22 Kasım 2011 Salı

Fetullah Gülen Cemaatinin Kürt Sorunuyla İmtihanı

Ercan Geçgin


Kürt sorununda mesele biraz da hem bölgenin neoliberal koşullara uyumunun hangi aktörler öncülüğünde gerçekleşeceği hem de devletçi ve milliyetçi yeni bir senteze nasıl entegre olacağına dayandığından AKP ile Gülen Cemaati arasında işbirliğini ve işbölümünü zorunlu kılıyor

Kürt sorununda taraflar arası mücadele yakıcı sertliği ile devam ederken, sadece ülkede değil Ortadoğu'da da giderek önemli bir egemen aktör haline gelmiş olan Gülen cemaati de meselede açıkça yer aldığını belli etmeye başladı.

Nicel büyümenin yarattığı nitel değişim, Gülen cemaatinin gizil ağ sisteminden açık yapıya doğru genişlemesiyle kendini belli etmiş gibi gözüküyor. Artık sivil bir örgütlülükten siyasal bir harekete geçişin en kritik eşiğini yaşıyor diyebiliriz. Sadece Türkiye'de değil, Ortadoğu'da ve dünyada ulusaşırı sivil ve siyasal hareket olarak rol almak isteyen cemaat, öncelikle Kürt meselesiyle sınanmak zorunda olduğunu herkesten çok daha iyi biliyor. Kendi içsel dinamiğinin genişlemesinin yanında, Kürt meselesine eğilmesinde ulusal ve bölgesel bağlamda çok farklı konjonktürel ve tarihsel gerekçeleri de söz konusu.

Bilindiği üzere dünya ekonomik sisteminin neoliberal paradigmasının öncü güçleri, bağımlı ülkelerin gelişmesi için "sosyal sermaye" kaynaklarının genişletilmesi gerektiğini salık veriyor. Sosyal sermayenin bizdeki özgül karşılığının enformel dayanışma ağları, dolayısıyla da cemaatvari yapılanmalar olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Özelleştirmelerin arttığı, esnek üretim ve taşeronlaşma sistemleri ile emeğin örgütlenme olanaklarının daraltıldığı, yerelleşme ile birlikte etnik ve diğer kimlik politikalarıyla sınıfsallığın parçalandığı ve "sosyal devlet" mekanizmasının temel işlevlerinin sosyal piyasaya, daha doğrusu enformel ilişki ağlarına terk edildiği bir süreçte inancı yorumlama şekliyle, ulusal ve uluslararası güç ilişkilerindeki patronaj pozisyonu ile Gülen cemaatinin yükseliyor oluşu son derece anlamlı biz zemin bulmaktadır kendine. Sosyal devletin boşluğunu doldurarak büyüyen cemaat, artık sadece sosyal güvenlikte değil diğer tüm güvenlik kanallarında da "sosyal sermaye" gücü olma niyetinde. Uzun yıllar altın nesil yetiştirme gayretinde olan cemaat, artık büyüyen bu kadrolarından icraat bekliyor. Nitekim Kürt sorunundaki pratik adımlarıyla bunu görmeye başlıyoruz yavaş yavaş.

Kürt Sorununda AKP-Gülen Koalisyonu

Son KCK (Koma Civakên Kurdistan) operasyonunu 30 yıllık mücadelenin en önemli hamlesi olarak kamuoyuna duyurmayan hükümetin bu yöndeki kararlı tutumunu, Başbakan'ın 7 Kasım'daki Rize konuşmasında "ya bizdensinizdir ya onlardan" yorumuna ulaşılabilecek şu belirlemelerde görebilmek mümkün:

“Son KCK operasyonları... Kimse bizden bunun da durmasını beklemesin. KCK operasyonlarını destekleyenlere uyarımı ben yine yapıyorum: KCK'yı iyi tanımanız lazım. İyi tanımıyorsanız ehillerinden iyi öğrenmeniz lazım. KCK'nın nereye vardığını bilmeden ve bu işin içerisinde kimlerin ne tür rol üstlendiğini bilmeden yaptığınız açıklamalar, ister medyada olsun, ister şurada, ister burada olsun; nerede olursa olsun teröre destektir, teröre hizmettir. Bu kadar açık konuşuyorum. Çünkü biz devletin içinde devlete paralel bir devlet anlayışına müsaade edemeyiz. Türkiye'de tek devlet vardır, o da Türkiye Cumhuriyeti Devleti'dir. İkinci bir devlet olamaz. Bu ifadelerim sebebiyle beni 'devletçi, milliyetçi' diye ifade edenler varsa, bu ifadeleri kullanmak devletçilikse, milliyetçilikse evet, devletçiyim, milliyetçiyim. Çünkü biz bu gerçekleri ortaya koymaya mecburuz.”

Her ne kadar kimi yerlerde hükümetin ve de Gülen cemaatinin liberal eğilimleri söz konusu ediliyor olsa da, gerek başbakanın bu açıklamaları gerekse Gülen cemaatinin Türk milliyetçiliğine dayalı politikası, neoliberal piyasa koşulları ile uyumlu yeni bir devletçilik sentezinin inşa edilmiş olduğunu da bize gösteriyor. Zaten Kürt sorununda mesele biraz da hem bölgenin neoliberal koşullara uyumunun hangi aktörler öncülüğünde gerçekleşeceği hem de devletçi ve milliyetçi yeni bir senteze nasıl entegre olacağına dayandığından AKP ile cemaat arasında işbirliğini ve işbölümünü zorunlu kılıyor.

KCK'yi Görüp Cemaati Görememek

Yine başbakana en yakın isimlerinden biri olan AKP'nin Ankara milletvekili Yalçın Akdoğan 7 Kasım 2011 tarihli Zaman gazetesindeki röportajında şunları söylüyor:

"Bugün bölge halkı, PKK'nın baskı ve zulmünden bıkmış, alternatif otorite kurma çabasına karşı devletin güvenlik ve otorite kurmasını istemektedir. Hükümet, terörle mücadele adına yapılması gereken neyse onu yapmaktadır. Bunun içinde sınır ötesi operasyon da vardır, Türkiye kırsalında operasyon yapmak da vardır, şehirde KCK operasyonu yapmak da vardır. Terör örgütüne laf söyleyemeyenler, hükümete 'dur' demektedirler."

Nesnel açıdan bakıldığında acaba hangisi daha fazla alternatif otorite ya da devletsiz-devlet özelliği gösteriyor? Çapı, etnik kimliğinin etkili olduğu dar alanla sınırlı KCK mi, yoksa kamudaki kadrolarından dershanelerindeki müdürlerine, üniversitedeki kadrolarından en küçük sağlık birimindeki "altın nesline" kadar, tüm mobilizasyonun tek merkezle sağlandığı, devlet gibi atamaların yapıldığı ve tüm toplumsal kurumlarda her kesimi kendine muhtaç hale getirmeye çalışan cemaat sistemi mi?

Hangisinin daha çok "devlet gibi" olduğunu herkes kadar Yalçın Akdoğan da biliyor olmalı. Batının da teveccühünü kazanacak şekilde Ortadoğu'da bölgesel güç olma yolunda önemli bir engelin (Kürt hareketinin) etkisini azaltmayı, hatta kökünün kurutulması gerektiğini AKP hükümetinin diğer koalisyon ortağının lideri açıkça belirttiğine göre bundan şikâyetçi olmaları gayet anlaşılabilir bir şey. Nitekim bu koalisyonun önemli bir göstergesi olması açısından dikkate değer bir gelişme olarak, emniyetteki İstanbul'da Balyoz, Ergenekon ve KCK gibi soruşturmalarının başındaki isim olan İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nden sorumlu Emniyet Müdür Yardımcısı Tufan Ergüder'in Hakkâri İl Emniyet Müdürlüğüne atanması gösterilebilir.

Bu işin sadece güvenlik boyutu. Ancak bir de sosyal yönü var ki uzun vadede belirleyici etkisi açısından son derece önemli. Bu yönüne de Fethullah Gülen'in 24 Kasım 2011'de herkul.org sitesinde yayınlanan konuşmasından yola çıkarak bakalım.

Cemaatin Çözüm Planı: Kültürel Hegemonya

Gülen sorunun çözümsüzlüğe sürüklenmesinde askeri gücü sorumlu tutarak mesele giriş yapmaktadır:

"Çoklarının dediği gibi, mensup olduğumuz Birleşmiş Milletler ve NATO içinde önemli güce, kuvvete ve mekanize birliklere sahip sayılı devletlerden biriyiz. Bir espriye bağlı ifade edersek, o güç, kuvvet ve mekanize birliklerin neler yapabileceğini görmek istiyorsanız, 27 Mayıs ihtilaline bakabilirsiniz. O güç, gelip kendi milletinin başına binmiş ve 25-30 milyon insanı teslim almıştır. Daha sonra da her on senede bir binlerce insanı ezmiş, zindanlara atmış, sürgünlere yollamıştır. Şimdi, sen orada kuvvetini sonuna kadar kullanmışsın, sokağa hükmetmişsin; fakat, ayıptır bu, ârdır, otuz senedir dağdaki bir avuç şakînin hakkından gelemiyorsun."

Tabii bu noktada 12 Eylül'ün İslamileştirme politikasından ve o dönemdeki ABD'nin Yeşil kuşak projesinden en fazla cemaatin yararlandığını da belirtmemiz lazım.

Devam ediyor Gülen. Cemaatinin "aksiyon insanı" yaratma çabasının Kürt bölgesindeki yetersizliğine işaret ediyor:

"Ümitsizliğe kapılmamalı; ama bugüne kadar ihmal edilmiş tedbirler var: Keşke, o bölgeye gönderilen muallimler, bugün dünyanın dört bir tarafına ciddi fedakârlıklarla hicret eden gönüllüler gibi, dönmemek, orada ölmek ve oraya gömülmek üzere gitselerdi. Keşke o halkın karakterini çok iyi bilen, çok ciddi bir empati mülahazasıyla onları doğru okuyan ve ona göre muamelede bulunan vaizler gönderebilseydik. Keşke her köye olmasa bile birkaç tanesine bir sağlık memuru, pratisyen hekim gönderebilseydik de okullardaki sağlık derslerini onlar verseler; hem mesleklerini icra etme yoluyla hem de okuttukları çocuklar vesilesiyle ailelerin içine girseler ve kendilerini ifade etselerdi. Keşke halkı öyle kucaklayabilecek adliyeden insanlar ve mülkiye memurları gönderebilseydik. Keşke evleri teker teker gezip toplumun dertlerini dinleyen ve güvenin teminatı olan emniyet memurları gönderebilseydik. Böylece başkalarının halkı idlal etmesine fırsat vermeyecek şekilde bütün sızma kanallarını kapatsaydık."

Gülen cemaati kuşkusuz bu "sızma kanalları"nı hepimizden çok daha iyi biliyor. Tam da bu noktada cemaat özelinde dinin ve de kültürün nasıl bir baskı aracı olarak kullanabildiğine dikkati çekmek için Gramsci'nin "kültürel hegemonya" kavramını anımsamakta fayda var. Gramsci, İtalya özgülünde kapitalizmin hâkimiyetini nasıl halk üzerinde sürdürdüğüne ilişkin "hegemonya" kavramını ortaya atarak, zor, ikna ve rıza kanallarının işleyişi üzerinde durmuştur. Kültürel alanın önemli hegemonik mücadele alanı olduğunu belirtirken, Kilise örneğinde sadece egemen politik ve ekonomik alanda değil ideolojik ve kültürel alanda da bir etkiye sahip olduğunu özellikle vurgulamıştır. Kilise'nin "kültürel hegemonyası"na bizde karşılık gelenin cemaat olduğunu (tabii devletin patrimonyal tarafını ve 'şükür' toplumu özelliğini unutmadan) söylemeye artık gerek bile yok.

Ezilen geniş halk kesimine çeşitli yardımlaşma kanalları ile "sızmak" ve geleneksel kodlar üzerinden bağımlılık ve "karşılıklı minnettarlık" hisleriyle "rıza" hegemonyası yaratmak sadece Gülen cemaati için değil, İslami kesimin diğer unsurları için de geçerli bir stratejidir. Ancak cemaat bu işi sadece yardımlaşma ve dayanışma ağları üzerinden değil, bürokrasi ve ekonomik piyasa, medya gibi çok yönlü toplumsal kanallara yayıp bir "toplum modeli" ideali çerçevesinde yapmaktadır. Karşılıklı minnettarlık stratejisine dayalı rıza kazanma yolu Kürt halkı için de uygulanmaya dönüştürülmüş durumdadır.

Cemaatin Kürt illerine olan ilgisini Van depremi sonrasındaki yardımlaşma kampanyalarında da gördük. Nitekim kayda değer önemli yardımı STV, Kimse Yok Mu Derneği aracılığıyla cemaat yaptı. Hatta Mehtap Tv aracılığıyla ABD'de bu kampanya sürdürüldü. 6 Kasım 2011 tarihli Aksiyon dergisindeki köşesinde ise Ahmet Turan Alkan kurban bayramı için şu öneriyi aktarıyordu: "Fethullah Gülen Hocaefendi, bu sene mükellef olup da gücü yetenlerin yerine iki, hatta üç kurban kesmesini, birini ailesine ve yakınlarındaki komşu ve fukaraya, ötekini güneydoğuya, sonuncusunu ise Somali'ye tahsis etmesini tavsiye etti."

Gülen, aynı konuşmasında Kürt meselesiyle ilgili şöyle devam ediyor:

"Her köşesi, rengi, deseni, çeşidi ve şivesiyle ülkemizi ve insanımızı seven herkesin çok dikkatli ve temkinli olması, kışkırtmalara gelmemesi ve hele ‘mukabele-i bilmisil’ kaide-i zalimânesine girmemesi lazımdır. Bağırıp çağırmalarla, ‘Şehitler ölmez, vatan bölünmez’ sloganlarıyla problem çözülmez. O fitne ve fesadın önüne geçilmesini isteyenler, tenkit ve tekliflerini başkalarına yol göstermek üzere, yetkililere verecekleri sağlam metinler halindeki raporlarla ve bildirilerle masumca ifade edebilirler. Meselenin üzerine bağırıp çağırarak, yakıp yıkarak ve öldürerek değil, akıl, firaset ve şefkatle gidilmelidir. Az önce işaret ettiğim ‘hakkı, kötek olanlar’ istisna edilirse, o toplumun yüzde doksan beşi şefkatle ve re’fetle kucaklanmalı, onlara karşı mülayemetle hareket edilmelidir."

Ancak sorunun giderek kangrenleşme tehlikesine karşı BM'nin müdahale edebileceğine de vurgu yapması ilginçlik taşıyor:

"Dünden bugüne şer güçler, bir tarafta bazılarını tahrik edip sokaklara salarken beri tarafta da onlara karşı çıkarılabilecek başkalarını kışkırtmış, diğerlerine saldırtmış ve insanları karşı karşıya getirip vuruşturmuş; böylece kendi menfaatlerini elde etmeye çalışmışlardır. Nitekim, 27 Mayıs öncesinden başlayıp 80 darbesi ve hatta sonrasına kadar devam eden benzer provokasyonlarda aynı eller, insanları sağ sol gibi sınıflarla ikiye bölmüş, onların damarlarına basmış ve vatan evladını birbirine kırdırtmış; sonra da akan kanın üzerine kendi saltanatlarını kurmaya çalışmışlardır. İçinde bulunduğumuz şartlarda da aynı senaryoların sahneye konması, bir Kürt-Türk çatışması çıkarılması ve hatta sonunda meselenin Birleşmiş Milletler’in hakemliğine kadar vardırılması muhtemeldir."

Bu analiz, 12 Eylül öncesindeki provokasyonlar sonucunda derinleşen çatışma ortamının darbeyi toplumda bir zorunluluk haline getirip meşrulaştıran psikolojik mekanizmasını akla getirmiyor değil. O halde soralım acaba cemaat Birleşmiş Milletlerin rolüne mi soyunmak istiyor? Daha açık bir ifade ile ölümü gösterip sıtmaya razı etmeyi mi planlıyor?

Bütün bunların cevabını ülkede, bölgede ve dünyadaki güç ilişkilerinin belirleyeceğini söyleyebiliriz. Cemaatin giderek siyasal alanda kendini hissettirip açık bir pozisyona dönüştürmesi ve KCK'nin de son 20 yıldaki büyük şehirlere yaşanan göçlerle birlikte sadece batı illerinde değil Avrupa ve Ortadoğu'da da toplumsal kanalları kontrol etmeye çalışması ve bunu askeri gücü ile bütünleştirmeye yönelmesi, uzun soluklu bir mücadelenin habercisi gibi görünüyor. İran'a askeri müdahalenin tartışıldığı, Suriye'de Arap Baharı sonrasında meydana gelen çalkantıların girerek Kürt meselesini de içine almaya başladığı ve Doğu Akdeniz'deki enerji savaşına doğru evrilen güç ilişkileri sarmalındaki bir süreçte hem cemaatin hem KCK çerçevesinde Kürt Hareketinin, her zamankinden daha fazla mücadele içerisinde olacaklarını belirtmek yanlış olmayacaktır.
* Arş. Gör. Ercan GEÇGİN Ankara Üniversitesi, Sosyoloji / Sendika.org

Hiç yorum yok: