1 Ekim 2011 Cumartesi

Kürt Hareketi ve Sosyalistler: İmkân ve İhtimaller


PKK ve genel olarak Kürt hareketinin 2000’li yılların ortalarından itibaren yaşadığı örgütsel ve siyasal yeniden yapılanma sürecinde sivil itaatsizlik eylemleri, kampanyalar ve serhıldanlar yoluyla giderek sürekli kılınan bir kitle seferberliği, hareketin siyasal stratejisinde önemli yer tutmaya başladı.

Süreç içerisinde yerellik ve kendi kendini yönetme vurgularıyla aşağıdan bir mobilizasyon ile yerel inisiyatiflerin önünü açması temel önemde bir parametre. Bugün Kürt hareketine inanılmaz özgüven veren unsurun en az silahlı mücadele kadar, tabanını seferber etmeye dönük muazzam kabiliyetinin olduğunu söylemek gerek. Son genel seçimlerde Diyarbakır’da altı bağımsız milletvekilini neredeyse birbirine eşit oylarla seçtirebilmek bu organizasyonel gücün, Kürt hareketinin nasıl bir dinamik toplumsal eylem kapasitesine ulaştığının belki de en belirgin örneğiydi.

Kürt hareketi yaşadığı örgütsel ve siyasal evrim dolayısıyla aşağıdan kitle inisiyatifinin önünü açan, süreklileşmiş bir kitle seferberliğine dayanan bir karakter ediniyor. Üstelik Kürt hareketini siyaseten tasfiye ederek Kürt meselesini bireysel haklar temelinde “çözülecek” bir kültürel haklar meselesine indirgeyen ve bu anlamda mevcut siyasal yapıda bir iki kozmetik müdahaleyi yeterli gören AKP çizgisine dönük son yıllarda iyice artan muhalefet, hareketi daha da sokağa itiyor. Demokratik Toplum Kongresi’nin son olağanüstü toplantısında Demokratik Özerkliğin ilanıyla birlikte mevcut devlet kurumlaşmasının yanında ve ona alternatif olarak kurumlar oluşturma yöneliminin yeni bir aşamaya evrileceği de aşikâr. Bilhassa belediyenin sunduğu kamu hizmetlerinde çift dilliliğin giderek yaygınlaştırılmasından mahalli düzeyde icrai ve kazai organların oluşturulmasına, özerklik ilanı bölgede yeni siyasallaşma ve siyasal mobilizasyon mecraları yaratacak gibi görünüyor. Hele hele özerklik meselesi yerel yönetimlerin yetkilerinin genişletilmesiyle sınırlı bir çerçevede kalmaz ve daha radikal formlar (komün, yerel meclisler vs.) kazanma istidadı gösterirse aşağıdan inisiyatifleri kışkırtmada daha da etkili olabileceğini hesaba katmak gerekiyor. Sözün özü, Kürt muhalefetinin müsebbibi olduğu kitlesel seferberlik ve mücadele birikimi, toplumsal mücadeleler anlamında hayli çoraklaşmış Türkiye gibi bir ülkede muazzam öneme sahip bir istisna teşkil ediyor. Bu istisnanın sosyalist hareketin yeniden yapılanması açısından hangi imkân ve sorunları gündeme getirdiği üzerinde düşünmek gerekiyor.

Bu siyasallaşmanın örgütsel ve siyasal sınırları var elbette. Kürt muhalefetinin belirgin bir “kurumsalcı”, esas itibariyle devlet ricaliyle “yukarıdan” müzakere ve pazarlığı önemseyen eğilimi hep oldu, olmaya devam ediyor. Dolayısıyla koşullar ve güç dengeleri başka türlü olduğunda bu kurumsalcı eğilimin açığa çıkan “sokak siyasetini” soğurması ihtimalini daima akılda tutmak gerekiyor. Söz konusu kurumsalcı eğilim ile sokak siyaseti arasında bugüne değin bazen kararsız da olsa belli bir uyum söz konusu oldu. Bu ikisi zaten şekil şemal almış iki ayrı “kanadı” değil, hareketin içerisindeki iki potansiyeli ya da yönelimi, belki daha isabetli bir ifadeyle iki farklı “halet-i ruhiyeyi” temsil ediyor. Ancak bu iki eğilimin, yani müzakereci muhalefetle sokak muhalefetinin zaman zaman birbirini beslemesi gerçeği kadar birbirini dışlaması ihtimalini de hesaba katmak gerekiyor.

Ancak Kürt hareketinin iç dinamik ve muhtemel çelişkileri bir yana, sözkonusu “aşağıdan” dinamiğin bu kadar çoraklaşan siyasal coğrafyamızda neredeyse yegâne istisna olduğunu, yarattığı dinamizmin dar anlamda Kürt meselesiyle sınırlı kalamayacağını görmek elzem. Bu anlamda sosyalist hareketin bu kitle seferberliğinin karakteri üzerine eğilmesi, Kürt meselesine yaklaşırken daha “aşağıdan” bir perspektif ve duyarlılığı öne çıkarması gerekiyor.

Kürt mobilizasyonunun yarattığı potansiyeller

Böyle “aşağıdan” bir perspektif sosyalist hareketin yenilenmesi ve hayli uzun sürmüş olan fetret devrinden çıkması açısından önemli imkânlar sunabilir. Esasında Türkiye’de sosyalist hareketin temel meselesi bir “deneyim eksikliği” olarak tanımlanabilir. Sosyalist hareketin yeniden inşa sürecinde tayin edici eksiklik, yeni mücadele deneyimleri içinde siyasallaşan ve bu yeni deneyimler ışığında kendini teorik/pratik/örgütsel olarak yenilemeye soyunan yeni bir kuşağın eksikliğidir. Son yirmi yıldır kitle mücadelelerinde, Kürt hareketi müstesna, ciddi bir yükselişin yaşanmamış olması, sosyalist hareketin yeniden yapılanmasını hayli sancılı ve uzatmalı bir süreç haline getiriyor. Sınıf hareketinin, toplumsal hareketlerin cılızlığı, sosyalist hareketin yeniden inşası sürecine ciddi sınırlar dayatıyor. Dönemsel ve kısmi kimi yükselişler olsa da bunlar ülkedeki toplumsal ve siyasal gündemi bir ölçüde de olsa belirleyebilecek olgunluğa erişemiyor, erişse dahi bir anda parlayıp sönüveriyor, kalıcı etkiler yaratamıyor. Dolayısıyla toplumsal hareketlerin sınırlılığı, sosyalist hareketin gelişimine sürekli olarak ket vuruyor. 1980 darbesi sonrasındaki dönemde, kısmi yükselişleri saymazsak, Türkiye emekçi sınıflarının kendi kaderlerini tayin etmeye dönük kolektif enerjilerinde muazzam bir düşüş yaşanmış olması, başka terimlerle ifade etmek gerekirse, neoliberal-muhafazakâr hegemonyanın gücü, sosyalist hareketin ardalanını bir hayli daralttı. Kitlesel mücadele ve direnişler içerisinde siyasallaşma deneyimlerinin cılızlığı solun cılızlığı anlamına geldi. Kürt hareketi bu ahval ve şerait dahilinde mühim bir istisnayı teşkil ediyor. Hele hele, yukarda belirtilen aşağıdan kitle inisiyatiflerinin yaygınlaştığı koşullarda, Kürt halkının Türkiye’de en siyasallaşmış ve en fazla politik deneyime sahip topluluk olduğunu söylemek herhalde abartı olmayacaktır. Kürt hareketinin sosyalistler açısından sunduğu olanaklar öncelikle ve esas itibariyle işte bu siyasallaşma deneyim ve biçimleridir.

Sosyalist hareketin uzatmalı yenilgiden çıkabilmesi, ancak yeni mücadele deneyimleri içerisinde pişerek, bu mücadelelerin şekillendireceği yeni kuşaklarla hemhal olmakla mümkün olabilir. Ezilenlerin gündelik mücadele deneyimleriyle bağını büyük ölçüde yitirmiş, işçi sınıfı içerisinde anlamlı bir varlığı ve etkisi olmayan sosyalist hareketin yeniden yapılanması, ancak ezilenlerin gündelik direnişleri içerisinde yer almak, buralarda açığa çıkan mütevazı ama her türden anlamlı enerjiyi daha geniş toplumsal mücadelelere sevk etmek yönünde sebatla çalışmakla mümkün. Bugün böylesi bir enerjinin en yoğun olduğu yerlerden biri Kürt alt sınıflarının kitle mücadeleleri, kendi kendilerini yönetmeye dönük açığa çıkardıkları kolektif inisiyatiflerdir. Bu mücadele ve direnişlere değmeyen ya da olsa olsa bu deneyimlerle ancak dışsal bir dayanışma ilişkisi içerisinde bulunan sosyalist hareket bizzat kendi yenilenme kanallarından birini, belki de en önemlisini es geçmiş olmaktadır. Azımsanmaması gereken bir kitleyi, üstelik çoğu zaman neoliberalizm ve savaş ekseninde iyice yoksullaşmış alt sınıfları şu ya da bu biçimde siyasallaştıran bir süreç yaşanırken bu siyasallaşmanın aktörlerinin deneyimlerinin nasıl şekillendiği üzerinde hiç değilse daha fazla düşünmek gerekiyor.

Gıyabeden değil, birleşik eylem

Tekrarda beis yok; günümüzde bu coğrafyada en anlamlı siyasal deneyimleri biriktirmiş olanlar Kürt alt sınıflardır. Dolayısıyla bu siyasallaşma alanıyla kurulacak doğrudan bir bağın sosyalist hareketin yeniden inşasında çok anlamlı bir girdi oluşturacağı aşikâr. Oysa Kürt hareketiyle sosyalist hareket arasındaki ilişki önemli ölçüde “yukarıdan” kurulan, bürokratik bir mahiyete sahip. Seçimden seçime gündeme gelen yan yana gelişler ya da dışsal dayanışma ilişkilerinin haricinde sosyalist hareketin yapması gereken, süreklileşmiş kitle seferberlikleri aracılığıyla siyasallaşan Kürt kitleleriyle toplumsal mücadeleler içerisinde (emek hareketinden ekolojik mücadelelere, kadın hareketinden vicdani redde) somut ve dolayımsız bağlar kurabilmektir. Dikkat ve çabamızı, Kürt meselesi etrafında “diplomatik” ve “yukarıdan” yan yana gelişler ya da “dışsal” dayanışma pratikleri ötesinde daha “içeriden” bir yan yanalığın koşullarının oluşturulması yönünde yoğunlaştırmak gerekiyor. Bu da ancak sosyalist hareketin bütün zaaflarına rağmen etkin olduğu mücadele alanlarıyla Kürtlerin siyasal dinamizmi arasında aşağıdan (yani toplumsal hareketler aracılığıyla) bağlar oluşturmaya çalışmakla mümkün. Bunun için memleket meselelerine dair debdebeli birlik projelerinden ziyade somut mücadele alanlarında farklı direniş pratiklerini biraraya getiren birleşik eylem zeminlerinin inşası temel önemde. Toplumsal mücadele ve direnişleri sınırlı da olsa ortak potalarda bütünleştirmeye dönük küçük ve sağlam adımlar atmak, orta vadede büyük ihtimalle hayal kırıklığı yaratacak tantanalı biraraya gelişlerden çok daha anlamlı bir birikimi ortaya çıkaracaktır. Yani Kürt ezilen ve emekçilerinin açığa çıkardığı enerjiyle sair toplumsal mücadele ve direnişler arasında somut bağlar, acil ve yakıcı talepler etrafında aşağıdan başlayarak inşa edilmelidir. Bir örnek vermek gerekirse: Toprağın ve suyun metalaştırılmasına karşı Türkiye çapında tabandan gelişen çok farklı direnişlerle Kürt coğrafyasında bir özel harp tekniği olarak eko-sistemlerin devlet tarafından tahribine karşı mücadeleleri birleştirecek ağlar oluşturmak, özellikle kırsal kesimde çok anlamlı bir enerjiyi açığa çıkaracaktır.

Tekrar etmek gerekirse mesele, zaman zaman tepkisel temelde, bazen kısmi ya da amorf olsa da kolektif eylemlerin önünü açan bir sokak siyasetinin Kürt hareketinde giderek belirgin olması, bu süreç içerisinde geniş kitlelerin siyasallaşması, radikalleşmesidir. Yani çok geniş bir kesimin kendi kolektif gücünü mücadele içerisinde geliştirmesi, kendi kendini örgütleme ve direniş tecrübesiyle donanmasıdır. Kitle mobilizasyonunun önünü açan siyasal yönelimin Kürt hareketi açısından ne gibi sonuçlar doğurabileceğini söylemek için henüz erken. Ancak bu mobilizasyon ve kitlesel siyasallaşma ile aracısız, doğrudan, hiç değilse mütevazı bağlar kurabilmek sosyalist hareketi yenileyebilecek ciddi bir kanal teşkil edebilecektir. Bunun için Kürt meselesini sadece “dar” anlamında değil, farklı mücadele alanlarıyla kesişme noktalarında daha “geniş” bir biçimde siyasallaştırmaya dönük bir enerji harcamak gerekiyor. Yani bir ezilmişlik, ancak aynı zamanda bir direniş deneyimi olarak Kürt olma halinin farklı mücadele alanlarıyla nasıl kesişip eklemlenebileceğine dair fikri ve pratik bir çabaya ihtiyaç var. Mücadele içerisinde siyasallaşan Kürt kitleleriyle yukarıdan ve gıyaben değil, birleşik eylem zeminlerinde, somut mücadelelerde yan yana gelmek, toplumsal hareketler aracılığıyla bu kitlesel siyasallaşmayla köprüler kurmak toplumsal karşılığı iyice cılızlaşmış solun önünde yeni potansiyeller koyabilir. Bu da Kürtleri mağdur kitleler değil siyasal özneler olarak tanımaktan ve Kürt meselesini bu eksende yeniden tarif etmekten geçiyor.

Emekçiler ve Kürtler

Kürt hareketinin tabanının önemli bir kesiminin savaş ve neoliberalizmin kümülatif tahribatına maruz kalmış kent yoksullarından, mevsimlik işçilerden, genç işsizlerden, esnek ve güvencesiz işlerde çalışmaya mahkûm edilmiş emekçilerden oluştuğunu herhalde herkesin malumu. Bu durum bazen “işçi sınıfının Kürtleştiği” gibisinden abartılı söylemlere zemin hazırlıyor. Son dönemde sıkça dillendirilen bu ifade, sınıf ile etnik aidiyet arasındaki dinamik bağları es geçen oldukça mekanik bir önerme. Dahası, akla “proleter ulus” gibi, sınıfı milliyete tabi kılan meşum tanımları getiriyor. Neoliberal yapısal dönüşüm devrinde Kürtlerin enformel, güvencesiz işlerde yoğunlaşmasının sınıf hareketi üzerinde ciddi etkileri var elbette. Ancak buradan hareketle işçi sınıfını etnik terimlerle tarif etmek ya da sınıfı etnikleştiren tanımlara müracaat etmek hayli sorunlu.

“İşçi sınıfının Kürtleşmesi” şeklinde tarif edilmeye çalışılan durum, kapitalizmin önceki evrelerinde de varolan, ancak bilhassa neoliberalizm devrinde daha belirleyici hale gelen iş pozisyonlarının, kaynakların ve maddi ya da sembolik ödüllerin dağılımında etnik/kültürel bir işbölümünün oluşmasının bir örneği olarak görülebilir. Bilindiği gibi, Kürtlerin zorunlu göçe tabi tutulması, metropollerde emek piyasasının esnekleştirilmesi ve çalışma ilişkilerinin deregülasyonuna dönük neoliberal siyasalara zemin hazırlayan bir ucuz iş gücü yığılması yarattı. Savaş nedeniyle göçe zorlanarak mülksüzleştirilen yüzbinler, belki milyonlarca Kürt enformelleşen üretim ve hizmet sektörlerinde iş güvence ve güvenliğinden yoksun bir biçimde istihdam edildi ve böylece işçi sınıfının ücretler ve çalışma koşulları açısından en alt katmanlarında yer tuttu. Kısacası, savaşın yarattığı demografik çalkantılar, Türkiye’de özellikle işçi sınıfının etnik kompozisyonunda önemli değişimler meydana getiren bir sürece neden oldu. Zorunlu göçle büyük kentlere gelen Kürtler, güvencesiz ve ucuz emek arzını muazzam ölçüde artırdı ve bu şekilde enformel taşeron ağları ucuz ve güvencesiz emek ile doldu.

Bu anlamda yerlerinden edilen Kürt nüfusunun durumu, Batı Avrupa ülkelerine göç etmek durumunda kalan Güneyli/siyah emekçilerle pekâlâ kıyaslanabilir. Bu ülkelerde de göçmen emek gücü, hem işçi sınıfının içerisindeki ayrımları kışkırtan ve sınıfın bütünleştirilmesine set çeken politikaları hayata geçirmede hem de emek piyasalarının esnekleştirilmesine dönük neoliberal yapısal dönüşüm siyasalarının uygulanmasında kritik bir konumda bulunmuştur. Türkiye’de de sermaye, göç nedeniyle mülksüzleştirilmiş, etnik aidiyeti nedeniyle kriminalize edilmiş, yani toplumun marjinalize edilmiş ve pazarlık gücünden yoksun kesimi olan Kürtleri (bu arada kadınları da) enformel işçi arzının ana unsurları olarak piyasa ekonomisine dahil etti. Üstelik Kürtlerin yerinden edilmesinin yarattığı bu emek arzı ile birlikte Türkiye’de üretim yapan sermaye, dünya piyasalarında büyük bir maliyet avantajına sahip oldu. Bu anlamda, Kürdistan’da yaşanan savaşın yürütülme biçimiyle neoliberal yapısal dönüşümün hayata geçirilmesi arasındaki içsel bağlantılar üzerine düşünmeksizin yürütülecek bir sınıf politikasın bir ayağı havada kalmaya mahkûmdur.

Kürt hareketi ve antikapitalizm

Kürt hareketinin siyasal ve programatik pozisyonunda neoliberalizme karşı toplumsal adalet talebi merkezi bir yer bulmasa da, yani tabanının bahsi geçen sınıfsal pozisyonunu siyasal bir dille ifade etmese de tabi sınıflar nezdinde büyük bir siyasallaşmaya yol verdiği yukarıda vurgulandı. Her ulusal karakterli hareket gibi sınıflararası bir hareket olarak Kürt muhalefetinin temel siyasal motifleri bugün daha çok demokrasi, siyasal haklar ve kendi kendini yönetme çerçevesinde şekilleniyor. Bunun böyle devam edip etmeyeceği elbette meçhul; ancak toplumsal adalet talebinin Kürt hareketinin ayırt edici bir siyasal teması olmadığı da açık. Yani Kürt hareketinin (programatik ve pratik düzeylerde belirginlik kazanmış bir Kürt sosyalist hareketinin de yokluğunda) Kürtlük deneyimini sınıf terimleriyle siyasallaştırıp inşa etmediği ortada. Alt sınıfları mobilize etse de, tabanı önemli ölçüde emekçilerden müteşekkil olsa da Kürt hareketi antikapitalist bir programatik zemine yaslanmıyor.

Sosyalistlerin Kürt hareketinin antikapitalist temelde siyasallaştırmaktan imtina ettiği, daha doğrusu ezilmişliğine sistematik bir sınıfsal ton vermediği bu alt sınıf mobilizasyonu hususunda nasıl bir tavır alması gerektiği önemli bir tartışma konusu. Yapılması gereken, Kürt hareketini sınıf temelinde politize etmeye, harekete antikapitalist bir şuur zerketmeye dönük suni “bilinç aşılama” operasyonları değil elbette. Yani ulusal-etnik aidiyetlerin tali, sınıfsal aidiyetin asli olduğuna dair didaktizmle varılacak bir yer yok. Önemli olan tam da ulusal ile sınıfsal olanın hangi özgül pratikler aracılığıyla kesiştiği ve sınıf mücadelesine nasıl bir renk verdiği üzerine düşünmek. Yani kastedilen, Kürt siyasallaşmasının aşağıda nasıl deneyimlendiği, Kürt ezilmişliğinin başka ezilmişliklerle nasıl eklemlendiği ya da bütünleştiği sorularının cevabını pratikte arayan, dolayısıyla hareketin “sıradan” militanlarıyla “aşağıdan” bağlar inşa etmeye dönük bir faaliyet biçimi.

Sosyalist hareketin günümüze değin (elbette istisnalar hariç) bu hususta iyi bir sınav veremediği ortada. Yukarıda da vurgulandığı üzere, savaş politikalarıyla işçi sınıfının siyasal, iktisadi ve sosyal gücünü kırmaya dönük neoliberal gündemin hayata geçirilişi arasındaki ilişkiyi es geçen bir sınıf siyaseti eksik kalacaktır. Savaşın iktisadi-sosyal hayata etkilerini askeri bütçenin şişmesinin sosyal refah uygulamaları açısından yarattığı sıkıntılarla sınırlı olarak ele alan yaklaşımın (örneğin “savaşa değil eğitime bütçe”) ötesine geçmek gerek. Teşbihte hata olmaz diyerek yukarıda verilen örnekten devam edersek, Avrupa’da göçmen karşıtı ayrımcı ve ırkçı politikalara karşı mücadele, radikal ve devrimci sol açısından sadece bir temel haklar ve siyasal eşitlik meselesi değil, esas itibariyle sınıfın mücadele içerisindeki birliği meselesidir. Çoğu taşeron-enformel istihdam ilişkilerine tabi kılınan göçmen işçileri sınıfın bir parçası, hem de en alttaki parçası olarak seferber edemeyen bir emek hareketinin sermayenin saldırısına karşı etkili bir savunma hattı inşa edemeyeceği, edemediği son yirmi yılın acı bir deneyimi olmuştur. Aynı şekilde, Kürt meselesini sadece kültürel haklar temelli bir demokratikleşme çerçevesine sıkıştıran ve dolayısıyla savaşın Türkiye’deki genel neoliberal dönüşümle ilişkilerini dikkate almayan sosyalist hareket, sınıfın son on, on beş yıl içerisinde yaşadığı dönüşüme büyük ölçüde bigane kalmış oluyor. Dahası, sosyalist hareketin azımsanmayacak bir bölümünün neoliberalizme karşı mücadeleyi önemli ölçüde yurtseverlik ya da antiemperyalizm parametrelerine sıkıştırması ya da daha vahimi, sendikal hareketin ulusal kalkınmacı paradigmadan kopamaması, Kürt işçileri içerip seferber etmede ciddi zorluklar yaratıyor. Enformel taşeron ağları sendikal mücadele bakımından zaten büyük sıkıntı ve handikaplar yaratıyor. Bu handikapları aşmaya dönük sistemli bir faaliyetin ve dolayısıyla işçi sınıfının en alt katmanlarını örgütlemeye dönük bir hattın daha fazla “Kürtçe konuşur” olması gerekiyor.

Çoğu zaman etnik, dinsel vb. ayrımların sınıfı böldüğünden bahsedilir. Sınıfı bölen ayrımlara dair anlatı, işçi sınıfının kendiliğinden ve doğal olarak bir bütün olduğu varsayımından hareket eder. Oysa işçi sınıfı bir istatistik kategorisi olmadığı, somut ortak deneyimler aracılığıyla şekillenen ve kanlı canlı insanların oluşturduğu bir sosyal gerçeklik olduğundan genellikle etnik, dinsel, cinsel olarak bölünmüştür. İşçi sınıfı ancak kolektif mücadele deneyimleri ve siyaset aracılığıyla bir bütün haline gelir. “Doğal olarak” bir bütün değildir; ancak ortak mücadeleler aracılığıyla birleşik bir sosyal-siyasal güç ve aktör haline gelir. Bu anlamda, yukarıda da ifade edildiği gibi, sosyalistlerin milli/kültürel taleplerin sınıfı bölen tali ve suni ayrımlar olduğundan hareket etmesinin bu “doğal olarak” birleşik işçi sınıfı mitini yeniden üretmekten öte hiçbir pratik sonucu olamaz. Sınıfı bütünleştirmek ancak sınıf içi bölünmeleri kapsayıp/içerip ortak mücadele içerisinde aşmaya dönük bir hatla mümkün olabilir. Dolayısıyla Kürtlüğü emekçi sınıfı gereksiz olarak ayrıştıran bir vasıf olarak değil, sınıf hareketinin güncel bir kipi olarak değerlendirmek gerekir. Kadınların neden bütün dünyada en düşük ücretli ve güvencesiz işlerde yoğunlaştığı sorusuna cevap aramayan bir sınıf hareketi nasıl sahici olamazsa, Kürtlerin de neden ve nasıl sınıfın en alt katmanını oluşturdukları sorusunu dikkate almayan bir sınıf siyaseti gerçekçi olamaz.

Sınıf siyaseti ile kimlik siyaseti

Aslında solda etnik aidiyet; sınıfsal ilişkiler, kentsel yoksulluk ve neoliberal dönüşüm dışında/ötesinde şeyleştirilmiş bir “kimlik” olarak algılanıyor ve istisnalar hariç sınıfsal ilişkilerle etnik aidiyetler arasındaki dinamik ilişkiler üzerine pek gidilmiyor. Sınıf siyaseti ile “kimlik siyaseti” arasında sıkça yapılan mekanik ayrımlar bu husustaki eksikliğin ya da aczin bir ifadesi. Ulusal-demokratik taleplerin basitçe bir “kimlik” meselesine indirgenmesi, sosyalist saflarda Kürt meselesine dair esaslı bir kafa karışıklığına neden oluyor. Oysa milli meseleler hiçbir zaman sadece kimlik temelli ya da dar anlamda kültürel meseleler değildir. Etnik farklar daima başka toplumsal farklılık ve çelişkilerle (sınıf, cinsiyet ya da din farklarıyla) iç içe geçerler. Yani milli talep ve çatışmalar sadece kültürel alandaki farklarla açıklanamazlar; çoğu zaman bu farklar maddi ezme-ezilme ilişkilerini içerirler ve bu anlamda sınıfsal ezilmişliklerle iç içe geçerler. Filistinliler ya da Güney Afrikalı siyahlar İsrailli ya da beyazlardan “farklı” oldukları için değil, maddi olarak da ezildikleri ve bu ezilmişliği siyasal bir hareket aracılığıyla anlamlandırdıkları/dillendirdikleri için mücadele ederler. Sadece kültürel-kimliksel farklılıklar bir milli mesele yaratmazlar; farklılığın maddi bir ezme ezilme ilişkisine karşılık gelmesi, bir tahakküm/sömürü ilişkisinin parçası olarak anlamlandırılması temel önemdedir. Çelişki ve çatışmanın bu “maddi” veçhesinin ihmali, Kürt sorununa yaklaşırken meseleyi Türkiye’nin genel demokratikleşme sorunundan kaynaklı bir kimlik meselesinden ibaret olarak gören liberal çerçevenin hâkim olmasını, sosyalist solun kendisini bu çizgiden ayrıştıramamasını getiriyor.

Unutmamak gerekir ki Kürt olmanın bağlam dışı ve özsel bir anlamı olmadığından Kürtlük çeşitli siyasal söylemlerin gündelik deneyimlerle kesişmesi yoluyla farklı anlamlar taşıyacaktır. Bir Kürt işadamıyla örneğin zorunlu göç sonucu geldiği şehirde vasıfsız işçi olan Kürdün “Kürt” olmaktan ne anladığı, Kürtlüğe nasıl anlamlar yüklediği farklı olacaktır. Bu anlamda bu ikisinin Kürt sorununun çözümünden ne anladığı da farklı olacaktır. Ulusal hareketlerin sınıflararası bir doğaya sahip olması, tam da o ulusal harekete ve o ulusal kimliğe ilişkin farklı yorum ve beklentileri kışkırtır. Dahası, Kürt meselesinin nasıl yaşandığı, insanların Kürt hareketi etrafında nasıl harekete geçtiği, doğrudan çatışma bölgelerinde mi, Diyarbakır ya da Van gibi bölge merkezlerinde mi ya da zorunlu göç sonucunda büyük Kürt kitlelerin yaşar hale geldiği Mersin, Adana, İzmir ya da İstanbul ve Ankara gibi Batı merkezlerinde mi yaşanıyor olmasına bağlı.

Bu çoğullaşma ve farklılaşma, hareketin söyleminde belli bir eklektizme neden oluyor. Örneğin demokratik özerklik derken kastedileni kimileri AB Yerel Yönetimler Şartı ile bağlantılı bir perspektif olarak yorumlarken bazen örneğin Demokratik Toplum Kurultayı’nın konu hakkındaki metninde olduğu gibi kırsal komünler ve mahalle meclisleri vurgusu yapılmakta. Bu eklektisizm konu iktisadi-sosyal politikalar olduğunda daha da akut hale gelebiliyor. Örneğin Öcalan modern sanayi uygarlığı eleştirisi üzerinden ekolojik kır komünlerinden bahsederken Selahattin Demirtaş sermayeyi “bölgeye” yatırım yapmaya davet ediyor ya da Osman Baydemir Diyarbakır’ın bir kongre, fuar ve ticaret şehri olması gerektiğini belirtebiliyor. Viranşehir’de kooperatifler temelinde komünler kurulduğu belirtilirken Hakkâri Belediyesi çöp toplanması hizmetini özelleştirebiliyor.

Kürt meselesini farklı sosyal bağlamlarda ve farklı coğrafyalarda çok çeşitli biçimlerde ve farklı dolayımlarla tecrübe eden Kürt nüfusunu bugün birlikte ve ortak biçimde harekete geçiren programatik zeminin bu beceriyi ne kadar zaman devam ettirebileceği müphemdir. Bu, Kürt hareketini hemen yarın (mesela hali vakti yerinde olanlarla yoksullar arasında) bir büyük bölünme bekliyor anlamına gelebilecek bir şey değil elbette. Ancak hareketin kitleselleşip farklı sosyal kesimleri seferber etmeye başlamasıyla beraber ister istemez gündeme gelen çoğullaşma belli bir kırılganlığı da gündeme getiriyor. Mesela Kürdistan’da hizmet ve ticaret sektörlerinde son on, belki on beş yılda yaşanan gelişmeler daha özgüvenli ve dinamik bir yeni orta sınıfın gelişimine yol açtı. Bu kesim gerek tüketim kalıpları gerekse kültürel kodlarıyla giderek daha görünür hale geldi. Bölge siyasetinde de gerek STK’lar gerekse yasal Kürt partisi aracılığıyla etkisini hissettiren bir kesim bu. Bir sosyolojik indirgemecilik (yani siyasal tutum alışı doğrudan sınıfsal konuma dayandırmak) riskiyle de olsa, bu kesimin daha çatışmacı ve keskin bir muhalif tarz yerine Kürt kimliğinin yasal düzeyde tanınması hedefli daha müzakereci ve mutedil bir tarzı temsil ettiği söylenebilir. Önümüzdeki süreçte işsizliğe-geleceksizliğe mahkûm edilmiş Kürt alt sınıf gençliğiyle bu yeni orta sınıf arasındaki tarz-ı siyasete dair farkların daha akut hale gelmesi pekâlâ beklenebilir. Ancak sosyalistler açısından önemli olan, hareketin çoğulluğuna ve potansiyel parçalılığına dair bu tarz genel tespitler yapmakla yetinmeyip, özellikle alt sınıflar nezdinde Kürtlüğün hangi siyasal ve toplumsal konotasyonlara sahip olduğu üzerine düşünmektir.

Bir siyasal özne olarak Kürtler

Kürtlük, bir ezilmişlik ve mağduriyet deneyimi olduğu kadar bir kolektif siyasallaşma ve radikalizasyon pratiğini de imliyor. Basitçe söylemek gerekirse, Kürtler sadece ulusal ve sınıfsal baskılara maruz kalmış bir kitle değil, aynı zamanda kendi kimliğini siyasal ve toplumsal mücadeleler içerisinde inşa etmekte olan siyasal öznelerdir. Dolayısıyla Kürtlük hiç değilse alt sınıflar nezdinde pekâlâ sosyal ve sınıfsal ezilmişliği ve ona karşı mücadeleyi de içeren bir kapsama kavuşabilir. Oysa sosyalistler dahi Kürt kitlelerini çoğu zaman sadece ezilmişlik ve mağduriyet terimleriyle düşünüyor. Mesela zorunlu göçe tabi kılınanları ya da zorunlu göç, yoksulluk ve devlet şiddeti sarmalında büyüyen çocukları “topluma kazandırılması” gereken mağdurlar, rehabilite edilmesi gereken kurbanlar olarak düşünmek solcular arasında dahi yaygın bir yaklaşım. Oysa yaşanan tüm haksızlık ve eziyetlerine karşın Kürt alt sınıflarının azımsanmayacak bir bölümü gündelik direnişler aracılığıyla kendilerini yaşananlara direnen ve hakkını arayan politik özneler olarak konumlandırıyorlar. Kürt meselesini sadece Kürtlerin mağduriyetleri temelinde anlamlandırmaya çalışmak, bizzat Kürtlerin bu on yıllara yayılan süreçte edindikleri siyasal deneyimleri azımsamak demek. Oysa sosyalistlerin, Kürtleri bir genel “ezilen ulus” kategorisi dahiline tıkmak haricinde, hiç değilse Batı’da, savaş, zorunlu göç, milliyetçi dışlama, neoliberal yoksullaştırma ve kentsel dönüşüm politikalarının yarattığı denklemde siyasallaşan bu öznelerin politik deneyimleriyle bağlantı kurması gerekiyor. Bunun için de bilhassa son yıllarda giderek artan siyasal mobilizasyonun, o siyasal faaliyet içerisinde bulunanları nasıl etkilediği, nasıl bir radikal birikim oluşturduğu üzerine kafa yormak gerekiyor.

Örneğin son yıllarda ana akım medyada sık sık gündeme gelen “taş atan çocuklar” sadece devlet şiddetin mağduru olmak hasebiyle öfkeli bir reaksiyonerliğin kurbanı mıdırlar? Çatışma dışında bir şey yaşamamış olan ve süreklileşmiş şiddet nedeniyle travmatize olmuş yaralı bilinçler midirler sadece? Yoksa bu çocuklar kendi deneyimleri temelinde Kürt hareketinde sınırlı da olsa bir değişimi gündeme getirmekte midirler? Adana’nın Kürt nüfusun yoğunlaştığı bir mahallesine dair uzun bir alıntı bir ipucu verebilir belki: “(...) çocuklar hareket içinde güç kazanıyorlar. Örneğin mahalledeki dernekte çocuk ve gençler karar alma mekanizmalarında etkinler. Ayrıca çocukların eylemlerde bulunuş biçimi de büyüklerin siyasetini etkiliyor. Çocuklar mahalledeki radikallikleriyle mahallede başka bir siyasetin yapılmasını engelliyorlar çünkü onların katıldığı hemen her eylem çatışmayla bitiyor. Büyüklerle çocuklar arasındaki bu gerilim siyasette bir ayrışmayı da getirebilir. Örneğin, bir basın açıklaması sırasında, büyükler polisle pazarlık ederken çocuklar radikal sloganlar atıyordu. Polis ancak slogan atılmazsa basın açıklamasına izin verebileceklerini söyledi. Büyükler çocukları susturmaya çalışıyordu. Sonra çocuklar bir araya gelip konuştular: Susmaya, böylece büyüklerin eylemlerini yapmalarına izin vermeye ve gece kendi eylemlerini yapmaya karar verdiler.” (Haydar Darıcı, “Şiddet ve Özgürlük: Kürt Çocuklarının Siyaseti”, Toplum ve Kuram, sayı: 2 Güz 2009, s. 27.)

Sözün özü, Kürtleri sadece mağduriyet terimleriyle tarif etmek, Kürt hareketinin yarattığı kitlesel siyasal hareketlenmenin bilhassa alt sınıflar nezdinde yarattığı sonuçları es geçmek anlamını taşıyacaktır. Kürt hareketinin tabanda nasıl siyasal faillik biçimleri yarattığı meselesi, akademik bir tartışma başlığı olmaktan çok politik bir meseledir. Hareketin tabanda açığa çıkardığı siyasal deneyimler ve öznellik biçimleri toplumsal mücadele ve direnişlerin bunca cılızlaştığı bir ülkede sosyalistler için anlamlı dersler oluşturabilir. Dolayısıyla sosyalistler bakımından Kürt meselesi, bir biçimde çözülmesi ya da giderilmesi gereken (Türkiye’de yaşanan uluslaşma süreciyle alakalı) bir mağduriyetten ziyade ya da onun yanında, bu mağduriyet temelinde şekillenen kitle seferberliklerinin oluşturduğu siyasallaşma biçimleriyle nasıl ilişkilenileceği meselesidir.

Oysa sosyalist hareket Kürt meselesini bir mağduriyet ve ezilmişlik çerçevesine sıkıştırdığı sürece kendisini mevcut liberal çerçeveden ayırmakta güçlük çekecek, Kürt hareketinin açığa çıkardığı siyasal mobilizasyon biçimleriyle ancak “dışarıdan” bağ kurabilecektir. Böylece Kürt meselesi TC’nin ulus inşası siyasetlerinin ortaya çıkardığı bir mağduriyetten ibaret kalacaktır. Oysa tersine, Kürtlerin ciddi mücadeleler içerisinde deneyim kazanan siyasal özneler olarak tanınması, beraberinde aşağıdan ve ortak mücadele zeminlerinin oluşturulmasına imkân tanıyan, Kürt meselesinin çözümünü de daha kökten bir toplumsal dönüşüm tasavvuruyla bütünleştirebilecek bir zemin oluşturacaktır.

Kabul etmek gerekir ki, sosyalist hareketin büyük bir kesimi Kürt meselesini Türkiye’deki genel demokratikleşme sorunun bir sonucu olarak gören ve bu bağlamda onu bireysel temelde bir kimlik ve kültürel haklar meselesi olarak ele alan liberal çerçeveden kendini çok da ayrıştıramıyor. Kürt meselesi klasik tabirle bir “ulusal sorun” olması hasebiyle bir “kimlik” ve kültürel haklar meselesidir elbette; ancak aynı zamanda bir kendi kendini yönetme meselesidir de. Bu ikinci boyutun gözardı edilmesi, Kürt meselesinin anayasanın giriş kısmında yapılacak kozmetik bir tadilata indirgenmesi riskini ihtiva ediyor. Kürt meselesi sadece Kürtlerin devlet tarafından ezilmişliği, Kürtlerin maruz bırakıldıkları Türkleştirme politikaları ve saireden ibaret değildir. Kürt meselesi bunlarla beraber aynı zamanda Kürtlerin kolektif kimliklerini her türlü baskıya karşı inşa etme ve kendi kendilerini yönetme mücadeleleridir. Yani Kürt meselesi esas itibariyle kendilerini siyasal mücadele yoluyla inşa eden bir halkın kendi kendini yönetebilme iradesinin nasıl hayata geçirilebileceği meselesidir. Kürt meselesi, (bilhassa sosyalistler açısından) bu mücadele içerisinde biriktirilen kendi kendini örgütleme ve eyleme geçme deneyimleridir. Sosyalist hareketin özellikle Kürt alt sınıflarının bu mücadeleler içerisinde biriktirdiği “gündelik” direniş deneyimlerinin oluşturduğu birikimle öğrenen-öğreten ikiliğini aşan aşağıdan karşılıklı bir pratik ilişkiye girmesinin zamanı geldi de geçiyor.

ANF NEWS AGENCY

Hiç yorum yok: