15 Kasım 2011 Salı

Van Depreminin Ardından Bir Kez Daha: Muhafazakarlığın Dili

Dile getirilen yorumların sıradan, rutin veya aynı anlama gelmek üzere normalleşme emareleri göstermesi esas olarak ne ile ilişkilidir? Devletin “milletin öz evlatları” tarafından dönüştürülerek kendi “milletine yabancı unsurlardan” arındırılmış olması ile devlete hakim olan bu “öz evlatların” kültürel kodlarının toplumsal yaşamda hakim olan ana unsur olması arasında sıkı bir ilişki yok mudur?

İnsan vicdanının ve adalet duygusunun bu ülkede adeta test edildiği her uğrakta aynı hayal kırıklığını yaşamak, benzer bir öfkeyi dile getirmek ve bu ülkenin nasıl olup da bu hale getirildiğini sorgulamaktan kendimizi kurtaramıyoruz. Gündelik yaşamda adeta olağanlaşan kadın cinayetlerinden tecavüz vakalarının artışına ilişkin yorumlara ve oruç tutmadığı için gerçekleştirilen şiddet vakalarına göz attığımızda çok daha karamsar olmakta ve söz konusu durumun içinden nasıl çıkılacağı meselesi içinden çıkılamaz bir boyut kazanmakta. Söz konusu örneklere Van’da yaşanan depremle ilgili yorumları eklediğimizde ise, akıl ve vicdan sahibi insanların öfkelenmemesi, yaşatılan kokuşmuşluğa bilenmemesi mümkün görünmüyor.


Nurcuların Yeni Asya’sında depremin gerçekleştiği Kürt coğrafyasına atıf yapılarak söz konusu durumun ilahi adaletin tecellisi biçiminde yorumlanmasının ardından, Müge Anlı gibi cehalet üreten bir şahsiyetin “Herkes haddini bilecek. Yeri geldiğinde taş atacaksınız, kuş avlar gibi avlayacaksın sonra yardım isteyeceksin. O polisler hemen yardımına koştu oradakilerin. O taş atanların eli kırılsın” şeklinde tezahür eden ifadeleri ile adeta tüy dikmesi, aslında son birkaç yıl içinde kendisini frenlemek konusunda hiçbir engel tanımayan İslamcı muhafazakar ve şovenist kültürün gemi azıya alması olarak yorumlanabilir.


Yargıdaki iş yükünü hafifleteceği gerekçesiyle “tecavüze uğrayan kadınların tecavüzcüleri ile evlendirilmelerini” dile getirmekten herhangi bir beis duymayan hâkim ve savcıların varlığını, eşine dayak atan kocayı engellemeye çalışan duyarlı insanlara ceza yağdıran mahkemeleri, hukuka bağlı kalması gereken cumhurbaşkanının “intikamımız misliyle alınacaktır” sözlerinin dile geldiği bir ülkede meseleye nereden başlanacağı da yanıtlanması oldukça zor bir soru.


Ancak burada bir başlangıç noktası olarak sorulması gereken soru şu olabilir. Dile getirilen yorumların sıradan, rutin veya aynı anlama gelmek üzere normalleşme emareleri göstermesi esas olarak ne ile ilişkilidir? Belki de kritik nokta normalleşme kavramında yatmaktadır. 2. Cumhuriyet kurucularının tepeden inmecilik, vesayet ve bilcümle Amerikan sosyolojisinden bozma kavramlarla Türkiye’ye yönelik analizlerinde dile getirilen “siyasal normalleşmenin” toplumsal karşılığı gerçekten de bu mudur? Bir başka deyişle, devletin “milletin öz evlatları” tarafından dönüştürülerek kendi “milletine yabancı unsurlardan” arındırılmış olması ile devlete hakim olan bu “öz evlatların” kültürel kodlarının toplumsal yaşamda hakim olan ana unsur olması arasında sıkı bir ilişki yok mudur?


Kısacası 12 Eylül’ün liberal-muhafazakâr toplumsal projesini kendi mantıksal sonucuna vardıran AKP’nin bir devlet partisi olarak kendi otoriter rejimini inşa etmesi ve bu eksende devleti eski rejimin unsurlarından arındırması ile devletin yeni sahipleri olarak kendi asli kültürel ve ideolojik kodlarına yaşam alanı tanıması, bunun dışında kalan unsurları toplumsal bir baskı ile dışlaması arasında hiç mi ilişki bulunmamaktadır?

* * *


Türkiye toplumunda bugün yaşanan yozlaşmanın ve gericileşmenin çok büyük ölçüde devletin 2. Cumhuriyet projesi ekseninde dönüştürülmesi çabaları ile paralel geliştiğini vurgulamak gerekiyor. Ve elbette ki burada alınacak milat 12 Eylül olarak karşımızda duruyor. Ancak buna değinmeden önce çok kısa olarak 80’lere kadar olan süreçte dünyadaki genel yönelime vurgu yapmak gerekiyor.


Sosyalizmin, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından dünya coğrafyasında büyüyerek çıkmasının ardından geliştirilen anti-komünist strateji hedefine aynı zamanda onun da üzerinde yürüdüğü modernleşme zeminini alır. Sosyalizmin otoriter bir rejim ürettiği, demokratik olmadığı ve devletin ekonomideki varlığı üzerinden bireyin özgürlüğünü sınırladığı biçiminde beliren argümanlar, söz konusu sosyalizm eleştirisini rasyonalizme dayalı toplum oluşumlarından hareketle toplum sözleşmesine kadar vardırılır.


Kendisini en özlü haliyle Hayek’in yorumlarında göreceğimiz bu okuma biçimi 1789’dan 1917’ye kadar bir hat çizerek hem felsefi hem de ideolojik olarak bunun karşıtında yer alan bir konumlanış olarak gelişir. Bu süreçte sosyalizme yönelik eleştirilere akıl, rasyonalite ve bilime yönelik ideolojik eleştiriler eşlik eder. Bunun bir diğer ayağını ise kapitalizmin 70’lerde yaşadığı ekonomik krize karşı üretilen neoliberal cevap oluşturur. Keynesyen modelin, arz yönlü iktisat modeli ile ikame edilmesi, sermayenin emek aleyhine büyümesinin bütün kazanılmış hakları geri alacağı bir sürece işaret eder. Anti-komünist ve modernleşme karşıtı ideolojik inşa süreci bu anlamıyla neoliberalizmin insana yönelik yaklaşımı ile bütünleşir. Söz konusu yaklaşımın kendisini gösterdiği nokta ise, yurttaşlık yaklaşımının yaşadığı dönüşümde billurlaşır. Bu sürecin politik yürütücüsü olan Reagan ve Thatcher’da simgeleşen yeni sağın meseleyi nasıl algıladığını Tom Bottomore şöyle tanımlamaktadır:


Yeni Sağ ideolojisi, zamanla, sosyal hakları yurttaşlık kurumunun bir uzantısı olarak görmemeye başlamış, kamu hizmetleri yerine özel hizmetlerin oluşumunu desteklemiş (özel sağlık hizmetleri, eğitim, özel belediye hizmetleri, kamu hizmetlerinin ticarileşmesi vb.) ve yoksulları özel yardıma muhtaç zavallı ikinci sınıf yurttaşlar olarak değerlendirmiştir. Bu durumda tahribata uğrayan sadece yoksulların sosyal hakları değildir, medeni haklar da bu tahribattan nasibini almıştır.” ( T.H.Marshall-Tom Bottomore, Yurttaşlık ve Toplumsal Sınıflar, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2006, s.74 )

80’lere gelindiğinde anti-komünizmi, akılcılığı ve yurttaşlık yaklaşımını hedef alan yaklaşımın toplumsal yaşamdaki belki de en önemli karşılığı yoğun bir dinselleşme olarak belirir. ABD’de başta evanjelizm olmak üzere dinselliğin çok daha açık bir biçimde kendisini ifade etmeye başlaması dünyanın diğer bölgelerinde de görülür. Brzezinsky’nin dost ülkelerde ılımlı İslam’ın -Türkiye’de Gülen hareketi- düşman ülkelerde ise radikal İslam’ın -Sovyetlerin hakim olduğu Afganistan’da Taliban örneği- desteklenmesine yönelik ifadelerinin ABD stratejisi olarak resmileşmesi, söz konusu dinselleşmenin emperyalist merkezlerce teşvik edildiğini gösterir.


Dünyadaki akıl ve aydınlanma karşıtı ideolojik ve politik yönelimlerin Türkiye uzanımı da benzer bir görünüm sergiler. 80 öncesi Soğuk Savaş konseptinde aynı zamanda güçlü bir kültürel form haline gelen anti-komünist hat, komünizmin bir tehdit konsepti olarak etkisini kaybetmeye başladığı süreçte onun üzerinde hareket ettiği modernleşme zeminini ve bu anlamda 1923 paradigmasını hedef alır. Lakin söz konusu projenin kadrolarının toplumsal yaşamdaki karşılığına göz attığımızda ise, bu ülke ilericilerinin hiç de yabancısı olmadığı bir fotoğrafın karşımızda durduğunu görürüz. ABD’nin Soğuk Savaş konseptinden geçmiş anti-komünizmi bu ülkenin ilericilerine yönelik kontrgerilla faaliyetlerinin içinde, sanatın içine tükürenleri Ankara’daki Hitit heykelini yıkmaya çalışan Milli Türk Talebe Birliği’nde ve aydınlanma düşmanlarını orta çağı aratmayacak Sivas katliamı ve 90’lar boyunca süren aydın kırımının içinde buluruz.


80’lerde ise Türkiye siyaset alanında akademideki üretim (merkez-çevre ekseninde gelişen Türkiye modernleşme sürecine yönelik okuma), Birikim ve Türkiye Günlüğü gibi dergilerin yayınları ve toplumsal yaşamda Gülen cemaatinin aktivasyonları ile bu eksende belli bir konsolidasyon sağlanır. Bu o derecededir ki, Ahmet İnsel’in Birikim’in daha ilk sayılarında kaleme aldığı yazıların laiklik meselesi olduğu, laikliğin demokrasi ile ilişkilendirilmesi gerektiği ve bu anlamda ittifak yapılacak en güçlü unsurun radikalleşmemiş İslam yorumuna sahip hareketler olduğu biçimindeki değerlendirmeleri, ilişkinin çok daha sistemli bir biçimde üretilmeye çalışıldığını gösterir.


Bu odağın 2. Cumhuriyet projesi kapsamında ilk elden tartışmaya açtığı başlıkların laiklik olması bu anlamda önem taşır. Fakat bu öncelik yalnızca siyasal anlamda değil aynı zamanda ima ettiği toplumsal algı açısından da önemsenir. Zira laisizme yönelik mücadelenin yoğunlaştığı AKP yıllarında yaşanan tartışmalara göz attığımızda, söz konusu karşıtlığın çok büyük ölçüde kültürel formlar üzerinden yürüdüğü görülür. Bu tartışmalarda laikliğin Türkiye’de yorumlanış biçiminin yanlış olduğu, bunun din karşıtlığına indirgendiği ve inanç hürriyetinin önünde engel oluşturduğu argümanları ağırlık kazanır. Taha Akyol, 3 Kasım 2006’daki “Türkiye Laik Kalacak” başlıklı yazısında şöyle söyler:


Tartışma şeriat ile laiklik arasında değil, laikliğin kalıplaşmış resmi yorumuyla gelişen liberal yorumu arasındadır.
Türkiye laik kalacak ama laiklik donup kalmayacak! Laiklik liberalleşecektir; Türkiye modern, demokratik bir ülke olacaksa!


Tartışma laikliğin liberalize edilmesi anlamına gelecekse yürütülecektir. Peki, laiklik liberalize edildiğinde ortaya nasıl bir tablo çıkacaktır?


Söz konusu eleştirilerin çoğulcu toplum ve kültürel formlar üzerinden inanç özgürlüğüne indirgenmesi, aslında muhafazakarlığın kendisini toplumsal yaşamda ifade edecek bir özgürlüğe kavuşması anlamına gelir. Akyol’un şu cümleleri bunun bir belirtisi olarak değerlendirilebilir:


Bizde laiklik varlıklı kesimlerin yaşayabileceği belli bir tek hayat tarzıyla özdeşleştirilerek topluma sunuldu, üstelik 'resmi itikat' haline getirildi… Sosyolojik dinamiklerle çoğulculaşan bu toplumda laiklik elden gitmiyor, aksine modernleşme gelişiyor, tabana yayılıyor. Muhafazakâr kadının sosyalleşmesi bunun en iyi kanıtıdır… Şehirleşen, dışa açılan, okuyan, ekmeğini piyasadan kazanan Türkiye'de kaçınılmaz olarak inanış ve yaşayış biçimleri çoğulcu hale geliyor.

Evet, aslında Akyol, liberalleşen muhafazakârların kendi kültürel formlarının toplumsal yaşamda alan bulması gerektiğini ve bunun önündeki engelin kendi ifadesi ile itikatleşmiş laiklik olduğunu belirtir. Bu yaklaşımın meşruiyetini ise, toplumun değişim gösterdiği ve muhafazakârların liberalleşmesi anlamında çoğulcu bir nitelik geliştirdiği yaklaşımında bulur. Liberalizm bu anlamda muhafazakârlığın toplumsal yaşamda kendisini ifade etmesinin bir aracı olarak anlam kazanır.


AKP’nin kapatılma davası sürecinde laiklik üzerinden yürüyen tartışmaları, bu sürecin ardından hız kazanan Ergenekon operasyonları aracılığıyla Kemalizmin tasfiye sürecinin hızlanması ile birlikte düşündüğümüzde ise, devleti dönüştürme projesinin yalnızca siyasi boyut üzerinden yürümediği görülür. Devlet “laisist” kadrolardan arındırılırken ve yukarıda tariflenen gelenek ile organik ilişki içindeki kadrolarla ikame edilirken aynı zamanda toplumsal yaşamda da devletteki dönüşüme paralel olarak muhafazakârlığın ayrıcalık ve daha da ötesinde hâkimiyet talebi geliştirdiği görülür. Söz konusu sürecin AKP lehine sonuçlanması ise Türkiye’de laisizmin kaybettiği, toplumsal ve siyasal iddialarını yitirmiş bir pozisyona sabitlendiği anlamına gelir.


Burada önemli olan bir diğer nokta ise, lasisizmin yenilgisinin ardından devletteki dönüşümün ve muhafazakârlığın kendisini toplumsal yaşamda dile getirmesinin nasıl bir görünüm kazandığıdır. Aslına bakılacak olursa bu sürecin toplumsal karşılığı da siyasal alanda yaşanan gelişmelerden pek de farklı işlememektedir. AB süreci ile liberallerin desteğini alarak demokrasi-darbecilik eksenine yerleştirilen siyasal alanda eski rejimin tüm unsurlarını tasfiye eden AKP’nin, 12 Eylül referandumunun ardından adeta Leviathan’a dönüşerek neoliberalizmi ve muhafazakarlığı kendi bünyesinde konsolide etmesi ve bu bağlamda muhalefetin hiçbir türüne tahammül üretememesinde cisimleşen kontrolsüzlük halinin toplumsal karşılığının da benzer bir biçimde geliştiği görülür.


Laisizmin halen daha kendisini üretebildiği, en azından gericileşmenin toplumsal yaşamda kendisini dile getirmesinin önünde psikolojik bir engel olarak durduğu süreç AKP’li yıllarda rejimin dönüştürülmesi ve 2. Cumhuriyetin inşası süreci ile paralel olarak aşılmıştır. Nasıl ki AKP’nin otoriterleşmesine engel olacak bir muhalefet bırakılmadıysa aynı şekilde laisizm barajının gerisinde biriken gerici kültürel yığınağın kendisini ifade etmekten alıkoyacak, onun meşruluğunu sorgulatacak engel de artık söz konusu değildir. Televizyonlarda ve gazetelerde dile getirilen dinsel referanslı milliyetçi söylemlerin bu kadar rahatça dolaşıma girmesi, muhafazakar düşünüş tarzının yansıdığı kadına yönelik şiddetin bu derecede artması, Çankaya, Kadıköy vb. laik hassasiyetlerin güçlü olduğu yerlerde içki satışı yapılan mekanlara yönelik baskılar, oruç tutmayan insanlara yönelik şiddet girişimi ve buna benzer bir dizi gelişmenin gündelik yaşamın “doğal” ve ayrılmaz bir parçası haline gelmesi çok büyük ölçüde laisizmin yenilgisi ve Akyol’un çoğulcu kültürün bir parçası olarak tanımladığı ama zaten daha doğuş halinde Fransız Devrimi karşıtlığını ve otoriter niteliği kendi kimliğinin en asli unsuru olarak kazanmış ve bu anlamda çoğulculuğun karşısında gelişim pratiği göstermiş muhafazakarlığın, bu alanda hakim hale gelmesi ile ilişkilidir.


Söz konusu kültürel formların laisizmin geriletildiği alanda hegemonik olabilmesi ise kendi karşıtını etkisizleştirmekle ve karşıtının kendi kültürünü üretemeyeceği biçimde yaşam alanının sınırlandırılması ile mümkün olabilir. Bu ise her şeyden evvel politik bir gücü gerektirir. Kendisine yönelik bütün muhalefet odaklarını tasfiye eden bir öznenin kendi kültürü dışındaki aktörlere tahammül edebileceğini düşünmek ise en hafif bir ifadeyle saflık olur. Peki, bu ne oranda başarılabilir? Bu durum, Türkiye’nin iyi kötü sahip olduğu aydınlanmacı geleneğin ve buna ilişkin kültür formlarının ne ölçüde köklü olduğu ile ilişkilidir. Ve elbette bu ülkedeki laisist birikime önemli bir katkı koyan solun kendi ideolojisini ve kültürünü ne ölçüde toplumsallaştırabileceği ile. 

Taylan Karslı

Hiç yorum yok: