14 Kasım 2011 Pazartesi

“Eşkıya”dan “Dinsiz”e

Devlet Söyleminde Kürt Sorununda (1999, İletişim) sevgili Mesut Yeğen şunu yazmış:

Neticede, Kürt Sorunu, Cumhuriyet Dönemi devlet söyleminde, saltanat ve hilafet özlemi olarak ‘irtica’, modernlik öncesi toplumsal biçimlerin bir direnişi olarak ‘aşiret ve eşkıya’, başka devletlerin tezgâhı olarak ‘ecnebi kışkırtması’ ve nihayet iktisadi bir durum olarak ‘bölgesel geri kalmışlık sorunu’ şeklinde yeniden kuruldu. Bütün bu yeniden kurulma biçimlerinde değişmeyen, Kürt Sorununun etno-politik, Kürdî mahiyetine yönelik istikrarlı suskunluktu. Kürtlerin hem kavmî, hem de fiziksel mevcudiyetlerinin inkâr edilmesine uygun olarak, Kürt Sorunu devlet söylemi içerisinde zikr edilişinde, ‘irtica’, ‘aşiret direnci’, ‘eşkıyalık’, ‘ecnebi kışkırtması’ ya da ‘bölgesel geri kalmışlık’ meselesi olarak anıldı, asla etno-politik bir sorun olarak değil.” (1. baskıda s. 222)

Mesut’un doktora tezini bitirdiği 1990′larda “amiral gemisi” Hürriyet, sorunun bu devletlû kuruluş biçimlerine medyadan mühimmat taşıyan paramiliter aktörlerin başında geliyordu. 10 yıl kadar sonra yeni bir otoriter-burjuva hükümet iktidarını pekiştirdiğinde medyada paramiliter sancağı Zamandevraldı. Ragıp Duran’ın gözlemini hatırlayarak, “hakiydi yeşil oldu egemen medya” diyebiliriz.

Kürt Sorunu özelinde, Zaman’ın montajına yardımcı olduğu iktidar teknolojisi “açılım” manevrasıyla Kürt taleplerini etkisizleştiremedi. Din kartı öteden beri oyunda ama son yıllarda BDP ve PKK’yı “dinsizlik, Müslümanlıktan soğutma” söylemiyle gayrimeşru kılma çabaları güçlendi. Anaakım medyanın Kürt hareketine paramiliter saldırılarında “Allahsızlar!” kozunu kullanmasının, BDP’nin Sivil İslam çalışmalarının yarattığı tehdide tepki olarak devreye sokulduğunu düşünebiliriz. Kürt Sorunu’nun çerçevelenmesinde “bunlar dinimizin de düşmanı” söyleminin devlet söyleminin kritik bir parçası haline gelmesi, aynı zamanda hükümetin bazı aktif çalışmalarıyla da paralel bir süreç. BDP’nin genel olarak temsiliyet gücünü ortadan kaldırmak, özel olarak da mütedeyyin Kürtlerle bağlarını zayıflatmak, AKP’nin son iki yıldır yatırım yaptığı bir medenileştirilme projesi. Türkiye’nin her tutarlı iktidar partisinin yapmaya çalıştığı gibi, iyi bir Kemalist hükümet olarak AKP de “Türkiye Müslümanlığı” denen şeyin temsiliyet ve uygulanma biçimleri üzerindeki tekelini sağlamlaştırmak istiyor ve bu tekel, özellikle Kürt taleplerinin soğurulması açısından önemli işleve sahip.

Bu projede Diyanet İşleri Başkanlığı‘nın (DİB) artan stratejik rolü bu yazının temel konusu değil ama (şurada bir DİB analizi okuyabilirsiniz) “BDP Kürtleri dinsizleştiriyor” temalı ahlakî paniğin içine yerleştiği yakın tarihli dört kurumsal gelişmeyi not edeyim:

1) DİB’in Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü (DHGM) bünyesinde açılışları 2006′dan bugüne hızlanan ve hanelere aile ve din konusunda daha doğrudan erişim sağlayan Aile İrşad ve Rehberlik Büroları (AİRB’ler) ile ilgili yeni bir çalışma yönergesi 19 Mart 2010′da yürürlüğe girdi.

2) DİB’in 2011 bütçe tasarısında DHGM teşkilatının Kürt illerinde güçlendirilmesini öngören planlar var: “Acil eylem planı dahilinde, teröre maruz kalan Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki 1362 adet cami için toplam 53 milyon 652 bin 992 TL ödeneğe ihtiyaç duyulmaktadır” deniyor tasarıda. AİRB’lere ek olarak, hanelere yönelik daha özelleşmiş çalışmalar yapacak “il özel irşad birlikleri”nin kurulmasından sözedilmiş: “Ülkemizin birlik ve beraberliğinin korunması, bölücü ve yıkıcı faaliyetlere karşı görevlilerimizin doğru bilgilerle donatılarak özellikle hizmet bekleyen vatandaşlarımıza cami içinde ve dışında din hizmetlerinin sıhhatli ve verimli şekilde kasaba ve köylere kadar ulaştırılması amaçlanmaktadır.”

[Terörle mücadele rejiminin bir parçası olarak din irşadı yeni bir iktidar teknolojisi değil. Aralık 2005'te "alt kimlik-üst kimlik" tartışması gündemdeyken Başbakan meşhur dönem betimleyici repliklerinden birini kullanmış ve "din bir çimentodur ve şu anda en önemli birleştirici unsurumuzdur" demişti. AKP'nin "derin" milletvekillerinden Tayyar Altıkulaç ve Mustafa Sait Yazıcıoğlu'nun ertesi gün manşete giren Erdoğan'ı onaylayıcı açıklamaları manidardı. Bu iki ilahiyatçının "derinliği" kritik dönemlerde DİB yöneticisi olmalarından geliyor: Altıkulaç 1978-1986 arasında, Yazıcıoğlu 1987-1992 arasında Diyanet İşleri Başkanı koltuğundaydılar. Açıklamalarında, kendi DİB dönemlerinde çimentonun kıvamını tutturmak üzere Kürt illerinde irşad ekiplerinin kullanımına değinmişler.]

3) Nisan 2011′de DİB’in Diyarbakır’da, Mehmet Görmez’in tabiriyle “toplumun tamamını kuşatacak bir maya oluşturacak” (çimentodan mayaya doğru bir demokratik konsolidasyon var) bir “Dini Yüksek İhtisas Merkezi” kurma planı açıklandı. Bölgeye yönelik “kardeşlik” ve “İslam birleştiriciliği” konulu planlardan bir başkası olan merkez, DİB’in Şafii ilmihalini de kitabileştirerek kontrol altına alma çalışmalarına destek olacak gibi gözüküyor.

4) DİB ile Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı arasında 26 Ekim 2011′de bir işbirliği yönergesi imzalandı. Önümüzdeki dönemde çimentonun “kutsal aile” harcını da kıvama sokacak faaliyetlerin bu iki muhafazakâr kurum arasında eşgüdümü sağlanacak.

["Çimento" metaforunun muhafazakâr sermayenin inşaat sevdasıyla ilişkisi olup olmadığını, deşilmek üzere post-Lacancı dostlara bırakıyorum.]

“Zerdüştî PKK”: Muhafazakâr Basının Ahlakî Tedhiş Stratejisi

Kurumsal arkaplanı akılda tutarak, mevzuya girelim.

Devletlû Sünniliğin Kürt Sorunu’nun çimentolanmasında kullanılması sürecinde muhafazakâr basının en son numarası, “PKK Zerdüşt [sic] ayini yapıyor” haberi pişirmek oldu. (İlahiyâtla bunca haşır neşir olan bir kesimin bu gelenekle ilgili “ateşe taparlar” türü yanlış aktarmalarının üstünden atlıyorum. Doğru bilgiyle bu tür panikler yaratamazsınız ne de olsa.) Anladığım kadarıyla mutfağa ilk giren Milli Gazete olmuş. Gazetenin “ayin fotoğraflarına ulaştık” diye duyurduğu 4 Kasım 2011 tarihli “PKK’nın Zerdüşt Ayini” [pdf] haberini aynı gün geciktirmeden Yeni Akit, Zaman ve Sabahgibi gazeteler paylaştılar. Yine doğru anlıyorsam, Mustafa Kılıç imzalı haberin metni, sahnelenen gerilla tiyatrosu oyunlarının fotoğraflarına bakarak uydurulmuş; Kürt hareketinde Zerdüştîliğin önceki konu edilişlerinden “bunlar Müslüman Kürtleri dinden çıkarıyor” paniği yaratmak için ekler yapılmış.



“Batıl zail oldu” (İsra 81) sloganıyla çıkan bir gazetedeki bu karalama metninin absürdlüğünü Birgün‘de Ahmet Meriç Şenyüz,[link][pdf] Radikal‘de Pınar Öğünç [link][pdf] gibi yazarlar yeterince göstermişler. Metin zaten, “işte sahici bir Zerdüştî ayini yapılıyor” iddiası ile “teröristler önce işte bu tür pagan piyeslerle Müslüman Kürtleri ayartıyor” iddiası arasında saçmasapan bir kafa karışıklığı ile yazılmış. Berisinde Sünni muhafazakârlığın gayrimüslim inanışlarla ilgili kadim şovenizmini de görüyoruz.

Lâkin bu tür nefret söylemi üreten haberlerin içeriğini inceleyip demokrat itirazlar geliştirmek yetmiyor. Sosyolojiyi yardıma çağırarak söylemin neyin parçası olduğunu, neyi etkileyip tetiklediğini ifşa etmeye çalışalım diyorum.

Ahlakî Panik?

Çeşitli olayları, kişileri, meslek gruplarını vs. kamusal alanda öcüleştirerek yaratılan korkutma etkisini konu edinmiş bir literatür var. Bu yaklaşımın ansiklopedik bir tanımını şurada yapmıştım, ilk önce en temel birkaç referansı da içeren bu kısa girişi okumak isteyebilirsiniz.

Toplumlar zaman zaman ahlakî panik dönemlerine maruz kalırlar. Bir durum, süreç, kişi veya grup ortaya çıkar, toplumsal değerlere ve çıkarlara tehdit olarak tanımlanır; doğası medya tarafından abartılı ve sterotipikleştirilmiş bir biçimde sunulur; kurulan ahlakî barikatlara editörler, din adamları, siyasetçiler ve diğer en-doğrusunu-düşünen insanlar koşar; toplumda kabul gören uzmanlar teşhis ve tedavilerini beyan ederler; bu durum [kişi, olay vs.] ile başetme yolları geliştirilir ve (sık sık) kullanılır; daha sonra durum ortadan kalkar, kaybolur veya kötüleşir ve daha fazla görünür olur.” (Stanley Cohen, Folk Devils and Moral Panics: The Creation of Mods and Rockers, 1972 [2011], s.1)

Önerdiğim, PKK ve BDP’yi “dinsizlik ve dinden çıkarma” suçlamasıyla gayrimeşrulaştırma girişimindeki bu son Zerdüştîlik temasını bir ahlakî tedhiş olarak okumak. Olayımız ilk bakışta, Erich Goode ve Nachman Ben-Yehuda’nın (Moral Panics: The Social Construction of Deviance, 1994, s.54) tedhişin kaynağına göre (seçkinlerin kasıtlı tetiklemesi, orta kademe çıkar gruplarından kaynaklanması, geniş toplumsal tabanın alevlendirmesi) ayırt ettiği üç ana yaklaşımdan ilki ile daha iyi anlaşılabilir gözüküyor: İktidar sahiplerinin, daha geniş bir politik projenin bir parçası olarak, zayıflatmak istedikleri şeyi (bir durum, bir kişi, grup, politika vb. olabilir) kriminalleştirici, şeytanlaştırıcı bir kampanya başlatmaları ve bu kötüleyici çerçevenin medyanın da desteğiyle toplumun geniş kesimleri üzerinde korku ve (olayı, durumu) yanlış-tanıma etkisi yaratması.

Kahveden Bourdieu’yü de çağırabiliriz. Ahlakî paniği toplumun hangi kesimi başlatırsa başlatsın, ürkütme ve düşmanlaştırma etkisinin yayılabilmesi için simsarlara ihtiyaç vardır. (Simsarlık mekanizmasından şurada da bahsetmiştim.) Başka deyişle, kanaat imâl eden ve dağıtan aktörlerin etkin çabalarıyla güçlü bir allodoxia etkisi yaratabilen panikler daha başarılı olurlar: “Allodoxia etkisi, bir yanıyla fikir üreticilerinin, vericilerin ve alıcıların sınıf habitus’larını, sınıf bedenleri arasında oluşan iletişimlerle, bilincin aracılığı olmaksızın bilinçdışı manipüle etmeleri olgusuna bağlıdır: bir sınıf gırtlağının bir başka sınıf gırtlağıyla konuşması da böylece söz konusu olur.” (Pierre Bourdieu, Toplumbilim Sorunları, 1997, s. 228 – Kesit Yayınları’nın bu önemli çevirisini tekrar bir gözden geçirip basan olsa?)

Çimentoyu Sulandırmak

“Dinsiz teröristler” piyesindeki son Zerdüştîlik perdesini Erdoğan açmıştı. Ekim boyunca partisinin başörtüsü özgürlüğü meselesindeki ilkesizliğinin BDP tarafından ifşa edilmesine tepki olarak, 15 Ekim’de şöyle konuşmuştu: “Benim başörtülü kardeşlerimi niye istismar ediyorsun? Yapacaksan yap. Gelsin girsinler senin böyle bir derdin yok ki. Dini Zerdüştlük olan bir anlayışın böyle bir derdi olabilir mi?” Samanyolu TV’nin yanılmıyorsam aynı gün yayımlanan militarist dizisi “Şefkat Tepe”de de ilkokul müsamerelerini anımsatan bir anlatımla PKK’lı komutanın Müslüman bir Kürt kadınla zorla Zerdüştî ayiniyle evlenmek istemesi konu edildi.



BDP’nin ve PKK’nın “Kürtlerin Müslümanlıkla bağlarını ortadan kaldırma emeli” konulu masalı, muhafazakâr medya son birkaç senedir zaman zaman tedavüle sokmuş. Bunun proxy bir nicelikselleştirilmiş işaretini, Google Insights ile görebiliriz. 1 Ocak 2004-1 Kasım 2011 arasında “zerdüştlük” teriminin aranma trendine baktığımızda çıkan manzara şöyle (tablo kodunu gömdürmüyor wordpress.com, linkten inceleyebilirsiniz, alta screenshot aldım):



Google aracı 1 Kasım’a kadar sonuç verebiliyor, o yüzden Milli Gazete mizanseninin etkisini göremiyoruz. Trende Ekim 2011′de zirve yaptıran, (A) noktasındaki Star haberinin işaret ettiği üzere, Başbakan’ın yukarıdaki 15 Ekim çıkışı olmuş. Bundan önceki üç episodda da (Nisan 2007, Nisan 2010, Mayıs 2011) Zaman’ın ürkütme ve Türk-İslam Inc.’in hassasiyet tellerini titretme girişimleri dikkat çekiyor.

[alexa.com'u referans alırsak, Türkiye'nin en çok ziyaret edilen web siteleri arasındaki ilk üç haber sitesi Milliyet (7.), Hürriyet (8.) ve Habertürk (12. sıra). Bir sonraki üçlü, "gayri-seküler" kulvardakiler: Sabah (12.), Haber7.com (31.) ve Zaman (68. sıra).]

Paniğe Tepki: Nefret Söylemi

Zaten terörist ve bölücü olmakla bizleri yeterince korkutan PKK’nın bir de üstüne Kürtleri ateşe şeytana filan tapınmalı (Milli Gazete tabiriyle “sapkın”) bir dine zorladığını öğrenmek, Kürt nüfusumuzun hangi kesimlerinde nasıl yorumlanıyor bilemiyorum, araştırılsa ilginç sonuçlar çıkabilir. Yine de, örneğin Altan Tan’ı meclise yollayan Diyarbakırlıların, dini inançlarının “Mazdek öğretisine” kurban edilmesinden endişe duyduklarını sanmıyorum.

Öte yandan, ortalama Sünni-muhafazakâr gazete okuyucusunun üretilen tehdide inanıp nefret söylemini harlandırarak cevap verdiğine dair işaretler bulabiliriz. Ne de olsa, Başbakan’ın pat diye söylediğini, TV kanalı şak diye dizisine koyuyor, gazete tak diye haberini üretiyor; son iki ay içinde “ateşe tapan terörist” ile ilgili memlerin habitustan habitusa güçlü şovenist etkiler bıraktığını düşünüyorum. Altta bir örnek daha (Van örneğinden esinlenerek) çalıştım. Sabah‘ın geçtiği “Zerdüşt [sic] ayini” haberinin altına yazılan yorumlardan bir seçki (büyütmek için tıklayın):



[Gazete, "yazılan yorumlardan SABAH veya sabah.com.tr hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz" diyerek nefret söylemi içeriğinin üretilmesine ve yayılmasına teknik altyapı ve söylemsel platform sağlıyor oluşunun üzerinden atlıyor. Burada ayrı ama önemli bir tartışma daha var.]

Bu tür bir öfke, “din birliğimize” yönelik tehdidin ortadan kaldırılmasını destekleyen bir kamuoyu inşa edilmesini sağlayıcı. Bu açıdan bu örnekte ahlakî paniğin, en azından kötülük ortadan kaldırılana, manevî güvenliğimiz de sağlanana kadar, nefret söylemine ve ayrımcılığa ihtiyacı var. “Şeytanın yoluna girmiş Kürtler” ile ilgili kanaatlerimizin bir adım daha öteye nasıl geçebileceğini aynı yerde rastladığım şu sanal diyalog gösteriyor:



Bunu geçen hafta 5 Kasım’da kaydetmiştim, bugün baktığımda iki mesajın onay dengesi hemen hemen aynı idi. Sorun şu ki, Kürtlere çimento sıvama politikasının istediği birinci türden kanaatler (“BDP-PKK itibarı kalmasın, masum Kürtler kurtulsun”), panik kontrolden çıkarsa rahatlıkla ikinci türden (“Kürt demeyeceksin”) kanaatlere evrilebilir bu ülkede.

“Aczmendîler Vardı Bi Ara Ne Oldu Onlara?”



Toparlamadan önce, bir egzersiz: 1993-1996 arasında dönem dönem Müslüm Gündüz liderliğindeki Aczmendîler etrafında yaratılan ahlakî panik ile, “Zerdüştîlik tehlikesi” öyküsünü bir karşılaştırın. Çoğunluğu Elazığ’da meskûn, sayıları birkaç bini belki bulan tarikat üyeleri sürekli tehlike çanları eşliğinde gündeme getirilmişti. Giyimleri, saç-sakal tercihleri, Said-i Nursî öğretisini “yanlış” yorumlayışları, “laik düzeni yıkma” arzuları, sopaları ile alay ediyor; çıktıkları mahkemelerde sarıklarının zorla çıkarılmasını sevinçle karşılıyorduk.



“Şeriat geldi gelecek” temalı bu ve benzeri ahlakî paniklerle Müslümanların medenileştirilmesine uğraşıldı.



Kampanyanın gayrimedenî ve zehirli meyvesi, Şubat 1997 müdahalesi oldu. Sürecin öncesi ve sonrasındaki davalar, yasaklar ve parti kapatmalarla mağdur edilen insanları da hesaba katabiliriz.

Politik hedefler farklı, mekanizma aynı.

Ahlakî Panikle Yola Getirmek, Uygarlaştırmak

Ziya Gökalp’in dizelerini hatırlayanınız var mı? “Ahlak yolu pek dardır / Tetik bas, önü yardır / Sakın hakkım var deme / Hak yok, vazife vardır.” 2012′de (Mazdek, Marduk derken başımıza bir iş gelmezse) AKP’nin “10. Yıl Marşı” için bestelenebilir. Sertleşmeden çimentoya kalıp verirsen, istediğin şekle sokarsın.

Yahut, ahlakî panik teorisine geri dönersek, kamuoyunu yapay tehditlerle ürkütmenin etkin bir neoliberal yönetişim stratejisi olabileceğini düşünebiliriz. Neoliberal rejimlerde toplumsal muhalefet ciddi bir tehdit oluşturabilecek örgütlülüğe ve birliğe sahip değilse, düzenleme ve denetleme süreçlerinin işlemesi için totaliter uygulamalara ihtiyaç duyulmaz. Regülasyon, yurttaşlardan kendi risklerini yönetme sorumluluğuna sahip olmalarını isteyerek ve bunu sağlayarak, “yataylık görüntüsü içinde dikeylik” ile sağlanır. Çocuklarını koruyamayan “düşkün” bir anne olma riskinden korunmak için toplum içinde duruşuma, oturuşuma, konuşmama, yediğime içtiğime dikkat etmek benim sorumluluğumdur. Annelik görevlerimin ne olduğunu, kültürel alanın beslediği “kötü anne” imgesi sayesinde bilirim.

Ama ahlakî emirlere uyulmamasının bedelleri ağırlaşmaya başladığında bu imgenin somut öznelerle, tehditlerle insanların gözüne sokulması, ihlâllerin yeniden makul bir seviyeye çekilmesini sağlayabilir. Yani bir tür “uygarlaştırma etkisi” yaratabilir. Gevşeyen bireysel risk yönetimi, ahlakî paniğin başlamasıyla, tehdide karşı risk yönetimi zorunluluğunu kolektif olarak savunan insanlarla tekrar sıkılaştırılır. Kuralı hatırlamamız, kurala uymanın hepimizin hayrına olduğunu unutmamamız için, ara ara kuralın ihlali karşısında dehşete düşürülmemiz gerekir.

Terörizm tehdidi ve güvenlik riski, İyi Kürtlerin Kötü Kürtlere verdiği desteği bir türlü azaltmıyorsa, tehdidin en temel değerlere zarar verdiğini daha somut olaylarla ve kişilerle göstermek (“dininizi çalacaklar”) işe yarayabilir.

Bunu, Norbert Elias’ın (Uygarlık Süreci, 2011, 2 cilt) devlet oluşumu sürecinde medenileştirici etkilerle (nüfusun işbölümü için birbirine bağımlı hale gelmesi, bir arada yaşamaya alışma sürecinde kişilerin davranışlarını kontrol etmeyi öğrenmeleri vb.) gayrimedenileştirici etkiler (devlet şiddeti, istikrar için özgürlüklerin fedası, vb.) arasındaki ilişkiyi analiziyle birlikte düşünelim. Bu aralar yukarıdaki nefret söylemi örneğinde (veya savaş naraları atan “liberal” köşeyazarlarında) görüldüğü gibi, ahlakî panik dönemleri oldukça vahşi, gayrimedenî bir atmosferde geçebilir. Elias’ın da işaret ettiği gibi, bir toplumda güvensizliğin ve belirsizliğin hat safhaya çıktığı (ya da yaygın algının bu yönde olması istendiği) dönemlerde önceki birlikte yaşama alışkanlıkları kısa bir sürede unutulabilir.

[Araya sürekli makale referansları serpiştirmek yerine, buraya ana referansı not edeyim. Ahlakî panik yaklaşımının Elias'tan beslenen bu yorumunu şuradan belini kıra kıra aktardım: Amanda Rohloff ve Sarah Wright (2010) "Moral Panic and Social Theory: Beyond the Heuristic", Current Sociology 58: 403-419.]

“Our Blacks are Better Than Their Blacks”[*]

Bugün hükümetin ve onu destekleyen muhafazakâr kesimlerin görmek istediği yegâne tür olan “bizim Kürtler” (dindar, kimliğinin altını üstünü bilen, riskini yönetmesini bilen, kırmızı çizgilere riayet eden, vs.) kuralları hatırlasın diye “öbür Kürtler”e karşı çığrından çıkma yolunda giden bir ahlakî tedhiş harekâtı sürüyor. Okuduğunuz Zerdüştîlik örneğindeki absürdlükten, KCK tutuklamalarıyla etkisizleştirme girişimlerinin ciddiyetine uzanan (Selin’le Foti’nin “siyasi-kırım” adını verdikleri) bu gayrimedenileştirici süreç durdurulmazsa, içinden çıkacak iki şey var:

1) Kürtlerin temsiliyet gücünün tamamen gaspedildiği, “huzur ve güven ortamı” medeniyeti.

2) Yeni bir “30 Yıl Savaşı”.

Depremzedelere yönelik söylemin vahşiliğini görünce “Van’da gömülen” dediğim, ne “insanlık” idi, ne “vicdan”. Thorn’un “bu sefer gerçekten” bozulan saati gibi geldi gömülen. O vahşilik “Çoğunluk” mudur, değil midir, geç bir yol. 1915′te Anadolu’da, 1938′de Dersim’de, 1992-1993′te Yugoslavya’da, 1994′te Ruanda’da (daha sayasım yok) mel mel baktık saate, kulağımıza götürdük. Sallasak çalışır mı?



[*] “Bizim siyahlarımız onlarınkilerden daha iyi.” ABD’de Hristiyan Sağın en pis ırkçı kanaat önderlerinden Ann Coulter’ın, CP’nin başkan adayı Herman Cain’i öveceğim diye sarfettiği lakırdı.

Not: Emrah Göker'in bu çalışması istifhanem.com sitesinde yayınlandı. Göker'in izniyle yazıyı yayımlıyoruz.

Hiç yorum yok: