çeşitliliği ölçüsünde pek çok nedeni var. Tarihsel kökenleri de, güncel ihtiyaçlardan kaynaklanan dinamikleri de var. Kuşkusuz, yoksulluk, yoksunluk, gerilik ve şiddetle örülmüş yaşam koşullarına bir tepki var. İnsanlar kendilerine dayatılmış değersizleştirmeye büyük tepki duyuyorlar. Yine, elbette, sistematik devlet terörüne, kurumsallaşmış baskıya, diktatörlüğe, hukuksuzluğa ve hürriyetsizliğe tepki var.

Emperyalizmle, İsrail’le işbirlikçilikten hoşnutsuzluk sözkonusu. Dünyaya açılmış kentlilerin ve özellikle de gençlerin, ülkelerini, kendi hayat koşullarını ve genel olarak Arapların geri kalmış halini, dünya penceresi ve aynasından görmeleri, bu tabloya isyan etmeleri var. Eşitsizliğe, yolsuzluğa, çürümeye, işsizliğe, bürokratizme reddiye var. Toplumsal durağanlığın ‘ölü toprağı’nı üzerlerinden atan bir dinamizm ortaya çıkmış durumda. Kuşkusuz, dünyanın öteki yerlerindeki toplumsal olaylardan, herhalde Fransa’daki göçmen Arapların muhalefetinden etkilenmeler de olabilir arkaplanda.

Egemen medya, esas olarak, olayları tek boyutlu olarak ele alma eğiliminde. Örneğin, yoksulluğa vurgu yapan, demokrasi taleplerini görmezden gelebiliyor. Ya da, gençlerin hareketliliğini, internete, sosyal medyaya, cep telefonlarına bağlayıp başka pek çok faktör dikkate almayabiliyor. Bazısı, sadece dinsel temelli hoşnutsuzluklardan ya da dini söylemlerden hareket ederek bundan sonuçlar çıkartmaya tevessül edebiliyor. Böyle olunca da, genellikle olduğu gibi, karmaşık gerçeğin sadece bir kısmını öne çıkartıp gerisinin üzerini örten tek yanlı haberler verilebiliyor.

Mevcut halk isyanları, yaşanan ve giderek derinleşen kapitalist sistem krizinin artçı sarsıntıları olarak okunabilir mi? Zira bunlar, kapitalist sistemin bir nevi destek ayakları işlevi gören konumdaki rejimlerdir...
Arap dünyasındaki, ekonomik durum dahil çok boyutlu. Pek çok sıkıntı bu kriz öncesine dayanıyor. Dolayısıyla, olayları, örneğin Yunanistan’daki gibi, sadece krize bağlamak yanlış olur. Ekonomik kriz olmasaydı da, hatta global çapta ekonomik büyüme sürmüş olsaydı da, dünyadan yalıtılmış bir felç durumunda tutulan Arap dünyasındaki ekonomik, politik, sosyal bunalım için için yanıp tutuşacak, sonunda da bu patlama yaşanacaktı. Belki şu söylenebilir: Dünyada krize karşı ortaya çıkan toplumsal hareketlilik de, bir örnek olarak, kitleler üzerinde tetikleyici etkiler yaratmıştır.

Bu rejimlerin tamamı ABD ve AB, yani Batı müttefiki ve varlıklarını da kendi halklarından ziyade Batı’nın desteğine borçlu. Bu isyanlar karşısında Batı’nın yine ‘demokrasicilik’ oyunuyla halkların özgürlük taleplerini öteleyebilme kapasitesi, geçtiğimiz yüzyılla karşılaştırıldığında ne durumda?
Körfez ülkelerindeki feodal despotizmlerden Mısır gibi işbirlikçi asker bürokrat kökenli burjuvazinin militarist diktatörlüğüne, Arap dünyasında Amerikan emperyalizmi içsel bir olgu olarak çok örgütlüdür. Tabii, bu devletlerin zor aygıtları, yönetici sınıfları da öyle. Yerine göre, toprak ağalarının, patronların, ulemanın, aşiretlerin etkisi sürmektedir. Buna karşılık, halk güçleri esas olarak örgütsüz ve önderliksizdir. Buradaki bağımlılık ilişkileri, sistemi bir ahtopotun kolları gibi sarıp sarmalamıştır. Dolayısıyla, iç ve dış zalimlerin belirli güç ve etkinlikleri yabana atılamaz. Bu noktada ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ni (BOP) de anımsamak gerekir. Şimdi bu yönde bir restorasyon çabasını görebileceğiz. Bu proje, bir yanıyla, ABD’nin, sadece işbirlikçi şiddete ve kendi zoruna dayanarak, son yirmi yılda ne denli çürütülmüş, düşürülmüş olursa olsun, bölgenin kadim halklarını bütünüyle bastıramayacağının, denetim altına alamayacağının bir itirafıydı.

Öte yanıyla da, iç ve dış zora ek olarak „yumuşak güç“ün de kullanılmasıyla yeni bir hakimiyet yönteminin arayışıydı. Buna göre, tam da sizin dediğiniz gibi, ‘’demokrasicilik” oynayarak, bir tür „organik hakimiyet“ kurma projesiydi BOP. Yani ABD yeni tanrısı olarak bölgeyi kendi imajından yeniden yaratmak istemektedir. Bu da, kültürel değerlerle oynayarak, ideolojik manipülasyonla, bilinç çarpıtmayla, kapitalizmin hayat tarzının ve sermayenin değerlerinin içselleştirilmesi demekti. Böylece, yerel kozmopolit-liberal seçkinler eliye, kapitalizmin, bağımlılığın ve işbirlikçiliğin, toplumun kendi doğal işleyişiyle, kendi kurumlarıyla, gündelik hayatın içinde, dışsal zora başvurulmaksızın, yeniden üretilmesi gerçekleştirilebilecekti. Hatta o kadar ki, sisteme karşı çıkanlar, muhalifler bile, böylesi bir sosyo-ekonomik çerçeve içinde, düzenin yeniden üretiminin bilinçsiz araçlarına dönüştürüleceklerdi. Böylece de, barbarlar uygarlaştırılmış, medeniyetler çatışması çözülmüş olacaktı. Kölelik, ideolojik/kültürel saldırıyla gönüllü üretilen bir „doğallık“ kazanmış olacaktı. Aslında „Türkiye modeli“ dedikleri de tam budur. Bugün nasıl Türkiye’de kapitalizm ve emperyalizm, değerleriyle, hayat tarzıyla, tüketim alışkanlıkları, ahlakı, inancı, davranış kalıpları, hayat amaçları, gelecek tasavvurlarıyla, camide, okulda, kışlada, ailede, pazarda, işyerinde, gündelik hayatın kendi doğal akışı içinde yeniden üretiliyorsa, yaşamı belirleyebiliyorsa, bütün bölgede de böyle olmasının hesapları yapılmaktadır. Eğitimden medyaya, beslenmeden eğlenceye, ibadetten siyasete, insanların tarihlerini algılamalarından geleceğe yönelik hayallerine, toplumsal kimlik algılamalarına, yaşamın bütünlüğü, böylece, „modernleşecek“tir.

Kapitalizmin ücretli köleleri, aynı zamanda, emperyalizmin de kölesi, gönüllü askerleri olacaklardır. Ve bunu, münhasıran bir yerel diktatörün baskısıyla ya da Amerikan ordusunun zoruyla değil, kendiliğinden yapacaklardır, aynen bugünün Türkiye’sinde olduğu gibi, bunu bağımsızlık, yurtseverlik, müslümanlık, uygarlık, demokratlık sanarak yapacaklardır. „Ilımlı İslam“ dedikleri, „AKP örneği“ dedikleri filan hep budur. Eskiden de „modern ordu“, „Batılılaşma“, „Kemalist modernleşme“ diye kavramlaştırdıkları süreçler de benzer bir projenin parçalarıydılar. Hesap budur ama ben Türkiye’de olduğu gibi bölgenin tamamında başarılabileceğine inanmıyorum. Ortadoğu’nun kadim halklarının birikimleri ve büyük uygarlığının dinamikleri, tarihsel belleği ve zenginlikleri buna izin vermeyecektir. Ama bu denenecektir. Kontrollü, yumuşak geçiş dedikleri de zaten budur. Bush tutturamadı, şimdi onun güleryüzlü ikizi Obama deneyecektir.

ABD ve AB’nin, merkezdışı olarak da tanımlanan Ortadoğu, Kafkasya, Önasya ve Afrika gibi coğrafyalardaki müttefiklerinin tamamı antidemokratik, otoriter ve dikta rejimleridir. En son Hüsnü Mübarek’e halkın sesini duymasını öğütleyenlerin, gerçekten halkların özgürlüğüne dair kaygılarından sözedilebilir mi?
Bu türden rejimlerin iki ölçütü, kerteriz olarak aldıkları iki çıkar odağı vardır. Bunlar da, emperyalizmin stratejik ihtiyaçlarıyla beynelmilel ve yerel sermayenin çıkarlarıdır. Halklar, onların durumları, özgürlük ve refahları umurlarında değildir. Aksine, hepsinin iktidarları, özünde, halkların bastırılmasına, ideolojik, kültürel, sosyal, politik ve hukuki cendereler içinde tutulmasına, gerektiğinde de açlıkla, işsizlikle, korkuyla, o da olmazsa şiddetin sopasıyla terbiye edilmelerine dayanmaktadırlar. Şimdi göreceğiz, halklar kendi lehlerine dengeyi değiştirmeye kalktıklarında, hepsi bir ağızdan, „terör“ diye, „anarşi“ diye, „istikrar“ diye bağırmaya başlayacaklardır, emperyalizmle işbirliği içinde gerektiğinde militarizme başvuracaklardır.

Bu yaşananlar ışığında, dünyada en eski devlet geleneğine sahip ülke İran’ı nereye oturtmak gerekir? Ayrıca, danışıklı bir dövüş izlenimi veren nükleer silah üretimi sürtüşmesi, gerçekten Batı’nın İran’dan duyduğu bir kaygı mı? Zira mevcut sözde kavga, hem Batı’nın hem de İran’ın halklara karşı uyguladıkları baskıyı meşrulaştırma argümanı olarak kullanılıyor gibi...
Egemenler her zaman kendi ayrıcalıklarını korumak ve içerde de baskı ve disiplini sağlamak için ihtiyaç duyduklarında „dış düşman“ yaratma yoluna giderler. Nitekim Arap aleminin baskıcı rejimleri de, uzun süreler, „İsrail tehlikesi“ni, savaş halini ve Filistin halkının acılarını kullanarak kitleleri denetimleri altında tutabilmişlerdir. Benzer durum İran rejimi bakımından da geçerlidir. Orada da, en küçük bir muhalif kıpırdanma ya da demokratik talep, düşman Batının „oyununa alet olmak“ diye damgalanmakta, mahkum edilmektedir.

Batı da, „terör“ umacısını, sözde „nükleer tehdidi“ ve benzeri gerekçeleri kullanarak kendi halklarını korkutmakta, yönlendirmekte, denetim altında tutmaktadır. Böylece de, kazanılmış ekonomik, demokratik hakların geri alınmasının bahaneleri, meşruiyet temeli üretilmektedir. Bununla birlikte, İran’ın bölgede oynamak istediği rol ve ideolojik konumu, Batı’nın yukarıda anlatmaya çalıştığım hegemonya kurma süreçleri karşısında bir engel, giderek, bir tehdit olarak görülmektedir. Ayrıca, İsrail’in güvenliği ile Batı’nın çıkarları arasında kurulmuş bulunan organik bağlar da İran’ın tehdit olarak görülmesine neden olabiliyor. İran’ın, bölgedeki „ideolojik hinterland“ı, aynı zamanda Körfez’deki Sünni feodal despotluklar bakımından da, Lübnan gibi yerlerde de emperyalizmi rahatsız ediyor. Yani arada reel sorunlar var elbette. İran rejimi, emperyalizmle bir uzlaşmaya razıdır, kendi baskıcı rejiminin kabul gördüğü ve bölgesel çıkarlarına uyumluluk gösterildiğinde akan sular durulacaktır ama işte bazen aynı ipte iki cambaz oynayamıyor, öteki işbirlikçilerle çelişkileri araya giriyor, stratejik paylaşım sorunları ortaya çıkabiliyor.

Tabii, emperyalizm, efendi olarak, rol ya da yetki paylaşımı da yapmak istemiyor. Sizin de belirttiğiniz gibi, ABD her zaman düşman arar bir bölgeye nüfuz edebilmek için. Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkması ABD bakımından çok gerekli bir „düşman“ın da yok olması demekti. Sonra, aslında dost olmak için çok kan döken Saddam da, sırf bölgeye girme bahanesi olsun diye, „düşman“dan sayıldı. Emperyalizm, başkalarının korkularını da kullanır ve o bakımdan da „düşmanlıklar“a ihtiyaç duyar. İran şimdi bu rolü de oynuyor. Olmasaydı, ABD bir İran yaratırdı mutlaka.

Rusya, Çin ve hatta Hindistan’ın, isyanların yaşandığı bölgenin reorganizasonundaki duruşları nasıl bir seyir izleyebilir?
Bu ülkelerin Amerikan emperyalizmine karşı ciddi bir odak yaratmaları çok zor. Güç bakımından da, irade bakımından da, sosyal ve moral dayanıklılık açısından da kırılgan konumdadırlar. Üstelik, özellikle Çin ile Hindistan çok önemli oranda Amerika’ya (ve AB’ye) bağımlıdırlar. Bir rahatsızlık elbette vardır ama bu, ilişkileri çatışmacı bir zemine çekecek ölçüde değildir. Bu ülkelerin böyle global dengelerle oynama lüksleri de, niyetleri de, güçleri de yoktur. Çıkar çatışmaları, çelişkiler, eşyanın tabiatı icabıdır kapitalist devletlerin. Bu ülkeler bölgede sözsahibi olma durumunda da değillerdir, çok hayati çıkarları da yoktur. Örneğin, bölgenin petrolüne en fazla bağımlı olan da Japonya’dır.

Bu isyanların yarattığı özgürlük ve gerçek demokrasi umudu Doğu ve özellikle de Arap halklarına ne tür seçenekler veya olasılıklar sunuyor? Belki korku kafesleri kırıldı; ancak bu tepkiyi, yeniyi yapan bir güce dönüştürme kapasitesi Arap halklarında mevcut mu? Eskiyi yıkabilen, yeniyi kurabilecek mi?
Şimdilik en büyük kazanım, halkların sıradan insanların, yığınların gücünün bütün görkemiyle ortaya çıkması oldu. Lanetlilerin kendi güçlerinin, tarihsel rollerinin ayırdına varmaları, bunun somut sonuçlarına bizzat tanıklık yapmaları tarihi önemde bir kazanımdır. Bunun etkileri kuşaklar boyu sürecektir. Arap halklarının tarih sahnesine yeniden çıkmaları, psikolojik dengeleri de değiştirmiştir. Bunlar stratejik kazanımlardır, önşarttır ama elbette nihai ve toptan kurtuluş için yetmezler. Önümüzdeki dönemin bir örgütlenme, içekapanıklığın, apolitizmin kırılması, yani politikleşme, ideolojik olgunlaşma ve sınıfsal saflaşma evresi olacağını düşünüyorum. Bu da elbette zorlu, sancılı ve uzun sürecek bir süreçtir ama gereklidir, kaçınılmazdır. Son olaylar umut vericidir çünkü insanın çürütülemeyeceğini, sürekli bastırılamayacağını, aldatılamayacağını, toplumların kendi küllerinden yeniden doğabileceğini bir kez daha gösterdi. Hele Ortadoğu gibi büyük uygarlık beşiğindeki insan potansiyeli ve toplumsal dinamikler asla küçümsenemez.

Araplar Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra paramparça edildiler. Yapay olarak oluşturulan devletçikler, feodal yönetimler, krallıklar, ilkel milliyetçi rejimlerin egemenleri, sonunda, kendi mikro milliyetçiliklerini oluşturarak kapattıkları topraklarda dar çıkarlarının peşinde kendi sömürü ilişkilerini inşa ettiler ve birbirlerine girdiler, Arap halkına karşı büyük günahlar işlediler. Büyük zenginliklere göz diken emperyalistler de, ırkçı Siyonizm de kan kusturdu halklara, ellerinden gelen her melaneti yaptılar, her yöntemi denediler. Ama gördük, olmadı. Mücadele, insanı da, toplumları da güzelleştirir, zenginleştirir. Bugünün direnişi, geçmişin tarihsel/kültürel mirası ile birleştiğinde, gelecek de aydınlanır, köhne olan yıkılır, gürbüz çocuklar doğar. Bakın, rüzgar kanatlı Arap Atı ayağa kalktı. Bu başlıbaşına büyük bir olaydır. Umarım gerisi gelir.

Tüm bu gelişmeler karşısında Türkiye’yi ve bir bütünen Kürtleri neler bekliyor?
Türkiye, şimdilik, bu işten kazanç kapısı aramakla meşgul, kendine pay çıkartma peşinde, gözü başka bir şey görmüyor. Kimileri Tunus ya da Mısır’dan turist çalmanın peşinde, kimileri, işçiler bastırılsın da yağlı lokmalar ellerinden gitmesin, yatırımları devam etsin diye dua ediyor, kimileri de yanan yakılan kentlerde inşaat işleri çıkar umudunu yaşatıyor. Hükümet ise, „Mısır elden gitti, ABD Türkiye’ye daha çok muhtaç, ona giden yardımlar belki bana gelir“ rüyasını görmekte. Arapları, Ortadoğu halklarını küçük ve hor görenlerse, vahşet ve yağma hikayeleriyle avunuyor. Solun bir bölümü de bu isyan mı, devrim mi tartışmasında. Oysa, Türkler bakımından ders almak, öğrenmek, saygı duymak, paylaşmak, destek olmak dışında anlamlı bir seçenek mevcut değil, ama şimdilik „ölü toprağı“ altındaki sapkın „huzur“ baskın çıkıyor.

Kürtlere gelince; herhalde onlar „küllerinden yeniden doğma“nın önemini, sancılarını, zorluklarını, ihtişamını, risklerini en iyi bilecek durumdalar. En büyük şansızlıkları bir destek hinterlandından yoksunluk ve kıyıcı rejimler ile bazen duyarsız, çoğu kez de şovenizme ve militarizme ram olmuş hakim uluslarca yönetilme olan Kürtler bakımından bu coğrafyadaki her demokratik-insani kıpırdanış kendi başına bir kazanımdır. Acılarda, baskılarda, militarizmin saldırılarında ve en önemlisi daha iyi bir dünya, özgürluk, eşitlik, hak-hukuk için direniş ve mücadelede ortaklık, halklar bakımından en sağlam kardeşlik köprüsüdür, birbirinin derdini anlama, paylaşma imkanıdır. Bu bakımdan, nasıl ki Kürtlerin her demokratik kazanımı, Türkler, Iraklılar, Suriye ya da İran halkı için de yaşamsal kazanım anlamına gelmektedir; nasıl ki, Kürtlerin kurtuluşu aynı zamanda bu ezen ulusların da özgürlüğüdür, benzer biçimde, bunun tersi de doğrudur. Harekette bereket verdır; halkların hareketliliğinde, ezilenlerin dinamizminde de umut vardır.

Halkın sesi, hakkın sesidir ve bu ses sadece Kürdistan’ın dağlarında, ovalarında, şehirlerinde değil, Ortadoğu’nun dörtbir yanında yankılanırsa, hepimiz için kurtuluş yakınlaşmış demektir. Her yerde isyan, her yerde devrim, en fazla mücadele içinde olanların şiarıdır ve şimdi bu boşa gitmiyor, çölleşmiş vicdanlarda körelmiyor ve öteki halkların da mücadelelerinde ses veriyorsa, bence Kürtler sevinmelidirler. Düşkırıklığı yaşamaktan korkmamalı, o da insanı, halkları olgunlaştırır, bilgeleştirir. Ortadoğu halkları zaten bilgedirler, anlayacaklardır.

HALİL DALKILIÇ

'Karşıtsız' çalışmayan beyinler ve otistik AKP


Biliyoruz ki "sosyal denge"her zaman karşıtlığı dayanak yapagelmiştir. Karşıtlık olgusunu dayanak yaparak hayatı, ilişkileri vs. düzenlemiştir. Politik dengelerin de böyle bir özelliği vardır.

"Bir devletin her hangi bir bölgede belirli 'düzenlemeye' gitmesi gene kendi eliyle uydurulmuş 'terör' gerekçeleri ancak, bir karşıtla davranabileceği ve o karşıtı referans göstererek böyle şartlanmış kamuoyunun ikna edilebileceğine örnektir."


Uzak ve yakın Türkiye gerçeği, iktidar politiği bu örneklerle doludur. Bugün de iktidarlar sosyal hayatı düzenlerken aynı veri tabanını kullanmakta, aynı örneklerden yola çıkmaktadır.


Karşıt olarak "terör" ve "Kürtler" olgusu, iktidarın; toplumsal hayatı düzenlemede referans gösterdiği, özellikle Türk kamuoyunu ikna ettiği önemli ancak uydurulmuş bir siyasal başlıktır.  


20. yüzyılı olduğu gibi 21. Yüzyılı da "karşıtsız" çalışamayan beyinler, stratejiler düzenlemektedir. Sistemin vazgeçilmez ihtiyaç olarak "Kürt", "terör", "bölücü" vurgusu bu beynin çalışması olarak, toplumsal hayatı düzenlemedeki genel ve özel yerini korumaktadır.


Öyle anlaşılıyor ki, devlet (iktidar), düzenleyici olarak yeni bir "karşıtlık" nesnesi bulmaksızın/yaratmaksızın mevcut olandan vazgeçmeyecektir.


Özellikle mevcut karşıtlıkların (terör, Kürtler vs.) içselleşerek zihinsel ve düşünsel ürünlerin dinamiklerini oluşturduğunu varsayarsak bu çok daha böyledir. Zira Kürtlere dönük "terörist, bölücü" gibi tanımlamalar; toplumsal ilişkilerin ve üretiminin motivasyonu için doping etkisi yapan, işleri bir tür "hal yoluna koyan" materyallerdir. Toplumda oldukça da içselleşmiş, sistemi "aklamış", rahatlamasını sağlamış; böylece vazgeçilmez içsel bir organ haline gelmiştir.


* * *


Bugün iktidarı çözüm arayışlarından uzak tutan da, gündem ve amaçlarıyla örtüşen bu "içsel organ"dır. Yarattığı "karşıtlık" figürleridir. Zaman zaman "mahalle" kimliğiyle fetişleşerek yaratıcısı sistemi/iktidarı bile baskılayabilen ezme, yok etme, baskı kurma duygusunun yarattığı hazdır.  


AKP, Kürt politikasında uyarıcı etki yapan ve sosyal dengeyi kurmada hala düzenleyici gözüken bu hazdan fazlasıyla beslenmektedir.


Kürt sorununda yaşadığı başarısızlıklara ve bu başarısızlıkların yarattığı travmalara rağmen buradan beslenerek, "Kürt" ve "terör" karşıtını referans göstermeye devam etmesi, bundan böyle de Kürtleri ve Kürt sorununu istismar edeceğinin kanıtı gibidir.


Ancak bu yaklaşımlar sadece Kürtleri bir gerilim ortamında tutmamış giderek daha büyük yoğunlukta iktidarı da vurmuş; sendromlar yaşatarak otistik davranışlar sergilemesine yol açmıştır.


* * *


Bundandır ki Türkiye Kürt sorununda bugün garip, itici, ikili ve paradokslarla dolu bir tabloyla karşı karşıyadır. Böyle bir tabloda AKP, otistik davranışları, siyasal ve zihinsel geri duruşuyla halklar arası ilişki ve etkileşime zarar vermektedir. Savaşın ve şiddetin yıkıcı kodlarını bile bile Türkiye'yi, bir bir yıkılmakta olan oligarşik otoriter rejimler kuşağında tutmakta, yeni çelişkiler ve olaylar dizisinin kurbanı yapmaktadır.


AKP iktidarının; PKK'nin 31 Ekim'de ilan ettiği 8 aylık eylemsizlik-çatışmasızlık kararına karşılık düşecek adımlar atmayışı, çözüm arayışları geliştirmek yerine; Avrupa Birliği sürecinden olduğu gibi, giderek Kürtlerden ve Kürt sorunundan da kopan/ uzaklaşan bir hüviyete bürünmesi de bunu göstermektedir.


Türkiye, toplumsal dengeyi kurmada yarattığı "terör, Kürtler" karşıtlığını kullanan ve bunu içselleştirerek toplumsal reflekse dönüştüren, kademe kademe devleti ele geçirirken; çözüm isteği ve önerileri karşısında kaskatı kesilip tepki vermeyen bir AKP gerçeğiyle karşı karşıyadır.


AKP'nin bu kayıtsız katı tutumu bugüne kadar barış mücadelesini yürütmüş her koşulda diyalogdan yana olmuş Türk ve Kürt aydınlarını bile "umutsuzluğa" itmiştir. (Basında bu yönlü açıklamalarını görebilirsiniz.)


Aynı düzeyde Kürt demokratik yapıları ve sivil toplum örgütlerini de bir biçimde çözüm de rol üstlenme konusunda "işlevsiz" bırakmış; DTK, hükümetten olumlu bir tepki gelmemesi üzerine, son toplantısında "bu koşullarda KCK'ye çağrı yapmanın ahlaki olmayacağına" hükmetmiştir.


Öyle anlaşılıyor ki Mart ve sonrası ayların nasıl geçeceğini AKP'nin nasıl bir tutum alacağı belirleyecektir.

Cigerxwîn


Asıl adı Şehmuz olan Cigerxwin, 1903′te Mêrdin’in Kercos(Gercüş) ilçesine bağlı Hesarê köyünde doğdu. Bir yaşındayken babası öldü...
Asıl adı Şehmuz olan Cigerxwin, 1903′te Mêrdin’in Kercos(Gercüş) ilçesine bağlı Hesarê köyünde doğdu. Bir yaşındayken babası öldü, çok geçmeden annesini de kaybedince yetim kaldı. Küçük yaşta anasız ve babasız kalan şair, çareyi evli olan kız kardeşinin yanına sığınmakta bulur. Ancak ablası ve eşi de kendisi gibi oldukça yoksul ve fakir bir ailedendir. Cigerxwîn bu nedenle çok zor günler geçirir. Yaşadığı çocukluk dönemi kendisini ve ağabey ilişkileri ile halk ilişkilerini çok iyi tanır. On kardeşiyle birlikte hayat mücadelesine giren Şeyhmuz köyde çobanlık yaptı. Okula gidemedi, ilk harfleri çobanken bir arkadaşından öğrendi.  
Ailesiyle birlikte 1914 yılında Güneybatı Kürdistan’ın Qamişlo kentine bağlı Amud nahiyesine göçtüler. Savaş sonrasında Suriye sınırları içinde kaldılar ve tekrar köylerine dönmediler. Küçük yaşlarda çobanlık ve ırgatlık yaptı. Toprak ağaları ve beylerini çok iyi tanıdı.
18 yaşında Amed’e(Diyarbakır) geldi. Dini eğitimi veren şeyhlerin yanına gitti. 15 yıllık medrese eğitimini 8 yılda tamamladı. Eğitim gördüğü her yerde Kürt halkının acı ve ıstıraplarını bizzat görerek yaşadı. Medresede olduğu dönem Kürt kültür ve edebiyatını öğrendi, yazılı klasikleri tanıdı.
1925 Şex Said İsyanı’na katıldı, isyandan sonra bir grup Kürt aydın ve yurtseverle Suriye’ye gitti. 1928 yılında Kürtçe şiirler yazmaya başladı. 1937’de TC devletine karşı Agirî isyanını başlatan XOYBUN örgütünün içinde yer aldı. Hawar dergisinde Cigerxwin isimiyle şiirler yazdı.
1949 yılında bir toplantıda komünistlerle tanıştı. Komünistlerle sıkı ilişki içinde çalışarak, 1957 yılına kadar Cizîr İçin Barış Komitesi Başkanlığı’nı yaptı. Bu yıllarda Suriye Kürdistan Demokrasi Partisi’ne katıldı. Cigerxwin yaşamının sonuna kadar Suriye Kürdistan Demokrat Partisi Merkez Komitesi Üyesi olarak kaldı. 1961 yılında Irak’taki ulusal harekete yardım etti. Burada parti kadrolarını eğitti ve Kürdistan Akademisi’nde dersler verdi. Güney hareketi yenilince geri Suriye’ye döndü.
1973 yılında Suriye’nin baskısı karşısında Beyrut’a geçerek tutuklanmaktan kurtuldu. 1979 yılında Stockholm’a geçti ve çalışmalarını burada sürdürdü.    
Cigerxwin, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki şiirlerinde Kürt işçi ve köylülerin Kürt burjuvalarına ve toprak ağalarına karşı verdiği mücadeleyi işledi. Bu şiirlerindeki devrimci öz, bütün ülkenin işçilerinin mücadelesini yansıtıyordu. Cigerxwîn'in birinci divanı 1974'te yayımlandı. Daha sonra değişik tarihlerde Şam, Beyrut ve İsveç'te klasik-modern şiirlerinden oluşan yedi divanı daha yayınlandı. Cigerxwin’in birçok romanı ve şiir kitabının yanı sıra araştırma kitapları da vardır. Kürtçe sözlük hazırlayan Cigerxwin’in 16 tane Kürtçe eseri vardır. Medrese kültürü içerisinde yetişen Cigerxvin eserlerinde hem klasik edebiyatı devam ettirdi, hem de modern şiirde eserler verdi.
Sosyalist, araştırmacı ve şair olan Cigerxwin, 22 Ekim 1984’te Stockholm’de hayata gözlerini yumdu…  Cenazesi, çok sayıda Kürt, Arap, Süryani ve Ermeni’nin katılımıyla Güneybatı Kürdistan'ın Qamişlo kentinde bulunan toprak evinin bahçesine gömüldü.

ESERLERİ
Berhemên Cigerxwîn
Helbest (şiir)
1- Dîwana yekem: Prîsk û Pêtî, 1945 Şam
2- Dîwana diwem: Sewra Azadî, 1954 Şam
3- Dîwana sêyem: Kîme Ez? 1973 Beyrûd
4- Dîwana çarem: Ronak, Weşanên Roja Nû 1980
5- Dîwana pêncem: Zend-Awesta, Weşanên Roja Nû19
6- Dîwana şeşem: Sefeq, Weşanên Roja Nû 1982
7- Dîwana heftem: Hêvî, Weşanên Roja Nû 1983 Stockholm
8- Dîwana heştem: Aştî, Weşanxana Kurdistan 1985 Stockholm

Ziman û Ferheng (Dil ve Sözlük)

1-Destûra Zimanê kurdî, 1961 Bexda(Bağdat)
2- Ferheng, perçê yekem,1962 Bexda
3- Ferheng, perçê duyem,1962 Bexda

Wergerandin (Çevirdikleri)

Kurd. Basîl Nîkîtîn (tercüme)
Mînoriskî (tercüme)
Leyla û Mecnûn (tercüme)
Ûsiv û Zelîxe (tercüme)
Çîroka xortê Îranî (tercüme)
Dewleta Mahabadê (tercüme)
Kêferat li ser Kurdistanê, Xalifîn (tercüme)
Baqismatê res (tercüme)

Dîrok (Tarih)

Çend Şoreşên Kurdên kevnar e
Destûra Kurdistanê
Dewleta Eyûbî li Yemenê
Tarîxa benî Eyûb perçê 1
Tarîxa benî Eyûb perçê 2
Tarîxa benî Eyûb perçê 3

Yorumsuz


Demagoji


Bugün Türkiye’de “en fazla yapılan şey nedir?” diye sorulduğunda, verilecek olan cevap “demagoji” olacaktır. Çünkü bugün egemen siyaset kulvarında yer alan her kes; Cumhurbaşkanı,  Başbakan, Meclis Başkanı, Bakanlar, Milletvekilleri, Generalleri, Akademisyenler, Gazeteciler, Eli kalem, ağzı laf yapan velhasıl hepsi bir ağızdan aynı nakaratı tekrarlayarak demagoji yapıyor.
Yapacakları başka bir şeyleri olmadıkları için demagoji yapıyorlar. Adeta yaptıkları bu demagoji ile “eli çalışmayanın, çenesi çalışır” sözünü doğruluyorlar.
Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde yaşanan Halk hareketleri karşısında yaptıkları da hep bu çerçeve de yerini buluyor ve anlam kazanıyor. Bunların hepsi bir ağızdan; hallerine bakmadan, hiçbir şekilde yerine getirmedikleri ve saygılı olmadıkları “demokrasi”, “insan hakları”, “şiddete başvurmadan sorunların çözümünden”. “baskıcı iktidarların yönetimde kalmayacağından”, “halkın sesine kulak verilmesinden” vb. bahsediyorlar. Bir devrimciden, bir sosyalistten, bir demokrattan çok daha keskin, radikal söylemler kullanarak bunu yapıyorlar.
Bu sözleri duyan, konuşmaları dinleyenler de neredeyse kendilerini 1789 Fransa’sı, 1917 Rusya’sı, 1968 Avrupa’sında olduklarını zannedecek. O kadar özgürlükçü(!?), Demokrat(!?) Adalet ve özgürlükten yana(!?) söylemler kullanmaktadırlar ki, neredeyse duyanların dudakları uçuklayacak, “bu sözleri söyleyenler kim” diye soracak.
Tabii ki bu sözleri bugün ağızlarına alanlar, söyledikleri bu sözlere inandıkları için bunları söylemiyorlar. Bu söylemlerin içlerini boşaltıyorlar ve bir kabuk haline getirerek kullanıyorlar. Bunu yaparken de temel araç olarak demagojiye başvuruyorlar. 
Bugün uluslararası alanda bir mahkeme yapılsa, kesin suçlu bulunacakları konularda, savunucusu görünerek bunu yapmaya çalışıyorlar. Kendilerinin bile inanarak kullanmadıkları bu söylemlerin arkasında oldukları yönünde yaratmaya çalıştıkları bu kandırmacaya başkalarının inanmasını bekliyorlar.
Demokrasi, temel hak ve özgürlükler, dengesiz ve adil olmaya gelir dağılımı, işsizlik, pahalılık, açlık ve yoksulluk vb. konularda karnesi zayıflarla dolu olan, tüm bu konularda dünya sırlamasında en alt da yer alan ülkeler arasında olmasına rağmen Türkiye devletinin Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkeleri için bir “model” olabileceğinden bahsediyorlar. Bunun içinde göreli ve her an değişme olasılığını içerisinde taşıyan koşullarda; gerek iç gerekse de dış kamuoyuna tamamen sorunsuz(!?) bir ülke olunduğu görünümü verilmeye, her şeyin süt-liman olduğu yanılsaması yaratılmaya çalışılıyor. Sanki Türkiye’de ekonomik ve siyasal kriz yok. Farklı dinler, mezhepler, diller, kültürler üzerinde baskı yok. Kürtlere karşı ulusal inkâr ve soykırım politikası yok. Yürütülen özel-kirli savaş yok vb. bir hava yaratıp, bunu bir kabul edişe dönüştürmek istiyorlar. Bu şekilde gerek iç gerekse de dış kamuoyu hiçbir şeyden anlamayan kara cahil, baktığını görmeyen kör, duyduğunu anlamayan düşünce özürlü yerine konulmuş oluyor. Bu yönleriyle de tam bir aldatmaca ve demagoji yapmış oluyorlar.
Korktukları için, Kuzey Afrika’da, Ortadoğu’da yaşananların kendi başlarına geleceklerini gördükleri için bunu yapıyorlar. Asıl olarak da bunu engellemek için demagojiye başvuruyorlar. Bir yandan demagoji yaparken, diğer yandan da kendine göre askeri, siyasi vb. açılardan “önlem” almaktan da geri kalmıyorlar. Yaygın tutuklamalarda bulunuyorlar. Demokratik siyaset kurumlarına saldırılıyor. Toplum içersinde ileri gelen, saygın kişiliklere karşı özel yönelimler geliştiriliyor. Her yönüyle toplum öncüsüz ve örgütsüz kılınmak isteniliyor. En son Gever’de görüldüğü gibi Özel kontra birimler devreye konuluyor ve halka saldırtılıyor. Yoğun bir askeri hareketlilik içerisine girilerek, kendileri için kritik olarak gördükleri bölgelere askeri güç kaydırımın da bulunuluyor. Paralı askerleden özel profesyonel ordu oluşturuluyor. Sayısı binleri bulan devlet kadrolu din istismarcıları kullanılıyor. Adı dışında Kürtlükleri kalmamış hain-uşak takımından medet umuluyor. Tüm bu yaptıklarından sonuç alacaklarını sanarak da, asıl olarak kendilerini kandırmış oluyorlar. Aslında bu şekilde ava giderken, avlanmış oluyorlar.
Türk egemen siyaset kulvarında yer alanların demagoji yaparken hırsızlayarak kullandıkları bu söylemler, aslında Türk Özel savaş rejimine ve onun bugün uygulayıcı gücü olan AKP hükümetine karşı yılardır mücadele veren demokrasi güçleri tarafından dile getirilen temel söylemler arasında yer alıyor. Bu coğrafyada yaşayan başta Kürtler olmak üzere tüm demokrasi güçleri bu söylemlerde gerçek anlamını bulan değerlerin savunuculuğunu yapıp, mücadelesini vermişlerdir. Bu yönüyle de bugün Kuzey Afrika’da, Ortadoğu’da yaşayan halkların yükselttikleri mücadelede dile getirdikleri taleplere ulaşmak için, daha önceleri başlatılan ve devam eden bir mücadelenin sahibidirler.
Türk Özel savaş rejimini ve onun uygulama gücü olan AKP hükümeti ile egemen siyaset kulvarında yürüyenleri de korkutan ve demagojiye başvurmaya götüren bu gerçeklik oluyor. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yıkılan ve çözülen iktidarların enkazları altında, kendilerini görüyorlar ve asıl olarak da bunu engellemeye çalışıyorlar.
PKK’nin ilan ettiği “tek yanlı çatışmasızlık halinin” yeniden bir değerlendirmeye tabii tutulacağı günlerin yaklaştığı bir süreçte,  bunu daha da yakıcı bir şekilde hissediyorlar. Onun içindir ki, Kuzey Afrika v e Ortadoğu’da halkın sokağa taşan ve iktidarları bir bir yerinden eden ayaklanmaları ile Kürt halkının direnişinin birleşmesinin yaratacağı sonuçtan, bu güçlerin duydukları korku daha da ileri bir safhaya taşınmış olmaktadır.
Halkımız bu tür hallerde çok haklı olarak,  “Suya düşen yılana sarılır” demektedir. 
Türk egemen siyaset kulvarında yer alanlar da adeta bu sözü doğrularcasına bugün yalana ve demagojiye sarılmışlardır.

Cemal Şerik