Kürdistan’da Özgürlük Hareketi’ne karşı yürütülen bir savaş var. Bu, özel savaştır.
Kürdistan’da Özgürlük Hareketi’ne karşı yürütülen bir savaş var. Bu, özel savaştır. Buna karşı halk savaşımızı geliştirme açısından, 'özel savaş nedir, ne değildir, taktikleri nelerdir, bunlar nasıl boşa çıkartılır' şeklinde tartışmalar yürütülüyordu. Özel savaşı tartışırken onun ülkemizde uygulama boyutunu ele alıyorduk. Rejimin özel savaş karakterini ortaya koyuyor, ona göre taktikler geliştiriyor ve stratejiler belirliyorduk. Bu bizi daha doğru bir mücadeleye götürüyordu. Ancak iki binlerden sonraki süreçte nasıl ‘Savaş ve Ordu’ konusu, kadro okullarımızda ve genel ortamımızda fazla tartışılmamışsa, Özel Savaş konusu da tartışılmamaya, unutulmaya başlandı. Aslında bu bizim iki binlerden sonraki yaşanan süreci doğru kavrayamayışımızla ilintilidir. Önderliğin esareti ve sonrası süreci yeterince kavrasaydık, ‘Savaş ve Ordu’, ‘Özel Savaş’ konularını tartışmaktan vazgeçmezdik. Çünkü geri çekilme sürecinde, güçlerimizi yeniden eğiterek toparlamaya çalışıyorduk. Düşman güçlerinin operasyonları ve özel savaşı sürüyordu. Değişen şartlara, koşullara göre gelişen özel savaşı boşa çıkarma çabalarımız vardı. Fakat Önderlik esaretinden sonraki sürecin doğru kavranamaması, savaş konusuna yanlış yaklaşımları beraberinde getirmekle birlikte özel savaş konusunu da yeterince ele almamamıza neden oldu. Doğal olarak silahlı savaşa ve özel savaşa bu yanılgılı-eksik yaklaşım bize zarar veriyor ve telafisi mümkün olmayan hatalara neden oluyordu. Bu gerçeklik savaş konusuna daha doğru yaklaşımla birlikte meşru savunmayı ve özel savaşı yeniden ele almayı, tartışmayı beraberinde getirdi.
Kürdistan’da Özgürlük Hareketi’ne karşı yürütülen bir savaş var. Bu, özel savaştır. Buna karşı halk savaşımızı geliştirme açısından, 'özel savaş nedir, ne değildir, taktikleri nelerdir, bunlar nasıl boşa çıkartılır' şeklinde tartışmalar yürütülüyordu. Özel savaşı tartışırken onun ülkemizde uygulama boyutunu ele alıyorduk. Rejimin özel savaş karakterini ortaya koyuyor, ona göre taktikler geliştiriyor ve stratejiler belirliyorduk. Bu bizi daha doğru bir mücadeleye götürüyordu. Ancak iki binlerden sonraki süreçte nasıl ‘Savaş ve Ordu’ konusu, kadro okullarımızda ve genel ortamımızda fazla tartışılmamışsa, Özel Savaş konusu da tartışılmamaya, unutulmaya başlandı. Aslında bu bizim iki binlerden sonraki yaşanan süreci doğru kavrayamayışımızla ilintilidir. Önderliğin esareti ve sonrası süreci yeterince kavrasaydık, ‘Savaş ve Ordu’, ‘Özel Savaş’ konularını tartışmaktan vazgeçmezdik. Çünkü geri çekilme sürecinde, güçlerimizi yeniden eğiterek toparlamaya çalışıyorduk. Düşman güçlerinin operasyonları ve özel savaşı sürüyordu. Değişen şartlara, koşullara göre gelişen özel savaşı boşa çıkarma çabalarımız vardı. Fakat Önderlik esaretinden sonraki sürecin doğru kavranamaması, savaş konusuna yanlış yaklaşımları beraberinde getirmekle birlikte özel savaş konusunu da yeterince ele almamamıza neden oldu. Doğal olarak silahlı savaşa ve özel savaşa bu yanılgılı-eksik yaklaşım bize zarar veriyor ve telafisi mümkün olmayan hatalara neden oluyordu. Bu gerçeklik savaş konusuna daha doğru yaklaşımla birlikte meşru savunmayı ve özel savaşı yeniden ele almayı, tartışmayı beraberinde getirdi.
Tarihte yaşanan her çatışma ya da her savaş özel savaş konusu değildir. Bu, Önderliğin yapmış olduğu çözümlemelerde ortaya konuluyor. Örneğin ilk topluluklarda klanlar, kabileler arasında çatışmalar vardır. Önderlik, doğal toplumda kabilelerle klanlar arasında süren bu çatışmaları savaş olarak ele almıyor. “Kabileler ve klanlar arasındaki çatışmalardır” diyor. Çünkü klanların ve kabilelerin birbirleri üzerine egemenlik kurma gibi bir yaklaşımları yoktu. Ya da egemenliği kurma, geliştirme aracı olarak savaşa başvurmuyorlardı. Klanlar, kabileler yaşamlarını sürdürebilmek için kendisinden güçsüz canlılara saldırıyor ya da onları avlıyorken; diğer kabilelerin, klanların mal varlıklarını ve ellerindeki yaşam araçlarını ele geçirerek kendi yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlardı. Bunun için o dönemin böylesi olayları, talanları ya da talanların gerçekleştirilmesi amacıyla çıkan çatışmalar, kabile ve klanlar arasındaki kavgalar olarak adlandırılıyor ve buna savaş denmiyor. O çatışmalarda, egemen olma gibi bir arayış yok. Yenilenleri köle olarak kullanma yoktur.
Sonraki
süreçte insanın üretimdeki gücü daha fazla açığa çıkıyor. Gereksinim
dışı yani fazla ürünler elde edilmeye başlanıyor. Böylece gerekenin
dışında biriken ürünleri, zenginlikleri ve servetleri gasp etmek, o
servetleri yaratabilecek insan gücünü kullanabilmek için, bilinçli
olarak geliştirilen savaş ve çatışmalar dönemi de başlıyor. O türden
gelişen çatışmalara savaş adı veriliyor. Yani egemenlik altına almanın,
sömürmenin, iktidar olmanın bir amaç olarak belirlendiği koşullarda
yaşanan çatışmaların adına savaş denilir. Demek ki, her çatışma savaş
değildir. Her çatışmanın savaş olması için özellikler gerekir.
Köleleştirme, sömürme ve egemenlik siyaseti gerekir.
Böylece ne oluyor?
Savaşan birlikler tüm gücüyle
karşı karşıya gelip, kim kimi alt ederse galiptir ya da o egemenlik
altına almıştır. Temelde ve özünde bu vardır. Ama bunu gerçekleştirmek
için kullanılan yöntemler farklıdır. Savaş o noktadan itibaren bilinçli
yürütülen bir faaliyet haline gelmeye başlar. Hangi araçlar
kullanılacak, araçları kullanırken o araçlar hangi sıralamaya tabi
tutulacak ve o araçları kimler kullanacak? O araçları kullananlar savaş
meydanında düşmanla karşı karşıya geldiklerinde nasıl konumlanacaklar?
Tüm bunlar, devlet olgusunun ortaya çıkması, savaşın bir egemenlik kurma
ve talan aracı haline gelmesiyle birlikte bilinçli olarak kullanılan
yöntemler olmaya başlıyor. Ordular ya da savaşan güçler karşı karşıya
geldiği zaman ona göre cephede ya da savaş alanlarında mevzi tutuyorlar.
Mevzi tutarken ‘okçular mı öne gelecek, mızrakçılar mı ön sırada
bulunacak’ diyerek ona göre konumlandırılıyorlar. ‘Önce mızrak mı yoksa
oklar mı kullanılacak’ diye ona göre komut bekleniyor. En sonunda
mızrakları kullananlarla, baltaları kullananlar hangi aşamada karşı
karşıya gelecekler? Kısacası böylece savaşı sürdürme sanatı gelişiyor.
Tarihin
belirli dönemlerinde çeşitli büyük savaşçı ve komutan çıkmıştır.
Bunlardan bir tanesi Büyük İskender’dir. Savaş taktiklerini zengin
uyguladığı için 'büyük bir komutandır' deniliyor.
Darius onu
uyguladığı için büyük komutan konumuna geliyor. Mısır ve Hititler’de de
öyledir. Böylece savaş bir sanat haline gelmeye başlıyor. Savaşın
gelişmesi, savaşa bağlı tekniğin gelişmeye başlaması, savaşta yeni
aletlerin kullanılması, savaşın da ona göre bir biçim ve düzen
kazanmasına neden oluyor. Ok ile yayın yerini ateşli silahlar yani
barutun kullanıldığı silahlar, toplar alıyor. Bu sefer savaşta
mevzilenme ona göre de bir biçim değiştiriyor. Topçular, tüfekçilerin
mevzilenme biçimlerine göre savaşın gelişmesi sağlanıyor. Savaş bir
sanat olarak ele alındığında onun icrasında farklılıklar yaşanmaya
başlanıyor. Ama savaş özü itibariyle değişmiyor.
Hasmı
egemenlik altına almak, iradeyi rakibe kabul ettirmek için uygun bir
rota izlenir. Bu yirminci yüzyıla kadar da böyle sürüyor. Bilim ve
teknik gelişiyor. Bilim ve tekniğin gelişmesi yeni savaş araçlarının
devreye sokulmasına neden oluyor. Yeni savaş araçları kullanılmaya
başlayınca, savaşlarda da ona göre bir düzenlenme gelişiyor. Yirminci
yüzyıla kadarki savaşlarda hava kuvvetleri düzenlemesinin rolü yoktu.
Hava kuvvetleri düzenlemesi öncesinde, mancınıkla bir yerden bir yere
ateş topu atılırdı. Daha sonra toplar, havan topları yapıldı ve onu
uçaklar, helikopterler takip etti. Bunların yanı sıra karadan karaya,
karadan havaya füzeler yapılmaya başlandı. Böylece savaşlarda hava
sahası da kullanılmaya başlanmıştır. Sonra da uzay silahları ve devasa
kitle imha silahları geliştirildi. Böylece savaşan güçler karşı karşıya
gelmeden de belirlenen hedeflere etkili patlayıcılar bırakarak yıllarca
süren bir meydan muharebesinden çok daha etkili, çok daha kalıcı etkisi
olan kesin sonuçlar elde etmeye başladı. Bu noktadan sonra savaşın
ulaştığı boyuta bağlı olarak savaşların sürdürülmesine ilişkin hukukun
uluslararası alanda işletilmesi ve kuralların belirlenmesi aşamasına
geçildi. Böylece savaş belirli ölçülerle, belirli kurallarla
sürdürülmeye başlandı. Yani ne tür araçlar ve hangi yöntemler
kullanılacağı gibi konular kural altına alındı. Buna da ‘konvansiyonel’
ve ‘anlaşmalarla sınırlandırılan savaş’ denmiştir. Giderek silahların
sınırlı kullanımı gündeme gelmiştir. Buraya kadar çok kısa da olsa savaş
tarihinin gelişimi içindeki belli başlı dönüm noktalarını ifade etmiş
olduk. Tabi bu aşamalar içinde de her değişime rengini veren ya da o
aşamaları kendi özgünlüğünde somutlaştıran savaşlar var.
Yirminci
yüzyılda çok gelişmiş teknolojinin kullanıldığı birinci ve ikinci dünya
savaşları var. İkinci Dünya Savaş’ında yetmiş milyon insan, Birinci
Dünya Savaşı’nda on milyondan fazla insan hayatını kaybetmiştir. Onun
öncesinde de gelişen büyük savaşlar var. Örneğin, Napolyon Savaşları
var. Osmanlı İmparatorluğu’nun, Mısır ve İran ile yapmış olduğu savaşlar
var. Ondan daha öncesinde Arap devletlerinin geliştirdiği savaşlar var.
Haçlı Seferleri var. Çok çok öncesinde Büyük İskender’in, Darius’un
savaşları var. Böyle birçok büyük savaş var, ama o büyük savaşlar
gerçekleştiği koşulların savaşları olarak ele alınıyor. Burada şu ortaya
çıkıyor ki çatışmayla savaş aynı değil. Savaşın ve çatışmanın özü ile
niteliği bir değil, farklıdır. Çatışmalar, kabileler arasında yağma ve
talana yönelik olarak gelişirken, savaş, kentlerin, sınıfların ve
devletin ortaya çıkmasıyla sömürgeciliğin bir siyaset olarak dünya
sahnesinde yer almaya başlamasıyla birlikte baskı-sömürü ve egemenlik
aracı haline geliyor.
Bu sınıflı toplumlar boyunca, demokratik
uygarlık ile devletçi uygarlıkların arasında süregelen savaşlardır.
Biçimleri ve kullanılan araçlar farklı olsa da, savaş taktik ve
yöntemlerinde bir gelişme de olsa; savaş, bir askerlik sanatı olarak ele
alınmaya başlansa da; yine yürütülen savaşlar belli kurallara bağlansa
da sınıflı uygarlıklar boyunca yürütülen ve geliştirilen savaşlarda
nitelik değişmiyor. Baskı-sömürü ve egemenlik aracı olarak
değerlendiriliyor. Baskı ve egemenliğe karşı etnisitelerin-halkların,
inanç gruplarının, ezilen ve sömürülen sınıfların vermiş oldukları
mücadeleler var. Bunlara meşru müdafaa savaşı ya da öz savunma savaşı
denirken, haklı savaşlar adı da verilmektedir. Bunlar kendini koruma
savaşıdır. Kendini yok etmek isteyen güce karşı haklarını koruma ve
haksızlık yapılmışsa, o haksızlığa karşı haklı temellerde gelişen
mücadeleler oluyor. Bunun biçimleri de tarihin çeşitli dönemlerinde
farklı şekillerde ortaya çıkıyor. Örneğin; Spartaküs’ün öncülük ettiği
savaş, köleleştirilmeye karşı haklı ve meşru gelişen bir savaştır. Yine
Med öncülüklü bölge konfedere güçlerinin Asur egemenliğine karşı
direnişi sömürgeciliğe karşı özgürlük talepli bir savaştır. Yine Anadolu
halk isyanlarında yaşanan savaşlar da böyledir. Yirminci yüzyılda
sömürülen sınıfların, ezilen halkların geliştirdikleri mücadeleler de
haklıdır. Çünkü sömürüye ve egemenliğe karşı geliştirilen
mücadelelerdir. Kendini koruma amacıyla gasp edilen haklarını elde etmek
için geliştirilen savaşlardır. Bunlara meşru savunma savaşları da
denir.
Cemal Şerik
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder