16 Ekim 2011 Pazar

Cezaevleri Dolup Taşıyor

Hasan KIYAFET
Dünyada ilk cezaevleri ne yazık ki ibadethanelerin bodrum katları olmuştur. Nedeni ise din adamlarının bile sanıldığı kadar işleri Tanrıya havale etmediklerinin kanıtı olsa gerektir. Oysa suçluyu nasıl olsa Tanrı cezalandırmayacak mıydı? Pekiyi neden bu dünyada, hem de insan eliyle cezalandırmak?..

Bildiğimiz anlamda ilk cezaevi ise Hollanda’nın  Amsterdam kentinde kurulmuş. Ölümüne çalıştırıldığı işten kaçan, ya da özgürlüğüne kavuşmak isteyen köleleri bir dama doldurup kapısını kilitlemişler. Giderek bu durum yaygınlaşmış. Suçların en büyüğü ise hep, soyluların malına göz dikmek ve efendilere baş kaldırmak biçiminde belirlenmiştir.


Cezaevlerine konulan mahkumlara yapılan işlem ülkelere ve yönetenlerin keyfine göre değişmiştir. Örneğin eski Çin’de, Uzak Doğu ülkelerinde mahkumların kaçmaması için bacak kasları kesilerek ya da ezilerek baştan dumura uğratılırmış. Bıraktığınız zaman en hızlı topal bir ördek, emekleyen bebek kadar koşabiliyorlarmış. Bu durum, çoğu İslam olan Arap ülkelerinde ise gözlerine kızgın mil çekilerek, şişle batırılarak kör edilmek suretiyle çözülüyormuş.


Olayı güncelleştirirsek, çağlar önce başka ülkelerde yaşanan söz konusu barbarlık bugün bizde, mahkumu halen tedavisi güç hastalıklarla baş başa bırakarak, yani yarasını sarmayarak yürütülmektedir.1970’ten bu yana ölüm oruçlarında, cezaevi baskınlarında, onulmaz hastalıklarda, kuşkulu intiharlarda yitirdiğimiz mahkumların hesabı yok. Sadece cezaevi doluluğu değil,cezaevlerinde mahkum ölümleri açısından da dünyanın en önde gelen ülkelerindenmişiz. Sağlık hizmetlerinde, gelir dağılımındaki eşitsizlikte, insan haklarındaki güzelleşmede, eğitim düzeyinin yükselişinde önde olacak değildik ya! Ha bir de Avrupa ve Ortadoğu’nun en büyük cezaevine sahip olma açısından birinciymişiz. Hakkari Cezaevi de bütün kent nüfusunu içine alacak kapasitede imiş. Bu anlamda altı çizilmesi gereken bir başarımız daha var; 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinden sonra bütçeden en büyük payı cezaevi ve futbol sahaları yapımına ayırmışız. Ama tek yeni kütüphane yaptırmamışız...


Cezaevlerimiz hep göz ardı ettiğimiz, fakat kanayan yaralarımız olmuştur. Yine şu anda buralar tıka basa siyasi mahkum dolu. Sayısı yetmişi bulduğu söylenen gazetecileri, yazarları, KCK’lileri, PKK’lileri, hatta Ergenekon’dan yargılanan birçok tutukluyu, siyasi değil de ne tür bir mahkum sayacağız? Bunlar vergi mi kaçırdı, hileli şirket mi kurdular, kimin malını çaldılar, hangi yoksulun hakkını yediler? Adını saydığımız sayamadığımız tür suç işlediği söylenen insanların siyasi değil de adi “adli”mahkum olduğunu söyleyebilecek hukukçu bulabilecek miyiz? Ve bütün uygar dünyada siyasi tutuklulara reva görülen muamele bu mudur?..


Cezanın, işkencenin, kötü muamelenin iyileştirici, insanlığa hizmet edici bir yanının olmadığı kanıtlanmışken, pekiyi biz ne yapmak istiyoruz? Öç bıçağını bilemekten öte hiçbir şey yapmıyoruz. Henüz vakit varken gelin yanlışımızdan dönelim. Eteğimizdeki taşı dökelim. Hep bağışlamak, hoşgörülü olmak en büyük erdemdir deriz. Elbette öyledir. Sayın Öcalan gibi bir kişinin özgürlük sınırlarını genişletmek, birçok gencimizin ölümünü engelleyecekse, bunu yapmamak dolaylı cinayetlere ortak olmaktır.


Cezaevlerimiz epeydir kanıyor. Sadece onlar değil bütün ülke ruhsal anlamda kan kaybediyor. Bunu görmemek için kör olmak gerekir. Salgın halinde kadınlar boğazlanıyor. Cezaevlerinden feryatlar yükseliyor. Hrant’ların, kadınların, çocukların katillerine değil, ama her anlamda siyasi tutukluların affı için daha fazla gecikmek yarayı azdırır sanıyorum.


SON NOT: Tutuklu Gazeteciler Platformun’dan Necati Abay son haber olarak bildiriyor: “...Tutuklu gazeteci ve çevirmen Suzan Zengin arkadaşımızı kaybettik. Cenazesi 12 Ekim tarihinde kaldırılacaktır...” İşte bu kadaaar!..

Hiç yorum yok: