6 Kasım 2011 Pazar

Medine İslamı -2 (Yazı Dizisi)

Mesut YURTSEVER / F Tipi Cezaevi / Bolu
Camiyi İslam toplumsallığının anlamsallaştığı yer ve Müslümanların bu anlamsallıkla kendilerini topluluk ve giderek ümmet olarak oluşturduğu mekan olarak tanımlayabiliriz.

Bu açıdan camiyi sadece “ibadet evi” değil, “toplumsal sorunlara çözüm evi” diyebileceğimiz gibi Müslüman toplulukları için “eğitim evi”, “askeri karargah”, “adalet sarayı”, “sağlık evi”, vb. adlarla adlandırmak mümkün... Fakat en iyi tanımlama sanırım Müslüman topluluğu için “demokratik halk meclisi” demek yerinde olacaktır. Burada bir parantez açarak “demokratik” yönünün nereden geldiğini ve nasıl olduğunu açıp somutlaştırırsak;

Şura

“Kur’an, müminler toplumunu inşaa edip, onlardan karşılıklı istişare ile faaliyet göstermelerini istediğinde yaşama sürecini düzenlemek için temel bir prensipte vermiştir. Bu Şûra veya ‘karşılıklı danışma’ düsturudur.” (F. Rahman) Kur’an’da bu “Onların (müminlerin) işleri karşılıklı istişare ile halledilecektir” (Kur’an 42:38) yazılıdır. “Kur’an bu ilkeyi öylesine önemli addeder ki Hz. Muhammed’in tartışılmaz yetkisine rağmen ondan ‘işleri karara bağlarken onlara (müminlere) danışmasını’ ( Kur’an 3/59) ister.” (F. Rahman) Şûra, karşılıklı düşünce, fikir alışverişi ve danışma olayıdır.

Şûra’nın tarihsel ve sosyal dayanağı, Arap kabilelerindeki ilkel demokratik yaşama/karar alma deneyimine dayanır. Kabile sisteminde, kabileyi ilgilendiren önemli bir olay olduğunda, kabile reisi tek başına hareket etmezdi. Yaşlılar meclisine danışıp, tartışarak bir karara varırdı. Kur’an veya Hz. Muhammed bu kabile ilkesini, kabile Şûrasını sahiplenir. Ve onda temel bir değişiklik yaparak, bir kabile kurumundan, prensibinden çıkarıp bir ümmet/toplum kurumuna, prensibine dönüştürmeyi amaçlar. “Amaçlar” diyoruz. Çünkü, bu ümmete/topluma dayalı Şûra prensibi hiçbir zaman kurumsallaşmayacaktır...

Hz. Muhammed’in yaşamı ile sınırlı kalacaktır. Örneğin Uhud Savaşı öncesinde savaşın nerede yapılması konusunda cemaat tartışırken Hz. Muhammed savaşın şehir içinde olmasını dile getirir. Fakat cemaatin çoğunluğu savaşın Medine dışında, Uhud tepesi yakınlarında olmasını savunur. Demek ki o günün müminleri Hz. Muhammed’i peygamber olarak tanıyorlar ve fakat ona dogmatik yaklaşmıyorlar. Uhud yenilgisi ile Hz. Muhammed haklı çıkmıştır. Hz. Muhammed temel ideolojik ilke ve esaslar (ki bunlar ayetlerdir) dışında Şûra’yı esas alır.

Suffe: İslamın gölgesinde yer açmak!

İktidar-devlet İslamının en büyük hamlelerinden biri camileri sadece ibadetlerin yapıldığı yer ile sınırlama yaklaşımıdır. Onu öteki fonksiyonlarından soyutlamak Medine İslamı’na karşı-hamledir. Ve özünde de toplumu savunmasız, güçsüz ve iradesiz bırakmaktır. Çünkü, cemaatten soyutlanan öteki fonksiyonlar, iktidarın tekeline geçtikçe, iktidar güçlü, toplum zayıf-güçsüz ve iradesizleşmeye doğru ilerler. Bu açıdan iktidar İslamı’nı, toplumun kendini koruma, besleme, güçlendirme ve devam ettirmenin öz araçlarından yoksun kılıp, zayıf ve iradesiz kılmanın tarihi olarak tanımlayabiliriz.

Özetle Medine İslamı’nda topluluk toplumsal ihtiyaçlarından tutalım, ekonomik ihtiyaçlara, savaş-barış kararından savunmaya, hukuktan tutalım demokratik ilişkilere, eğitimden ahlaka vb. bütün alanlarda aktif bir katılımcı pozisyonundadır.

Hz. Muhammed’in Medine’de yaptığı ilk şeylerden bir diğeri de Mescid-i Nebevi’nin bitişiğinde, üzeri hurma dallarıyla örtülü fakir kimsesiz ve barınacak yeri olmayanlar için anlamı “gölgelik yer” olan Suffe’yi yapmak olmuştur. Üstü hurmalarla örtülü basit bir gölgelik belki... Fakat klan-kabile yapılanmasını ve köleliğin hakim olduğu Arap yarımadasında, “birlik ve bütünlük” (Tevhid) adına yola çıkmış bir düşünce ve inanç sisteminin ana merkezine sırtını dayaması onu önemli kılar. Basit bir gölgelikten çıkarıp, simgesel olarak İslamın ideolojik gölgesi haline getirir. Köleliğin olduğu bir zamanda fakir-kimsesiz için cemaatinin/caminin gölgesinde yer vermek, güçlü bir dayanışma ruhunun gelişmesine vesile olur. Bu gölgelik caminin bitişiğindedir. Yani Müslüman topluluğunun kendini oluşturduğu mekana... Pek çok insan burada okuma-yazma öğrenip, topluluğun üyesi haline getirildiği bir yere dönüşür. Suffe yani gölgelik artık hem kimsesizlerin sığındığı yer, hem de İslam düşüncesi ile donandığı yer olur. İlk Sufi’ler buradan mı çıktı acaba?

Özetle Suffe’yi tabir, kimsesiz ve fukara kesimine dönük sosyal bir proje kurum olarak tanımlamak mümkün...

Eşitliğe davet; kardeşlik antlaşması


Hz. Muhammed’in fakir ve kimsesizlere dönük sosyal projesi Suffe olurken, muhacir Müslümanlar (göçle gelen Müslümanlar) ile ensar (Medineli yerleşik Müslümanlar) arasında birliği sağlamlaştırma, eşitliği vurgulama amaçlı sosyal projesi ise; kardeşlik antlaşmasıdır. Aslında bu sistemi Mekke’de başlatan Hz. Muhammed, Medine’de İslam toplumunun teşkilatlanması için daha çok ve sistemli şekilde üzerinde durur.

Hem Mekke’den göçle gelen Müslümanlar, hem de Medine’de Müslüman olanlar çok farklı kabile, sınıf ve zümreden insanlardı. İşte Hz. Muhammed, bu mevcut Medine ilişki tarzına alternatif mümin ilişki tarzını geliştirmek, pekiştirmek ve herkese göstermek için kardeşlik projesini derinleştirir.

Bu kardeşlik antlaşması maddi-manevi her yönüyle bir kardeşleşmeyi içerir. “Tüm Müslümanlar kardeştir. Biri ötekinden üstün değildir. Kardeşler yardımlaşır” anlayışının güçlenmesinde bu sosyal-toplumsal proje önemli bir yer tutar.

Medine Sözleşmesi: Farklılıkların birarada yaşama projesi

Kardeşlik antlaşması, Medine’deki Muhacir ve Ensar’dan oluşan Müslümanlar arası ilişkileri eşitleştirme, pekiştirme, maddi-manevi sosyal dayanışmayı güçlendirmeyi amaçlamaktaydı. Medine Sözleşmesi ise, Medine’de yaşayan Müslümanlar, put peres Araplar ve Yahudi kabilelerden oluşan yani bir bütünen Medine’de yaşayan insanların “bir arada yaşama” sözleşmesidir.

Müslümanların Medine’ye hicretinden önce Medine’de; Kureyza, Kaynuk ve Nadir kabilelerinden oluşan Yahudiler, Evs ve Hazrec kabilelerinden oluşan put peres Araplar ve bir de az sayıda da olsa köle ve İranlılar bulunuyordu. Fakat Hicret’le beraber, Müslümanların artması ve yerleşik Evs ve Hazrec kabilelerinden taraftar kazanmasıyla, hem toplumsal yapı, hem dinsel hem de siyasi yapı değişime uğrar. En büyük değişim ve dönüşüm ise, Medine Sözleşmesi ile gerçekleşir. Bu sözleşmenin maddelerini tek tek yazmak yerine sözleşmenin özü ve kararların açığa çıkardığı durumu değerlendirmek, yorumlamak daha anlamlı olacaktır.

Medine Sözleşmesi’nin üç boyutu

Sözleşme ile taraflar birbirini her yönüyle (siyasi, hukuki, sosyal ve dini olarak) tanımayı esas alırlar. Yani Medineli putperest Arap ve Yahudiler, Müslümanları dini, siyasi ve sosyal açıdan tanıdıklarını kabul ederken; Müslümanlar da aynı şekilde onların inanç ve fikir özgürlüğüne kabul etmekte, can ve mal güvenliğini sağlamayı esas almakta.

Bu sözleşmeye göre her topluluk içişlerinde özgür kılınırken tüm şehri yani Medine’yi ilgilendirecek tüm kararlarda bağlayıcılığı esas alırlar. Örneğin dışardan gelebilecek bir saldırıya karşı ortak savunma gibi.

Yine bu sözleşme ile Hz. Muhammed’in grup ve kabileler arası sorunların çözüme kavuşturulmasında “hakem” olarak kabul görmesi önemli bir durumdur. Bu hakemlik rolü ile Medine’de ilk defa şehrin ortak bir yöneticiye kavuşmasının ilk adımı atılır.

Özetle Medine Sözleşmesinden çıkaracağımız üç boyut vardır.

Birincisi; farklılıkların kendini özgürce ifade edip yaşatacağı bir siyasal, sosyal, kültürel ve hukuksal atmosferin oluşması.

İkincisi; her grup, kabile ya da dini cemaatin kendi iç işleyişinde özgürce uyacağı kurallarının yanında tüm farklılıkları bağlıyıcı, ortak bağlıyıcı -ki biz buna bir arada yaşamanın temel ilke ve kararları diyoruz- kararlara gitmesi.

Üçüncüsü; hepsinin ortak riayet ettiği ilke ve kararlardan oluşan Medine toplumunun oluşmasıdır. Yani bir üst kimliğin oluşması.

Özetle bu sözleşme Medine ile devletli literatürün dili ile söylersek, federasyonlardan oluşan bir konfederasyona ve demokratik uygarlığın dili ile söylersek, demokratik özerk bölgelerden oluşan demokratik konfederal bir sistemi esas alır.

***

Sonuç olarak; Evet, Niye ve Niçin Medine İslamı’nın doğru İslam olduğunu savunuruz?.. Cevabını Bilge’den dinleyelim:

“...Özellikle toplumsal doğuş sözkonusu olduğunda Allah adına eylem, kesinlikle ‘toplumsal mücadele’ demektir. Hz. Muhammed’in kavısanı bu anlamda kullanıldığından hiç şüphem yoktur. (...) Toplumsal mücadelesi tipik bir orta sınıf sosyal demokrat veya benim kullanmaya çalıştığım biçimde ‘demokratik toplum’u da kapsayan ‘demokratik cumhuriyet’ mücadelesidir. Hz. Muhammed’in yeni bir krallık kurmak istediğine dair hiçbir işaret yoktur. Hanedan kurmak istediğine dair de hiçbir işaret yoktur. İsteseydi buna gücü vardı. Halifelik müessesi de baştan olabilirdi. İlk Medine camisindeki duruşunu yorumlayalım; Tamamen toplumsal sorun tarışılmaktadır. Bu çok net bir husustur. Cemaaetten herkes kalkıp, hatta yerinden kalkmadan tüm temel toplumsal konularda görüş beyan ediyor, hesap soruyor. Toplantıların bileşim ve işleyişi kesinlikle demokratiktir. Kadınlar, kökler her kavim ve etnik gruptan katılım olabilir. Söz hakkı alabilirler. Örneğin Habeş-i Bilal, bir Afrikali siyahi köledir. Salman-î Farisî, Fars kökenli bir sahidir. Kadınlar, erkeklerle  bile ortak namaz kılmaktadır. Cinsiyet ve kavim şövenizminin başlangıçta, çıkışta olmadığı açıktır. Yine sınıf ve kabile ayrımcılığı söz konusu değildir. İslamın çıkışta demokratik katılımcılığı tartışmasız bir gerçektir. Ayrıca ilk camii toplantılarında olası yönetiler, komutanlar belirleniyor. Adaletsizliklerin giderilmesi için çok sayıda karar alınıyor. Ganimet konusu da şöyle yorumlanabilir:  tekellerin kamulaştırılması. Eğer şahsi talana ve istismara dönüştürülmezse demokratik, adil bir hamle olduğu rahatlıkla ileri sürülebilir. Zaten bu demokratik katılımcılık olmasaydı o kadar kabilenin, yoksulun ve orta sınıf unsurunun hemen harekete geçmesi mümkün olmazdı. Hz. Muhammed’in örgütlenmesi zor temelinde değil Allah aşkı adına geliştirilen bir örgütlenmeydi. Savaşı da ha keza öyledir. Kapsamlı bir ideolojik, sosyal, ekonomik ve siyasal devrimin yürütüldüğü açıktır. Hz. Muhamamed’in bu devrimi yürütüş tarzına da büyük değer biçiyorum. Gerçek devrimciliğin ölçülerini vermektedir. Devrimin ideolojik örgüsünü sağlam kurma ve bunu toplumun her düzeyine aynı sağlamlıkla yayma. Bunu aşk derecesinde inanç ve bilinçle yürütme. Benim anladığım “Hz. Muhammed gerçekliği” öz tanım itibariyle budur. Gerisi amiyane tabirle laf-ı güzat’tır. İbadet ve zikiğr biçimleri de bu öz olmadıkça laf-ı güzat (boş sözler ve hareketler) olmaktan öteye anlam ifade etmezler.”


BİTTİ 

Hiç yorum yok: