19 Ocak 2011 Çarşamba

Tunus'ta protestolar büyüyor (VİDEO)

Irak Kürdistan'ı İyi Bir Müttefik midir?

Kesin bir duygusal düzeyde Amerika'nın Irak Kürdistan'ına desteği birşeyler ifade edebilir.(1) Birinci dünya savaşı sonrasında diğer halklar bağımsızlıklarını kazanırken Kürtler bir eyalet, bir devlet olma fırsatını kaçırmışlardır. Bugün kürtler ülkesi olmayan en büyük etnik gruptur. Diğerlerinin elinden çok çekmişlerdir. Irak Kürdistanı gündeme geldiğinde yöneticilerinin güvenirsizliği yüzünden uzun vadeli bir Amerika - Kürt ittifakı akılcı olmayacaktır. Yöneticileri bir demokrasi işaret ışığı olacağına daha otokratik modelleri kopyalama eğilimindedir. Irak Kürdistan lideri Mesud Barzani bölgesel bir Nelson Mandela olacağına yeni bir Yaser Arafat olma yolunda ilerlemektedir. Müttefikliğe uygun olduğu konusunda abartılı söylemlerine rağmen Irak Kürdistan'ının hareketleri güvenilir olmadıklarını göstermektedir.
Irak Kürdistanı belkide Irağın kurtuluşundan en karlı çıkan gruptur. Bugün Irak Kürtleri ülkenin en yüksek standartlı yaşam tarzının, yabancı yatırım seviyesinin ve güvenliğin keyfini çıkartmaktadır. Uluslararası izolasyon sona ermiştir. Avrupalı havayolu şirketleri Munih ve Viyanadan Süleymaniye ve Erbile yolcu hatta turist getirmektedir. Çokuluslu askeri güçler Dohuk ve Dohan otellerinde dinlenmenin keyfini çıkartmaktadır. Amerikalı ve Avrupalı petrol şirketi yöneticileri Kürtlerin dikkatini çekmeye çabalamaktadır. Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) ve Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) tarafından kendileri adına lobicilik yapmak için işe alınan Clinton Dönemi Büyükelçileridnde Peter Galbraith bölgede bir Amerikan askeri üssü inşasını bile önermektedir.(2)
Sadece 5 sene önce durum değişikti. Irak Kürtleri 1991 yılıdan beri de fakto otonomilerinin keyfini sürerken belirsizlik günlük yaşamları üzerinde kara bir gölgeydi. Irak Kürtleri arasında ABD veya Birleşmiş Milletlerin Bağdat'ı kınayacağına veya Irak ordusunun kuzeye ilerlemesini engellemek amacıyla yaptırımlar uygulayacağına olan güven çok düşüktü. 1957 de Dışişleri Bakanı Henry Kissinger zaten Saddam Hüseyin hakimiyetindeki Irak Kürtlerini maddiyatcı bir politika pazarlığında kurban etmiştir. Uluslararası topluluklar 1988 senesinde Irak hükümetinin Kürt sivilleri kimyasal silahlarla katletmesine sessiz kalmışlardır. ABD güçleri Saddam'ın 1996 da Cumhuriyet Muhafızlarına Erbil'i işgal etmeleri emrini verişine karşı çok az tepki göstermişlerdir. Clinton yönetimi harekatı kınadığı zaman hem müttefikler hemde düşmanlar ABD tepkisinin ne kadar sessiz olduğunu, özetle Washington ile çalışan Iraklı muhaliflerin ödürülmelerine seyirci kaldığını görmüştür. Irak kuvvetleri 2000 yılında Baadre köyü etrafındaki Kürt savunmasını denemek amacıyla 36. paraleli geçtiğinde çok az bir sonuç almışlardır.(3)
Batılı ülkeler ve uluslararası insan hakları organizasyonları, Birleşmiş Milletler ambargosunun yanısıra; BM genel sekreteri Boutros Boutros Ghali'nin tüm zorlamalarına rağmen "Oil-for-Food" programından Irak Kürdistan'ına besin ve ilaç yardımı yapmayan Bağdat'ta ki Saddam rejimini ambargosu altında ezilen Irağın diğerlerine nazaran en özgür bölgesine karşı kayıtsız kalmışlardır.(4) 2001 senesine kadar ABD Dışişleri bakanlığı ABD vatandaşlarının ABD pasaportuyla Irk Kürdistanına seyahat etmelerinin ABD ve BM yaptırımları uyarınca yasal olmadığı tavrını sürdürmüştür.

Irak Kürdistanı'nın Fırsatı

Türk Hükümetinin 1 Mart 2003 tarihli Irak'a özgürlük operasyonuna katılmama kararı, Kürdistan Bölgesel Yönetimine beklenmedik bir stratejik destek olmuştur. ABD özel kuvvetleri ve istihbaratı çatışmalar başlamadan aylar önce Kürt peşmergeler ve Kürt politik liderlerle ittifak kurmuşken ABD askeri planlayıcılar Türkiye ile çok daha ileri bir işbirliği öngörmüşlerdi. Şubat 2003 te ABD ve Türk diplomatları ve askeri yetkilileri ABD ve Türkiyenin Irak konusunda ortaklaşa hareketleri üzerine çok genişletilmiş bir anlayış andıçı hazırladılar. Iraklı Kürt yetkililer ise Türkiyenin Washington ile ilişkilerinin kendi endişelerinden üstün olacağını görerek Türkiye'nin operasyonlara dahil olmasını engellemeye çalışmaktansa Türkiye'nin Irak'taki varlığının minimalize edilmesi, Kuzey Irak'ta sadece belli geçiş koridorlarında bulunmasını, daha kuvvetli Türk birliklerinin ise münakaşalı şehir Kerkük'ten uzak tutularak sadece Tikrit'in güneyi veya doğusunda operasyon yapmaları konusunda bir anlaşma kazanmaya çalıştılar.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ABD liderliğindeki koalisyon güçlerine katılmayı reddetmesi tabii ki ABD hedefleri önünde Türkiye'nin stratejik önemini budamış; Irak Kürt güçlerinin stratejik önemini ise artırmıştır. ABD güçleri Türkiye'den transit geçeceklerine Erbil'in kuzeyindeki Harir havaalanına paraşütle indirilmiştir. Peşmergeler savaşın ilk haftalarında savaşmaktan ziyade yağmalamakla uğraşmışlardır ama katılımları şüpheci ABD merkez komutanlığı ilişkilerini geliştirmiş Kürt endişelerinden ziyade Arap liderlerinin ve akrabalarının dünya görüşlerine daha alıştırmıştır. Romantizm de  ABD-Kürt ilişkilerine destek olmuştur. ABD ordusu içinde Kürtlere sempati duymayan çok az kişi bulabilirsiniz. Birçoğu Irak Kürtleri ile ilk deneyimlerini 1991 senesinde "Operation Provide Comfort" sırasında yaşamıştır. 12 yıl sonra tekrar geldikleride birçok engele rağmen Kürt liderliği sayesinde bölgenin geliştiğini görmüşlerdir.
Yerel Kürt kültürü de ABD ile ilişkileri kolaylaştırmıştır. Türk diplomatları ve askeri yetkilileri ise seremoniye  ve protokol kurallarına katı bağlılıkları ile işleri kolaylaştırmamışlardır. Çok az ABD'li diplomat Türk muhataplarından hoşlanır.(5) Buna karşın Irak Kürtleri ziyarete gelen ABD yetkililerine hediyeler vermekte, cömert ziyafetler düzenlemekte, hatta bazı zamanlarda kadınlarla ilişki kurmalarını bile kolaylaştırmaktadır. KDP, ABD yetkililerini kendi misafirhalerinde ağırlamakta, diplomat ve askeri yetkililere ipek halılardan altın mücevherata kadar hediyeler sunmaktadır. Birçok ABD yetkilisi bu hediyeleri reddederken Koalisyon Bölge Yönetimi döneminde bazı sivil ve askeri ABD yetkilisi kabul etmiştir.
Washington'da Kürt nüfuzunu arttıran bir başka neden de Kürdistan Bölge Yönetimi'nin eski ABD askeri ve siyasi yetkililerini kendilerini temsil etmeleri amacıyla işe alması olmuştur. Örneğin Kürt liderliği eski milli güvenlik danışman yardımcısı Robert D. Blackwill tarafından yönetilen bir lobi şirketi ile Washington'da Kürt çıkarlarını temsil etmesi ve yönetimdeki yetkililerle toplantılar ayarlaması için anlaşma yapmıştır.(6) Erbil'de bulunan ABD 404. Tabur komutanı Harry Schute, görevinden istifa ederek Kürdistan Başbakanı Neçirvan Barzani'ye ücretli danışman olmuştur. Savaş sonrası Bağdat ve Erbil'de sivil idareyi yöneten emekli general Jay Garner ve emekli albay Dick Naab, Irak Kürdistanına ihale takipciliği için geri dönmüşlerdir. Yerel bir Kürt işadamının ifadesine göre Kürdistan Yurtseverler Birliği başkanının oğlu Kubat Talabani, kürtlerin bağımsızlığı fikrine sempati duyan Amerikan Kongre Üyelerinin seçim kampanyalarına bağışta bulunmayı talep etmiştir.
Irak'ın özgürleştirilmesinde Kürtlerin, Türk'lerin aksine ABD askerleri ile yanyana yeralmaları Irak Kürt liderliğine bir yetki verildiği hissini uyandırmıştır. Mesud Barzani 2003 te yapılan bir mülakatta Irak kürtlerinin ABD ye verdikleri destek karşılığında ne gibi karşılıklar bekledikleri sorulduğunda,  "bizim ABD ve İngiltere'den en basit talebimiz milli haklarımıza ulaşmak için verdiğimiz mücadeleye destek olmalarıdır" demiştir.(7) Barzani 2005 te bir makalede aynı tezi savunarak "ABD kuvvetlerinden sonra koalisyonun en büyük ikinci ortağı bizim peşmergelerdir" demiştir.(8)

Demokrasi için bir işaret ışığımı?

Bush doktrini Irak Kürdistanı ile müttefikliği doğal hale getirdi. Dönüşebilir diplomasi ve demokrasi herzaman en azından sözde, beyaz saray polikasında en önde olmuştur. Burada Irak Kürdistanı bir model görülebilir. Saddam'ın düşüşünden 2 yıl önce Amerikan Üniversitesi Küresel Barış Merkezinde görevli Carole O'leary Irak Kürdistanı'nı "Bir demokrasi potası ve Saddam sonrası için model" olarak tanımlamıştı. (9) Lund Üniversitesi tarihçisi Sverker Oredsson ve Isveçli politikacı Olle Schmidt Irak Kürdistan bölgesi için "Orta Doğuda demokratik bir işaret ışığı" olarak tarif etmişlerdi. (10) 2006 yılında ise Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin işlettiği Kürdistan Kalkınma şirketi ABD'de verdiği televizyon reklamlarında Irak Kürdistanı'nı "on yıldan fazladır tatbikatı yapılan demokrasi" olarak lanse ediyordu. (11) Ne KDP ne de KYB bölgede hiçbir ciddi seçim uygulamamasına rağmen Saddam'ın uygulamalarına göre Mesut Barzani ve Celal Talabani'nin kontrolündeki 3 bölge ülkenin kalanına göre daha özgürdü.
Fakat ne Barzani ne de Talabani demokrattır. 1994-97 Kürt sivil savaşında her iki lider de açıkca insan haklarını ihlal etti, muhalifler yok edildi, Barzani ve Talabani esirlerin öldürülmesi emrini verdiler. Bugün iki politik liderin kontrolündeki bölgede Irak Kürt eylemcileri 3000 civarında esirin hesaba katılmadığını tahmin ediyorlar. (12)Bölgesel insan hakları organizasyonları da kayıp aileler hakkında savunma yapmalarının politik liderlerce yasaklandığını belirtiyorlar. Saddam'ın 2006 yılındaki yargılanması sırasında bölge üniversitelerindeki Kürt aydınlar, Saddam'a yönetilen suçlamaların birçoğunu Kürt liderlerin de yaptıklarını kaydetmişlerdir.
Irak değişmiştir fakat Irak Kürdistanı değişmemiştir. Birçok Iraklı Kürt ,Saddam'ın devrilmesinden sonra kendi bölgelerinin de özgürleşeceğini ve demokratikleşeceğini ummuştur. Fakat reformlar yerine bölgesel politikalar kemikleşmiştir. Barzani Dohuk ve Erbil yönetimlerini diktatörce kontrol altında tutarken Talabani de Süleymaniye yönetimini hakimiyetine almıştır. Kürdistan yönetimini kabile yönetimi olarak tanımlamak yanlış olsada her iki lider de control için aile üyelerine güvenmektedir. Barzani yeğenini Başbakan olarak atamış ve 35 yaşındaki oğlunuda yerel istihbarat servisinin başına geçirmiştir. Diğer akrabalar ise bölgesel telefon şirketini, gazeteleri ve medyayı kontrol etmektedir.
Talabani'nin eşi Hero Khan da benzer şekilde yerel uydu istasyonunu yönetmektedir. Bir oğlu Kürdistan Yurtseverler Birliği'nin istihbarat faaliyetlerini yürütürken, diğeri de Washington'da Kürdistan Bölge Yönetimini temsil etmektedir. Bağdat'taki bakanlık pozisyonlarını bölüşme zamanı geldiğinde de Kürt liderler ailelerine dönmüşler, Barzani amcasını dışişleri bakanlığına gönderirken, Talabani kayınbiraderini su kaynakları bakanlığına, karısını kayınbiraderini ise Çin büyükelçisi olarak atanmasını sağlamıştır. Talabani'nin buradaki şansı her iki kişinin de profesyonel ve yeterli oluşudur.
Hem Barzani hem de Talabani bazıları ailelerine, bazıları da partilerine bağlı holding şirketleri kontrol etmektedir. Talabani Kürdistan Yurtseverler birliği lideri olarak hükümet arazisini kar amaçlı geliştirmeleri için akrabalarına devretmiştir. Halen devam eden bir uygulamada da partisinin şirketler grubu Nokan aracılığıyla partisinin üyelerini barındırmak istediği arazideki göçmenleri tahliye ettirmektedir. Çünkü hem KDP hem de KYB yargı atamalarını kontrol ettiğinden, yüksek mevkilerde bağlantıları olmayan alelade vatandaşlar ve göçmenler yargı karşısında çaresiz kalmaktadır. Bağımsız insan hakları gözlemcileri rutin hapisane ziyaretlerinden birinde hakkında suçlama olmadan hapse atılmış bir işadamı ile karşılaşmışlardır. İşadamı, Barzani ailesi işadamları ile sessiz bir ortaklığı reddettiği için Barzani'nin oğullarından birinin emriyle hapse atılmıştır.
Yönetimde oldukları sürede Talabani'nin 400 milyon, Barzani'nin ise 2 milyar dolarlık servetleri olmuştur. (13) Birzamanlar gümrük noktaları gelirleri üzerine kavga eden Kürt siyasi yönetimi, bugün, bu parayı partini kirli işleri ve kendi cepleri için kullanmaktadırlar. Kürdistan Bölge Yönetimini bütünü ile Talabani ve Barzani'nin kişisel malvarlığı ile siyasi partilerinin holdingleri arasında çok az ayrım vardır. Barzani Sari Rash da halka açık bir dinlenme tesisini kişisel yerleşkesi haline getirmiş, yanındaki kamu arazilerine ise aile üyeleri malikaneler inşa etmiştir.
Halihazırdaki petrol görüşmeleri Kürt siyasi ve ticari çevrelerinin bulanıklığının sürdüğünün göstergesidir. Erbil ve Dohukta petrol arama imtiyazı almak ve geliştirme sözleşmesi imzalamak için şirketler Barzani'nin tayin edeceği birileriyle ortaklık kurmak zorundadır. Bu petrol görüşmelerine yakın kaynaklar Barzani'nin yakınlarının gelecekteki kaynağın %10 tutarını Barzani'ye, aynı miktarı da Barzani'nin partisine aktarılmasını istediklerini söylemişlerdir. Bütün Kürdistan bölgesi için bir kaynak olan petrol konusunda bile Kürdistan Bölge Yönetimi kamu hazinesi ikinci plana itilmiştir. Bu çıkar çatışmaları yeni değildir. Saddam'ın devrilmesinden sonra ele geçirilen belgeler Saddam'ın oğulları ile Neçirvan Barzani arasında iş pazarlıklarını ortaya çıkarmıştır. Halepçe'de ki yerel bir sivil toplum örgütüne göre 2006 yılında KYB öğretmenler sendikasının hesaplarında yolsuzluk iddialarının incelenmesi emrinden sonra çıkan şüpheli bir yangında sendikanın bütün kayıtları yanmıştır. Bununla beraber birçok Iraklı Kürt ABD varlığının reform, şeffaflık ve sorumluluğu kolaylaştıracağını umduklarını söylemektedir.

Kontrol Mekanizmaları

Siyasi kontrol derindir. Kurbanın işkencecisinden öğrendiği durum gibi her iki parti de Baas partisinin kontrol mekanizmalarını kopyalamıştır. Hem KDP hem de KYB temsilcilerini vekil olarak sadece kolej sınıflarına değil yüksek okullarada atamıştır. Bazı durumlarda 14-15 yaşlarındaki bu sınıf temsilcileri siyasi komiser olarak hareket etmiştir. Bu temsilciler KDP ve KYB istihbaratları için hem sınıfta konuşulanlar hem de özel görüşmeler hakkında raporlar hazırlamaktadır. İstihbarat mekanizması derin ve işkence yaygındır. Her iki Kürt partisi Baas partisinin arkasından kendilerini modellemiştir. Her iki partide kuruluş ideolojilerine pek bağlı değilken (çok az KYB politbüro üyesi sosyalist enternasyonele üye olmalarına rağmen organizasyonun ideallerini ciddiye almaktadır);sadece hırslı üyeler meslekdaşlarına bu ilkeleri izaha çalışmaktadır. Kürtler yabancılara iyi davranmakla beraber onlara şüpheyle yaklaşırlar. Süleymaniye otellerinin önündeki taksi şöförleri KYB istihbaratına bilgi vermektedir. KDP ise sık sık yabancıları Selahaddin'de ki misafirhanesinde ağarlamaktadır. Burada konuklara yapılan ayarlamalar (alelade taksi şöförleri tesise alınmakamtadır); onları parti şöförlerini kullanmak zorunda bırakmaktadır. KDP istihbaratı sık sık taksi şöförlerini KDP istihbarat şefinden izin almamış olan batılıları şehirler arasında taşımamaları konusunda uyarmaktadır.
Erbil, Dohuk ve Süleymaniye otellerinde çalışan yönetici personel, istihbarat elemanıdır ve misafirler hakkında dosya tutmaktadır. Dohuk üniversitesi yabancı çalışanlarının bilgisayarlarına tuş takibedici bir yazılım yüklemiştir ve yazışmaları kontrol eden istihbarat elemanları vardır. Bölgedeki diğer okullarda da aynı uygulamanın yapıldığı kuvvetle muhtemeldir.
Parti yönetimini derine çekmemekte önemli olan parti ve liderleri hakkında eleştirel konuşan öğrenciler öğrenim ve iş bulma haklarını kaybetmektedirler. Salahaddin üniversitesinde notları çok iyi ve son derece başarılı olan bir öğrenci eğer KDP ile bağlantılı değilse, mezuniyet töreninde hüzün yaşayabilir.
Barzani ve Talabani diğer kontrol mekanizmalarını da kullanmaktadır. Örneğin peşmergeler. Peşmergeler Irak Kürdistan ordusundan ziyade bir milis kuvvetidir ve tamamen siyasi parti liderlerinin arzularına göre hareket etmektedir. İki Kürt liderin yönetimlerinin nominal birleşmelerine rağmen her iki partinin güvenlik kuvvetleri ve milis güçleri ayrıdır. KDP bölgesinden sonra KYB bölgesindeki ilk büyük kent olan Kusanjaq'a gelenler KYP peşmergeleri, bazen de istihbaratı tarafından sorgulanmaktadır.
Peşmergeler genellikle kanunun üstündedir. Yakın zamanda yaşanan bir olayada bir KDP peşmergesi trafik kontrolü yapan bir polis memurunu kendisini durdurduğu için vurmuştur. Arkadaşları gözaltına alınan peşmergeyi savcıların bir suçlama yapmasına fırsat vermemek için polis kontrolünden çıkartmışlardır.
Kontrol ve denge sistemi yoktur. Irak Kürdistanında basın özgürlüğü kürt olmayan bölgelerin aksine yok denecek kadar azdır. Talabani'nin karısı hem yerel uydu istasyonunu hemde yerel medyayı eleştirileri hedef almak için kullanmaktadır.(15)
Irak Kürdistanında Awenwe ve Hawlati isimli iki bağımsız gazete olamasına rağmen bu gazeteler gitgide artan baskılarla karşı karşıyadır. Her iki parti de eleştirel yazılar yazan yazarları hukuk mahkemelerininde üstünde bir tavırla sindirmekte, hatta hapse atmaktadır. Örneğin KYB Hawlati editörlerini KYB Başbakanının gücünü kötüye kullandığına dair bir haberi basması üzerine mahkemeye vermiştir.(16) Necirvan Barzani'nin ofisi partisinin çizgisinde olmayan yabancı yazarlara açılmış birçok saçma dava dosyası ile doludur.
2006 Ekim ayında KDP gizli servisi Avusturyalı-Kürt gazeteci Kamal Said Qadir'i Barzani klanındaki yolsuzlukları yazan bir makalesi ve Molla Mustafa Barzani ile Sovyet KGB arasındaki bağlantıları ortaya koyan belgeleri yayınlaması üzerine kaçırmıştır.(17) 15 dakika süren bir yargılama sonucunda KDP hakimi Kamal Said Qadir'i 30 yıl hapse mahkum etmiştir. Karar ancak uluslararası sivil toplum örgütlerinin kampanyaları ve A.B.D. Dışişleri Bakalığı'nın kınaması sonucunda değiştirilmiştir.(18)
Kürt yönetimleri basın üzerinde çok sıkı siyasi kontrol uygulamaya meyillidir. Irak Kürdistanı kanunları Irak kanunundan alınmadır. Baas partisi tarafından yapılan Irak ceza yasasının 433. maddesi nerdeyse her türlü eleştiriyi suç unsuru olarak saymaktadır. Bu yapıyı değiştirme yolu arayan yerel gazeteciler Barzani'nin öfkesiyle karşı karşıya kalmışlardır. Barzani 20 ekim 2007 de Kürdistan parlamentosuna  Baas döneminden kalan basın yasasını değiştiren ve yönetimi eleştirmeyi yasal hale getiren bir yasa tasarını yeniden gözden geçirmelerini emretmiştir.(19)
Sivil toplum örgütleri de bağımsız değildir. Birçok sivil toplum örgütü Kürt siyasi liderliğinin altında çalışmaktadır. Örneğin "Kürdistan Save the Children" Talabani'ni karısının hakimiyetinde çalışmakta ve daha çok partinin amaçlarına hizmet etmektedir. Yabancı yardım kuruluşları çalışanları eleman alımlarında hem KDP hem de KYB parti üyelerinin işe alınması konusunda ısrar ettiklerini söylemişlerdir. USAID de çalışan bağımsız kürtler KYB tarafından verilen emirlere uymayı reddettiklerinde  KYB güvenlik kuvvetleri aleyhlerine raporlar yazarak USAID yöneticilerine güvenlik endişelerini iletmiş, bağımsız Kürtler işten çıkartılarak yerlerine KYB yandaşları alınmıştır. Birkaç istisna haricinde yerel insan hakları örgütleri ve İnsan Hakları bakanlığı halihazırdaki yönetimin suistimalleri yerine Saddam dönemi Kürtlere karşı yapılan ihlallerle uğraşmaktadırlar.
Kürt yönetimi ile temsil ettiklerini iddia ettikleri insanlar arasındaki mesafe büyüdükçe husumette büyümektedir. Birçok Kürt kendisini çaresiz hissetmektedir. Kürt göçmenlerin elektriklerini keserken, Hükümetin ukalaca bir tavirla aldığı Talabani'nin kayınpederi İbrahim Ahmad'in mezarını 24 saat aydınlatma kararı tam bir sorumsuzluktur. KDP ve KYB nin seçimlere ortak tek liste ile gitme kararı ve seçim sonrası pozisyonları sessizce paylaşmaları yerel nüfusu elimine etmiştir. Kürdistan İslam Birliği taraftar toplamaya başladığında KDP destekli çeteler partinin çeşitli şehirlerdeki merkezlerini yakmışlar ve Dohuk il başkanını öldürmüşlerdir.(20)
Ortak liste ile girerek seçim rekabetinden kurtuldukları halde Amerikalı diplomatlar ve Bağımsız Irak Seçim Komisyonu KDP yi peşmergeleri kullanarak ülke tarihinin en büyük seçim sahtekarlığını yapmakla suçlamışlardır.  Parti mekanizması ve kaynakları seçimin sonucunu garanti etse bile yapılan sahtekarlık bölge diktatörleri Hüsnü Mübarek ve Başer Esad kadar olmasada sahtekarlıktır.

Kürt davranış tarzını rasyonelleştirmek

Irak Kürdistanı temsilcilerinin iddia ettikleri gibi bir demokrasi ışığı olmayabilir. Amerikan dış politika çevrelerindeki gerçekciler Kürt liderlerin halka tavırlarının Amerikan çıkarları için önemsiz bulabilirler çünkü zaten bölge halkı Amerikan yanlısıdır. Böyle bir hesap öngörüsüzlüktür. Amerikan hükümeti her iki lideri de sübvanse etmiştir. Kürtler genellikle liderlerinin hatalı davranışlarını Amerikan politikası ile ilişkilendirmektedir. Kürtler liderlerinin suistimallerini Amerikan çıkarlarıyla ilintilendirdiklerinde hoşnutsuzluk sesleri yükselmektedir. Örneğin 2006 yılında Amerikan hükümeti Süleymaniye'de ofis için yer istediğinde Talabani hiçbir ön uyarı yapmadan bir teknik okulu boşalttırmış böylece ciddi bir nüfusun tepkisini toplamıştır. Kürtler aynı zamanda Amerikalı yetkilileri Tasluja ile Paramagrun arasında Saddam döneminden kalma bir tesiste işkenceye yardakçılıkla suçlamaktadır. Kürt yetkililer ne kadar halkın Amerikan yanlısı olduğunu söylerse söylesin bu yaklaşım hızla ortadan kalkmaktadır. Irak Kürdistanında anti-Amerikanizm artmaktadır. Bunu görmemek ve önlem almamak bölgedeki Amerikan stratejik planlarına tamamen negatif bir etki yapacaktır.
Irak Kürtleri Amerika'nın bölgedeki çıkarlarını desteklediklerini gösterseler belki Amerikan stratejistleri bunu kabul edebilir fakat gerçek şu ki desteklemiyorlar. Nisan 2003 te Irak Kürdistanı Amerikan kuvvetleri ile güneye ilerleyip dağılan Irak ordusunun boşluğunu doldururken Kürtlerin daha sonraki tavırları Irak Kürdistanı'nın Amerikanın bir müttefiki olduğu konusunda büyük soru işaretleri bırakmaktadır.
2003 Temmuzunda Kuzeydoğu Irak dağlarında İran sınırına yaklaşık 30 km mesafede devriye gezen bir Amerikan birliği yetkisiz bir KDP kontrol noktasında çok sayıda İran pasaportu ve parası bulup el koymuştur. KDP yetkilileri kontrol noktalarını para karşılığında İranlıların geçişlerini kolaylaştırmak için kullanmaktadırlar. Bu noktalarda İran pasaportları yerel Kürt kimlikleri ile değiştirilmektedir. Kürt yetkililer bu olayın yegane olay olmadığının farkındadır. Irak direnişin isyanın başladığı 2004 yılı Nisan ayında Irak Kürdistanı Ansar al-Sunna için geçiş noktası olmuştur. Örgüt üyeleri kuzeyde eylem yapmamak ve belkide para karşılığında Irak'a buradan girerek güvenli bir şekilde Musul'a kadar geçip ırak içlerine sızmışlardır.
Kürtlerin İran ile çifte pazarlığı hala devam etmektedir. 11 Ocak 2007 ve 20 Eylül 2007 de Amerikan kuvvetleri Erbil ve Süleymaniye'de yaptıkları operasyonlarda 6 İran istihbarat ajanını ele geçirmişlerdir. Her iki olayda da Kürt yetkililer tutuklamaları protesto etmiştir. İlk olaydan sonra Barzani'nin ofisi bölgede harekat düzenlenecekse bundan Kürdistan hükümetinin önceden haberdar edilmesi gerektiğine dair bir bildiri yayınlamıştır. (21) Daha sonraki bir olayada ise tutuklamayı yasadışı olarak nitelendirmiş ve bu hareketlerin hiçkimseye bir faydası olmadığını açıklamıştır. (22)  Kürt yetkilileri uyarmama kararı diplomatik bir uygunsuzluk değildir; yaşanmış deneyimlerin sonucudur. Amerikan politika yapıcıları artık Kürt yetkililere hassas bilgiler verecek kadar güvenmemektedir.  Kürt yetkililerin ısrarla diplomatik bir listeyi Amerikan güçlerine vermeyi reddetmesi çokuluslu güçlerin Kürdistan yönetimine güvenini azaltmıştır. Bir sır olmaktan uzak olan bu liste Amerikalı yetkililerinin operasyonlardan önce diploamtik statüleri belirmekte kulanılacaktı. Kürtlerin bu listeyi vermeyi reddetmesi Amerikan güçlerinin İran Devrim Muhafızlarının Irak'a sızmalarını önleme çabalarına destek olmadığının bir göstergesidir.

Terör Kartını Oynamak

Barzani'nin Turkiye'ye olan husumeti Amerika ile müttefikliği ihtimalini iyice azaltmaktadır. Birçok Kürt yetkili Türk-Amerikan ilişkilerine sonuçsuz bir oyun olarak bakmaktadır. Onlara göre Washington ya Erbil'le dostluğu sürdürmelidir, yada Ankara ile müttefikliği. Birçok Kürt yetkili her iki ilişkininde karşılıklı olarak özel olduğunu anlamamaktadır. Kürt yetkililer ziyarete gelen Amerikalı yetkililere sıklıkla Irak Kürdistanı'nın Türlerden daha iyi bir müttefik olacağını söylemektedir. Kürt yetkililer Türk-Amerikan ilişkilerinin ne kadar geniş olduğunu anlamadıkları gibi Kürt taleplerinin Washingtonda ne kadar zayıf göze alındığını da anlamamaktadır. Örneğin Sudi Arabistan da İsrail de Washingtonun diğeri ile ilişkilerini azaltmasını ister ama bunun olmayacağını da bilir. Barzani bunu anlamadığı gibi Beyaz Sarayı Ankara ile Erbil arasında bir seçime zorlamaya niyetli görünmektedir. Eğer bu olursa Irak Kürdistan Yönetimi hayal kırıklığına uğrayacaktır.
Barzani'nin Kürtlerin çıkarlarını savunmaması için kesinlikle bir neden olmamasına rağmen söylemleriyle aksi gibi davranmaktadır. Örneğin Aralık 2005 te petrol zengini şehir Kerkük'ün Aralık 2007 ye kadar kendi yönetimine katılmaması halinde Irak'ta iç savaş kıvılcımlarını atacağını söylemiştir. (23) Aralık 2007 de ise Ankara kendisinin Kerkük konusundaki taleplerine uymazsa Türkiye'de bir isyanı teşvik edeceğini söylemiştir. (24) Partisi tarafında kontrol edilen medya aynı Filistin Medyasının İsrail'e yaptığı gibi Türkiyeye karşı kışkırtıcı yayın yapmaktadır. Kürdistan Bölge Yönetimi parlementosunda satılan haritalar Türkiye'nin de bir bölümünü içine alan daha büyük bir Kürdistan göstermektedir. Kürt gazeteleri Türkiye'nin güneydoğusuna ima olarak Irak Kürdistanından Güney Kürdistan olarak bahsetmektedir. Yani Türkiye'nin güney doğusu Kuzey Kürdistandır denmek istenmektedir. Sınırlar ötesine yönelik bu hareketler Irak Kürdistanını bir güvenlik dayanağı yapmak yerine istikrarsızlık gücü haline getirmiştir.
Bu bağlamda Barzani'nin PKK ile ilişkileride problemli hale gelmiştir. Barzani milliyetçi olabilir ama aynı zamanda gerçekcidir. Barzani güçlü bir PKK istememektedir. Bunu nedeni PKK terörünün Kürt milliyetçiliğini lekelemesi deği kendisine alternatif oluşturabileceği fikridir. Abdullah Öcalan kendini Iraklı Kürt rakiplerinin üstünde görmüştür. 1998 de verdiği bir röportajda "Barzani ve Talabani el ve ayak gibiler ama ben ana beyinim" demiştir. (25) 1990 lı yıllarda Barzani ve Talabani PKK ne zaman kendi sınırları içinde bir oluşum gerçekleştirme çabasına girdiğinde Peşmergelere PKK ile savaşma emri vermiştir. Bazı Türk diplomatları ve istihbarat elemanlarına göre o dönem Barzani Peşmergelerin terörist grupla savaşması için Türk hükümetinden yardım istemiştir. Barzani, PKK için güvenli bir cennet temin ederse bunu kendi çıkarlarına aykırı olacağını farkederek bunu engellemiştir. Fakat Abdullah Öcalan hapse giripde PKK kendisi için politik bir tehlike olmaktan çıkınca grubu Türkiye'ye karşı bir araç olarak kullanmaya başlamıştır.
1 Mart tezkeresinin reddi üzerine Barzani Washington'un dosluğundan fazla emin olarak Ankara'ya karşı daha sert tutumlar takınmaya başlamıştır. PKK liderlerinin kendi bölgesinde özellikle İran-Irak-Türkiye üçgeninde konaklamalarına göz yummuştur. Barzani ve Kürdistan Bölge Yönetimi sözcüleri tekrar tekrar PKK'yı barındırmayacaklarını söylerken Barzani tipik bir Yaser Arafat politikası izlemiş, teröre yardakçılık yaptığını reddetmiştir. Barzani Amerikalı diplomatlara PKK tehlikesinin ancak Türkiyenin af, ve anayasal reformlarla daha fazla imtiyaz vermesiye ortadan kalkabileceğini söylemektedir. Bu sırada da PKK liderlerini saldırılarını artırmaları için teşvik etmektedir.
Türk yetkililer üst düzey PKK komutanlarının Erbildeki hastahanelerde tedavi olurken ve yakın restoranlarda Barzani'nin adamlarıyla görüşürken çekilmiş fotoğrafları olduğunu söylemektedir. Yiyecek ve Malzeme satışından iyi bir kar yapmıştır. Türk yetkililer Barzani'nin oğlunun PKK'ya silah sattığından şüphelenmektedir. Bu bilgiler Ankara'yı Kürdistan'a karşı daha sert tedbirler almaya yöneltmiş, Türk uçakları Irak Kürt hedefleride vursa bile Amerikan yetkililerinin desteğini sağlamıştır.

Amerika-Kürt İlişkilerinin Geleceği
 
Irak Kürdistanı gerçeklerden izole edilmiş bir halde geçmişte yaşamaktadır. 1990 ların sonlarından Saddam'ın devrilmesine kadar olan dönemde Irak Kürdistanı yaptırımlar altında çabalayan bir demokrasi olarak bir başarı hikayesi idi. Saddam'dan kurtulmalarına rağmen Irak Kürdistanı geriye gitmiştir. Ambargo yaptırımlarının kalkmasıyla yolsuzluk tırmanışa geçmiştir. Barzani alilesinin aşiretle olan ilişkileri Sudi Arabistandaki kraliyet ailesinin araplarla olan ilişkilerine benzemektedir. Hem Molla Mustafa Barzani (1903-1979) hemde Aziz Bin Saud (1876-1953) halklarının aşiret değerlerine yakın kalmışlardı. Ancak yeni nesiller daha kapalı ve yozlaşmıştır.
Barzani yatırımcılara bölgesini yeni bir Dubai'ye çevirme planlarından bahsederken yönetimdeki yolsuzlukların bu başarıyı frenleyeceğini anlamamaktadır. Zengin ve yoksul arasındaki uçurum gitgide büyürken hatta Barzani ve Talabani kontrolü elde tutmak için bu ayrımı körüklerken islami partiler bölgede daha popüler olacaktır. Kürtler dini inançlarından dolayı değil ama KYB ve KDP nin yolsuzlukları karşısında temiz olan partilere kayacaktır. Birçok kürt Kürdistan İslam Birliği'nin dini muhafazakarlığından uzak dururken partinin Amerikan politikalarınına şiddetli eleştirileri ve Amerika'nın bölgedeki amaçlarına ait yaymış olduğu komplo teorileri sayesinde yandaş bulacaktır.
Birçok Irak Kürdistan yetkilisi ve Amerikalı yorumcu Amerikan güçlerinin kuzey Irak'ta uzun dönemde de kalması gerektiğini, böylece Amerikan güçlerinin pek hoş karşılanmadıkları Irak'ın diğer bölgelerinden çekilebileceğini önermektedir. Bu bir zamanlar bir seçenek olabilirdi ama Barzani'nin tavırları bu olasılığı akılcı olmaktan çıkarmıştır. Kağıt üzerinde Kuzey Irak'ta bir Amerikan üssü Pentagon için avantaj gibi görünse de aslında bir sorumluluk getirecektir. Barzani'nin Türkiye'ye karşı PKK'ya verdiği destek, bölgede bir Amerikan üssü varlığı ile Irak Kürdistanı'nı sorumluluktan uzaklaştıracaktır. Barzani bölgesinde bir Amerikan üssünü kendisini Türkiye'nin misillemesinden uzak tutacağı için istemektedir. Aslında Kuzey Irak'ta kurulacak bir Amerikan üssü, Barzani yönetimde olduğu sürece daha büyük bir ihtilafa yolaçacaktır. Barzani fedakar biri değildir. Amerikan güçlerinin kalıcı varlığının arkasına saklanmakla istediği dokunulmazlığı elde edecektir. Eğer Pentagon kuzey Irak'ta bir üs kurmayı planlıyorsa bunun PKK problemini ve Barzani'nin komşu devletlere karşı provakasyonlarını arttıracağını göz önüne almalıdır. Barzani'nin Amerikan güçlerinin kendi bölgesinde konuşlanmasını istemesinin nedeni  ile Hamas ve Fatah'ın Avrupalı gözlemcilerin Gazze şeridinde bulunmasını istemeleri ile aynıdır. Amerikan güçlerinin Irak'ın geri kalan bölgelerinden çekilmesine olanak sağlamasından öte Irak Kürdistanında herhangi bir Amerikan üssünün, şu anki koşullarda bir çok ihtilafa yol açacağı kesindir. Bölgesel diktatörler, hele kendilerini terörden ayıramayanlar iyi bir müttefik değildir.
Eğer Irak Kürdistanı iyi bir müttefik olacaksa, İstikrar için bir güç olacaksa, Arap milliyetciliği ve islamcılığının çürütücü ideolojileri karşısında bir çit olacaksa, Amerikanın stratejisi uzun vadeli çıkarlara yönelik olmalıdır. Irak Kürdistanı stratejik olarak önemlidir. Federalizm Irak'ın geleceğidir. Birçok uzman ve Iraklının dediği gibi merkezi güçlü yönetime bağlı sistem işlememiştir. Irak 1951-2003 yılları arasında Bağdat'ın diktatörce isteklerini empoze etmesini reddeden Iraklılar için adete bir gizli iç savaş yaşamıştır. Güçlü liderlik iyi ses getirir ama Irak her askere 100 potansiyel generali olan bir ülke olarak kalmıştır.
Washington teröre hiç müsamaha etmemelidir. Irak Kürdistanı çok büyük adımlar atmıştır fakat Barzani kendisini PKK'ya bulaştırarak Irak Kürdistanının bütün kazanımlarını riske etmektedir. Hem KDP hem de KYB İran'la ilişkileriyle Washington'un güvenine ihanet etmiştir. Tabii ki her iki partinin de komşularıyla ilişkileri olması normaldir. Ancak istihbarat satmak yada sınırdan sızmalara yardakçılık etmek kendini sevdirmek adına kabul edilir bir davranış değildir.
Liderliğin sorumluluğu bir seçenek değildir. Sorumluluk sahibi bir Iraklı Kürt liderlik tahrikleri sona erdirecektir. Demagoji politikaları belki dikkatleri Barzani'nin gözardı etmek istediği yolsuzluk ve sorumluluk gibi konulardan çekebilir ama tahrikleri arttırır. Kürt radyoları yönetimdeki partilerin sık sık yükselen milliyetci akımları kontrol ettiğini yayınlamaktadır. Örneğin 30 dakikalık bir haber programının 25 dakikasını öğrencilerle mülakat yaparak onların milliyetçi taleplerini yayınlamak, bağımsızlık edebiyatı yapmakla Barzani komşularyla başını belaya sokacaktır. ABD Dışişleri bakanlığı ilk yıllarında aynı tahrikleri yapan Filistin yönetimini bölünme ve kaosa sürüklenmeleri için gözardı etmiştir. Kürdistan yönetimi aynı hataya düşmemelidir.
Tür savaş uçakları Irak Kürdistanında terörist yuvalarını bombalarken Washington ve Erbil'in politikalarını yeniden değerlendirme zamanları gelmiştir. Washington'un oynayacak birçok kartı vardır. Kürdistan'a sempati anlaşılabilir fakat giderek bir efsaneye dayalı hale gelmektedir. Amerikanın iyi niyeti asla bir selahiyet verme değildir. Barzani bir müttefik olarak kalabilir ama köklü bir ortaklıktan uzaktır. ABD, Irak Kürdistanı'na aşırı sevgiyle yaklaşmaktan vazgeçmelidir. Irak Kürdistanı PKK için bir sığınak olmaya devam ettikçe, ABD nin bölgedeki güvenlik sırlarını en yüksek parayı verene satmaya devam ettikçe ve demokratik reformları sürüncemede bıraktıkça herhangi bir yardım ve diplomatik bir tanınma yapılmamalıdır.
 
Notlar
1. For the best example of this argument, see Michael J. Totten, "No Friends But the Mountains," Azure 5768, no. 30 (Autumn 2007), available at www.azure.org.il/magazine/magazine.asp?id-407 (accessed January 2, 2008).
2. Peter W. Galbraith, "Iraq: The Way to Go," The New York Review of Books 54, no. 13 (August 16, 2007), available at www.nybooks.com/articles/20470
(accessed January 2, 2008); and Al Kamen, "Kurdish Connection?" Washington Post, January 15, 2007.
3. David Nissman, "Iraqi Troops Cross 36th Parallel," Iraq Report 3, no. 41 (December 8, 2000), Radio Free Europe/Radio Liberty, available at www.rferl.org/reports/iraq-report/2000/12/41-081200.asp
(accessed January 2, 2008).
4. United Nations Treaty Series, no. 32851, "Memorandum of Understanding between the Secretariat of the United Nations and the Government of Iraq on the Implementation of Security Council Resolution 986 (1995)," May 20, 1996, available at http://untreaty.un.org/unts/120001_144071/25/7/00020981.pdf
(accessed January 3, 2008).
5. Ilter Türkmen, "Protocol and Foreign Policy," Turkish Daily News, November 17, 2007.
6. U.S. Department of Justice, Report of the Attorney General to the Congress of the United States on the Administration of the Foreign Agents Registration Act of 1938, as Amended, for the Six Months Ending June 30, 2006, June 6, 2007, 101, available at www.usdoj.gov/criminal/fara/reports/June30-2006.pdf
(accessed January 2, 2008).
7. "Barzani: Mosul and Kirkuk Are Kurdish Lands," Asharq Al-Awsat (London), April 7, 2003.
8. Masud Barzani, "A Kurdish Vision of Iraq," Gulf News (Dubai), October 30, 2005.
9. Carole O'Leary (presentation, Kuwait Information Office, July 6, 2001).
10. Sverker Oredsson and Olle Schmidt, "Kurdistan--A Democratic Beacon in the Middle East," Kurdistan Development Corporation, December 2004.
11. The Other Iraq Television Spots (script, "U.S. Spot #2: The Other Iraq"), available at http://theotheriraq.com/images/Advert2.pdf
(accessed January 3, 2008).
12. UN General Assembly, Fifty-first Session, Agenda Item 110, Human Rights Questions: Human Rights Situations and Reports of Special Rapporteurs and Representatives--Situation of Human Rights in Iraq, prepared by Max van der Stoel, Special Rapporteur of the Commission on Human Rights, in accordance with Economic and Social Council decision 1996/277, A/51/496, October 15, 1996, par. 96, available at http://daccessdds.un.org/doc/UNDOC/GEN/N96/277/88/PDF/N9627788.pdf?OpenElement
(accessed January 3, 2008); and Patrick Cockburn, "Kurdish Chief's Death Brings Civil War Nearer," Independent (London), July 6, 1996.
13. For background, see Michael Rubin, "The Middle East's Real Bane: Corruption," Daily Star (Beirut), November 15, 2005.
14. Human Rights Watch, Caught in the Whirlwind: Torture and Denial of Due Process by the Kurdistan Security Forces (July 2007), available at http://hrw.org/reports/2007/kurdistan0707/
(accessed January 3, 2008).
15. Kamal Said Qadir, "Iraqi Kurdistan's Downward Spiral," Middle East Quarterly 14, no. 3 (Summer 2007), available at www.meforum.org/article/1703
(accessed January 3, 2008).
16. Committee to Protect Journalists, "Iraq: Journalists from Kurdish Weekly Face Arrest, Trial," news alert, May 2, 2006, available at www.cpj.org/news/2006/mideast/iraq02may06na.html
(accessed January 3, 2008).
17. Declassified Soviet papers document Barzani's interaction with the KGB. See, for example, Peter Ivashutin to the Central Committee of the Communist Party of the Soviet Union, September 27, 1961, as quoted in Kamal Said Qadir, "The Barzani Chameleon," Middle East Quarterly 14, no. 2 (Spring 2007), available at www.meforum.org/article/1681
(accessed January 3, 2008).
18. See, for example, Cathy McCann, "Iraq: Writer Kamal Sayid Qadir Detained Incommunicado," International PEN, December 16, 2005; Reporters without Borders, "Cyberdissident Still in Prison despite Release Announcement," news release, February 2, 2006, available at www.rsf.org/article.php3?id_article=16104
(accessed January 3, 2008); and Kamal Said Qadir, "Iraqi Kurdistan's Downward Spiral."
19. Kurdistan Regional Government, "President Barzani to Ask Parliament to Reconsider Media Law," news release, December 20, 2007, available at www.krg.org/articles/detail.asp?lngnr=12&smap=02010100&rnr=223&anr=22047
(accessed January 3, 2008).
20. "Kurdistan Islamic Union Attacked," Reuters, December 6, 2005.
21. James Glanz, "G.I.'s in Iraq Raid Iranians' Offices," New York Times, January 12, 2007.
22. Jay Price and Yaseen Taha, "Kurds Denounce U.S. Detention of Iranians," McClatchy-Tribune News Service, September 20, 2007.
23. "Barzani: Kirkuk to Join Kurdistan," Turkish Daily News, December 2, 2005.
24. Masud Barzani, interview by Elie Nakuzi, Frankly Speaking, Al Arabiya TV, April 6, 2007.
25. Abdullah Öcalan, "We Are Fighting Turks Everywhere," Middle East Quarterly 5, no. 2 (June 1998), available at www.meforum.org/article/399
(accessed January 3, 2008).

Michael Rubin ABD'li yazar ve Ortadoğu uzmanı

Kapitalizm ve Demokrasi

ABD başkanlık kampanyasının ve finansal pazarların gerçeklerinin eşzamanlı biçimde gözler önüne serilmesi, politik ve ekonomik sistemlerin de karakteristik özelliklerini ifşa etti.
Kampanya hakkındaki tartışmalar tüm dünya çapında yankı bulmasa da Birleşik Devletler’de milyonlarca evde işsizlik, sigorta ve sağlık güvencesi üzerine endişeler yükseliyordu.
Bush’un krize dair ilk önerileri o denli totaliteryanizme dayanıyordu ki, çok çabuk biçimde değiştirilmek zorunda kalındı. Lobilerin yoğun baskısı altında, bu öneriler 1998 yılında Uzun Erimli Sermaye Yönetimi Fonu’nun kurulması için federal tasarı öneren James Rickards’ın da tartıştığı gibi “Sistemdeki büyük kurumların kesin bir başarısı… başarısızlığa ya da hatalara sürüklenmeden bir çözüm yolu bulma” biçiminde açıklamalarla yer değiştirdi. Mevcut çöküşün ana nedeni Federal Rezervler Yöneticisi Alan Greenspan’ın denetimindeki mortage sisteminin çöküşü idi. Ki mortage sistemi, Bush dönemi boyunca borç temelli tüketiciye ve harcamalara dayanan aynı zamanda dış borçları artıran bir ekonomi yaratmıştı. Ancak krizin kökeni daha da derindeydi. Geçen 30 yıl boyunca ekonomik liberalizasyonun yani piyasayı devlet düzenlemelerinden olabildiğince ayrı tutmadaydı.
Tüm bu adımlar, tahmin edileceği üzre 1929 krizinden bu yana gerçekleşen en büyük kriz tehdidini ortaya çıkaran derin altüst oluşları yarattı.
Yine tahmin edilebilir biçimde, liberalizasyondan en büyük karları elde eden sektörler şimdi finansal kurumların çöküşten kurtulması için geniş çaplı devlet müdahalesi talep ediyorlardı.
Her ne kadar bugünkü miktarı çok sıradışı olsa da, böylesi müdahaleler, devlet kapitalizminin genel bir özelliğidir. Uluslararası iktisatçılar Winfried Ruifrok ve Rob van Tulder tarafından 15 yıl önce yürütülen bir çalışmada, dünyanın en büyük 100 şirketinden en az 20'sinin hükümetlerinin desteği olmasa ayakta kalamayacakları ortaya çıkmıştı. Geriye kalanları ise hükümetlerinden “kayıplarını kamusallaştırma”larını istiyordu, aynen bugünün 'kurtarma paketi’nde olduğu gibi. Böylesi devlet müdahalelerinin “iki yüzyıl boyunca istisna olmaktan çok kaide oldukları” sonucunu çıkarıyordu iktisatçılar.
İşlevsel demokratik bir toplumda, bedellerini halkın ödediği böylesi temel meseleleri işaret eden ve temel nedenleri ortaya koyarak önemli çözümler öneren bir politik kampanya kontrolü ele alabilir.
Ekonomik liberalizasyonun ve onun ek bedellerinin uyarısını yapan -ki bu uyarılar hep gözardı edilmiştir- iktisatçılar John Eatwell ve Lance Taylor’un on yıl önce yazdığı gibi finans piyasaları “riskleri küçümser” ve “sistematik olarak yetersiz”dir. En temel yanlışlardan biri, finans işlemlerine katılmayanlara ödetilen bedellerin hesaplanmamasıdır. Bu “dışsal faktörler” çok büyük olabilir. Sistemik riskleri gözardı etmek yetkin bir ekonomide olması gerekenden çok daha fazla riski göze almak demektir.
Finansal kurumların görevi risk almaktır ve eğer iyi yönetilirse, potansiyel kayıpları kendi kendilerine onarabilirler. “Kendi kendilerine” vurgusu önemlidir. Devlet kapitalizmi çerçevesinde eğer bu kurumların faaliyetleri bir krize neden olursa, ki buna düzenli ve devrevi biçimde neden olurlar, diğerlerine (dışsal faktörlere) ödetilen bedel onların umurunda değildir
Ekonomik liberalizasyon yalnızca ekonomiyi etkilemez. Bu sistemin demokrasiye karşı da aktif bir silah olduğu uzun zaman önce kavranmıştır. Serbest sermaye hareketleri kimilerinin hükümet programlarını yakından izleyen ve eğer irrasyonel (özel sektöre yoğunlaşmaktansa halkın çıkarlarına uygun hareket ettiğini) olduklarını düşünüyorlarsa aleyhinde ‘oy kullanan’ yatırımcıların ve sermayedarların “asıl parlamento”su olarak adlandırdıkları bir sistem yaratmıştır.
Yatırımcılar ve sermayedarlar, sermaye kaçışı ile ‘oy kullanabilirler’, kurlara müdahale ederler, ekonomik liberalizasyonun kendilerine sağladığı diğer araçlarla saldırıya geçerler. İkinci dünya savaşının ardından ABD ve İngiltere’nin Bretton Woods anlaşması ile sermaye kontrolü ve kur düzenlemelerini kurumsallaştırma çabalarına girmesinin nedenlerinden biri budur. **
Büyük Bunalım ve savaş pek çok güçlü demokratik akım ortaya çıkarmıştı ve bu mücadeleler antifaşist hareketlerden radikal işçi sınıfı hareketlerine kadar çeşitlilik gösteriyordu. Bu baskı sosyal demokrat politikalara izin verilmesine neden oldu. Bretton Woods sistemi ile hükümete kamuoyu iradesine yanıt verebilecek bir alan yaratılabildi.
İngiliz arabulucu Keynes, Bretton Woods anlaşmasının en önemli başarısının kapital hareketini kısıtlama hakkını hükümetlere veren bir mekanizmanın yaratılması olduğunu belirtiyordu.
Dramatik bir karşıtlıktır ki, Bretton Woods sisteminin 1970'lerde çöküşünün ardından gelişen neoliberal aşamada ABD hazinesi serbest sermaye hareketliliğini ‘temel bir hak’ olarak değerlendirir. Ancak Reagan ya da Bush yönetimleri tarafından Uluslararası İnsan Hakları Beyannamesi’nde ortaya konulan eğitim, sağlık, iş güvencesi ve diğer haklar hiç de bunlar gibi ‘hak’ olarak değerlendirilmez.
Daha önceki yıllarda halkın bu tarz problemleri yoktu. Bunun nedenleri Barry Eichengreen tarafından uluslararası para sisteminin incelendiği çalışmasında ortaya konmaktadır. Eichengreen 19. yüzyılda, hükümetlerin henüz “evrensel oy hakkı, sendikaların büyümesi ve parlamenter işçi partileri” ile yüzleşmediğini belirtmektedir. Bu nedenle, parlamento tarafından getirilen ağır bedeller genel nüfusa ödettirilebiliyordu.
Ancak Büyük Bunalım ve antifaşist savaş sürecinde kamuoyunun radikalleşmesi ile bu ‘lüks’ özel sektör için artık ortadan kalkmıştı. Bu nedenle, Bretton Woods sistemi “sermaye hareketine demokrasi çerçevesinde kısıtlamalar getirmiş ve piyasaların baskısından izolasyon sağlamıştır.”
Savaş sonrası sistemin parçalanmasının doğal sonucu olarak demokrasi kısıtlandı. ABD gibi özellikle işletmelere dayanan sistemlerde kamuoyunun/halk hareketlerinin kısıtlanması ve marginalize edilmesi moda oldu. Seçimler ise halkı kandırmanın adının halkla ilişkiler olduğu bir çeşit ilüstrasyona dönüştü.
20. yüzyılın büyük toplumsal felsefecilerinden John Dewey, “Politika, büyük şirketlerin toplum üzerine örttüğü perdedir” der ve devam eder: “Özel sektörün karı için bankaların, toprağın, endüstrinin özel kontrolü ve tüm bunların medya, medya grupları ve propagandanın ve halkla ilişkilerin diğer yolları ile meşru hale getirilmesidir.”
ABD tek partili bir sisteme sahiptir, iki fraksiyonlu -Cumhuriyetçiler ve Demokratlar- tek bir parti, patronlar partisi. Aralarında küçük farklılıklar var tabi. Larry Bartels “Eşistsiz Demokrasi: Yeni Altın Kafesin Politik Ekonomisi isimli çalışmasında son 60 yıl boyunca “orta sınıf ailelerin temel gelirlerinin Demokratların yönetiminde Cumhuriyetçilerin yönetiminde olduğundan iki kat daha hızlı arttığını buna karşın yoksul işçi ailelerinin gelirlerinin ise Demokratların yönetiminde Cumhuriyetçilerin yönetiminde olduğundan altı kat daha hızlı arttığını” göstermektedir.
Farklılıklar mevcut seçimde de görülebilir. Oy verenler bu farklılıkları gözetmelidir, ancak politik partiler üzerindeki yanılsamalara kapılmaksızın. Ve oy verenler, yüz yıllardır ilerlemelerin ve toplumsal refah ile meşruiyetin tanrının hediyesi olarak değil, toplumsal mücadeleler yolu ile kazanıldığını hiç unutmadan tavır almalıdır.
Bu toplumsal mücadeleler zaferler ve yenilgiler sirkülasyonudur ve mücadele aktif bir demokratik toplum yaratmak amacıyla oy sandıklarından işyerlerine her yerde ve her dört yılda bir değil her gün yürütülmelidir.
**Bretton Woods sistemi 1944 yılında New Hampshire’de düzenlenen ve BM’in ev sahipliğini yaptığı Para ve Ekonomi Konferansı’nda 44 devletten 730 delegenin katılımı ile kabul edilen küresel ekonomik yönetim sistemidir. 1971 yılında çöken Bretton Woods, uluslararası para sistemini düzenleyen prosedürler, kurumlar ve kurallar sistemidir. Uluslararası para sistemi Yeniden Yapılandırma ve Gelişim için Uluslararası Banka ve 1945 yılında kurulan IMF tarafından oluşturulmuştur. Bretton Woods sisteminin temel özelliği her ülkenin kendi parasının kurunu belirli bir seviye tutacak döviz kurunu sağlayacak bir para politikası oluşturması zorunluluğudur. Sistem, ABD doların altına çevrilmesini askıya aldığında çökmüştür. Bu durum, ABD dolarının tüm diğer ülkeler için belirlenmiş kur olmasını getirmiştir.
Çev. Atılım

ABD'nin Sonu

‘Rusları vuruyorlar’ dedi konuştuğum genç paraşütçü. Soğuktu. Onun birliğine gelmiştik, Sovyetlerin 105. Hava İndirme Bölüğü Kabil’in kuzeyindeki Çarikar yakınlarındaydı ve paraşütçünün eli bandajla sarılıydı. Bandajdan kan sızıyor, üniformasının kolunu ıslatıyordu. Sarı saçlı, mavi gözlü gencecik bir askerdi. Arkamızda bir Sovyet nakliye kamyonu vardı, arka tarafı bir mayınla paramparça olmuş (evet, ‘ev yapımı bir patlayıcı’ydı bu, ama henüz o isimle anmıyorduk), bir hendekte baş aşağı yatıyordu. Acı içindeki genç adam elini uzatıp dağların tepelerini işaret etti, gösterdiği yerde bir Sovyet helikopteri dönenip duruyordu. O gün Bay Bush’la Bay Blair’in yaklaşık 30 yıl sonra bizi aynı ordu mezarlığının ortasına sürükleyeceklerini hiç tahmin edebilir miydim? Ya da genç ve
siyah bir Amerikan başkanının o yıllarda Rusların yaptığının tam da aynısını yapacağını?

Ahromeyev bugünü anlatmış...

Birkaç hafta içinde Sovyet ordusunun Kabil’i ve Afganistan’ın en büyük kentlerini ele geçirdiğine, uçsuz bucaksız dağ ve çöl bölgelerini ‘terörist’lere terk ettiğine ve ısrarla başkentte laik, dürüst bir hükümeti destekleyip halka güvenlik sağlayabi-leceklerini söylediğine tanık olacaktık. 1980 baharına gelindiğinde Sovyet ordusunun bir ‘asker takviyesi’ sahne-lemesini izliyordum. Kulağa tanıdık geliyor mu? Ruslar Afgan ordusu için yeni bir eğitim programı ilan etmişti. Tanıdık geliyor mu? O dönemde söz konusu Afgan gücünün sadece yüzde 60’ı emirlere itaat ediyordu. Evet, kulağa gayet tanıdık geliyor.
Sovyet imparatorluğunun çöküşü üzerine bir araştırma kitabı yazan Victor Sebestyen, Rus ordusunun 1979 yılbaşından hemen sonra Afganistan’a girmesini takip eden o dondurucu günleri uzun uzun anlatır. 1986’da Sovyet Politbürosu’na hitap eden Sovyet silahlı güçleri komutanı General Sergey Ahromeyev’den şu alıntıyı yapar: “Şu veya bu zamanda askerlerimizden biri tarafından ele geçiril-memiş bir karış toprak yok Afganistan’da. Buna rağmen ülkenin büyük bölümü teröristlerin elinde olmaya devam ediyor. Merkezleri biz kontrol ediyoruz, fakat ele geçirdiğimiz topraklardaki siyasi kontrolü sürdüremiyoruz.”
Sebestyen’in de işaret ettiği üzere, General Ahromeyev ilave asker talep eder - ya da Afganistan’daki savaşın ‘çok ama çok uzun’ süreceğini söyler. Peki ya, sözgelimi Helmand’daki bir Britanya veya ABD komutanı da şu sözlere nasıl bakardı: “Kabahat askerlerimizde değil. Son derece zor şartlarda inanılmaz derecede kahramanca savaşıyorlar. Fakat kasabaları ve köyleri geçici olarak işgal etmenin, direnişçilerin tepelerde kaybolup gidiverdiği böylesine uçsuz bucaksız bir ülkede pek az değeri var.” Evet, yıl 1986 ve yine General Ahromeyev’i dinlediniz.
1980’in o soğuk ilk aylarında yaşanan trajediyi kendi gözlerimle gördüm. Kahdahar’da insanlar evlerinin çatılarına ve kentin dışındaki yollara çıkıp ‘Allahü Ekber’ diye haykırıyordu; Sovyet konvoylarını bombalayan direnişçilerle (o zamanın Taliban’ı) tanıştım. Hatta Celalabad’ın kuzeyinde Kalaşnikoflarının namlularına taktıkları kırmızı güllerle otobüsümü durdurdu-lar, komünist öğren- cilerin araçtan inmesini emrettiler. Onların akıbetini araştırma zahmetine girmemiştim. Sanırım bugün Taliban tarafından yakalanan hükümet yanlısı Afgan öğrencilerin akıbetinden pek farklı değildi.
Kent dışında ‘mücahitlerin’ (Başkan Ronald Reagan’ın gözde ‘özgürlük savaşçıları’) kızlara eğitim verdiği için bir okulu yıktığı anlatılıyordu. Doğruydu. Okul müdürü ve eşi önce yakılmış, sonra bir ağaca asılmıştı.
Afganlar bize acayip hikâyeler anlatıyordu. Siyasi mahkûmlar ülkeden alınmış ve Sovyetler Birliği’ne götürülüp işkenceye tabi tutulmuştu. Gizli sorgular. Kahdahar’da bir dükkan sahibi (hem Avrupa süveteri hem Afgan sarığı giyen, ellilerinde, eğitimli bir adamdı) sokakta benimle konuştu. Söylediklerinin kaydı hâlâ arşivimde duruyor: “Hükümet her gün gıda fiyatlarının düştüğünü söylüyor. Her gün bize Sovletler Birliği’yle işbirliği sayesinde işlerin iyiye gittiği anlatılıyor. Fakat doğru değil. Bir hükümet düşün ki yolları bile kontrol edemiyor. Hepsine koyayım. Sadece kentleri ellerinde tutabiliyorlar.” ‘Mücahitler’ Helmand eyaletini istila etmişti ve Pakistan sınırından girip çıkıp duruyorlardı, aynı bugün olduğu gibi. Hatta 1980 başında bir Sovyet Mig savaş uçağı sınırı geçip gerillaları bombalamıştı. Pakistan hükümeti ve elbette ki ABD Pakistan’ın egemen-liğinin açıkça ihlal edildiğini söyleyip bombardımanı kınamıştı. Bugün ikide bir sınırı geçip gerillalara saldıran insansız Predatörleri kontrol eden genç Amerikalılara anlatın bu hikâyeyi.

1842’de de farklı değildi
 
Moskova’da, yaklaşık çeyrek asır sonra, Afganistan’daki eski Rus işgalcilerle görüştüm. Bazıları uyuşturucu bağımlısı olup çıkmıştı, bazıları stres bozukluğu dediğimiz şeyden mustaripti. Ve bu tarihi günde, yani ABD Başkanı Barack Obama’nın kaosa daha da derin daldığı bu günde, bir de Britanya’nın 1842’de Kabil’den yıkılmış bir halde çekilmesini hatırlayalım derim.
 
(Robert Fisk,The Independent, 3 Kasım 2009)

Karşı Devrim Beklentisi ve İran

Bütün dünya İran'daki cumhurbaşkanı seçiminin sonucunu bilmek istiyor; bilmeyi en çok isteyenlerden biri de Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad'ı destekleyen Devrim Muhafızları. Peki sonuç gerek İranlılar gerekse dünyanın kalanı için bir fark yaratacak mı? Batı bu seçimin İran'ın nükleer programına yönelik tavrını değiştereceğini duymak istiyor.
 
Bu seçim nükleer güçle alakalı değil. Cumhurbaşkanlığı makamının kabadayılığı ve korkusuyla, sorumlu yönetim veya işsizlik ya da ekonomiyle ilgili olabilir. Fakat Batı, İran'ın nükleer stratejisinde gerçek değişim umudunu terk etmeli. Mir Hüseyin Musavi (kazanırsa) ABD açısından daha makul bir lider olabilir, fakat nükleer tesisler çalışmayı sürdürecek. Bu İran'da bir gurur meselesi - ki gururun özel önem taşıdığı bir ülkeden söz ediyoruz.

Ve din adamları iktidarının İran'ı saran kalın, karanlık örtüsü de yerli yerinde kalacaktır, belki arada bir gerilebilir ama yırtılamaz; ya da değişime ekmek su gibi ihtiyacı olan bir ülkede, adaylar arasında sadece Musavi'nin hayal ettiği türden bir reform gerçekleştiremez. İran'da ölüler adına ve tarafından yönetim söz konusu - ihtiyar Ayetullah Humeyni'nin yarattığı 'ruhani lider' efsanesinde simgelenen bu yönetim biçimi, İran'ı Batı'nın kafasına taktığı şu insan haklarından fiilen ve tamamen koparmıştır. Daha bir ay önce 22 yaşındaki bir kadın, yaka paça darağacına sürüklenirken, cep telefonundan feryat figan annesine kendisini kurtarması için yalvarıyordu.
 
Dilara Darabi cinayet iddiasıyla asıldı; gerçekten suçlu olsa bile, 17 yaşındaydı. Herhangi bir Batı seçiminde bu deprem yaratırdı. İran'daysa bir kadını içeren en ciddi skandal, Ahmedinecad'ın Musavi'nin karısının üniversite unvanına dair iftira niteliği taşıyan sözleriydi. Bu manzarada bir bozukluk var mı? Ya da aradığımız sözcük, babarca çocuksuluk mu?

Musavi aziz gibi görülen eski cumhurbaşkanı Hatemi tarafından destekleniyor hiç olmazsa - Batı'nın Hatemi yönetimini reddetmesi bizi acayip biri olan Ahmedinecad'ın zaferine getirdi, ki o dönemde ABD için de yeni bir zaferdi bu - bu durum Musavi'ye oyların yüzde 50 artı birini getirebilir. Fakat Besiçler ve İran Devrim Muhafızları Birlikleri (IRGC), bir darbeyi devirmek için darbe tehdidinde bulunur gibi, kadife devrimlerden söz ediyor. Sadece bir ay önce IRGC'nin yaptığı açıklamayı hatırlamak ilginç: “Seçim arifesinde IRGC, personelinin ve Besiçlerin seçim işlerine müdahale etmesine, bir aday lehine veya aleyhine faaliyet yürütmesine göz yummayacak.”
 
Bir ayın İran siyasetinde uzun zaman olduğu belli. Doğru, kampanya bize bazı inanılmaz görüntüler izletti; Ahmedinecad'ın çılgın fikirlerine, Musavi'nin bu fikirlerle dalga geçme fırsatını kaçırmamasına tanık olduk. Peki bunlar İran'ın milyonlarca köyünde ve yüzlerce kentinde yaşayan yoksulları güldürdü mü? O yoksullar en son şu an cumhurbaşkanı koltuğunda oturan mütevazı adama oy vermişti. O adam ki, BM'de yaptığı konuşmada etrafının 'nurla' aydınlandığını iddia edip, dinleyicilerin 25 dakika gözlerini kırpmamasına yol açmıştı.
Musavi'nin İran-Irak savaşında başbakan sıfatıyla sergilediği düzgün yönetim popülerliğine katkıda bulunmuş olabilir.
 
Fakat bu büyük oranda Besiçler ve Devrim Muhafızları'nın verdiği, İran'ın kaybettiği bir savaştı. Ve şimdi Ahmedinecad'ın rakiplerini Hitlervari yalanlar söyledikleri iddiasıyla hapse atma tehdidi eşi bulunmaz türde bir çocuksuluğa doğru gidişi ifade ediyor. Ahmedinecad'ın Hitler'in büyük suçunu inkârı ve muhaliflerini Hitler olmakla suçlaması abes. Hitler Yahudileri öldürmediyse, o zaman İran'ın tuhaf cumhurbaşkanı muhaliflerini neyle itham ediyor? (Robert Fisk,The Independent, 12 Haziran 2009)

Araplar Niye Ortaçağ'dan Çıkamıyor?

Acımasız bir açıklıkla soralım: Arap dünyası niye bu kadar geri? Niye bu kadar çok diktatör, bu kadar az insan hakları, bu kadar çok devlet güvenliği ve işkence, bu kadar vahim düşüklükte okuma yazma oranı var? Bu perişan bölge, petrolden yana bunca zenginken, bilgisayar çağında bile niye bu kadar kötü eğitimli, bu kadar yetersiz beslenen, bu kadar bozulmuş bir nüfus üretmek zorunda kalıyor? Evet, Batı sömürgeciliğinin tarihini biliyorum, Batı’nın karanlık kumpaslarını, Arapların o meşhur savunusunu: ‘Düşman kapıya dayanmışken’ şeyhleri, kralları, otokratları, imamları alaşağı edemezsiniz. Bunda doğruluk payı var. Fakat kâfi miktarda değil.

Gelir 24 yılda yüzde 6.4 artmış...
 
BM Kalkınma Programı (UNDP) yine bir raporla pat diye ortaya çıkıverdi. Bu beşinci raporda (Arap analistler ve akademisyenler aracılığıyla hazırlanmış, dikkatinizi çekerim) Ortadoğu’nun büyük kısmının gelişmemişliğini ayrıntılarıyla ortaya konuluyor. Rapor, ‘bölgenin siyasi, sosyal, ekonomik ve çevresel yapılarının kırılganlığından... dış müdahalelere savunmasızlığından’ dem vuruyor. Fakat bu çölleşmeyi, (bilhassa kadınlar arasındaki) okuma yazma bilmemeyi ve (raporun da teslim ettiği üzere) genellikle ‘insan güvenliğinin ana sağlayıcısından ziyade o güvenliğe yönelik tehdide dönüşen’ Arap devletini açıklıyor mu?
Arap gazeteci Rami Huri’nin umutsuz-ca söylediği gibi: “Ortaçağ koşullarımızın altındaki nedenleri nasıl ele alacağımız ve somut vatandaşlığa, üretken ekonomilere ve istikrarlı devletlere dayalı gerçek değişimi nasıl hayata geçireceğimiz, Arapların üç nesildir sırrını çözemediği bir muamma olmayı sürdürüyor.” Bölgedeki gerçek kişi başına gelir, 1980-2004 arasında sadece yüzde 6.4 artmış. Bu da yılda sadece yüzde 0.5 artış anlamına geliyor, ki ‘CIA World Factbook’un 2008’de analiz ettiği 217 ülkenin 198’i bundan daha iyi durumda. Ve 1980’de 150 milyon olan Arap nüfusu, 2015’te 400 milyona ulaşacak.
Bu durumu büyük ölçüde ben de müşahade ediyorum. 1976’da Ortadoğu’ya ilk ayak bastığımda yeterince kalabalıktı. Kahire’nin buhar tüten, kötü kokan sokakları o zaman da gece gündüz sıkış tepişti ve bir milyondan fazla evsiz büyük Osmanlı mezarlıklarında yaşıyordu. Arap evleri bal döküp yalayacak kadar temizdir, fakat sokaklar genellikle iğrençtir, pislik ve atıklar yola taşar. Az çok demokrasinin olduğu ve Ortadoğu’nun en eğitimli ve kültürlü halklarından birinin yaşadığı Lübnan’da bile benzer bir fenomen bulursunuz. Ücra dağ köylerinde aynı temizliği bütün evlerde görürsünüz. Peki sokaklar ve tepeler niye bu kadar pistir?
Sanırım Arapların zihninde gerçek bir sorun var; ülkelerini kendilerine ait hissetmiyorlar. Sürekli şaşaalı sözlerle Arap birliğine veya ulusal ‘birliğe’ dair coşku patlamalarına sevk edilen bu insanlar,
Batılıların hissettiği bu aidiyet duygusunu hissetmiyor. Büyük çoğunluğu gerçek temsilci seçemedikleri (Lübnan’da bile aşiret veya mezhep bağlamı dışına çıkmak zor) için, ‘hükmedilmiş’ hissediyor. Fiziki bir varlık olarak sokak, ülke başka birilerine ait. Ve bir hareket ortaya çıktığı ve (daha da kötüsü) popüler olduğu an, bu hareketleri yasadışı veya ‘terörist’ kılacak sıkı yönetim yasaları derhal devreye
sokuluyor. Bu yüzden de bahçelerin, tepelerin ve sokakların bakımını yapmak daima başka birilerinin sorumluluğu oluyor.
Ve devlet sistemi dahilinde çalışanlar da (doğrudan devlet ve onun yozlaşmış otarşileri için çalışanlar) var oluşlarının tam da devletin sırtını dayadığı bu yozlaşmışlığa bağlı olduğunu hissediyorlar. İnsanlar yozlaşmanın parçası haline geliyor. Yıllar önce bir Arap derebeyinin hükümetin yolsuzlukla mücadele hamlesinden şikâyet edişini hep hatırlarım: “Eskiden rüşvet verirdim ve telefon, su tesisatı, elektrik bağlanırdı. Peki şimdi ne yapabilirim Bay Robert? Kimseye rüşvet veremem, bu yüzden de hiçbir şey yapılmaz!”
UNDP’nin 2002’deki ilk raporu bile son derece hazindi. Arap dünyasındaki insani kalkınmanın önünde üç devasa engel saptıyordu: Özgürlük, kadın hakları ve bilgi alanlarında giderek artan ‘eksiklik’. Eski ABD Başkanı George W. Bush, Irak katliamının orta yerinde sürekli özgürlük, demokrasi falan gibi mevzulardan bahsederken, bu konuya da dikkat çekmişti. ‘Terör’e yeni bir isim veren adamdan ders almak konusunda anlaşılır bir gücenme yaşayan Mısır’ın Hüsnü Mübarek’i bile (ki yüzde 90’ın üzerinde seçim zaferleri kazanmasıyla meşhurdur) 2004’te eski Britanya başbakanı Tony Blair’e modernleşmenin ‘geleneklerden ve din kültüründen’ kaynaklanması gerektiğini söylüyordu.
Arap-İsrail çatışmasına çözüm bulunması tüm bunları da çözer mi peki? Belki bazılarını çözer. Daimi kriz tehdidi
olmaksızın, sıkıyönetim yasalarını sürekli yenilemek, anayasallıktan kaçmak, aksi takdirde köklü değişim talep edebilecek halkların dikkatini başka yönlere sevk etmek çok daha zor olacaktır. Bununla birlikte bazen sorunların, Arapların ayaklarının altında ilelebet akacak bir lağım gibi çok derinlere çöktüğünden ve o lağımın üzerine yeni bir şeyler inşa edilemeyecek kadar koyulaştığından korkuyorum.

Mühendisler taksi şoförü 
 
Birkaç ay önce Kahire Üniversitesi’nde konuşurken, öğrencilerin ne kadar parlak olduğunu, sınıflarda ne kadar çok kadın öğrenci bulunduğunu ve daha önceki ziyaretlerime kıyasla ne kadar iyi eğitilmiş olduklarını görüp sevindim. Ancak Batı’ya taşınmak isteyenlerin sayısı çok daha fazlaydı. Kuran paha biçilmez bir belge olabilir - fakat Yeşil Kart da değerli. Ve Kahire taksi şoförlüğü yapmak zorunda kalan mühendislik mezunlarıyla doluyken, onları kim suçlayabilir?
Ve evet, her şeyi göz önünde bulundurarak, Filistinlilerle İsrailliler arasında ciddi bir barış Arapların başına bela olan akıl almaz dengesizliklerin düzeltilmesine yardımcı olur. Bu savaşın temsil ettiği zalim adaletsizlikle ilgili artık karın ağrısı çekmezseniz, belki başka adaletsizlikleri ele almaya sıra gelir. Bunlardan biri içteki şiddet; bütün Arapların açıkça sergilediği büyük aile sevgisine rağmen Arap dünyasında şiddet Batılıların idrak edebildiğinden (veya Arapların kabul etmek istediğinden) çok daha yaygın. Fakat bence Ortadoğu’yu askeri olarak terk etmemiz de gerekiyor. Bulabildiğiniz her yoldan Araplara öğretmenlerimizi, iktisatçılarımızı, ziraatçılarımızı gönderelim. Fakat askerlerimizi çekelim. Onlar bizi savunmuyor. Bu dünyanın Kaide’lerinin beslendiği adaletsizliği çoğaltan kaosun ta kendisini yayıyorlar. Hayır, Araplar bizim görmek istediğimiz türden ekonomi aşığı, cins eşitliğine dayalı, şen şakrak demokrasiler üretmeyecek. Fakat ‘bizim’ vesayetimizden bir kurtulsalar, belki toplumlarını kendi insanlarının lehine geliştirecekler. Hatta belki ülkelerinin kendilerine ait olduğuna inanır hale bile gelecekler. (28 Temmuz 2009) Radikal

Evren Hakikatleriyle Insan ve Ahlak=Mikro Kozmos


Yerelden evrensele, bireyden topluma, kırdan kente, yeryüzünden gökyüzüne sıçrayıp katmerleşerek büyüyen sorun ve krizlerin neresindeyiz? Ontolojik gerçekliğimizi bu diyalektiğin neresine koyabiliyor ya da görebiliyoruz? Tüm kötülükler kaynağını anlamamazlık-cehaletten alıyorsa o zaman bu muamma nasıl çözülür? Peki kendisi, halen sırlarla dolu-çevrili insanoğlu kozmostaki hangi muammayı çözebilir ve sorunlara çözüm bulabilir? Çözünürlük durumumuzu büyük bir aydınlanma olarak anlıyorsak çözümleyen koca yanımızı büyük bir cehalet yığını mı sayacağız? Halen insan türü olarak sorunsuz, özgürce beraber yaşamayı başaramayan insan, acaba evrenle-tabiatla özgürce-sorunsuzca yaşayabilir mi? Biz evrensel oluşum diyalektiğinin bir parçasıysak, zihinsel varlığımızla HAYATİ isek evrensel adalet ilkeleri ya da ahlakın neresindeyiz? Sorulması ve cevaplanması gereken çok şey olduğu gibi birçok soru da vardır. Konu eğer hakikate ulaşmak veya/ya da yakınına uğramaksa bunun bir ilkesi-ahlakı elbette olmalıdır. Artık ne nesnel ne öznel ayrımını yapıp determinizmle hakikate ulaşabiliriz ne de salt ruh-beden ayrımını yapıp "bütün"lüğü parçalayarak yakın olabiliriz. Bunları da bütünlüğü içinde görmekle beraber, kaynağından başlayarak aramak DOĞRUYA veya doğruya yakın bir sonuca ulaştırabilir.

KOZMOS İLKESİ VE CANLILAR


Kozmos ilkesi, insanda da işledi, işlemekte. Tüm paleolitik, mezeolitik ve neolitik en yüksek duygusal zeka yoğunlaşması başta olmak üzere, dağlık Afrika riflerindeki ilk kopan primatlara kadarki süreç, öncesiyle-sonrasıyla tam bir diyalektik ahenklik içinde bu ilkeyle iç içedir; aşık aşıkane dediğimiz ilişki ağı ve optimalitesi de bunun kendisi olmaktadır. Doğa-tabiat, insan-toplum iç içeliği de diyebiliriz. Buraya kadar evren, doğa, doğa-toplum tüm varlık ve farklılıklarıyla keskin bir ayrılıktan uzaktır, iç içelik, bütünlük, birbirini besleme-oluşturma esastır. Saf ve temiz işlemekte, birincisi doğa ana şahsında, ikincisi ana-kadın şahsında müthiş bir özgürlük temelinde yürümektedir. Paylaşım sadece besin-gıdasal değil duygusal, ruhsal, büyüsel, iç görüsel düzeyde olup en doğma sırlar bile birbirini açıklamakta. Duygusal, ruhsal, büyüsel, iç görüsel ve elde edilen gıdasal-besinler ile araçlarıyla buluşunca artık ikinci doğanın ilkesi-ahlakı da belirginlik kazanmaktadır. Doğada nasıl ki gerçekleşme ve kendini süreklileştirme ilkesi varsa, var olan bu akıllı çocuğun da kendini var etme ve sürdürmesi için ilkesi-ahlakı olmalıydı. Doğa ana, bilge anaya kucak açıp kozmosun ilkelerinin şifrelerini sundu. Tek başına bu ahlak ilkesinin oluşması da zordur. Ahlak bu iç içeliğin ve paylaşımın ürünü olmaktadır; buna bağlı kalındıkça yaşam özgürce yaşanacak; adeta doğa anayla, kadın ananın birbirine bağlılık yemini ilk anlaşması olmaktadır; eşit, özgür ve kutsaldır. Çünkü bu ilkeyi çiğneyen adeta her iki doğanın da felaketini getirmiş olmaktadır. İnsanlığın mevcut durumu gözetildiğinde bu ilkeyi çiğnediği tüm ekolojik ve toplumsal alanlarda yaşadığı, kaos ve sürelileşen kriz olmaktadır. Felaketin sinyalleri, çanları çoktandır çalmaktadır. Bu ilke çiğnenmemeli. Tüm maneviyat dünyamız bu ilkenin kök hücresinde bir ağacın damarları gibi yayılmakta, bu ilke "manevi uygarlığın" kök hücresi rolündedir. Eğer hakikat doğruya ulaşma veya yakın olma ise küçükten büyüğe, mikrodan-makroya tüm kozmosun işleyişi esaslarını atlamadan, bir zincirin halkaları gibi iç içe bir bütünlüklü yaklaşım esas alınmalıdır; insan burada en büyük laboratuar konumuyla en büyük enformasyonu verecek kaynak durumundadır; hem içerde hem dışardayız; yüzük içimizde! Bununla birlikte şunu da sormak gerekir: Kendimizde kozmosun tümüne de ulaşabilir miyiz? Beyin düzeneğimiz; duygu, düşünce ile iç görümüz bunu çözmeye yeter düzeyde mi? Veya kozmos tüm sırlarını bize açacak kadar cömert olabilir mi? Peki güvenebilir mi? Buna doğru cevap alamazsak ya doğmatik metafizik ya da kaba maddeciliğe düşmekten kurtulamayız. Artık ne her şeyi maddede ne de her şeyi düşüncede arayıp bulabiliriz. Kuantum fiziği bu konuda daha açıklayıcı ve bol seçenekli bir durumu önümüze sermektedir. Atom altı parçacık dalga, gözlenen-gözleyen ilişkisi artık bazı şeylerin ya ak ya da kara ikilemiyle ifade bulamayacağı, hele hele determinizmi tarihsel-toplumsala uyarlamakla tam bir kaos yarattığımızı daha iyi açıklamaktadır. Ve her şeyi de tam tamına bilemeyeceğimizi, bazı şeylerin metafiziksel olduğunu artık bilmekteyiz. Kozmos da öyledir, toplum da. Bir yere kadar bilebilir, bilebilme olasılığımız vardır; kesin biliriz demek, ayağı havada kalma demektir. Yani insan kendisi metafizik yaşayabilmektedir. Tekrardan hatırlayalım insan  tüm bedeniyle çözümlenememiştir; ne kadar çözümlenebilir olasılığı yine tartışma konusudur. İnsandaki diziliş-düzenek kozmostakinden az değildir. İnsandaki madde-enerji-düşün bütünlüğü, bizi güçlü sonuçlara götürebilir. Avrupa'nın o illüzyonist ve şatafatlı, heybetli steplerinde yıllarca lüks mekanlarda zihniyet ve insanlık üzerinde büyük yoğunlaşma ve yaşadığı tecrübelerden sonra "yanlış hayat doğru yaşanmaz" diyen büyük düşünür Adorno'nun bu sözü, aslında maddi hayatın insanlık maneviyatı üzerindeki çok zalimane uygulamalarına karşı bir isyan haykırışı gibidir. Tek kelimeyle şunu demek isterdik fakat ahlak=maneviyatımızı kaybederek vicdansız bir bedene, boş iskelete dönüştük; iskelet ya paraya ya da mala-makine
ye dönüştü yani insan olmaktan düştü. Tıpkı şu günlerde televizyon  reklamlarından birisinde saf, candan bir kız çocuğun "babam Toyota gibi adamdır" özdeyişi aslında birçok şeyi gözümüzün önüne sermektedir.

Evet maddiyatı kıblegah eden bireyin ulaştığı düzey mallaşma-mülkleşmesi olmuştur. Tüm insanlık gelenek ve maneviyatından tersten bir iniştir ki, bırak hayvanlaştırmaya (çünkü hayvanın sezgi düşünüşü vardır) tam bir meta-mallaşmaya iniş demektir. Bedenimizde canlı ve sezgi potansiyeli barındıran, koca bir kemik, kan ve et maddeleşmesi iken beynimiz, düşünümüz hep bu maddi beden yığınlaşmasını aşıp manalaşmaya gayret gösterir. Bu mana-anlamlaşma güçlü iç sezi, vicdan ve düşünme seviyesiyle bir iyiliğe, sevgiye, hoşgörüye, güzelliğe ve doğruluğa ulaşma istemi ve pratiğidir ki, bu da maneviyatımız olmaktadır, ahlakımız olmaktadır. Yaşam bunsuz olmaz, var olmak bu hakikat diyalektiğiyle mümkün görünmektedir. Aslında tarihsel insanlık, izlek bu maneviyatın vicdanen, ahlaken vuku bulmuş, yaşamsallaşmış gelenek ve kültürümüzü de kendisi almaktadır. Birey bununla insanlaşırken-toplumsallaşırken toplum ve insanlaşma da maddi kalmaktan kurtulmuş olmaktadır. Bu yaşam; aşık aşıkane bir ilişki bütünlüğü içinde, en heybetli pınarlar, şelaleler gibi hayata güzellikle fışkırmakta, akar sular gibi doğaya yayılmakta, bahar esintileri gibi yazı-kışı yüzümüzde, bedenimizde ve saçlarımızda dalgalandırmaktadır; bu kelebek rengarenkliğiyle her kanat çırpınışında heyecan, sevgi, coşku ve özgürlük seli olup yüreklerimizde, gözlerimizde, burun ve kulaklarımızda fışkırmaktadır; bu kalp kıpır kıpır atmakta, adeta bedeninden fırlayıp başka bedenlerde de yaşamak istemekte, arzulamaktadır.  Beden içiyle-dışıyla, yüreğiyle, beyniyle her daim bir direnme durumu olmaktadır. Hem de var olma-yok olma hattında; fakat bu gerçeklik var olma ve yok olmak hattında nihai sonuçlar doğurmaz, tersi, bir bütünün gerçekleşme sürecini yaratmaktadır. Yani yürek ve beynimiz tüm varlığımızla olumlaşma ve olumsuzlaşma, yer yer ara bir uzlaşma süreciyle ağırlığını koyan neyse onunla sonuçlanır; bu nihai bir sonuç olmayabilir fakat kendinde ısrarın seçenekleri devasa malzemeler sunmaktadır. Yani ne olmak istersen veya nasıl yaşamalı soruları kadar, daha fazla anlam gücünü içeren diğer bir soru da "nasıl yaşardın-nasıl yaşıyorsun"dur, olmalıdır. Bu sorulara bir ruh, bir  zihin, beden-yürek ve beyin=düşün anlamı ve bütünlüğü içinde cevap ararsak hakikate daha yakın olabiliriz; yani kendimizi=bedenimizi parçalayarak bir sonuca ulaşamayız zaten bir bütünlük için olduğumuz için varız. Biz tuhaf bir varlık değiliz; sadece kendimizi çok bilen durumda olanlarız; kendimizi bilişimiz bilinmediğimizin yanında deryada hatta okyanusta zerrecik bir durumundadır. Onun için felsefenin sloganı "kendini bil" demekse filozof hakikat kapısını-yöntemini aralamış ve açmıştır. İçindeki cevher dışındaki devasa güzelliklerin şifresi saklı özü gibidir; yıllarca hasretinde, özleminde olduğumuz, ayrılmış bir parçamızı görmüş veya bulmuş oluyoruz; bu güzellik evren veya tabiatın herhangi bir şeyi olsa fark etmez.
 
Muhteşem doğa düzeni

Mevcut durumda bilimin üzerinde uzlaştığı kanaat, yerkürenin ilk dönemlerinde "canlılığı harekete geçirmek için gereken ılık bir ortam, çok miktarda su, gerekli atomlar; karbon, hidrojen, oksijen, azot ve fosfor ile enerji"nin olmasıdır. Bu başlangıç ilk etapta bilgi-DNA- ve hücre maddesi zincirlerinin -proteinlerin- oluşması için yeterince basitti; fakat zincirlerin oluşmasından önce halkaların oluşması gerekliydi. Önce DNA nükleoitleri ve proteinlerin aminoasitleri oluşmalıydı; küçük moleküller halkalar olmaktadır. Karbon, hidrojen, oksijen, azot ve fosfor atomlarının kimyasal olarak bağlanmalarıyla olur -morötesi ışınlarla ve şimşeklerle sürekli bombardıman ediliyor; bu işlemin yüz milyonlarca yıl devam ettiği söylemekte. Evet en iyi tahminlere göre evrenimizin yaşı 15 milyar yıl, dünyamızın ise 4.5 milyar yıl, bundan 3 milyar yıl önce yaşam başladı. O zamanlar 1.5 milyar yaşında olan dünya, canlıları barındıracak kadar soğumuştu. Bugün son derece küçük ve basit deniz yaratıklarının 2 milyar yıldan daha eski fosilleri bilimcilerin elindedir. Mevcut durumda kuantum fiziği, gözlemlenen durumu artık hakikate sadece fizik yöntemleriyle ulaşmanın mümkün olmadığını bize göstermektedir. Durum böyle olunca da hakikate ulaşma insanda, iç gözlemle mümkün olacaktır.  İnsanda gerçekleşen hiçbir şeyi hafife almayız, en ufak duygu ve düşünme kırıntısından ulaştığı sonuçlara kadar mikrosuyla-makrosuyla bir bütünlükte buluşmaktadır. Unutmamak gerekir ki, duygulara, iç sezilere deryadır demekteyiz.  Bu derya değil de nedir? Yine neolitik devrimi-toplumsallaşma-bu duygu, sezi zekasının muazzam yoğunlaşma enerjisiyle gerçekleştiği ve tüm tarım, köy devrimi mabediyle, totemiyle tüm yaşamsal gereklilik, ürün ve araçlarıyla, değerler ovandalığı böylesi bir sürenin en belirgin ürünü olmaktadır; analitik zeka yok denecek kadar az olmaktadır, nüfus etmekten uzaktadır. Ana-kadın duygusal zekasıyla bu sürecin başatıdır, bu sürecin erkekte gerçekleşme ihtimali sıfır altı sıfır olmaktadır. Fiziki-biyolojik anatomisi zaten yer vermemektedir. Bin yıllarca bu duygusal zeka yoğunlaşmasıyla toplumsallaşma, insanlaşma gerçekleşiyor; gerçekleşme evrensel diyalektik ilkesiyle ters orantılı değil, adeta bir halkası ama en gözde (duygusal ve beyinselliğiyle) halkası konumundadır. Onun için tüm analık gücünü, emeğini sunmaktadır; dünya toprağıyla kuluçka-yuva solumayı sağlamakta, evren güneşiyle ışık ve nefes-yaşam vermiştir. Kozmos çocuğuna galaksiden yıldızına, ayından güneşine, toprağından suyuna, ağacından hayvanına kadar her şeyini ama her şeyini bu akıllı çocuğun geleceğine seferber etmiştir; adeta onu tüm gizlerinin, sırlarının, muammalarının şifresi olarak yaratmıştır. Evren oluşum ilkesinden bahsetmiştik. "Denilebilir ki tüm evrensel düzen, biyolojik alem ve toplumsal kuruluşların kendileri insan oluşumunun hizmetindedir. Bundan daha büyük adalet olabilir mi? Kendi ilkesine-hakikatine tam bir bağlılık ve uyumdadır. Galiba evren anlamlaşmak-anlaşılmak istemektedir. Hemen hemen tabiatın hiçbir yaratığında olmayacak kadar ilke, doğma ve büyüme sürecinde insanoğlu kadar savunmasız, başkasına bağımlı olmasına rağmen evrenin akıllı çocuğunda yani insanoğlunda ısrar etmesi anlaşılırdır; anlaşılmak istiyor, anlaşılmak ölümsüzleşmektir. Evren bu haliyle canlı potansiyeli taşıyan maddeliğini aşmak istemekte, canlılığı  da maddesini aşmış olmaktadır. Gerçekleşen ilişki müthiştir, besleyicidir, sıcaktır, heyecanlıdır, enerjiktir, aşktır ve hakikattir. İlişki aşık aşıkanedir. Özgürlükte bu oluşma heyecanı olsa gerek arkanda büyük bir evren-tabiat ilkesi, ahlakı durmakta, bu ölçüde her şeyini sana sunmakta. Özgürlük bu değil de nedir? Tüm neolitik ve totemizm ana-kadın ve doğaya iç içe inanma özgürlüğüdür. Unutmayalım dünyamızda hiçbir tür başka bir türü yok etmez, onu amaçlamaz, türün soykırımı, türkırımı yoktur. Hiçbir zaman en basitinden yılanlar farenin soyunu tüketmeyi amaçlayamaz, kurbağayı yok etmez, yırtıcılar hatta en aykırısı duran aslan dahi ceylanı veya avının soyunu tüketmeyi amaçlamaz. Bu
doğa ilkesi-ahlakı çiğnenmez, diyalektiği buna izin vermez; adeta her tür bunun farkında gibidir; hatta birbirini var etme doğada daha başattır. Arılar-çiçekler sadece belirgin bir örnektir, benzerleri sonsuzdur.

Peki neden insanoğlu kendi türünü bile yok edecek-soykırıma uğratacak bir ilk canavar konumuna geldi? İçimizden bir şeylerin diyalektik esaslar, ilkelere ters gittiği ortadadır. Neyle, nerede, niçin sapmaya uğradı?


Necmettin BELLİER
18.01.2011 13:31
 E Tipi Kapalı Cezaevi / Siirt

Demokratik Özerklik üzerine 8

Osmanlı İmparatorluğu'nda Özerk Kürt Beylikleri

Kürtlerin Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde ÖZERK Kürt Beylikleri halinde, bağımsızlığa yakın bir "özerk statü"de 19. yy başlarına kadar 300 yıl yaşadıktan sonra peki acaba ne değişti de bu "Siyasal Statü" sona erip, yerini Osmanlı'ya karşı Kürt isyanlarına bıraktı? Aslında bu, can alıcı bir sorundur. Ve bu sorunun doğru ve bilimsel yanıtını vermeden, günümüzde de halen devam eden Kürt sorununun 200 yıldır var olan kaynaklarını kavramak da mümkün değildir.


Bir kere 17. yüzyılda Osmanlı'nın önünün Avrupa'da kesinlikle kesilmesi gerçeği vardır. İmparatorluk esas olarak bu dönemden itibaren, Anadolu üzerindeki ağır vergi ve haraçlar yoluyla ekonomik sömürüyü derinleştirme ve 15 yıla kadar varan uzun askerlik sürelerini dayatma ihtiyacını duymuştur.
Osmanlı yönetimi, 19. yüzyıl başlarında yerel özerklikleri yok ederek katı bir merkezi otoriteyi tesis etmeye yöneldi. İlk hedefleri  Kürdistan'da Osmanlı egemenliğinde 300 yıldır bağımsızlığa yakın,  ÖZERK STATÜ'de bulunan Kürt beylikleridir. Bu politika Kürdistan'da 19. yüzyıl boyunca devam eden kanlı bir çatışmayı tetikledi
18. yüzyılın başları, Osmanlı İmparatorluğu'nda iç talan politikasının adeta zirvesidir. Bu durum, dıştan besin bulamayan bir vücudun, kendi kendini içten kemirmesine benzemektedir. 19. yüzyıla işte bu bozulma ve çürümeyle girilmiştir. Ayrıca bu dönemde, 1789 Fransız Devrimi'nin ulus-devlet ve milliyetçilik bayrağının, dalga dalga Osmanlı egemenliğindeki halkları etkisi altına alması gerçeği de vardır. Osmanlı yönetiminin tüm bu gelişmelere yanıtı ise 19. yüzyıl başlarında yerel ÖZERKLİKLERİ yok ederek katı bir merkezi otoriteyi tesis etmeye adım adım yönelmesidir. Tabii ki ilk hedefleri de Kürdistan'da Osmanlı egemenliğinde 300 yıldır bağımsızlığa yakın, ÖZERK STATÜ'de bulunan Kürt beylikleridir. Bu politikanın ise Kürdistan'da neredeyse 19. yüzyıl boyunca devam eden kanlı bir çatışmayı tetikleyeceği besbelliydi. Nitekim öyle de oldu. İlk Kürt isyanı 1806 yılında Süleymaniye yöresinde Babanzade Aşireti tarafından başlatıldı. Ve bunu diğer bölgelerdeki isyanlar izledi. Bu önemli tarihsel nedene, bir de o dönem Ortadoğu'yu büyük bir iştahla işgale yönelen başta İngilizler olmak üzere Batı emperyalizminin "tavşana kaç, tazıya tut", ya da "böl, parçala, yönet!" olarak somutlanabilen sinsi oyunlarını da eklerseniz; Ortadoğu'da 1806'dan günümüze 200 yıldır süren Kürt sorunu ve Kürt isyanlarının tarihsel nedenleri de, daha güçlü temellerde kavranılmış olur.

Kanımca bu tarihsel süreci iyice bilince çıkaran Mustafa Kemal, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu aşamasında, dönemin uluslararası konjonktürü ve içteki güç dengelerini de iyi hesaplayarak, Lozan Antlaşması'yla (1923) yeni devleti güvenceye almadan önce, Kürtlere karşı çok dikkatli bir politika izledi. Amasya Tamimi (1919), Erzurum ve Sivas Kongre (1919) kararları, Kürtlerin beklentilerini dikkate alan içerikteydi. 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara'da kurulan ilk Büyük Millet Meclisi'nin (BMM) zabıtları, bu kurumun "Türklerin ve Kürtlerin ortak meclisi" olarak şekillendiğini gösteren tarihi şahitler niteliğindedir. Özellikle Mustafa Kemal'in 1919-1924 yılları arasında sürekli olarak, Türklerle Kürtlerin eşit haklarından, bu iki kurucu asli unsurun, devletin ortakları olduğundan ve Kürdistan'ın siyasi statüsünden çokça söz ettiği tarihi kayıtlarla sabittir. Hatta 27 Haziran 1920 tarihli ve "BMM vekiller Heyetinin Kürdistan hakkında El Cezire Cephesi Kumandanlığına Talimatı" başlığıyla, Mustafa Kemal'den Nihat Paşa'ya gönderilen telgrafın, 5 maddeden oluşan belgesi, bugünkü anlaşılır Türkçe'yle şöyle demektedir;


"Kürdistan hakkında Büyük Millet Meclisi Vekiller Heyetinin El Cezire Kumandanlığı'na talimatıdır:


1- Adım adım bütün memlekette ve geniş ölçüde doğrudan doğruya halk tabakalarının ilgili ve etkili olduğu, mahalli idareler kurulması iç siyasetimizin gereğidir. Kürtlerin oturduğu bölgelerde ise, hem iç siyasetimiz ve hem de dış siyasetimiz açısından adım adım mahalli bir idare kurulmasını gerekli bulmaktayız.


2- Milletlerin kendi kaderlerini kendilerinin idare etmeleri hakkı, bütün dünyada kabul olunmuş bir prensiptir. Biz de bu prensibi kabul etmişizdir. Tahmin olunduğuna göre, Kürtlerin bu zamana kadar mahalli idareye ait teşkilatlarını tamamlamış, reisler ve ileri gelenleri, bu amaç adına bizim tarafımızdan kazanılmış olması ve reylerini açıkladıkları zaman, kendi kaderlerine zaten sahip olduklarını, BMM idaresinde yaşamaya talip olduklarını ilan etmelidirler. Kürdistan'daki bütün çalışmanın bu amaca dayanan siyasete yönelmesi El Cezire Cephesi Kumandanlığı'na aittir.


3- Kürdistan'da Kürtlerin, Fransızlara ve özellikle Irak sınırında İngilizlere karşı düşmanlığını, silahlı çarpışma yoluyla değiştirilmeyecek bir dereceye vardırmak ve yabancılarla Kürtlerin birleşmesine engel olmak, adım adım mahalli idarelerinin kuruluş sebeplerini kendilerine açıklamak ve böylece bize yürekten bağlanmalarını sağlamak, ayrıca Kürt liderlerinin mülki ve askeri makamlarla görevlendirerek bize bağlanmalarını sağlamlaştırmak gibi genel çizgiler kabul olunmuştur.


4- Kürdistan iç siyaseti El Cezire Cephesi Kumandanlığı tarafından birleştirilecek ve idare edilecektir. Cephe kumandanlığı bu konuda BMM Başkanlığı ile haberleşir. Vilayetler tarafından izlenecek hareket çizgisini düzenleyecek ve birleştireceğinden dolayı, mülki memurların ve yöneticilerinin bu husustaki mercii de yine cephe kumandanlığıdır.


5- El Cezire Cephe Kumandanlığı, idari ve adli veya mali değişiklik ve düzeltmeye gerek gördükçe, bunun uygulanmasını hükümete önerir.


El Cezire Cephesi Kumandanı Nihat Paşa'ya özeldir!


Büyük Millet Meclisi Vekiller heyeti tarafından Zat-ı Devletlerine mahsus olmak üzere, Kürdistan hakkında düzenlenen bu talimat, yukarıda olduğu gibi bildirilir.


Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal."

(TBMM gizli celse zabıtları Cilt:3 Sa: 550-551-İş Bankası Yayınları)


İDARİ YERİNDEN YÖNETİM

 
Yerinden yönetim, diğer bir deyişle 'Adem-i Merkeziyet' usulü 1921 Anayasası'nda asli ve geneldir. Özellikle de 'YEREL ÖZERKLİK', 1921 Anayasası'nın siyasal ve hukuki alanında 'parlamentonun üstünlüğü' ilkesinden sonra gelen üçüncü temel anayasal ilkedir
Bu siyasetin özünden güç alan, Osmanlı'nın ilk Anayasası olan 1876 Anayasası'nın vilayet sistemini öngören ve yerel özerkliği esas alan 20 Ocak 1921 tarihli ve kısaca "1921 Anayasası" dediğimiz "Teşkilat-ı Esasiye Kanunu"; BMM Genel Kurulu'nda büyük bir oy çoğunluğuyla kabul edildi. Zaten 23 Nisan 1920'de kurulan ilk Büyük Millet Meclisi'nin devleti kurmaya başlarken iki temel siyasi yönelimi vardı: Birincisi, Meclis hükümeti rejimi ile bütün yetkiler BMM' de toplanmıştı. İkinci olarak ÖZERKLİK ilkesine büyük önem verilmiş, yerel temsile ve ÖZERK organlaşmaya olanak tanınarak, demokratik bir yönelim ortaya konulmuştu. Nitekim 1921 Anayasası'nın yerel yönetim alanındaki temel ilkesi de ÖZERKLİKTİ. Örgütlenme ilkesi bakımından VİLAYET ŞURALARI küçük bir BMM gibiydi. "İdari Yerinden Yönetim" ilkesine bağlı olarak, ÖZERKLİKLERİ mahalli işlerle sınırlıydı. Vilayet Şuralarına hiçbir biçimde yasama yetkisi verilmemiş, sadece "tanzim ve idare" yetkisiyle donatılmışlardı. Öz olarak 1921 Anayasası; taban inisiyatifini merkezileşmeye tercih ederek, demokratik bir öz taşımaktadır.

Merkezi otorite, 1921 Anayasası sisteminde yalnızca ülke içi ve dışı genel siyaset, din, adliye, dış ticaret, ordu ile ilgili genel konular ve uluslararası ilişkiler gibi merkezi yetkilere sahiptir. Geriye kalan eğitim, sağlık, kültür, vakıflar, medreseler, iç ekonomi, tarım, bayındırlık, sosyal yardımlaşma gibi işlerin düzenlenmesi ve yürütülmesi ise; "VİLAYET ŞURALARI"nın yetkisine bırakılmıştır. Bu organlar, orada oturan halk tarafından seçilir ve kent içinde bir başkan ve bir idare heyeti seçer. Bu üçlü kurumlaşma, 1921 Anayasası'nın Meclis Hükümeti rejiminin öngördüğü kurumlaşmanın minyatürüydü. Buna göre vilayet hem bir mülki birimdir, hem de bir yerel yönetim birimidir. BMM'nin vekili ve temsilcisi olan vali; vilayette "yalnızca devletin genel görevleri" ile sınırlı yetkilere sahiptir, vilayet yerel yönetiminin yürütme organı ve vilayet halkının temsilcisi değildir. Anayasaya göre Vilayet Şurasının icra yani yürütme amiri, halkın seçimiyle gelmiş Vilayet Şurası Başkanı'dır. O halde bu seçilmiş başkan, vilayet halkını temsil eder ve Vilayet Şurası'nın idare heyeti ile birlikte yürütme organıdır. Daha küçük yönetim birimi olan nahiyelerde ise, "yerel işlerin merkeze danışılmadan yürütülmesi" gibi tam bir yetki ve inisiyatif söz konusudur. Yine nahiyeler bu özelliklerinin yanında, toplumsal ve siyasal yapının temel birimi olarak ele alınmışlardır. Bu sistemde nahiye müdürleri seçimle göreve gelmekte ve gerektiğinde azledilmekte, nahiyelere kadar idari özerklik anayasal güvenceye alınmaktadır. KÜRTLERİN kendi kendilerini yönetme ve ulusal haklarını özgürce kullanma talepleri de bu çerçevede karşılanmaya çalışılmıştır.


Bir bütün olarak 1921 Anayasası'nın devlet yapılanmasında "Merkeziyet Usulü" sınırlı, hatta istisnaidir. Yerinden yönetim, diğer bir deyişle "Adem-i Merkeziyet" usulü ise asli ve geneldir. Özellikle de "YEREL ÖZERKLİK" 1921 Anayasası'nın siyasal ve hukuki alanında "parlamentonun üstünlüğü" ilkesinden sonra gelen üçüncü temel anayasal ilkedir. 24 maddelik anayasanın 14. Maddesi'nin yani yarıdan fazlasının taşranın özyönetimine, özellikle de "YERİNDEN YÖNETİM" ilkesine ayrılması (madde 11-23 arası) bunu çarpıcı bir biçimde göstermektedir. Buna da yerel katılım veya "yerel demokrasi" adını vermek, kanaatimce yanlış olmaz. Üniter devlet kavramını, siyasal-kültürel çoğulculuğu reddeden bugünkü katı merkeziyetçi anlayış, o dönemde söz konusu değildir. Tersine Kürtler, "Türkiye Devleti", "Türkiye Halkı" kavramlarıyla kucaklanmış ve etnisite tanımından uzak bir zihniyet, anayasanın özüne hakim olmuştur. Anayasa gereği Kürtler, genelde BMM'de kimliğiyle siyasal temsilini sürdürürken; (Kürdistan milletvekilleri ve ulusal kıyafetleriyle) özelde de yine anayasanın yerel özerklik (madde 11-23 arası) ilkesi gereğince nüfusça yoğun oldukları illerde "Vilayet Şuraları" ve nahiyelerde kendi kendini yönetme, özyönetimini kurma, dolayısıyla bu anlamda kendi kaderini, kendi geleceğini, kendi eliyle, kendi özgür iradeleriyle belirleme olanağına ve hakkına, hem hukuken, hem de anayasal düzeyde kavuşmuştur.


Bundan dolayı 23 Temmuz 1923 tarihli LOZAN ANTLAŞMASI, 1921 Anayasası'ndan kopuk ele alınamaz. Hatta bu anayasanın bir devamı ve tamamlayıcı parçasıdır. Bu aynı zamanda, Kürtlerin büyük çoğunluğunun 10 Ağustos 1920 tarihli SEVR oyununa gelmediği; BMM ve LOZAN'dan yana neden tutum aldıklarının da en özlü ifadesi olmaktadır. Bu sonucu sağlayan faktörün de, özünde 1921 Anayasası'nın sistemi ve anlayışı olduğu da apaçık ortadır. Öte yandan bu anayasa, 1876 Anayasası'nın 1. Maddesi'nde geçen ve özünde Kürt feodal sınıfının çıkarlarına hizmet eden "Eyalet-i Mümtaza" yani "ayrıcalıklı eyalet" sistemini de kaldırarak; yerine daha demokratik, seçimle gelen nahiye ve Vilayet Şuralarında ÖZERKLİK ve özyönetim sistemini getirmiştir. Bu açıdan da önemli olduğu besbellidir. Ancak 29 Ekim 1923 günü ilan edilen cumhuriyetten sonra yürürlüğe giren 1924 Anayasası; bu demokratik özü terk ederek İttihat Terakki'nin, katı merkeziyetçi ve Türkçü zihniyetini benimsemiştir ki, ondan sonra çıkan tüm Kürt isyanları dahil, günümüzdeki Kürt sorunu kaynaklı tüm siyasi çıkmazların da kaynağını teşkil etmiştir.


Mustafa Kemal ve arkadaşlarının, devletin kuruluş sürecinde Kürtlere ve Kürt sorununa dikkat çekmek amacıyla, bir önemli tarihi belgeye daha değinmek gerekir. Texsas Üniversitesi Ortadoğu uzmanlarından Robert OLSON'un İngiliz gizli belgelerinden derlediğine göre, BMM, 10 Şubat 1922 tarihli gizli oturumunda "KÜRDİSTAN'IN ÖZERKLİĞİ YASASI"nı 64'e karşı 373 oyla kabul etmişti. İngiliz yüksek komiseri Horace Rumbold, Dışişleri Bakanı Curzon'a yazdığı yazıda, Meclisçe onaylanan bu 18 maddelik yasayı rapor eder.

 
KÜRDİSTAN ÖZERK YÖNETİMİ

Son dönemde gündemleşen bu yasa metniyle ilgili yorum yapanlardan bazıları, 10 Şubat gününün cuma gününe rast geldiğini ve o gün resmi tatil olduğundan, muhtemelen böyle bir belgenin gerçek olamayacağı yönünde kuşkular yaratmaya çalışmaktadırlar. Oysa BMM'nin açılışının dahi, cuma namazı kılındıktan sonra gerçekleştiğini, kuruluş aşamasındaki ve işgal altındaki bir ülkede bırakınız tatil günlerini, gece sabahlara kadar meclisin çalıştığını hiç dikkate almıyorlar. Üstelik 9 Şubat ve 11 Şubat tarihinde Meclis'te gizli oturumlar yapılmışken, neden tatil günü denilerek 10 Şubat'ta bu derece önemli bir "yasa"nın çıkarılmasına ara verilmektedir? Bunun mantıklı bir izahı var mıdır? Kaldı ki yukarıda zikrettiğimiz 27 Haziran 1920 tarihli "El Cezire Kumandanlığına Talimat" ile 1921 Anayasası'nın ruhuyla, aşağıda bazı maddelerini göreceğimiz bu tarihsel belgenin ruhu, birbiriyle çelişmek bir yana, birbirini tamamlamaktadır. Yine ekleyelim ki, bu yasanın 3 Mart 1924 günü TBMM'de alınan bir kararla yürürlükten kaldırıldığı yönünde, bazı bilim insanlarının tespitleri vardır.


Kaldı ki hiç böyle bir belge ortada olmasa dahi; sadece 1921 Anayasası'nın ruhu, o dönemde Kürtlerin kimliğinin, haklarının ve kendi kendini özerk olarak yönetme hakkının, devletçe tanındığını kanıtlamaya yeter de artar bile. Ortada böyle bir anayasa güvencesi olmasaydı, Kürtlerin LOZAN Antlaşması'na (23 Temmuz 1923) bu derece büyük bir destek vereceklerini kim ve neye dayanarak iddia edebilir ki? Tarihe yönelik yorumlar yaparken o dönemin tüm önemli siyasi gelişmelerinin birbiriyle olan diyalektik bağını göz önünde tutmak, bilim namusunun bir gereği olmalıdır. Öyle değil mi?


Sözü daha fazla uzatmadan, bu 18 maddelik yasanın, günümüzdeki "Demokratik Özerklik" tartışmalarına da bir ışık tutması açısından, bazı önemli maddelerini sıralamak gerekir:


"
Madde 1: BMM, Türk milletinin medeniyetin gerekleri doğrultusunda ilerlemesini sağlamak amacıyla, Kürt Milleti için kendi milli gelenekleriyle uyum içinde bir ÖZERK YÖNETİM kurmayı taahhüt eder.

Madde 3:
BMM, tüm Kürt milleti tarafından benimsenen ve onurlu bir geçmişe sahip deneyimli bir yöneticiyi Genel Vali olarak seçecektir.

Madde 4:
Genel Vali üç yıl için atanacaktır. Bu dönemin bitiminde eğer Kürt milletinin çoğunluğu, önceki genel valinin görevine devam etmesini istemiyorsa, yeni bir Genel Vali Kürt Milli Meclisi tarafından seçilecektir.

Madde 6:
Kürt Milli Meclisi, Doğu Vilayetleri'nde genel oya dayalı seçimle oluşturulacak ve her meclis üç yıl için seçilmiş olacaktır.

Meclis oturumları 1 Mart'ta başlayacak ve 4 ay süreyle görev yapacaktır. Eğer Meclis bu süre içerisinde işlerini tamamlayamazsa süre, üyelerinin çoğunluğunun isteği ve Genel Valinin onayıyla uzatılabilir.


Madde 9:
ÖZERK BÖLGE sınırları karma bir komisyon tarafından belirleninceye kadar KÜRDİSTAN İDARİ BÖLGESİ Van, Bitlis, Diyarbakır Vilayetleri, Dersim Sancağı ve kimi kaza ve nahiyeleri içerecektir.

Madde 10:
Kürdistan'ın yönetimine ilişkin olarak, bazı yerlerde yerel duruma uygun olarak bir yargı örgütü oluşturulacaktır. Bu örgüt şu an için yarısı Türk, diğer yarısı Kürt olmak üzere yetkin elemanlardan oluşacaktır. Emeklilikleri durumunda Türk görevliler Kürt görevlilerce değiştirilecektir.

"
Madde 12: Doğu Vilayetlerinde düzeni korumak amacıyla bir Jandarma Kolordusu oluşturulacaktır. Kürt Milli Meclisi bu kolordunun oluşturulmasına ilişkin yasayı inceleyecek, ancak jandarmanın üst komuta hizmetleri, gerekli görüldüğü sürece yüksek rütbeli Türk görevlilerin elinde olacaktır.

Madde 15
: Türk Dili sadece Kürt Milli Meclisi'nde idari işlerde ve hükümet idaresinde kullanılacaktır. Bununla birlikte Kürt Dili okullarda öğretilebilir ve yönetim, Kürt dilinin gelecekte hükümetin resmi dili olma talebine temel teşkil etmeyecek şekilde bu dilin kullanılmasını teşvik edebilir.

"Madde 17:
Genel Valinin onayı alınmadan ve BMM bilgilendirilmeden Kürt Milli Meclisi, hiçbir vergi uygulamasına girişemez.

Boroce Rumbold-Yüksek Komiser."

(Ahmet Mesut, İngiliz Gizli Belgelerinde Kürdistan 1918-1958, Doz Yayınları)

YARIN:
lX-Türkiye Cumhuriyeti'nin idari yapısında, Demokratik Özerklik modeli ile reform

Hatip DİCLE
19.01.2011 00:16