Geçtiğimiz haftalarda MİT-PKK görüşmelerinin neden başarısız
olduğu, sözünden cayanın kim olduğu konusunda yazılar okuduk. Bu
tartışma ve Yıldıray Oğur'un 13 Ekim 2011 tarihli "Söz, devlet sözü"
başlıklı güzel yazısı bu haftaki yazımın esin kaynağı oldu.
İttihatçıların (İTC) ve Kemalistlerin siyasi rakiplerine verdikleri ve
tutmadıkları sözlerin bir çetelesini çıkardım. Kanımca bu tarihçe, Türk
milliyetçileri için olduğu kadar, rakip milliyetçiler (Osmanlı döneminde
Arap, Rum ve Ermeni vb. milliyetçileri, günümüzde özellikle Kürt
milliyetçileri) için de önemli dersler içeriyor.
Frenkler mi Osmanlılar mı?
Jön Türklerin 1890 tarihli Paris toplantısında Mizancı Murad, Arap
katılımcılara bir Arap devleti kurma niyetlerinin olup olmadığını
sorduğunda, Meclis-i Mebusan üyesi Beyrutlu Marunî Halil Ganem şöyle
demişti: "Biz Araplar biliyoruz ki, eğer Frenkler ülkemize girerlerse,
birkaç yıl içinde topraklarımız onların eline geçecektir ve ülkeyi
diledikleri gibi yöneteceklerdir. Türklere gelince, onlar bizim dinimize
inanırlar ve âdetlerimizi bilirler. Dört yüz yıllık yönetimleri boyunca
bir santimetre mülkümüzü dahi almamışlardır. Arap aydınlarının ve ileri
gelenlerinin ümmetlerinin Osmanlı çıkarları çerçevesinde yaşamasından
başka bir isteği yoktur."
Nitekim 1908'de Meşrutiyet'in ikinci kez ilan edilmesinden sonraki
ilk seçimlerde Meclis'e giren 240 veya 288 mebusun 50 veya 67'si
Arap'tı. Buna karşılık, Aralık 1908'de Paris'te kendilerine Suriye
Merkez Komitesi adını veren grup tarafından yayınlanan beyannamedeki en
aşırı talep olan Arap vilayetlerine bir çeşit özerk statü tanınması
fikri İstanbul'da Meclis-i Mebusan'daki Arap mebuslar arasında infial
yaratmıştı. Hatta deklarasyonu kaleme alan Raşid Mutran'ın ailesinden
dahi bu girişimi lanetleyenler olmuştu.
Türk-Arap monarşisi
Abdülhamid'in 31 Mart Olayı bahane edilerek 1909'da tahttan
indirilmesinden sonra iktidara yerleşmeye başlayan İttihat ve
Terakkiciler'in reformları yerleştirmek amacıyla merkezî otoriteyi
güçlendirmek için attığı adımlar bu olumlu süreci tersine çevirdi.
Özellikle İttihatçıların Suriye'deki idarî makamlara kendi adamlarını
yerleştirmeleri ve buradaki okullarda, mahkemelerde ve idarî birimlerde
Türkçe kullanımını mecburi hale getirmeleri muhalefetin 'Arapçılık'
hareketi etrafında toplanmasına neden oldu. Ancak bu dönemde bile
Araplar arasında Osmanlı Devleti'ne karşı takınılacak tutumda netlik
yoktu. Örneğin 1909 yılında Paris'te kurulan El
Cemiyyeti'l-Arabiyyeti'l-fetat (Genç Arap Cemiyeti) Arapları hem
Osmanlı'nın hem de yabancıların egemenliğinden kurtarmak gibi radikal
bir hedefe sahipken, el-Kahtaniyye (Arapların ilk atası sayılan
'Kahtan'ın Oğulları') adlı gizli örgüt, Osmanlı Devleti'ni
Avusturya-Macaristan örneğindeki gibi ikili bir monarşi haline getirmeyi
hedefliyordu.
İstanbul'daki Meclis-i Mebusan'ın Arap üyeleri ise Filistin'e Yahudi
göçü gibi önemli bir konuda ya da Fırat üzerinde İngiliz Lynch
şirketinin vapur işletmesi gibi ikincil konularda hâlâ milliyetçilikten
uzak bir tavır sergiliyorlardı. Ancak 1911 Trablusgarp ve 1912-1913
Balkan Savaşları (daha doğrusu hezimetleri) sonrasında Osmanlı
İmparatorluğu, Araplar için güvenli bir şemsiye olma niteliğini
yitirince Araplar kendilerine yeni bir yol çizmek zorunda kaldılar.
1913 Arap Kongresi
Osmanlıcı ancak adem-i merkeziyetçi (Prens Sabahattinci) Araplar bu
amaçla 18-24 Haziran 1913'te Paris'te bir 'Arap Kongresi' topladılar.
(Paris daha önce İttihatçılar ve Kürt milliyetçileri için olduğu gibi
Arap milliyetçilerinin de 'başkenti' idi.)
Kongreden bir hafta önce Gürcü kökenli, Bağdat doğumlu Sadrazam
Mahmud Şevket Paşa şüpheli bir suikasta kurban gitmişti, dolayısıyla
siyasi ortam gergindi. İTC ve farklı görüşlerdeki Arap gruplar uzun süre
kongreyi engellemeye çalıştılar. İTC bunu başaramayınca cemiyetin umumi
kâtibi Mithat Şükrü (Bleda) ile birkaç kişiden oluşan bir heyeti
Paris'e gönderdi. Kongrenin Hıristiyan Araplardan oluşan delegeleri
İTC'ye güvenilmeyeceğini söyleyerek görüşmelere katılmadılar. Uzun
tartışmalardan sonra taraflar (İTC ve Müslüman Araplar) bir anlaşma
sağladılar. Kongre Heyeti Başkanı sıfatıyla Abdülkerim el-Halil ile İTC
adına Dâhiliye Nazırı Talat Bey tarafından imzalanan anlaşmanın önemli
maddeleri arasında, Arap vilayetlerinde resmî işlemlerin Arapça
yapılması, ilk ve ortaöğretimin Arapça yapılması, yüksek öğrenimin
bölgedeki çoğunluğun dilinde yapılması, ortaöğretimde Türkçenin zorunlu
ders olması, vali dışındaki tüm devlet görevlilerinin Arapça bilmesi,
askerlerin memleketlerine yakın yerlerde askerlik yapması, vilayetlerde
yerel meclislerin kararlarının geçerli olması, Osmanlı Devleti'nin her
hükümetinde en az üç bakanlığın Araplara verilmesi, idari, adli ve ilmi
sınıflarda Arap görevlilere yer verilmesi vardı.
Cemal Paşa'nın işleri
İttihatçıların Arapların tüm isteklerini kabul etmelerinin nedeni
kısa sürede anlaşıldı. İttihatçılar Araplara verdikleri sözleri
tutmayacaklardı. Nitekim Kongre Başkanı Abdülhamit Zöhravi, Ayan Meclisi
üyeliğine atandığı halde antlaşmanın diğer koşulları uygulanmadı.
Dahası önemli Arap liderlerinden Aziz Ali Mısri, İstanbul gizli polisi
tarafından 9 Şubat 1914 günü Tokatlıyan Oteli'nde tutuklandı ve kısa bir
yargılamadan sonra idama mahkûm edildi. Gerçi daha sonra İngilizlerin
araya girmesiyle idam cezası affedildi ancak bu olay, Arap
milliyetçilerinin gözünde İttihatçıların tüm itibarını kaybetmesine
neden oldu. İttihatçılar bununla da kalmadılar, bölgeye Cemal Paşa'yı
atadılar. Cemal Paşa'nın Suriye ve Lübnan'da izlediği gaddar politikalar
Arap milliyetçiliğini ayrılıkçı çizgiye hızla taşıdı. Haziran 1916'da
Mekke Şerifi Hüseyin'in kendi adına çıkardığı bir fetva ile başlayan
sözde 'Arap İsyanı', Türk tarih yazımında "Arapların Türkleri arkadan
hançerlemesi" olarak anılacaktı. Savaşın sonunda ortaya çıkan tablonun
ne Arap milliyetçilerini ne de Türk milliyetçilerini memnun ettiğini
herhalde belirtmeye gerek yok.
İttihatçı-Taşnak ittifakı ve hazin sonu
Aynı dönemde, benzer bir süreç Türk-Ermeni ilişkilerinde de
yaşanmıştı. 27 Eylül 1907'de Jöntürk hareketinin Selanik ve Paris
kolları Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti adı altında birleştiğinde
hareketin önündeki en önemli sorun hareketi Anadolu'da yayacak bir
teşkilata ve etkinliğe sahip olmamaktı. İşte bu eksiklik 27-29 Aralık
1907'de Paris'te yapılan kongrede Haçadur Malumyan (nam-ı diğer Agnuni),
Prens Sabahaddin ve Ahmet Rıza'nın başkanlık yaptığı üç oturumda
kurulan ittifakla dolduruldu.
23 Temmuz 1908'de II. Abdülhamid'in Meşrutiyet'i ikinci kez ilan
etmesini sağladıktan sonra Talat, Nazım ve Bahaddin Şakir daha önce
alınmış kongre kararlarına bağlılıklarını teyid etmişler, sadece
Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden vazgeçtiklerini söylemişlerdi. Bu
geri adıma ses çıkarmayan Taşnaksutyun'un İTC'ye ilettiği 3 Ağustos 1908
tarihli talepler listesinde Ermeni vilayetlerinde serbest dolaşıma izin
verilmesi, 1895-1908 arasında Ermeniler aleyhine çıkarılan bütün
kararnamelerin geri çekilmesi, Ermeni siyasi tutukluların salınması,
sürgünlerin ve göçmenlerin evlerine dönmesine izin verilmesi vardı. Bu
tekliflerin hemen hepsi kabul edildi. 1908 eylülünde Hamidiye
Alayları'nın dağıtılması kararı alındı, 1909 kasımında Hamidiyeci Kör
Hüseyin Paşa tutuklandı ve elinden alınan bütün toprakları yasal
sahipleri olan Ermenilere iade edildi. Ortaya çıkan olumlu havada
Balkanlar, Kafkasya ve ABD'de yaşayan 50 bin kadar Ermeni geri döndü.
Hayvan sayısı ve rekolte arttı. Kısacası ülkede bir umut, bir mutluluk
havası egemendi.
Çoğulcu Meclis
30 yıl aradan sonra 17 Aralık 1908'de açılan Meclis-i Mebusan'da 147
Türk, 60 Arap, 27 Arnavut, 26 Rum, 14 Ermeni, 10 Slav ve dört Yahudi
mebus yer aldı. Partilere göre dağılım ise 160 İttihatçı, 20-25 Ahrarcı,
dört Taşnak, bir Hınçak, iki Bulgar devrimci, bir Bulgar Sosyal
Demokrat ve 70 bağımsız şeklindeydi. Kısacası Osmanlı Devleti'nin çok
kültürlü yapısını tam anlamıyla yansıtmasa da gayet çoğulcu bir meclis
oluşmuştu. Ancak bu mutlu dönem çok uzun sürmedi. İstanbul'da yaşanan 31
Mart Olayı ve bununla eş zamanlı olarak Adana'da yaşanan (tarafların
değişik adlandırmalarıyla) Adana İğtişaşı/ Faciası/ Katliamı sırasında
20 bin civarında Ermeni'nin öldürülmesinden sonra İttihatçı-Taşnak
ittifakında ilk çatlak oluştu.
Trablusgarp hezimetinin gölgesinde, 29 Eylül- 9 Ekim 1911
tarihlerinde Selanik'te toplanan İTC'nin IV. Kongresi'nde "Türkçülük"
doktrinini kabul edildikten sonra adında "Türk" terimi bulunan çeşitli
cemiyetler kuruldu, Arap eyaletlerinde, Kırım, Kafkasya ve Orta Asya'da
Türkçülük propagandasına hız verildi. Türk tarafı 1908 ruhuna bir kez
daha ihanet ederken Hınçak Partisi, 1912 yılının başında kurulan
Hürriyet ve İtilaf Fırkası (HİF) ile; Taşnaksutyun ise İTC ile ittifaka
devam ediyordu. İttihatçılar 1912 seçimlerinde, Taşnaksutyun'a 20
mebusluk vaat etmişlerdi ancak seçimi kazanacaklarını anlar anlamaz
sözlerinden caydılar ve mebus sayısını dokuza düşürdüler. Üstelik de
bunları kendileri tayin edeceklerdi. Hâlbuki daha önceden parlamentoda
14 Ermeni mebus vardı. Böylece İttihatçıların muhaliflere uyguladığı
şiddet yüzünden tarihe Sopalı Seçimler olarak geçen 1912 seçimlerinden
sonra İTC iktidara iyice yerleşirken, Ermeni milliyetçileri yeni düzende
kendilerine yer olmadığını kavramaya başlamışlardı.
Son temaslar ve kopuş
Taraflar arasındaki son temaslar, 1878 Berlin Antlaşması'nın şartı
olduğu halde tam 36 yıldır yapılmayan Ermeni Reformları konusunda oldu.
İttihatçılar, Ermenilerden Batılı devletlerin bu konudaki müdahalelerine
karşı çıkmalarını istiyorlardı. Taşnaklar ise Müslümanlarla tam hak
eşitliği, Ermeni vilayetlerine daha önceden kararlaştırıldığı gibi
Avrupalı görevlilerin atanması, bu vilayetlerdeki jandarma güçlerinin
yüzde 50'sinin Ermeni olması gibi taleplerinde direniyorlardı. Hınçaklar
ve Patriklik ise bu pazarlıkları hoşnutsuzlukla izliyordu.
İttihatçılar 1914 seçimlerinde, yarısını kendileri seçmek koşuluyla
Taşnaklara 16 Ermeni mebus sözü verdi. Ayrıca bir Ermeni mebus Meclis-i
Mebusan'ın başkan yardımcılığına getirilecekti. Tam işler yoluna girmiş
görünüyordu ki, Birinci Dünya Savaşı patladı. İttihatçıların Almanya ile
2 Ağustos 1914'te gizli bir antlaşma imzaladığı günlerde Erzurum'da
Taşnaksutyun'un VIII. Kongresi toplandı. İTC'yi temsilen Bahaeddin
Şakir, Ömer Naci ve Hilmi Bey'den oluşan üç kişilik bir heyet Erzurum'a
geldi. Heyet Ermenilerin Kafkaslarda Rusya'ya karşı bir ayaklanma
çıkarmaları karşılığında Kafkasları paylaşmayı öneriyordu. Taşnaklar,
hem uluslararası ortamı kendi lehlerine gördüklerinden, hem de geçmiş
tecrübelerinden dolayı, İttihatçıların bu teklifine olumlu cevap
vermediler. İttihatçıların intikamı acı oldu. 1915 yılının ilkbaharında
başlayan ve 1917 yılının sonbaharında biten Ermeni Tehciri/ Katliamı/
Soykırımı sonucu ortaya çıkan tablo Türk milliyetçilerini memnun ettiyse
(hatta hâlâ memnun etmeye devam ediyorsa da) Ermeni halkının ödediği
bedeli düşününce, Ermeni milliyetçilerinin mutlu olduğunu sanmıyorum.
Kemalistlerin Kürtleri kandırması
Abdülhamit'in Hamidiye Alayları, Aşiret Mektepleri, unvanlar vb. ile
merkeze bağladığı Kürtler, Birinci Dünya Savaşı'nda Türkçü tasfiye
politikaların hedefi olmadılar çünkü savaşta onlara ihtiyaç vardı.
Kemalistler Milli Mücadele yıllarında Doğu Anadolu'da bir Ermeni devleti
kurulmasından endişe eden Kürtleri çeşitli vaatlerle yedeklerine almayı
başardılar. Ama bu vaatlerini hiç bir zaman yerine getirmediler. Bu
sayfalarda defalarca yazdım ama okumayanlara satır başlarıyla
hatırlatırsam, 23 Temmuz 1919'da toplanan Erzurum Kongresi'nin sonuç
beyannamesinde ABD Başkanı W. Wilson'un "milletlerin kendi kaderini
tayin hakkı" prensibinin geçerliliği vurgulanarak, konunun toplanacak
"Milli Meclis"te ele alınacağı vaat edilmiş, deyim yerindeyse Kürtlere
'havuç' uzatılmıştı. Ancak, 4-11 Eylül 1919 tarihlerinde toplanan Sivas
Kongresi'nde Wilson'dan ve "kendi kaderini tayin hakkından" söz
edilmemişti bile.
20-23 Ekim 1919 tarihlerinde İstanbul adına Bahriye Nazırı Salih Paşa
ve padişahın başyaveri Naci (Eldeniz) Paşa ile Anadolu ve Rumeli
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adına Mustafa Kemal, Rauf (Orbay) ve Bekir Sami
(Kunduh) paşalar arasında Amasya'da imzalanan beş protokolden
ikincisinde "Kürtlerin oturduğu arazi"den, "Kürtlerin ırk hukuku"ndan
söz edildiği halde, 23 Nisan 1920'de açılan Büyük Millet Meclisi'nde bu
konular görüşülmedi bile. Kürtler de verilen sözlerin neden
tutulmadığını sormadılar.
Anayasal kandırmaca
Ocak 1921'de kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nun (günümüzdeki
adıyla 1921 Anayasası) 23 maddesinden 'İdare' başlığı altında toplanan
12'si vilayet ve kazaların muhtariyetinin (bugünkü deyimle özerkliğinin)
nasıl hayata geçirileceğine ayrılmıştı. Bu maddelerde etnik temele
dayalı bir özerklikten söz edilmediği halde Kürt çevreleri epey
umutlandı.
1921'de Koçgiri Ayaklanması yüzünden sıkıntılı anlar yaşayan Ankara,
bölgeye gönderdiği Nasihat Heyeti sayesinde Dersimli liderlerin bir
bölümünü TBMM'ye katılmaya ikna etmiş, hatta bu kişilerin oturumlara
"Kürt milli giysileriyle katılmalarını" teşvik etmişti. Devletin
teşvikiyle Kürt milli giysilerini sırtına çekenlerden Hasan Hayri Bey,
devlete güvenmenin bedelini ağır ödeyecek, 1924'te "Kürtçülük yapmak"
suçundan (suçlamalar arasında Meclis'e Kürt giysileri ile gelmek de
vardı) idam edilecekti.
Özerklik sözü vermek kolay
TBMM'nin 10 Şubat 1922 tarihli oturumunda Kürtlere özerklik veren 18
maddelik bir kanun teklifi verildiğine dair İngiliz belgesini güvenilir
bulmasam da, Mustafa Kemal'in 16/17 Ocak 1923 gecesi, İzmit Kasrı'na
davet ettiği dönemin ünlü gazetecilerine söylediği şu sözleri ciddiye
almamak mümkün mü: "Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük düşünmektense,
bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu [1921 Anayasası] gereğince zaten bir tür
yerel özerklikle oluşacaktır. O halde hangi livanın halkı Kürt ise,
onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir."
Elbette Kürtlere uzatılan bu havucun nedenini artık iyi biliyoruz:
Lozan Barış Görüşmeleri'nde İngilizler Musul'un bir Arap şehri olduğunu
ileri sürerek Irak manda yönetimine bağlanmasını; Türk tarafı ise
Musul'un Kürt şehri olduğunu ve Türklerle Kürtlerin "etle tırnak gibi
ayrılmaz" unsurlar olduğunu söyleyerek Musul'un Türkiye'ye bağlanmasını
istiyorlardı.
Özerklik sözünü tutmak zor
Sonuç ne oldu derseniz, Türk devleti verdiği Musul konusunda Kürtlere
verdiği sözleri tutmadı, Musul'u dışarıda bırakan Lozan Barış
Antlaşması Kürt milletvekillerinin itirazına rağmen 24 Ağustos 1923'te
TBMM'de kabul edildi. 20 Nisan 1924 tarihinde kabul edilen Teşkilat-ı
Esasiye Kanunu'nda 1921 Anayasası'nın özerklikle ilgili maddeleri yer
almadığı gibi, 88. maddesinde "Türkiye ahalisine din ve ırk farkı
olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur" denerek Kürt
kimliği inkâr edildi. Bu tarihten sonra Türklerle Kürtlerin ilişkisi hiç
iyi olmadı. Ama Türkler Kürtlere sözler vermeye ve bu sözleri tutmamaya
devam ettiler. Kürtler de nedense bu sözlere inanmaya ve her seferinde
şaşırmaya devam ettiler.
28/29 Haziran 1925 gecesi idam edilen Palulu Şeyh Said'in İstiklal
Mahkemesi üyesi Ali Saip (Ursavaş'a) "Hani doğruyu söylersem beni
kurtaracaktın?" demesi ya da devletin sözüne güvenerek teslim olan ancak
15 Kasım 1937'de altı arkadaşla Elazığ'da idam edilen Dersimli Seyit
Rıza'nın "Ben sizin hilelerinizle baş edemedim, bu bana dert oldu, ama
ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun" sözleri
devletimizin "sözünü tutmama" tarihçesinin küçük ama anlamlı
anekdotlarıdır.
Sözün özü, İttihatçılar Arap ve Ermeni (bu yazıda değinmediğim Rum)
milliyetçiliklerinin, en az Türk milliyetçiliğinin talepleri kadar meşru
taleplerine kulaklarını tıkayarak, Osmanlı Devleti'nin parçalanmasını
hızlandırdılar. Ama daha kötüsü bizlere boğazına kadar kana batmış bir
toplum bıraktılar. İttihatçıların devamı olan Kemalistler, Cumhuriyet
tarihi boyunca Kürtlere çeşitli sözler verdiler ama hiçbirini tutmadılar
ve ülkeyi patlamaya hazır barut fıçısına çevirdiler. Kemalist devlet
geleneğine sadık kalan sağ muhafazakâr iktidarlar ülkeyi kana çeviren
son sürecin mimarı oldular. Eğer AKP de İttihatçı-Kemalist geleneğe
teslim olarak Kürt milliyetçiliğinin en az Türk milliyetçiliği kadar
meşru taleplerine kulaklarını tıkarsa, korkarım sonumuz pek hayırlı
olmayacak.
Özet Kaynakça: Hasan Kayalı, Jön Türkler ve Araplar. Osmanlı
İmparatorluğu'nda Osmanlıcılık, Erken Arap Milliyetçiliği ve
(1908-1918), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998; Zekeriya Kurşun, Yol
Ayrımında Türk Arap İlişkileri, İrfan Yayınevi, İstanbul, 1992; Arsen
Avagian; Arsen Avagyan ve Gaidz F. Minassian, Ermeniler ve İttihat ve
Terakki, Aras Yayıncılık, 2005; Ayşe Hür, "Kürtlere özerklik sözü
verildi mi?", 19 Eylül 2010, Taraf; "Cemal Paşa ve Arap milliyetçiliği",
14 Ağustos 2011, Taraf; Ali Bilgenoğlu, Osmanlı Devletinde Arap
Milliyetçi Cemiyetleri, YARMH Yayınları, 2007.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder