9 Şubat 2011 Çarşamba

Yerel Yönetimlerin Özerkliğini, Demokratikleşmeye Katkısını, Merkezi Yönetim Yapısının Yarattığı Sorunlar

Fikret Toksöz, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü'nü bitirdikten sonra, yüksek lisans eğitimini Manchester Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü'nde tamamladı. 1992-2002 yılları arasında Marmara ve Boğazları Belediyeler Birliği (MABBB) Genel Sekreterliği görevini yürüten Toksöz, bu görevinden önce 1978-1980 yılları arasında Yerel Yönetim Bakanlığı'nda Müsteşar Yardımcılığı; 1989-1992 yılları arasında da Uluslararası Yerel Yönetimler Birliği (IULA-EMME) Başdanışmanlığı görevlerinde bulundu. Halen TESEV'de İyi Yönetişim Programı Direktörü olarak çalışan Fikret Toksöz'ün, TESEV'in yayınladığı "Yerel Yönetim Sistemleri", "İyi Yönetişim El Kitabı" ile "Kürt Sorunu'nun Çözümü İçin TESEV Raporu" gibi pek çok çalışmada imzası var.  

Toksöz'le, birikim ve deneyimleri ışığında; yerel yönetimlerin özerkliğini, demokratikleşmeye katkısını, merkezi yönetim yapısının yarattığı sorunları konuştuk.


Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, farklı siyasal bir modele geçilmesi burdan bakıldığında açarsak yerel yönetimlerin güçlendirilmesi denince sizce bu neyi ifade ediyor?


Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi denince ifade edilmek istenen şey desantralizasyondur. Devletin yeniden yapılandırılmasıdır. Bilindiği gibi bütün dünyada ve bizim anayasamızda devlet yürütme anlamında iki bölümden oluşuyor; merkezi ve yerel yönetim. Bunun ikisi birbirinin üstünde değildir ve birlikte çalışması gereken unsurlardır.
Ama bizdeki uygulama sanki merkezi yönetim üstte, diğeri altta ve merkezin dediklerini olduğu gibi yapan bir modeldir. Bu anlayış, Fransa'da bile terk edildi. Bu sadece Kürtler için bir sorun değil aynı zamanda Türkiye'nin diğer bölgelerinde oturan insanlar için de bir sorun. Şurası muhakkak ki artık herkes, daha çabuk, daha kaliteli ve kendi isteklerine uygun hizmet bekliyor. Bu merkezi hükümetle sağlanamıyor.

Türkiye'de herhangi bir ilde yaşayan herhangi bir yurttaş için, yerel yönetimlere daha fazla yetki ve sorumluluk verilmesi hayatında neleri değiştirir?


Bunu şimdi, şu anda bile görebiliyoruz. Mesela bu son reformla birlikte belediyelere okul yapılması, okulların bakım ve onarılması gibi bir görev veriliyor. Bundan sonra hızla pek çok yerde okulların fiziki koşullarında iyileşme gerçekleşti. Ve yeni okullar yaptırıldı. Bu bile vatandaşın günlük hayatında bir değişime yol açıyor. Bazı yetkileri belediyelere devretmek için yasaya bile gerek yok. Bir kısmı hemen yerel yönetimlere bırakılabilir. Türkiye'nin bir on yıl sonra dünyanın onuncu büyük ekonomisi olacağı iddiası var. Avrupa'nın üçüncü büyük ülkesi olacağı gibi iddialar var. Ama bu iddialar bugünkü  merkezi sistemle kesinlikle gerçekleşemez. Gerçekleşebilmesi için bu hizmetlerin en önemlisi olan yereldeki yaratıcı güçten yararlanılması lazım.


Başka hangi alanlarda verimlilik artar?


Türkiye'nin çok sorunlu olduğu bazı alanlar var. Bunların bir tanesi kadın meselesidir. Kadının yaratıcılığından yeteri kadar yararlanamıyor Türkiye. Merkezi yapı içerisinden bunu organize edemezsiniz. Ama yerel inisiyatif bunu kendi içinde başaracaktır. Zaten Anadolu'ya gittiğinizde bunun birçok örneği ile karşılaşıyorsunuz.


Örneğin spor hizmeti bile devlete bağlı. Bu yüzden de Türkiye'de ne futbol gelişiyor ne de başka bir spor faaliyeti. Spor kompleksinin devlet tarafından işletilmesi mümkün mü? Bir başka örnek; eskiden burada AKM vardı, AKM'de bir etkinlik yapmak isteseniz bakanlıktan izin almanız gerekiyordu. Bütün bu kamu imkanlarını düşünün, okullarımızın yaz aylarında, akşamları boş olduğunu düşünün, biz bu kadar yatırımı boş yere harcıyoruz. Çünkü merkezi hükümet çok sıkı kurallar uyguluyor. Eğitim yerel yönetimlere verilsin demiyorum, ama eğitimin fiziki imkanları yerel yönetimlerle birlikte çok daha iyi yönetilebilir.


Çok dilli eğitimin hayata geçirilmesinde yerel yönetimin fonksiyonu ne olmalıdır?


Bu konu biraz zor bir konu.  Çok dilli eğitim üzerine pek çok araştırma var.


Pek çok ülkede eğitimin içeriği ve müfredatın tespiti, merkezi yönetimin yetkisinde. Amerika gibi federalizmin uygulandığı ülkede bile Demokrat Parti ile Cumhuriyetçi Parti arasındaki en büyük tartışma buradan geliyor. Eğitim sadece anadilin öğrenilmesi açısından değil uluslararası rekabet açısından da çok önemli bir konu. Dolayısıyla çok dilli eğitimi, tek başına yerel yönetimlere bırakamazsınız.  En çok verilen örnek Katalanlar. Ama Katalanlar bile 'Katalanca eğitim yapmakta yanlış mı yaptık acaba' diyorlar. İspanyolca bugün dünyada Fransızcadan daha çok konuşulan ikinci büyük dil. Şimdi onlar diyorlar ki; çocuklar İspanyolca'yı geliştirmeden nerede iş bulacaklar. Yani bunu çok tartışmak lazım, hemen karar vermemek lazım.


Bu sadece Kürtlerin sorunu değil. Pek çok etnik grup, dillerinin ve kültürlerinin ölmesinden yakınıyor.


Seçmeli ders koyarsınız. Zaten şimdiki müfredata uygun. Türkiye'de çeşitli etnik grupların, kendi dillerini, kendi varlıklarını geliştirmesi sağlanabilir. Ama dediğim gibi bu çok ciddi bir şey  ve büyük ekonomik maliyetleri var. Bunları da düşünerek bir an önce bu işin tartışılmaya başlanması, belki pilot uygulamalarla denenmesi gerektiğini düşünüyorum.


Bölgesel yönetim modeli, insanların hayatlarında ekonomik olarak neler değiştirir?


Şimdi aslında bu konuda, son reformla yeteri kadar yetki belediyelere verildi. Sağlık, eğitim, kültür-sanat ve turizm alanlarında belediyelere teşvikler veriyor. Mesela arsa veriyor, vergi almıyor. Ama bunları yapmıyorlar. Bunu tek istisnası; alışveriş merkezleri. Ve maalesef belediyeler işi abartmış durumdalar. Arsa stoklarını çok lüzumsuz bir şekilde kullanıyorlar. Buralardan elde edilen gelir eğitime kaydırılabilse, neyse. Gelirin bir kısmı tabii ki rüşvet olarak gidiyor, ikincisi merkezlerin yarattığı sorunları çözmeye gidiyor. Yeni yollar, kavşaklar, metro istasyonları falan yapılıyor. Yani bunlar ek maliyetler getiriyor. Ayrıca zaten ağır olan İstanbul trafiğini bir kat daha ağırlaştırıyor.



İstihdam yaratmıyor mu?


İstihdam yaratıyor ama istihdam yarattığı kadar acaba kaç tane küçük esnafın da ölmesine sebep oluyor. Bunlar öyle rakamlar veriyor; biz 300 kişiyi işe aldık  falan diye. 300 kişiye iş vermek o kadar önemli değil, o 300 kişiyi çalıştırmak için acaba kaç yüz kişi işinden oluyor, bunu düşünmek lazım.


Sözünü ettiğiniz rüşvet çarkı hangi noktada devreye giriyor?


İstanbul Büyükşehir Belediyesi hatta diğer belediye meclis gündemlerine bakınca şunu görüyoruz. İBB gündeminde 100 konu varsa 90'ı imar plan değişikliği. Yeni alışveriş merkezlerine bakıyorsun, ya yola tecavüz etmiş durumda ya yolun kenarında devasa bir yapı. Bu binayı o yolun kenarına yapabilmek için büyük paralarla bir metro yapılıyor. Elbette metro gerekli bir şey ama pek çok yerde yerin üstünde gitmesi mümkünken sağa sola yapılan devasa alışveriş merkezleri dolayısıyla bu alan ortadan kalkıyor. Dolayısıyla son derece büyük bir yük. Etki analizi yapılmadan bu işler yapılıyor. Yatırım yapanlar da uzun vadeli düşünmüyorlar. Dünyada internet üzerinden alışveriş gelişiyor. Bu parayı alışveriş merkezlerine yatıranların uzun vadede ne yapacaklarını merak ediyorum.


Türkiye, Avrupa Birliği Yerel Yönetimler Şartı'nın birçok maddesine koyduğu çekinceleri hâlâ kaldırmadı. Bu AB için bir sorun yaratmıyor mu?


Yeni yerel yönetim kanunuyla oraya koyulan çekincelerin çoğu işe yaramaz hale geldi.


Gerek Avrupa Birliği, gerek Avrupa Konseyi sizin devlet içi yapılanmanıza karışmıyor. Bu sizin kendi sorununuzdur. Yalnızca 'bölgeler arasındaki farklılıklar ortadan kaldıracak politikalar üreteceksiniz' diyor. Onun için AB, geleneksel coğrafi bölge yerine, istatistiki bölgeler yarattı. Bu daha gerçekçi bir şey. Bu gün AB'de 270 tane bölge var. Hatta bazıları bu bölgesel fonlardan pay almak için iyice saçmaladılar. Şimdi Slovenya gibi ya da Güney Kıbrıs gibi küçük bir yerde iki-üç bölge olur mu, olmaz.  


Türkiye bu konuda ne yaptı?


Türkiye aslında bir şekilde bir arayış içerisinde, yani bölge kurmadan bölgecilik yapıyor. Türkiye 2001'de 26 istatistiki bölge kurdu. Geliştirmek için de bir süredir bir takım programlar uyguluyor. Bu bölgelerde şimdi 18 kalkınma ajansı çalışıyor. İstanbul kalkınma ajansı da çalışmaya başladı. Ayrıca bölgesel farklılıklar azaltmak için bu hükümet dönemin de KÖYDES ve BELDES projesi uygulandı. Yani 3 milyar doların üzerinde para harcandı. Bu şu anlama geliyor. Köylerin altyapıları yeniden yapıldı, bütün köyler birbirine asfalt yollarla bağlandı. Bu son 5-6 senedir uygulanan bir program. Bunun yanında bölgede SODES projesi var. Bu Sosyal Destek Projesi ile yeni kaynaklar yaratıldı. Tam randımanlı olmasa da kalkınma ajanslarının, sivil toplum ve kamudan oluşan, üniversitelerin de katıldığı bir danışma kurulu var.


Bu yeterli mi?


Uygulamanın iyi olmadığını görüyoruz. Çünkü merkezi hükümet ağırlıklı. Örneğin Diyarbakır'da bir tane belediye projesi destekleniyor. Üniversitelerin yaptığı proje yok gibi, sivil toplum biraz destekleniyor gibi görünüyor ama onların da suni durduklarını görüyoruz. Gerçek anlamda halkın kurduğu sivil toplum değil, yandaşçılık yapılan sivil toplum var. Ama toplum demokratikleştikçe bu eksiklikler görülecektir. Çünkü toplum artık talep etmeye başladı. Sesini çıkarmaya başladı. Demokratik biçimde gerçekten halkın sesini duyurduğu bir model olması lazım. Biz şimdi üstten aşağıya uyguluyoruz, aslında aşağıdan yukarıya kurgulamamız lazım.  


Böyle bir örgütlenme modelinin en alt birimi mahalle mi?  


En önemli avantajımız mahalle sistemidir. Türkiye geleneksel olarak çok şanslı bir ülke. Çünkü idari yapısını değiştirirken batıdan almadığı tek kurum mahalledir. Muhtar adı da çok önemlidir. Çünkü muhtar, otonom demektir. Düşünün merkeziyetçi bir padişahlık sistemi içerisinde otonom bir yapı kuruyorsunuz. Daha sonra 2. Mahmut tarafından düzenlenmiştir. O günden beri de Türkiye'de muhtarlık sistemi vardır. İstanbul'da bin muhtarlık var. 40 tane belediyeyi bin tane muhtarlıkla çoğaltacaksınız. Muhtarlık artık belediyenin birimi haline geldi. Eskiden merkezi hükümetin birimiydi. Devlet, muhtarlığa polis devleti anlayışıyla yaklaşıyordu. Ama muhtar da öteden beri vatandaşla kamu arasında gönüllü aracı rolünü yapıyordu. Mahallenin sorununun mahalle tarafından tespit edilmesi, belediye kanununda geçiyor. Fakat bu kanun çalıştırılmıyor.


Neden?


Kimse yetkisini paylaşmak istemiyor. Düşünün imar planı değişikliğinde konu ilk defa mahallede tartışılsa yapılabilir mi bazı işler? Muhtarlık gibi çok iyi bir sistemimiz var bunu güçlendirmemiz lazım. Onu daha demokratik hale getirmemiz lazım.  


Bakın biz bu muhtarlığı çok önemli bir sivil toplumu olarak görüyoruz. Çünkü muhtarlığın bir bütçesi yok. Halkın seçtiği biri. Bundan daha iyi bir taban hareketi olabilir mi, olamaz. Belki Türkiye'nin meşrutiyeti en yüksek olan kurumu muhtarlıktır. Bizim yaptığımız kamuoyu araştırmalarında, muhtarlar ve ilkokul öğretmenleri en güvenilen kişiler olarak tespit edildi.  Çeşitli biçimlerde demokrasi iyi çalışmadığı için bunların kredisi düştü.


Demokratik Özerklik modelinde de halk meclisleri, köy meclisleri yoluyla tabandan örgütlenme önerisi, sizin önerinizin benzeri değil mi?


Bunlar yeni değil zaten. Çok büyük bir yanlış var Türkiye'de. Kendi öz geçmişinde dünyaya örnek olabilecek birçok çalışma var. Belediyecilik tarihini bilmedikleri için, bu tartışmalar oluyor.


Bakın Türkiye'de ilk defa 1973 yerel seçimlerinde bütün büyük kentlerde CHP kazandı. Yeni iktidara gelenler Vedat Dalokay, Ahmet İsvan gibi insanlar yeni şeyler söyleme başladılar. O dönemde 'Kent Kurultayı' diye bir şey ortaya çıktı. Bu 12 Eylül dolayısıyla unutuldu, fakat 1996'da yeniden ortaya çıktı. 20. yy.'da tüm dünyada şu tartışılmaya başlandı: Acaba demokrasi önemini kaybediyor mu? Bugün bile batıda yerel seçimlerde oy kullanma oranı çok düşük. Böyle olunca bir meşruiyet krizi başladı. Varlıklı kişiler sitelerde, etrafı duvarlarla çevrili özel alanlarda yaşamaya başladılar. Dolayısıyla belediye hizmetleri de onlar için lüzumsuz hale geldi. Şimdi bizde de toplumun okumuş kesimleri sitelere gidince, şehrin büyük bir bölümü bunların birikiminden mahrum kaldı.


Meşruiyet sorununun seçim sistemiyle bağı yok mu?


Zaten diğer sorun da temsili sistemin yetmemesi. Temsili sistemde, ne kadar çok seçerseniz seçin  asıl mahrum olan grupların sesi duyulmuyor. Habitat ve Rio toplantılarıyla bu da tartışılmaya başlandı. BM, Kent Konseyi Projesi'ni ortaya koydu. Türkiye hükümeti bunu kabul etti. Halkın seçtiği meclisin yanına Kent Konseyi kuruldu. 'Yerel Gündem 21' hareketi, Rio'yla başladı. Bizim kent konseyleri kanununda AB'nin özerklik şartlarını yerine getirmiş oldu Türkiye. AB'nin demokratik özerklik şartı demokratik bir yönetimin kurulmasıdır. Bunu en iyi uygulayanlardan biri Diyarbakır Belediyesi'dir. Ama bunun tam işleyebilmesi için sivil toplumun bütünlüklü olarak işlemesi gerekir.


Dünyada çok iyi bir uygulama var mı?


Dünyada 'Porto Alegre' modeli Brezilya'da çıktı, 1990'ların başlarında. Sosyalist Parti kazandı. Belediye Başkanı sosyalistti ama belediye meclisinde liberaller vardı. Baktı ki, fakirlere ilişkin şeyleri belediye meclisinden geçirmesi mümkün değil. 'Katılımcı bütçe oluşturacağım, mahalleden başlayacağım' dedi. Müthiş bir halk hareketi başlattı, bir milyon kişiyi bu işin içine soktu. Böylece zenginler ve liberaller karar veremez hale geldi. Böyle bir demokratikleşme hareketi başlattı.


Türkiye'de de bundan korkuluyor olabilir mi?


Hayır. Aslında Türkiye'de 1970'lerde bu yapıldı. Hatta bunun Türkiye'deki en önemli sembolü de 'Terzi Fikri'dir. 12 Eylül'de yerle bir edildi. Ama Türkiye'deki ilk örnektir.


Demokratik Özerkliğin demokratik kısmının mekanizmaları mevcuttur, çalıştırılabilir. Bütün mesele desantralizasyon. Demokratik Özerklik modelini Diyarbakır'da zaten uyguluyorlar. Bu model tüm Türkiye için ideal ve hayata geçirilebilir bir sistem. Diyarbakır'da aydın bir kesim var. Kentin çok iyi bir okur-yazar kesimi var, aydın kesimi var. Gayet de demokratik mekanizmalar kurulmuş ama onlar da ayrıca bir sınıftır yani. Dolayısıyla halkın tabandan gelen sesi duyulmuyor. Bunun için biraz daha zaman lazım, demokrasi tecrübesinin artması lazım.


 

Lugât-ı Tarihiyye'de Kürtler

Osmanlı arşiv ve kütüphanelerinde Kürtlerle ilgili çok fazla bilgi ve belge bulunmaktadır. Araştırmacılara bu bilgi ve belgelere ulaşma olanağı verildiğinde Kürdistan tarihinin önemli bir dönemi aydınlatılmış olacaktır. Biz de Lugât-ı Tarihiyye ve Coğrafiyye'de yer alan "Kürd" ve "Kürdistan" maddelerinin öneminden dolayı bu çalışmayı hazırladık.

Lugât-ı Tarihiyye ve Coğrafiyye'de Kürtler ve Kürdistan


Kürtler ve ülkeleri Kürdistan dört yüz yılı aşkın bir süre Osmanlı Devleti sınırları içinde kaldı. Bu uzun zaman zarfında
Kürtler, Osmanlı nüfusunu oluşturan önemli bir unsur, Kürdistan da Osmanlı'nın, İran ve Rusya sınırını oluşturan önemli bir bölge haline geldi. Osmanlı arşiv ve kütüphanelerinde Kürtlerle ilgili çok fazla bilgi ve belge bulunmaktadır. Araştırmacılara bu bilgi ve belgelere ulaşma olanağı verildiğinde Kürdistan tarihinin önemli bir dönemi aydınlatılmış olacaktır. Biz de Lugât-ı Tarihiyye ve Coğrafiyye'de yer alan "Kürd" ve "Kürdistan" maddelerinin öneminden dolayı bu çalışmayı hazırladık. 

Ahmet Rifat "Kürd" maddesinde Kürtlerin yaşadığı coğrafyanın sınırlarını belirttikten sonra, Kürt halkının özellikleri ve o günkü durumu hakkında kısaca bilgi verir. Yazar, Kürdistan maddesini ise iki başlığa ayırır. İlki Kürdistan-ı Osmânî diğeri ise Kürdistan-ı Acemî yani İran Kürdistanı'dır. Kürdistan'ın 1639 yılından itibaren bir parçası Osmanlı, diğer parçası ise Safevi Devleti'nin sınırları içinde kalmıştır. Ahmet Rifat, Kürdistan'ın her iki parçasının da coğrafi sınırlarını, yüzölçümünü ve nüfusunu belirttikten sonra yeraltı zenginlikleri ve tarım ürünleri hakkında bilgi vermiştir. Yazar, Osmanlı Kürdistanı hakkında bilgi verirken Emir Bedirhan olayından da söz etmiştir.


LUGÂT-I TARİHİYYE VE COĞRAFİYYE NEDİR?


Devlet hizmetlerinin yanı sıra ilmî çalışmalar yapan ve kaynaklarda ressam olduğu kaydedilen Ahmet Rifat Efendi, tarihe ve ahlaka dair bazı eserler kaleme almış, fakat daha çok Lugât-ı Tarihiyye ve Coğrafiyye isimli kitabı ile tanınmıştır. Bu eser, aslında meşhur şahıs ve müelliflerin biyografileri, önemli olaylar, tarih boyunca kurulmuş olan devletler, milletler ve belli başlı şehirlerin tarihleri ve coğrafi özellikleri hakkında alfabetik olarak sıralanmış maddeler halinde bilgiler vermektedir. Bu yönüyle bir tarih ve coğrafya sözlüğü olarak değerlendirilse de öteki ilim dallarına dair pek çok bilgiyi de içermesi bakımından genel bir ansiklopedi niteliği de taşımaktadır. Eser, ilk iki cildi H.1299 / M.1881, son beş cildi ise H.1300 / M.1882 tarihlerinde olmak üzere, yedi cilt halinde İstanbul'da basılmıştır. (Özcan, 1989: 130)


Lugât-ı Tarihiyye ve Coğrafiyye'de verilen bilgiler önemli olmakla birlikte bilgilerde yanlışlık ve eksiklikler olabilir. Bilhassa yazarın verdiği nüfus bilgileri başka kaynaklarla karşılaştırılmalıdır. Ahmet Rifat, Osmanlı Kürdistanı'nın nüfusunu tahminen üç yüz elli bin olarak veriyor. Bu sayı Osmanlı Devleti'ndeki Kürtlerin nüfusundan çok uzaktır. Bu durum yazarın Kürdistan tanımından da kaynaklanıyor olabilir. Başka kaynaklarda Osmanlı'daki Kürt nüfusunun bir milyonun üstünde olduğu belirtilmektedir. Örneğin Şemseddin Sami, Kâmûsu'l-a'lâm adlı eserinin "Kürdistan" maddesinde, Kürt nüfusun tahminen iki buçuk milyona yakın olduğunu ve bunun bir buçuk milyonunun Osmanlı ülkesinde yaşadığını ifade eder (Şemseddin Sami, 1896: 3840).  Örnek olarak 1897 yılında Osmanlı nüfusunun "milliyet itibariyle tasnifi" şu şekildedir (Eldem, 1994:16):


RESİMLİ VE HARİTALI COĞRAFYA-YI OSMÂNÎ


Nüfus sayımının yapıldığı devirdeki kitle iletişim araçlarının zayıflığı, halkın, devlet vergi ister korkusuyla sayımdan çekinmesi, Kürdistan coğrafyasının yer yer çok sarp ve engebeli olması, Kürtlerin önemli bir kısmının yerleşik değil göçebe halde yaşıyor olması gibi etkenler göz önünde bulundurulduğunda bizce bu rakam dahi eksiktir. Bu iddiamızı kuvvetlendiren de yine Osmanlı devrinde yazılmış bir coğrafya kitabıdır.


Safvet (Geylangil), Resimli ve Haritalı Coğrafya-yı Osmânî adlı eserinde Kürtlerle ilgili bilgi verirken nüfuslarına da değiniyor:


"Asya-yı Osmânînin husûsiyle Anatolinin (Anadolu'nun) cihet-i şarkiyesinde (Doğu tarafında) yüksek dağlarla muhât (çevrili) arazi ve yaylalar üzerinde yayılmış olan Kürdler, ekser aşîret halinde yaşamakdadırlar. Mikdârları 2,5 milyon raddesinde tahmîn edilmekde ise de bunların da üç milyondan fazla olduğunda şübhe yoktur. Bu kavim dahi kendine mahsûs baz(ı) âdât ve i'tikâdâta mâlikdir. Şecâ'atleri (yiğitlikleri) meşhûrdur. Ata binicilikde ve silâh isti'mâlinde (kullanmada) mahâretleri vardır." (Safvet, 1331 / 1915: 5)


MİKDAT BEDİRHAN'A GÖRE


Kürt nüfusuyla ilgili son olarak bir Kürt aydınının da görüşlerini aktarıp bu bahsi bitireceğiz. 22 Nisan 1898'de ilk Kürt gazetesi Kurdistan'ı, Kahire'de çıkaran Mikdat Midhat Bedirhan, gazetenin ilk sayısıyla beraber bazı kişilere Fransızca bir kart gönderir. Kartın ikinci paragrafında şöyle der: "Ulusum, Kürt ulusu, bugün Küçük Asya'da çok eski bir dil konuşan toplam altı milyondan fazla nüfusa sahiptir." (Fransızcadan çeviren ve aktaran: Malmîsanij, 2009: 116). Mikdat Midhat Bedirhan'ın verdiği bu rakam belli ki Osmanlı Kürdistanı-İran Kürdistanı ayrımı yapılmaksızın Kürtlerin genel nüfusudur.


'Kürd' ve 'Kürdistan' maddeleri


Lugât-ı Tarihiyye ve Coğrafiyye'deki "Kürd" ve "Kürdistan" maddeleri aşağıdadır. Bugün için anlamı bilinmeyen veya açıklanmaya muhtaç kelimelerin yanına parantez içinde günümüz karşılıkları eklenmiştir. Maddelerin eserin hangi cildinde ve sayfasında yer aldıkları da maddelerin sonunda parantez içinde gösterilmiştir.


KÜRD


Asyâda bir kavim olub Diclenin şarkında vâki' (bulunan) dağlarda ve Vân ve Rûmiye (Urmiye) göllerinin cenûbunda (güneyinde) sâkindirler. Memleketlerine kendi nâmlarına (isimlerine) nisbetle 'Kürdistan' tesmiye olunur  (ismi verilir). Bunlar çabuk ve şecî' (cesur) olmakla beraber herbâr (daima) hür yaşarlar. El-yevm (bugün) Kürdlerin bir kısmı Osmânlı ve kısmı diğeri Aceme tâbi' olarak ekseriyâ (çoğunlukla) Sünniyü'l-mezheb (Sünni mezhebi) ve bazıları Şiî ve Nastûrîdir. Bunlar kadîm Keldânî ve Partlara mensûb zann olunur. (c.6, s.77)


KÜRDİSTAN-I OSMÂNÎ


Ermenistan, el-Cezîre (Mezopotamya), Irâk-ı Arab (Bağdat'tan Basra'ya kadar olan bölge) ve Acemistan beynindedir (arasındadır). Şehrizor ve Mûsul vilâyetleriyle Bağdâd vilâyetinin bir kısmını teşkîl eder. Tûlen (uzunlukça) üç yüz seksen, arzen (ence) dört yüz kilometro ittisa'ında (genişliğinde) olub mürtefi' (yüksek) dağları ve mahsûldâr (verimli) vâdîleri hâvîdir (içerir). Mahsûlât-ı arziyyesi (tarım ürünleri) pirinç, buğday, arpa, susam, yemiş, tütün, pamuk, mazı; kudret-i havası ve ma'denleri kükürt ve şap misillü (gibi) şeylerden ibâretdir. Ve üç yüz elli bin tahmîn olunan ahâlîsi eğerçi (her ne kadar) ekseriyâ cehl û nâdânî (cehalet ve bilgisizlik) içinde ve hâl-i bedevîde (bedevi yani göçebe halde) müte'ayyiş (yaşıyor) iseler de şecâ'at ve kanâ'at ve mihmân-nüvâzlıklarına (misafirperverliklerine) diyecek yokdur.  Sultân Selîm-i Evvel (Yavuz, Sultan 1. Selim) hazretleri Îrân seferinden sonra Kürdistanın dahi Devlet-i Aliyyeye (Osmanlı Devleti'ne) iltihâkını (katılmasını) arzu eylediğinden Dersaadetde (İstanbul'da) bulunan meşhûr İdrîs-i Bidlîsî hazretlerini M.1515/H.921 târîhinde Kürdistan ümerâsına (mirlerine) gönderüb mûmâ-ileyh (adı geçen yani İdris-i
Bitlisî) zaten Sünniyü'l-mezheb olan yirmi, otuz kadar kabâil-i Ekrâdı (Kürt kabilelerini) nesâyih-i müessere (tesirli nasihatler) ile celb (tarafına çekme) ve Şâh İsmâil aleyhine teşvîk eylediğine binâen (etmesi üzerine) kabâil-i mezkûre (adı geçen kabileler) memleketlerini Acemlerden harben (savaşla) tahlîs (kurtarma) ve Devlet-i Aliyyeye ilticâ eylediler (katıldılar). Yalnız Diyârbekir ciheti biraz harb ile alınmışdır.

Kürdler bir aralık Devlet-i Aliyyenin bazı tekâlifini (vergilerini) kabûlde tereddüd eylediklerinden M.1845/H.1262 târîhinde Müşîr Osmân Paşa epeyce bir kuvvet ile Kürdistana gönderilmiş idi. Mûmâ-ileyh biraz tazyîk (baskı, sıkıştırma) ve ufak tefek muhârebelerden sonra birinci reîsleri Bedirhân Begi müte'allikâtıyla (akrabalarıyla) beraber tutub Dersaadete göndermekle o tereddüd dahi bertaraf oldu. Ve mîr-i mûmâ-ileyh (adı geçen mir yani Bedirhan Beg) ve müte'allikâtı maaş tahsîsiyle memâlik-i sâire-i Devlet-i Aliyyede (Osmanlı Devletinin çeşitli yerlerinde) iskân edildi (yerleştirildi).  (c.6, s.77)


Kürdistan-ı Acemî: Acemistanda Azerbâycân (İran'ın kuzeyinde bir eyalet), Irâk-ı Acem (İran'ın Kuzeybatı bölgesi), Hûzistan (Orta İran'ın batı tarafında bir eyalet) ve Kürdistan-ı Osmânî ile tahdîd olunur (sınırlanır) bir eyâlettir. Tûlen üç yüz yetmiş, arzen iki yüz yirmi beş kilometro ittisâ'ında ve dört yüz bin nüfûsu hâvî olub makarrı Kirmânşâhdır. Yüksek dağları ve geniş vadileri varsa da Kirmânşâh sahrasından mâ'adâ (başka) mahalleri zirâ'ata sâlih (uygun) değildir.  (c.6, s.78)


Kürdoloji Çalışmaları Grubu Üyesi  


Kaynakça


AHMET RIFAT, 2004. Lügât-i Tarihiyye ve Coğrafiyye  (Tıpkıbasım- Facsimile). Ankara: Keygar Neşriyat.
DEVELLİOĞLU, Ferit. 2005. Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat. Ankara: Aydın Kitabevi.
ELDEM, Vedat. 1994. Osmanlı İmparatorluğu'nun İktisadi Şartları Üzerine Bir Tetkik. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
Ferhenga Yekbûn, www.yekbun.com
KANAR, Mehmet.  2008. Osmanlı Türkçesi Sözlüğü. İstanbul: Say Yayınları.
MALMÎSANİJ.  2009. İlk Kürt Gazetesi Kurdistan'ı Yayımlayan Abdurrahman Bedirhan  (1868-1936). İstanbul: Vate Yayınları.
Safvet [GEYLANGİL].  1331/1915. Resimli ve Haritalı Coğrafya-yı Osmânî. 2. Sene, 3. Baskı. İstanbul: Selanik Matbaası.
Şemseddin Sami.  1896.  Kâmûsu'l-a'lâm. İstanbul: Cilt: 5, s. 3840.

Kraliçeler, Leydiler, Krallar, Firavunlar ve 21. yy'ın Baldırı Çıplakları

Son dönemlerde Afrika'da patlak veren ve giderek de Arap dünyasını sarsmaya başlayan halk hareketliliği, dünyanın gündemine oturmuş durumda. Statükocu bölge devletleri, birçok açıdan tartışılan depremin kendilerini etkilememesi için önlemler alıyor. Bölge devletlerinde ilk günlerdeki şaşkınlık yerini korku ve telaşa bırakmış durumdadır. Tunus'ta Bin Ali diktatörlüğünün halk hareketiyle alaşağı edilmesinden sonra, 'yasemin devrimi' tanımlamasıyla adeta börtü böcek, çiçekle özdeşleştirilerek yansıtılmak istenen halk uyanışı; beklenmeyen bir hızla bölge halkları üzerinde etkili olmaya başladı. Depremin fay hattında bulunan rejimler, sonrasında ise 'ABD parmağı var' diyerek ve basında bu söylemi yoğun propaganda ederek, bölgede mevcut olan anti kapitalist ve ABD karşıtlığına oynayarak, halkların bu isyana katılımını engellemeye çalıştı. Şimdi ise şu propaganda ediliyor: Bu isyanlardan birşey çıkmaz.

Ortadoğu'nun despotik rejimlerinin paranoyak düşünce biçiminin ve dışardan güçlü görünen ama içten içe çürümüş yapısıyla, halktan duydukları korkunun bu üç propagandasının nedenlerine bakalım. Birincisi yani börtü böcek, yasemin edebiyatı. Bu söylem ağız birliği yapılmışcasına benimsendi. Uzak diyarların egzotik ve spontane olgusu olarak ele alındı. Yasemin ile sempatik kılınarak halk ayaklanması ve halkların hak arayışçılığından duyulan korku gizlenmeye çalışıldı. Ukrayna için turuncu devrim adlandırması gibi.


Ancak amaçlanan gerçekleşmedi ve 'Yasemin' diğer bölge halkları da etkiledi.


İşte o zaman ikinci propaganda devreye konuldu: ABD parmağı teorisi. Tabii ki dünyada yaşanan birçok gelişmede kapitalist modernitenin ve ona önderlik eden ABD'nin parmağını aramak anlaşılırdır. Ancak şu an yaşananların ABD'nin organize ettiği gelişmeler olduğunu söylemek halkların özgürlük, demokrasi, adalet, eşitlik arayışını ve despotik ülkelerin uyguladığı zorbalığı gizlemek anlamı taşıyor. Rejimler bu politikayla da kendi halklarını kandıramadı ve durum şimdi daha vahim bir noktaya ulaşmış duruma geldi.


Burada da liberal politika devreye girdi, yani üçüncüsü olan sonuçlar üzerine spekülasyonlar geliştirme böylece mücadelenin sonuç almayacağını propaganda etme. Bu yaklaşım mevcut rejimleri reforme ederek halk tepkisinin radikalleşmesini ve daha ileri talepler öne sürmesini engellemeye yönelik uzlaştırma tutumu olmaktadır. Bu politikanın sonuç alıp alamayacağını hep birlikte izleyip göreceğiz. Ancak tunus ve mısır örneklerinde yaşananlar, halkların bu kısmı değişikliklerle yetinmeyeceğini gösteriyor.


Bin Ali-Mübarek-16. Luis ve M Antoniette ile Lady Leyla


20. yüzyıl için yaygın olarak uluslar çağı denilir. Kapitalist modernite ve günümüz fikir babaları,artık bu çağın kapandığını dolayısıyla birinci ve ikinci payaşım savaşıyla belirlenen sınırların ve kurulan rejimlerin ilelebed geçerli olduğunu söylüyor. Peki, 21. yüzyılın ilk yıllarında esmeye başlayan Afrika rüzgarı neyin nesi oluyor? Acaba Avrupa'da gelişen reform ve rönesans hareketleriyle birlikte geriye düşen doğu uygarlığı, geç de olsa bir uyanışı mı yaşıyor? Fransız devrimi insanları ile şu an Afrika'nın ve Arap dünyasının sokaklarının çığlığı aynı çığlık! Taleper ortak; eşitlik, özgürlük, kardeşlik!


Bin Ali ile 16. Luis benzetmesi ya da Tunus'lu eylemciler ile Paris'in baldırı çıplakları benzer değil mi ? ya da hani şu 'halk ekmek bulamıyorsa pasta yesin' diyen ünlü kraliçe M Antonietta ile Tunus'un eski First Lady'si Leyla... Belki Luis, Bin Ali kadar şanslı değildi, belki de onun kadar hızlı olamamıştı. Ya da Bin Ali, 16. Luis'den ders aldı.


Mübarek'in hangisine benzeyeceğini ise bekleyip görreceğiz. Mısır sokaklarında Che'nin posterleri gençlerin ellerinde. Latin rüzgarı Nil'in asi ruhunda son firavun'un avlusuna ulaşmış durumda. Firavunun sarayı, bu etkileşimin etkisi altında sallanıp duruyor. Anlaşılan o ki, sırada daha başkaları da olacak!


Şimdi sorulması gereken soru şu: Afrika rüzgarı, ya da Nil'de kopan fırtına, kelebek etkisi yapabilecek mi?


Türkiye, Suriye, Iran ve Irak'ta, Kürt halkının on yıllardır yürüttüğü özgürlük ve demokrasi mücadelesi ile ortadoğu halklarının özgürlük, adalet ve eşitlik isyanı kardeşleşip iktidarları yıkabilecek mi? bunu hep birlikte göreceğiz. Ancak göz ardı edilmek istenen bir husus var ki belki de bu soruya yanıt olabilir. O gerçeklik, Kürt halkının gelmiş olduğu özgürlük ve demokrasi düzeyidir. Kürt halkı, son yıllarda duygu ve düşüncede yarattığı devrim ve birlik ruhuyla hem Kürtlerin yaşadığı bütün ülkelerde en güçlü ve örgütlü mücadele ve değişim gücü oldu; öte yandan Kürt halkının yürüttüğü mücadele diğer halklara örnek olmaktadır.


Kürt halkının örgütlü gücü ile despotik rejimlerle yaşamak istemeyen bölge halklarının bu uyanışı ve direnişi birleşirse, işte o zaman ortadoğu devrim çağını yaşayacaktır. O zaman insanlığa ve uygarlığa beşiklik eden bu topraklar, yeni bir uygarlık çağına, demokratik uygarlığa adım atacaktır.


Belki de bölge, rönesans ve reformasyon hareketini alışık olunanın dışında, kendine özgü tarzıyla yaşamaya başlamıştır bile.

Cemaat Fransa’da da Din ile Türkleştirme Çabasında

Yeni_Özgür_PolitikaCemaat tarafından her yıl Türkiye’den ortalama 150-200 arasında öğrenci mastır, doktora tezi, Fransızca kursları nedeniyle Fransa’ya getiriliyor. Bu öğrencilerin yarısı Kürdistanlı gençler. Daha çok başarılı yoksul aile çocukları. Kadro yetiştirme amaçlı geliştirilen Cemaat okullarında eğitim gören Kürt çocukları, Türkleştirme faaliyetinin bir parçası haline getiriliyorlar.
Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu (TÜSKON), MÜSİAD, çok sayıda uluslararası organizasyon, 115 ülkede 2000 üzerinde okul, Türkçe Olimpiyatları, işadamları birlikleri, medya gücü, eğitim alanındaki binlerce kuruluş, 200’ü aşkın ülkeye yayılmış misyonerlik benzeri kapsamlı faaliyet ve burada sıralayamadığımız onlarca dalda aktivitenin birleştiği nokta Fetullah Gülen ya da Gülen Cemaati. Gazetemizde özellikle Gülen Cemaati’nin ülkedeki pozisyonu, siyasi-ticari bağlantıları konusunda çok sayıda yazı yayınlandı. Bunun içerisinde Gülen Cemaati’nin Avrupa örgütlenmesine dair de çeşitli araştırma yazıları kaleme alındı. Gülen Cemaati’nin Avrupa örgütlenmesi asıl olarak Almanya, Hollanda ve Avusturya’da ağırlık kazanırken, 2000’li yıllardan sonra Fransa örgütlenmesi hızlı bir büyüme seyri izledi. Fransa ayağı Gülen Cemaati’nin eksik bıraktığı bir nokta olmaktan çok Fransa’ya Türkiye’den göçün ağırlık noktasının 90’lı yıllardan sonra gelişmesiyle bağlantılıdır. 2000’li yıllardan sonra Gülen Cemaati, Fransa’da kendini önce ticari birlikler daha sonra dernek, kültür evleri, yaz okulları, ışık evleri, ortaokullar şeklinde örgütlemeye başladı. Dinin istismar edilerek siyasal İslamın-ticaretin örgütlendiği bu ağ, özellikle son birkaç yıldır Kürdistanlılar içerisinde etkin bir güç olmaya başladı. Ev sohbetleri, cami altlarına yapılan çocuklar için dini eğitim mekanları, okullar, ticari işletmeler ağıyla Kürdistanlılar adeta siyasal islam tarafından kuşatılmış durumda. Tüm bunların detaylarına baktığımızda, halkın inançları suistimal edilerek siyasal İslam’ın kendi ticari ilişki ağını, kadrolarını yetiştirdiği çok rahat görülebilir.

Işık Evleri / Kadro Okulları!
Cemaat tarafından her yıl ülkeden ortalama 150-200 arasında öğrenci mastır, doktora tezi, Fransızca kursları nedeniyle Fransa’ya getirilip çeşitli şehirlere yerleştiriliyor. Bu öğrencilerin yarısı Kürdistanlı gençler. Daha çok başarılı yoksul aile çocukları. Lyon, Paris, Strasbourg ve Toulouse bölgelerine yerleştirilen bu öğrenciler, yine Cemaat’in onlara açtığı Işık Evleri’nde kalıyor. Evlerin kiraları, tüm giderleri ve gençlerin bursları Cemaat tarafından karşılanıyor. Bu evler yeterli gelmediği durumda Cemaat’e bağlı kişiler evlerini bu öğrencilere açıyor. Bu öğrenciler için dayatılan şartlar ise, dini tarza göre yaşamlarını düzenlemek ve eğitimlerini tamamladıklarında Gülen Cemaati’nin ticaret-medya-eğitim ağının kadroları olmaları. Bu faaliyet daha çok kadro yetiştirme amaçlı gerçekleştiriliyor. Tüm bu harcamalar Fransa’da bulunan işadamları birliklerince karşılanıyor.

Banliyölerdeki Boşluğu Cemaat Doldurdu
Özellikle 2005 yılından sonra yoğunlaşan yaz okulları, Gülen Cemaati’nin banliyö isyanlarından sonra harekete geçtiğini gösteriyor. Fransa’da uygulanan ırkçı politikalar, banliyölerde eğitim kalitesinin düşüklüğü, polisin baskısı özellikle Müslüman ülkelerden Fransa’ya gelmiş ailelerin çocuklarında siyasal İslama bir kayışın daha yoğun yaşandığı bir dönemi beraberinde getirdi.

Çalışmayan Kadınlar Üzerinde Etkinlik Geliştirme Çabası
Gülen Cemaati bu süreci öncelikle kadınlardan başlayarak yeni bir fırsata dönüştürdü. Ev sohbetleri, kadınlar üzerinden başlatıldı. Türkiyeli ailelerin büyük bir çoğunluğunda kadınların çalışmadığı düşünüldüğünde ve çocuklarla daha fazla zaman geçirenin yine kadınlar olmasından hareket eden Cemaat, hızla banliyölerde örgütlenmeye başladı. Evlere açılmış Kuran kursları, banliyölerde bulunan camilerde dini eğitimler ve dini sohbetler aracılığıyla yüzlerce çocuk-genç, Gülen Cemaati’nin kapsama alanına dahil olmuş oldu.

Yaz Okulları / Ağaç Yaşken Eğilir!
Ailelere sunulan düşük ücretler karşılığında her yaz özellikle ortaokul düzeyindeki çocuklar yaz okullarına götürülüyor. Bu okullar aracılığıyla tesbit edilen başarılı öğrenciler, Cemaat’in eğitim ağı aracılığıyla tüm eğitimi boyunca takip edilip Cemaat’in kadrosu haline getiriliyor. Aileler için çocuklarını banliyölerdeki tehlikelerden korumanın aracı haline gelen bu okulların katılımcıları, her yıl artıyor. Bu okullarda eğitim gören Kürt çocukları ise, Türkleştirme faaliyetinin bir parçası haline getiriliyorlar.

Türk Eğitim Gönüllüleri
İslami Aydınlatıcılar, diğer adıyla Türk Eğitim Gönüllüleri (TEG) şeklinde kendini ifade eden eğitmenlerin çoğunluğu Gülen Cemaati’nin eğitimlerinden yararlanmış kadrolardan oluşuyor. Işık Evleri, derneklerde verilen kurslar, ev kursları, yaz okulları dışında ilk resmi okul, geçtiğimiz Eylül ayında Paris’in banliyösü Villeneuve St. Georges’ta hizmete girdi. TEG bu okulu banliyölerdeki göçmen gençlerin eğitim sorununa çözüm olabileceğini iddiasıyla açtıklarını basına deklare etti. 64 öğrenciyle eğitime başlayan okul, ilkokuldan liseye kadar tam teşekküllü bir eğitimi hedefliyor. Okulun kurucularından Nihat Sarıer, „Hedefimiz 3 yıl içinde bölgedeki en başarılı okul olmak ve Fransa’nın farklı şehirlerine onlarca okul kurmak“ sözleriyle, amaçlarının Fransa’nın tüm bölgelerine yayılmak olduğunu açıklıyor.

Gülen: Fransa’daki Gençlerin Eğitimi İçin Yatırım Yapın
2005’te Fransa’da yaşanan banliyö isyanlarının ardından Fethullah Gülen’in o dönemde www.herkul.org isimli internet sitesinde yayınlanan konuşmasında, „Fransa’daki gençlerin eğitimi için yatırım yapın“ demişti. Bu süreçten sonra Fransa Aktif Türk İşadamları Derneği (FATİAD) ve Paris Kültürlerarası Diyalog Platformu (Plateforme de Paris) Fransa’daki eğitim faaliyetlerini hızla örgütledi. EturePlus adlı eğitim merkezi de bu kapsamda açılan merkezlerden biriydi. Daha önce Fransa’da 10-15 şehirde açılmış eğitim merkezlerinin faaliyetleri, Le Monde gazetesinde de geniş yer buldu. Paris’teki EtudePlus isimli eğitim merkezine gelen öğrencilerin üniversiteye giriş sınavlarında yüzde yüz başarı elde ettiği belirtilirken, EtudePlus eğitim merkezinin pedagojik danışmanı Ermeni kökenli öğretmen Anaide Armagan, „Bu başarıyı gece gündüz çalışmamıza borçluyuz. Aileleri tek tek ziyaret ediyor, öğrencilerimizin her birine özel çalışma programları hazırlıyoruz“ ifadelerini kullanmıştı.

Siyasal İslam-Ticaret Birlikleri!
Fransa Aktif Türk İşadamları Derneği (FATİAD), 2000’li yıllardan sonra örgütlenen ve Cemaat’e bağlı bir kurum. Kitabevi, mobilya, halı, beyaz eşya, restoran, havayolu şirketi, inşaat, turizm şirketleri vb. birçok alandan işadamını bünyesinde barındıran bir oluşum. Gülen eğitim ağını finanse ederken, aynı zamanda Türkiye’de bulunan TUSKON’la birlikte hareket ediyor. Fransa’da ticaret alanında azımsanmayacak bir yol kaydeden Gülen Cemaati, bunu sadece Türkiye’den gelen göçmenlerle de sınırlı bırakmıyor. Fransa’daki birçok şirket aracılığıyla özellikle Kuzey Afrika’yla ticaret ilişkileri yürütülüyor. Birlik, diğer ülkelerde kurulan birliklerle ortak bir biçimde bir ticaret ağı oluşturmuş durumda. Peynir firmaları, kahvaltılık ürünler, çay vb. Türk ürünü olarak tanımlanan birçok ürünün piyasası, bu birliklerin yörüngesinde ilerliyor. Bu ağın dışında gibi görünen herkes yudumladığı çayla, yediği peynir ya da zeytinle, aldığı uçak biletiyle Gülen Cemaati’nin, siyasal İslamının bir nevi müşterisi konumunda.

Fransa Çapında Geliştirilen Etkinlik
Birlik, sadece Paris ve çevresiyle sınırlı bir ticaret ilişkisinden öte Fransa çapında bir örgütlülüğe sahip. Birlik, geçtiğimiz yıl Fransa’da organize edilen Türkiye yılı çerçevesinde sayısız etkinlik geliştirdi. Aynı birlik AKP’yle bağları olan bir profil çiziyor. Erdoğan ve Gül’ün Fransa gezilerinde görüştüğü oluşumların en başında yer alıyorlardı. Yine Paris’te gerçekleşen Erdoğan karşılama etkinliğinde, 6 bin göçmeni biraraya getiren organizasyonun da imzacısı.

Banliyöler ve Ev Toplantıları!
Villeneuve St. Georges, Villiers Le Bel, Evry, Melun, Savigne vb. bölgelerde son iki yılda yoğunlaşan ev sohbetleri de, kadınları hedef alıyor. Çalışma yaşamından uzak, ülkeden geldikten sonra sosyal paylaşımı neredeyse sıfıra inmiş kadınların bu durumu, Gülen Cemaati’nin yönelimini sağlayan etkenlerden biri. Çocuklar ve gençlerden sonra kuşatılan grup, kadınlar oluyor. Kapanmaya teşvik, çocuklarını bu yönde eğitme konusunda yapılan sohbetlerde, din dışında tüm süreçlere dair sohbetler geliştiriliyor. Aynı zamanda bir siyasal faaliyet yürütülüyor. Kadınların evlerinde işlediği ürünler, kermesler aracılığıyla satılıp, geliri Gülen Cemaati’nin okullarına akıtılıyor.

Din İstismarıyla Asimilasyon!
Siyasal İslam ev sohbetleri, ticari birlikler, okullar ve dershaneler aracılıyla Fransa’da hızla örgütleniyor. Örgütlendiği kitlenin yüzde 50’sini Kürtler oluşturuyor. Eğitim ağı, ev sohbetleri, okullar, dini sohbetler Kürtleri hedef alırken, ticari ilişkiler yine Türklerin elinde. Gülen okullarında Kürt çocukları Türkleştirilmek isteniyor. Kürtleri kendi kimliklerinden, kültürlerinden uzaklaştırmanın yolu, dini duyguları kullanılarak yapılıyor. „Çocuklarınız Avrupa’da elden gidiyor“ paronayası yaratılarak, daha ilkokul çağındaki çocuklar banliyölerde açılan Kuran kursları adı altında asimile ediliyor. Bu gerçeğin bilincinde olmayan aileler, çocuklarını banliyölerdeki yoz ortamdan kurtarmak adına siyasal İslamın kucağına bırakıyor. Bu asimilasyon ve sömürü ilişkisi, seçim süreçlerinde AKP’ye oy toplamaya dönüşüyor. Avrupa’da yaşayan Kürtler üzerinde oynan oyunlar aracılığıyla ülkede yaşayan yakınları üzerinde de baskı kuruluyor. AKP’ye oy toplanıyor. Tüm bu ilişkiler ağının gelişimine ve Kürtler üzerinde oynanan oyunlara karşı Kürt kurumlarının ciddi politikalar geliştirmekten başka yolu yok. Siyasal İslam hem ülkede hem Avrupa’da Kürtlerin inançlarını sömürerek, kendini büyütmenin yollarını döşüyor.
SELMA AKKAYA

Anadilde Okul, Medya ve Katılım

Yeni_Özgür_Politika‘’Yabancı bir ülkede anadili yaşatmanın temel yolu, anadilde okulların var olması, anadilde basın-yayın yapılmasıdır. Romanya’da Macar dilinde bu okul ve yayınlar vardı. Hatta Romanya’da Macar dilinde eğitim veren 3 ayrı üniversitemiz var. Umarım, sizler de yakında bu imkanları elde edersiniz.“
Macar filozof ve siyaset bilimci Gaspar Miklós Tamás, yıllarca Romanya’da Macar azınlığın bir üyesi olarak yaşadı. Bir azınlık olarak dışlanma, hor görülme ile karşılaştı. Ancak bir süre sonra Romanya’da üniversiteler açtılar, basın-yayın organları kurdular. Böylece Romanya’da iki dilli yaşam başlamış oldu. Tamás ile bu deneyimlerinden de yola çıkarak, Avrupa ülkelerinin azınlık politikasını, iki dilli yaşamı konuştuk. Varolan yasalara rağmen azınlıkların hala baskı ve sansür ile karşılaştığını belirten Tamás, „Çünkü Kürtler, Avrupa’da bir güçtürler. Tertiplenmiş, örgütlenmiş ve bilinçli, başı dik bir güçtürler. Bu da kimi siyaseti ve medyayı korkutur“ dedi. Tamás, yabancı bir ülkede anadilin korunması için, anadilde okulların ve basın-yayın organlarının olması gerektiğini belirtti.

Avrupa’nın azınlık politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Avrupa’nın sosyal ve siyasal alanda bir güven yapılanması var. Yani temel yasalarında Avrupa, kendilerine sığınan ve bu ülkelerde yaşayan azınlıkları korumak ile görevlidir. Kimi azınlıklar kendi ülkelerinde sansür ve baskı yaşıyor. Bu azınlıklar, Avrupa’da sansür ve baskılara karşı koruma altına alınır; istedikleri gibi yaşamaya izin ve destek verilir. Ve toplumsal gelişim ancak böyle sağlanır. Hatta bu konuda kendisini son derece insancıl göstermeye çalışan bir Almanya’yı çok iyi biliriz.

Her yönden göçmenlere maddi-manevi imkan sağladığını savunan ve bunu her siyasi platformda dile getiren bir Almanya var. Entegrasyon, Almanya’da son yıllarda çok gündem oldu. Fakat Entegrasyon yani uyum kimi topluluklarda dize gelmek (erimek) demek oluyor. Tabii ki bu dize gelmeyi hiçbir halk istemez, arz etmez. Sizler de bunu zaman zaman yaşamışsınızdır; kimi yerde entegrasyon kimi yerde ise asimilasyon istenmektedir. Bazen ise entegrasyon ile asimilasyon arasında çok ince bir fark, çizgi vardır ve o çizgi zaman zaman fark edilmez bile. Bunun için entegrasyon yerine ‘Partizipation’ yani katılım demek daha doğru olur.

„Avrupa, azınlıkları, sansür ve baskılardan koruma ile görevlidir“ dediniz. Bu çok ilginç bir tespit. Avrupa’da bir azınlık basın organı olan Yeni Özgür Politika gazetemize yönelik bir sansür girişimi var. Bu bağlamda Avrupa’da basın özgürlüğü ve sansürünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Almanya’da tanınmış aylık sol basın bültenlerine abone olduğum için bu konuyu okumuştum. Avrupa’da hiçbir azınlığa karşı basın sansürünün uygulanması doğru bir yaklaşım değil. Bu, temelinde etik değildir. Gazeteniz gibi azınlık basın organlarına karşı çıkmak yerine, aslında onları desteklememiz gerekir.

Ayrıca Türkiye ve Irak’ta siz Kürtlerin kovuşturulmaları bir gerçek. Ve eğer bu bir gerçek ise, bazı ülkelerde kovuşturulan azınlıklar var ise, böylesi bir basın organı demokratik cemiyet tarafından desteklenmeli. Hatta daha ileriye doğru bir adım atılmalı. Kendi ülkelerinde ifade ve basın ihlallerine maruz kalan azınlıklara, Avrupa Birliği tarafından maddi destek verilmesi gerekir.

Basına sansür ile neyi amaçlamak istiyorlar? Eğer Fransızlar, Almanlar, İngilizler kendi basınlarını buralarda yayabiliyorlar ise, bu ülkelerde yaşayan diğer azınlıklar bunu niye yapamasınlar ki? Kompensasyon dediğimiz olay burada önemli. Eğer birilerinin dezavantajları var ise, onlara avantaj sağlamamız gerekir. Böyle yapılmalı.

Memleketiniz Macaristan’da bu konuya yaklaşım nasıl? Azınlık hakları orada korunuyor mu?
Macaristan bir asimilasyon ülkesidir. Orada yaşayan etnik azınlıklar, kendi dillerini yaşayacak ve yaşatacak durumda değil. Fakat örneğin Macaristan Hükümeti, Romanya gibi ülkelerde Macar dilinde gazete ve yayınevlerini desteklemiştir. Yani Macaristan, başka ülkelerde Macar dilinde yayın yapılmasını desteklemiş ve teşvik etmiştir. Bu geçmişte böyleydi. Romanya gibi ülkelerde Macar dilinde güçlü bir yayın ağı vardı. Fakat şimdi aşırı milliyetçi bir Macaristan Hükümeti oluştu. Bu olumsuz oluşum ile birlikte Macaristan Hükümeti, Romanya’da Macar dilinde çıkan yayınları artık desteklemedi. Niye desteklemedi? Çünkü bu gazete ve dergiler sağcı yani milliyetçi değillerdi; demokrat ve sol yayınlardı. Ve gün geldi, bu demokratik gazete ve dergiler, maddi sıkıntılardan, Macaristan’ın Romanya’ya karşı uyguladığı diplomatik baskılardan dolayı tek tek kapatıldı.

Bana göre Avrupa’nın her bir ülkesinde azınlık hakları konusunda sorunlar var. Bu ülkeler, kendi basın ve yayın organlarına yüksek rakamlarda bağışlar yaparken, azınlıkların yayınları desteklenmiyor. Bu sorumsuzluktur, bu eşitsizliktir. Soruyorum size; bir toplumun kendi anadilinde yazılmış yayın organı, görsel yapılanması yok ise, o toplum nasıl hayatta kalabilir ki?

Siz de bu tür sorunlar yaşadınız mı?
Evet. Ben 30 yıl boyunca Romanya’da yaşadım. Romanya’da Macar azınlık grubunun bir mensubu olarak yaşadım. Bu eşitsizliğin temel amacı, o azınlığı asimile ederek yavaş yavaş yok etmektir. Bunu da kendisine ‘demokratım’ diyen bir ülke yapmamalıdır. Hiçbir ülkede, dünyanın hiçbir yerinde öncü bir kültür (Leitkultur) yoktur. Fakat kimi ülkeler böyle düşünürler. Böyle düşünen zihniyet faşist düşünmektedir. Öncü kültür zihniyeti tümden asimilasyon ister, azınlıkların kendi dillerini eritmek ister, kültürleri yok etmek ister, diz çöktürmek ister. Buna karşı sert tepki ve duruş sergilenmelidir. Her azınlığın, her topluluğun kendi anadilinde yaşamak, dilini ve kültürünü yaşatma hakkı vardır.

Kendimden örnek vereyim. Küçük yaştan itibaren Romanya’da azınlık okullarına gittim, anadilimde eğitim gördüm, ünivesiteyi kendi dilimde okudum ve bugüne geldim. Bakın bana, analfabet (okur-yazar olmayan) olmadım ve başarısız da olmadım. Yani bu tespitin en iyi örneği benim. Ailem beni iki dilde büyüttü. İki dilli büyüme -ki bu bilimsel bir tespittir- zekayı geliştiren bir olgudur. Ben de İngiliz bir kadın ile evlendim. Çocuklarımız iki dilde -İngilizce ve Macarca- büyüdü. Ben, Romanya’da yaşadığım sürece Macaristan Hükümeti, Romanya’da anadillerin yaşatılması için düzenli mücadele verdi, maddi ve manevi destek verdi. Anadil bir kültürün temelidir. Bundan dolayı anadilin mutlaka yaşanması ve yaşatılması gerekir.

Sizce yabancı bir ülkede, anadil nasıl yaşatılmalı?
Bunun temel yolu anadilde okulların var olması, anadilde basın-yayın yapılması, anadilde radyo-televizyon yayını yapılması... Size yine kendi deneyimimden örnek vereyim. Romanya’da Macar dilinde bu okul ve yayınlar vardı. Hatta Romanya’da Macar dilinde eğitim veren 3 ayrı üniversitemiz var. Macar dilinde sunum yapan 6 adet tiyatro var. Ki, günümüzde Romanya’da birbuçuk milyon Macar yaşıyor. Aslında birbuçuk milyon Macar için 6 tiyatro azdır. Bu imkanlar bizlere verildi. Bunlar çok önemli imkanlardır. Umarım, sizler de yakında bu imkanları elde edersiniz.

Kürtçe, Türkiye’de bile hala ‘bilinmeyen bir dil’ olarak adlandırılıyor, inkar ediliyor. Ancak BDP’li belediyeler iki dilli yaşama geçiyor. Tabelaları vb. iki dilli yapıyorlar. Bu girişimleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu girişim sembolik açıdan çok önemli. Bakın, sizinle bir anımı paylaşayım.1978 yılında siyasi nedenlerden dolayı Romanya’dan Macaristan’a sınırdışı edilmiştim. 1980 ile 1990 yılları arasında Romaya’ya geri dönemedim. 1990 yılında ise, siyasi değişimden sonra tekrar Romanya’ya giriş yapmak istedim. Romanya ile Macaristan sınırında Horabiya (sınırkent) isimli kentin tren istasyonunda bir tabela gördüm. Tabelada kentin ismi Romanca ve Macarca yazılmıştı. İki dilde yazılı bu tabelayı görünce, sevinçten gözyaşlarım aktı. Böylece Romanya hükümeti ve halkı, varlığımızı, yani biz Macarları eşit vatandaş olarak kabul etmiştir.

Bu gelişim aynı zamanda şunu göstermiştir; devletin gücü sadece çoğunluğa ait değildir. İki dilli yaşama geçiş önemli bir adımdır. Sembolik bir ‘ben buradayım’ çağrısı yapılmalıdır. Bu azınlıkların onurları için de önemlidir. Sadece kabul edilme değil, resmi yani kamuoyu karşısında kabul edilmek önemlidir. Herkes bu kabulü görmeli, dinci sağcılar, faşistler bile görmeli.

Avrupa’da Kürtler başta olmak üzere birçok azınlık, sadece kötü haberlerde gündem olurlar. Kürtler de, medya aracılığı ile kriminalize ediliyor. Buna ne demeli?
Bu sizler tarafından doğru bir tespit. Doğrusu ben de bunu izledim. Ama olayı şu şekilde, dikkatle algılamak gerekir; İstenilmeyen bir güç potansiyeli fark edildiği anda, o güç potansiyeli küçümsenmeye, yok sayılmaya, yanlız ve izole edilmeye çalışılır. Kürtlerin de durumları aynen böyle. Avrupa’da niçin Kürtler olumlu gelişmeleri ile haber olmuyor? Niçin sadece kötü haberler çıkınca herkes bunu okuyabiliyor? Çünkü Kürtler, Avrupa’da bir güçtürler. Tertiplenmiş, örgütlenmiş ve bilinçli, başı dik bir güç. Bu da kimi siyaseti ve medyayı korkutuyor.

Peki Kürtler bu olumsuz konumdan nasıl çıkabilirler? Medyada kirminalize edilmeyi engellemek için ne yapılmalı?
Bana göre daha güçlü olan ilk adımı atmalıdır. Güçlü ile kastım çoğunluktur. Yani önemli olan bilek gücü veya maddi güç değildir. Önemli olan sayı gücüdür. Yani bir ülkede çoğunluk kim ise, azınlıklara destek olmak ve çeşitli imkanlar sağlamak zorundadır. Tabii ki bunun yanında Kürtlerin de tutumları önemlidir. Kürtler de kendilerini izole etmesinler. Fakat izolasyondan çıkmanın temel ve ilk adımı, çoğunluğun bu desteğidir. Bu bir halkın kültürel teşviki için her ne kadar önemli ise, aynı zamanda can güvenliği için de önemlidir.

Bizler de Romanya sokaklarında ‘Macarlar dısarı!’ sloganlarını duyduğumuzda korktuk. Kimi zaman kendimizi ve haklılığımızı kanıtlamak için bürokratik alanlarda yarıştık, siyasi platformlarda konuştuk. Romanya’da okul tarih kitaplarında ‘Macarların şiddetli ülkelere karşı uyguladıkları işgallerini’ okuyunca moralmen burkulduk. Bu, bizim için sembolik bir aşağınlama oldu. Kimilerimiz bunun altında siyasi bir amaç hissettik. Buradaki amaç ise toplumun bütünlüğünü bölmek, hoşgörüsünü kırmak ve insanları birbirlerinden ayırmaktı. Bizleri incitmek istediklerini hissedebiliyorduk. Eğer bir insanı, halkı kırma amacı, incitme amacı hissedilirse, o halklar arasında dostluk da samimiyet de ister istemez azalır. Bu da bölünmeye yol açar. Bunu tarih kitapları üzerinden, kimi medya organları üzerinden, filmlerde belli sembolleri sunarak, yıllık geleneksel sokak ve halk şenliklerinde, hatta kimi şarkılar üzerinden uygulamaya çalıştılar. Fakat şansıma çevremde beni ve ben gibilerini sevenler çoktu. Yani dışlanmayı, aşağlanmayı ve ‘farklı’ göz ile bakılmayı kendi yaşamımda hisseden biriyim. Beni derinden üzen o yılları asla unutamam. Bunu sanırım her azınlık bir şekilde yaşamış ve halen kim bilir, belki de kimileri yaşamaktadır. Bu bana acı veriyor, beni üzüyor. Ondan dolayı hep şunu savunurum: Her ne kadar destek önemli ise, toplumsal aydınlatma da o kadar önemlidir.

Gaspar Miklós Tamás kimdir
Filozof ve siyaset bilimci Gaspar Miklós Tamas, 1948 yılında dünyaya geldi. 1972 yılında Babes-Bolyai Üniversitesi’nden mezun olan Tamás, Budapeşte Üniversitesi’nde (ELTE) öğretim görevini kabul ederek, Macaristan’a göç etti. Daha sonra siyasi fikirlerinden dolayı görevinden alınan Tamás, 1989 yılında Macar Parlamentosu’na liberal üye olarak seçildi. 1994 yılından profesyonel siyaset hayatına geçiş yaptı. Tamás, Macar Akademisi Felsefe Enstitüsü Başkanlığı’nın yanısıra Columbia, Oxford, Chicago, Georgetown, Yale ve diğer üniversitelerde öğretim üyeliği yaptı. Paris, Viyana, Washington ve Berlin’de misafir araştırma görevlisi olarak çalıştı. 30 Mayıs 2009’da Macaristan Yeşil Sol Partisi’nin Başkanlığı’na seçilen ve geçtiğimiz günlerde Macaristanda Soros Vakfı tarafından „Yaşam Boyu Başarı Ödülü“nü alan Tamás; siyasi, felsefe ve sosyal teoriler üzerine kitaplar yayınladı. Tamás’ın eserleri, 12 ayrı dile çevrildi.

NİHAL BAYRAM