6 Ekim 2011 Perşembe

Bayık: Siyasi Üstünlük Kürtlerde

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Cemil Bayık, aşırı medya manipülasyonları ve propaganda ile “sanal zaferler” ilan edildiğine dikkat çekerek, “AKP hükümeti de Kürt Özgürlük Hareketi karşısında başarısız kaldığı halde medya tarafından başarılı gibi gösterilmektedir. Halbuki hem ideolojik olarak hem askeri hem de siyasi olarak yenilmiştir” dedi. İdeolojik ve siyasi üstünlüğün Kürtlerde olduğunu söyleyen Bayık, hükümetin kara harekatı yapmaktan da korktuğunu kaydetti.

ANF’ye konuşan KCK Yürütme Konseyi Üyesi Cemil Bayık, artan sivil ölümler, iktidar-medya ilişkisi ve yoğun medya propagandaları ile yeni anayasa konusunda değerlendirmelerde bulundu. Bayık’ın, “Psikolojik savaş ne kadar derinse ne kadar kapsamlı yürütülüyorsa bunu yürüten tarafın hakikati, gerçeği, meşruiyeti zayıflamıştır, inandırıcılığı zayıflamıştır” ifadeleri dikkat çekerken AKP ve yandaşı basının psikolojik savaşı bu kadar arttırmasının nedeninin PKK karşısında yaşadığı kaybetme korkusu olduğunu kaydetti.

AKP İKTİDARINDA YÜZLERCE SİVİL KATLEDİLDİ
*Çatışmaların şiddetlenmesi ile birlikte sivil kayıplar da arttı. Özellikle şehir eylemleri sırasında polisin bilinçli olarak sivilleri hedef aldığı iddia ediliyor. Neler oluyor?

HPG, çatışmaların başlamasıyla birlikte halka baskı yapan polislere yöneleceğini daha önce açıklamıştı. Bu açıdan bu dönemde çatışmalar hem kırda hem de şehirde yaşandı. Çatışmaların şehirlerde yoğunlaşması AKP politikalarıyla yakından bağlantılıdır. Çünkü özellikle de son 5-6 yılda şehirlerde gelişen serhıldanlara karşı polis acımasız davranmıştır. Kadın, çocuk, genç, yaşlı demeden katletmiştir. Polisin copuyla, dipçiğiyle, tekmesiyle, panzeriyle, her türlü saldırısıyla gerçekleştirdiği zulüm, fiziki işkence de katletmeler kadar ağırdır. Türk polisinin serhıldanlarda izlediği bastırma yöntemleri bir bir göz önüne getirildiğinde Türk polisinin Kürdistan'da görülmedik bir vahşeti Kürt halkına uyguladığı görülecektir.

Türk devletinin şehirlerde sivilleri öldürmesi yeni değildir. Doğrudur son dönemlerde sivillerin öldürülmesindeki amaçları biraz daha farklıdır. Ama Türk devleti AKP hükümeti döneminde de yüzlerce sivili katletmiştir. Bunların birçoğu da çocuktur. Bunlar insan hakları derneklerinin raporlarında, arşivlerinde bulunmaktadır. Bunların gizlenecek, saklanacak hiçbir yanı da yoktur. Kadınlara, çocuklara nasıl zulüm yaptığı, işkence yaptığı, çocukların kolunu kırdığı, insanların suratlarının, kafalarının, vücutlarının işkenceyle nasıl parçalandığı, gençlere acımasızca onlarca, yüzlerce polisin nasıl işkence yaptığı hala hatırlardadır. Bu açıdan sivil halka yönelik işkencelerin ya da katliamların, öldürmelerin yeni olduğunu düşünmemek gerekir.

2006’daki Amed serhıldanında Başbakan'ın “kadın da olsa çocuk da olsa gereğini yaparız” sözlerini polis talimat olarak almış, hemen birkaç gün içinde bir kısmı çocuk 20’ye yakın Kürt insanı katledilmiştir. Orada 3 yaşında, 9 yaşında, 12 yaşında çocukların nasıl polis kurşunuyla vurulduğu bilinmektedir. Bu da Başbakan'ın emriyle yapılmıştır. Dünyada herhangi bir Başbakan, devlet başkanı ya da bakan “kadın da olsa çocuk da olsa gereğini yaparız” demiş midir? Kesinlikle dememiştir. Kuşkusuz başka yerlerde kadın da öldürmüşlerdir çocuk da öldürmüşlerdir, ama tepki çekmemek için kadın ve çocuk da olsa gereğini yaparız deyip kadın ve çocuklar öldürülmemiştir. Bu, dünyada bir ilktir. Ama buna rağmen Türk Başbakan’ı gerillanın gerçekten üzüntü verici, yanlışlıkla öldürdüğü dört kadından sonra ciğerim yanmıştır diyebilmiştir.

BAŞBAKAN’IN CİĞERİNİN YANMASI BİR YALANDIR

Başbakan’ın ciğeri yanması tamamen bir demagojidir, yalandır. Kadın da olsa çocuk da olsa öldürürüz diyen birisinin ciğeri yanar mı? Ciğeri yanıyorsa bir buçuk yaşındaki Mehmet Uytun polis tarafından öldürüldüğünde, Ceylan Önkol öldürüldüğünde, Uğur Kaymaz öldürüldüğünde, Amed’te Koşuyolunda çocuklar öldürüldüğünde, Yahya Menekşe polis panzeri tarafından ezildiğinde, Hakkari’de bir çocuk öldürülerek dereye atıldığında, gazlarla yaşlılar öldürüldüğünde, yaşlı kadın öldürüldüğünde, en son uçağın vurmasıyla biri bebek, dördü çocuk, biri hamile kadın yedi Kürt insanı öldürüldüğünde ciğeri yanardı. Bunlar öldüğünde niye ciğer yanmamış? Sınır boylarında onlarca insan kaçakçı diye katledilirken, buralarda analar ağlarken bu Başbakan’ın niye ciğeri yanmamış? Bu söylediklerimiz ilk akla gelenlerdir. Öldürmeler bunun kat kat fazlasıdır. Bu açıdan Başbakan’ın söylemi tamamen bir demagojidir. Nasıl ki 12 Eylül’de idam edilenler için sahte gözyaşları dökmüşse, Bülent Arınç gerektiğinde hemen gözyaşlarını dökmüşse Başbakan’ın ciğerim yanıyor demesi de bunların bir versiyonudur. Başbakan da yardımcısı Bülent Arınç da politika için her türlü aracı, insani değerleri en kötü biçimde kullanmaktadırlar. AKP hükümeti döneminde her türlü değer siyaset aracı haline getirilmiştir. Siyasal iktidar için kullanmadıkları değerler kalmamıştır. Zaten insanlık açısından toplumsal ve kültürel değeri olan hak, adalet, eşitlik değeri olan dini bu kadar siyaset aracı olarak kullananlar her türlü değeri de rahatlıkla siyaset aracı olarak kullanırlar. Bu açıdan sanmıyoruz ki çok insan Erdoğan’ın bu “ciğerim yanıyor” sözüne kansın. AKP iktidarı neden mitinglerde, gösterilerde bu kadar şiddet uyguladı, çocuk, kadın, yaşlı, genç demeden öldürdü? Açıktır ki sivillere baskı yaparak halkın Kürt Özgürlük Hareketi, Kürt Demokratik Hareketi etrafında toplanmasını engellemek istemiştir. Bu açıdan bu bir devlet mantığıdır. Nasıl ki 1990’lı yıllarda failli meçhul cinayetler işlenerek toplum Kürt Özgürlük Hareketi’nden uzaklaştırılmaya çalışılmışsa, mitinglerde, gösterilerdeki saldırılar da bunun için yapılmaktadır.

Türk devleti bütün hükümetleriyle, buna AKP de dahil Kürt Özgürlük Hareketi'nin toplumsal tabanını daraltmak için sivillere yönelmeyi, baskı yapmayı bir politika haline getirmişlerdir. Bu klasik yöntemi Türk devleti Kürt halkının Özgürlük Mücadelesi sürdükçe kullanmaktadır. Dün de kullanmıştır bugün de kullanmaktadır. Kürt halkının Özgürlük Mücadelesi sürdüğü müddetçe bundan sonra da kullanacaktır. Bu açıdan sivillere neden yöneliyor sorusunun cevabını bu anlayışta aramak gerekir.

SON ZAMANLARDAKİ SİVİL ÖLÜMLER BİLİNÇLİ YAPILMAKTADIR

Son zamanlardaki sivil ölümler, sivil katliamlar ise tabii ki bilinçli yapılmaktadır. Gerilla Şemdinli’ye baskın yaparak polis ve askeri merkezleri hedeflemiştir. Bu baskının hemen sonrasında şehir halkını cezalandırmak amacıyla hedef gözeterek sivillerin bulunduğu yerlere saldırılmış, dört Kürt genci katletmiştir. Batman’da gerilla polis hedefine yönelmek istemiştir, burada da polisler sivil bir arabayı tarayarak anne ile karnındaki bebeği ve küçük kızı katledilmiştir. Bingöl’de karakolun yanından geçen bir kadın, canlı bomba denilerek vurularak ağır yaralanmıştır.

GERİLLA ŞEHRE İNİNCE, DEVLET SİVİLLERİ HEDEFLEDİ

Gerillanın şehre inmesiyle birlikte siz yataklık yapıyorsunuz, sizden destek alıyorlar diyerek siviller de hedeflenmektedir. Türk savaş uçakları Kandil’de de halkı PKK'ye kışkırtmak için sivil bir araba bilerek hedef alınmıştır. Bunun sonucu biri bebek, dördü çocuk, biri hamile kadın yedi kişi katledilmiştir. Bu saldırılarıyla PKK oralarda olduğu müddetçe siz de zarar görürsünüz mesajı vermiştir. Bir amacı da bu tür öldürmelerle halkın Kandil’i boşaltması hedeflemiştir. Kesinlikle yanlışlıkla yapılmış bir katliam değildir. Savaşta yanlışlıkla öldürmeler de olabilir, savaş tarihinde bu tür olaylar vardır. Ama Türk devletinin sivilleri katletmesinin çoğu bilerek yapılmıştır. Şemdinli’de yanlışlık mı vardır? Bilerek öldürmüştür. Batman’da yanlışlık mı vardır? Bilerek öldürmüştür. 2006’da Amed başta olmak üzere Kürdistan'da gelişen serhıldanı bastırmak için birçok insan evinin önünde ya da balkonda otururken öldürüldüğünü bilmekteyiz. Demokratik eylemlerin dağıtılmasında sağa sola rastgele ateş açılarak insanların ölümüne yol açılmaktadır. Bir buçuk yaşındaki Mehmet Uytun Cizre’de böyle katledilmiştir. Dolayısıyla sivillerin öldürülmesinin de Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı yürütülen bir savaş biçimi olduğunu görmek gerekir. Eylem yaparsanız biz de ister dağda ister şehirde olsun Kürtler öldürülecektir mesajı verilmektedir. Kürt halkına da bu mücadele sürdüğü müddetçe sizi dağda da öldürürüz, şehirde de öldürürüz diyerek halkın Özgürlük Hareketi'ne destek vermesini engellemeye çalışmaktadır.

Sivillerin öldürülmesinin artması, mücadelenin keskinleşmesiyle ilgilidir. Nasıl ki 1990’lı yıllarda Kürt Özgürlük Hareketi'nin mücadelesi geliştikçe acısını sivillerden almışsa, bugün de sivilleri katlederek Kürt Özgürlük Hareketi'nin halk desteği, tabanı zayıflatılmaya çalışılmaktadır. Bunun gerilla savaşlarına karşı, özgürlük mücadelelerine karşı devletlerin, hükümetlerin sadece Kürdistan'da değil, dünyanın her yerinde uyguladığı bir savaş yöntemi olduğu bilinmektedir.

SİİRT’TEKİ OLAY BİZİ DERİNDE ÜZDÜ
*Özellikle Siirt’teki dört kadının ölümünden sonra basın bu olay üzerinden PKK’yi kadın öldüren, sivil öldüren bir örgütmüş gibi göstermeye çalışılıyor. Ne yapılmak isteniyor?

Kuşkusuz Siirt’teki dört genç kızın ölümü bizi de derinden üzmüştür. Gerçekten de geçen yılki dört yurtseverin yanlışlıkla katledilmesindeki duyduğumuz acı daha yüreğimizde acısını hissettirirken bu dört genç kızın ölümü gerçekten de bizi fazlasıyla zorlamıştır. Kuşkusuz aileleri kadar üzülmek mümkün değildir, ama bu dört genç kızın öldürülmesi hususunda hareketimizin yönetimi de, bütün gerillalar da, bütün arkadaşlarımız da fazlasıyla üzülmüşlerdir. Bunu ailelerin bilmesi gerekmektedir. Bu açıdan bu ailelerimize bir daha başsağlığı diliyoruz. Onların anılarının mutlaka Kürt halkının özgürlüğünün ve demokrasisinin sağlandığı, anlamlı bir barışla taçlandırma mücadelesini sürdüreceğimizi belirtmek istiyoruz.

BİNLERCE SİVİL KATLEDİLDİ


Kürdistan'da tabii ki şimdiye kadar binlerce sivil katledildi. 1990’lı yıllarda sokak ortalarında katledildiler, işkencelerde katledildiler, sehıldanlarda katledildiler. Bütün bu katletmeler de dört genç kızın ölümüne timsah gözyaşları döken basının gözleri önünde oldu. Siyasal İslamcı basın da o yıllarda bu faili meçhul cinayetleri meşrulaştırma çabası içindeydi. Biz o yıllardaki ve tüm mücadele tarihimizdeki şehitlerimizin anısına ve halkımızın çektiği acılara verilecek en anlamlı karşılık, özgürlük ve demokrasi mücadelesini yükselterek, Kürt halkının özgürlüğünün ve demokrasisinin gerçekleşeceği adil bir barışı gerçekleştirmek olacaktır. İlk başta bu canını yitiren, yaşamını yitiren insanlarımız için bu sorumluluğu taşıdığımız, bu sorumluluğun gereklerini yerine getireceğimizi söylemekteyiz. Kuşkusuz gerillanın yanlışlıkla sebep olduğu ölümler hareketimiz tarafından soruşturulmaktadır. Gereken yaptırımlar uygulanmaktadır. Ama bu olaylar nedeniyle sorunluların mahkum edilmesi ölenleri geri getirmese bile, bu olaya sebep verenler açısından büyük bir ceza olmaktadır. Bu cezayı da acıyı da vicdanlarında sürekli hissedeceklerdir. Kuşkusuz hareketimiz bu tür olayların olmaması için gerekli tedbirleri alacaktır.

BU ÖLÜMLERDE NE TÜRK BASINI NE DE HÜKÜMETİ ÜZÜLMEMİŞTİR


Bu ölümlerden ne Türk basını ne de Türk hükümeti, bakanları, başbakanı ve bakanları üzülmüşlerdir. Kesinlikle sevinmişlerdir. Bu dört genç kızın ölümü üzerinden psikolojik savaşı arttırma fırsatı bulduklarından bu ölümleri bir psikolojik savaş malzemesi olarak kullanmaktadırlar. Yoksa ölümden üzüldüklerini söylemeleri, üzüntü manşetleri atmaları kesinlikle demagojidir, yalandır, psikolojik savaş aracıdır. Onların kesinlikle ciğeri yanmıyor. Ciğeri yanan halkımızdır, Özgürlük Hareketi’dir, ciğeri yanan Önderliğimizdir ve gerillalardır. Kürt Özgürlük Hareketi ve gerillalar halkımıza yüzyıllarca acı çektirildiği için bu acının öfkesiyle bu mücadeleyi yürütmektirler. Bu gerillalar bugün fedailik yapıyorlarsa, bunun için yaşamlarını, canlarını ortaya koymuşsa bunun nedeni ciğerlerinin yanmasıdır. Halkı için acı çekmeleridir, kadınların, çocukların, gençlerin bir bütün olarak halkın bu zulüm ve kölelik altında yaşamalarına tahammül etmemeleridir. Kürt halkının kültürel soykırıma uğratılmasına tahammül etmemeleridir. Kültürel soykırım basit bir soykırım mıdır? Kültürel soykırım insanlar üzerinde fiziki soykırımdan daha ağır sonuçlar ortaya çıkarmaktadır. Kürt Özgürlük Hareketi binlerce şehit vererek bu mücadeleyi yürütüyorsa bunu sağlatan bir acı vardır. Bu fedailer yaşamlarını keyfi ortaya koymuyorlar. Bu halkın acısını gençler olarak yüreklerinde ve omuzlarında hissettikleri için ve halka karşı sorumluluk duydukları için, bu zulme karşı öfkeleri derin olduğu için bu mücadele yürütülmektedir.

Eğer Başbakan, basın ve Türkiye'deki kimi yazarlar gerçekten bu dört genç kadının ölümü için üzülselerdi, üzüntüleri gerçek olsaydı bunlar Kürt sorununun demokratik çözümü için bu savaşın durması için büyük çaba gösterirlerdi. Bırakalım adil, Kürt halkının temel demokratik haklarını kabul etme temelinde bir demokratik siyasal çözüm istemeleri, aksine savaş kışkırtıcılığı yapmaktadırlar. Teslim olacaksınız, sizi ezeceğiz demektedirler. Başbakan Demokratik Özerklik kabul edilemez, anadilde eğitim kabul edilemez, Kürtlerin temel demokratik hakları kabul edilemez demiyor mu? Kürtlerin hakları kabul edilemez ne demek? Bir halkın hakları varsa kabul edeceksin. Haklarını çiğniyorsun, eziyorsun, ama buna karşı çıkanları da ezeceğim ve yok edeceğim diyorsun. Tek fert kadar kalmayana kadar savaşacağım diyorsun. Bunu diyenlerin gerçekten de ölümlere üzüldüğü, bu savaşın sürmesine karşı çıktığı düşünülebilir mi? Amerika’ya gidiyor, İsrail’e gidiyor ne kadar daha fazla ölüm silahları alırım diye yalvarıyor. Kürt halkının özgürlüğü ve demokrasi mücadelesi için mücadele eden gerillaları yok edeceğim diyor. Bunun için kimyasal silah bile kullanıyor. Bu açıdan Kürtlerin temel demokratik haklarını kabul etmeyen, reddeden bir siyasi gücün ve basının bu ölümlere üzüldüğünden kimse söz edemez. Bunların derdi dört genç kızın ölümü değildir. O dört genç kızın ölümü üzerinden psikolojik savaş yürüterek Kürt Özgürlük Hareketi nasıl etkisizleştirilebilir, nasıl tasfiye edilebilir onun hesabı içindedirler. Onlar ister ki böyle yanlışlıkla yapılmış olaylar olsun da kendileri kullansın. Düşündükleri budur. Yoksa biz Kürt sorununu çözelim, savaşı ortadan kaldıralım, bu nedenle ölümler olmasın gibi bir yaklaşımları yoktur.

SOLİN BEBEK DEĞİL MİYDİ?

Kürt Özgürlük Hareketi defalarca ateşkes ilan etti. Yalvarırcasına, yakarırcasına Kürt sorununu demokratik temelde çözün dedi. Peki, neden çözülmedi? Eğer gerçekten barış isteselerdi bu sorunun çözümü için adım atmazlar mıydı? Kürt Özgürlük Hareketi'nin bu tek taraflı ateşkeslerini doğru değerlendirmezler miydi? Bu ölümler karşısında gerçekten samimi olup olmadıklarını anlamak için daha önceki sivil ölümleri konusundaki yaklaşımların ne olduğunu görmek lazım. Daha önce öldürülen siviller konusunda sesini çıkarmayan, hatta haber değeri bile görmeyenlerin, görmezlikten gelenlerin, hatta ölen sivilleri suçlayanların şimdi kalkıp dört genç kızın ölümü üzerinden psikolojik savaşı sürdürmelerini kimse ciddiye almaz. Hele Kürt halkı bunu hiç ciddiye almaz. Solin bebek bebek değil miydi? Solin bebeğin annesi öldüğünde hamileydi. Dört çocuk uçak roketiyle parçalanarak katledildi. Bunlar için özür bile dilenmedi. Olabilir, yanlışlık yaptık deyip özür dileyebilirlerdi. Yanlışlık yaptık deyip özür dilemek de yetersizdir, çünkü olmaması gerekirdi, ama en azından sorumluluklarını kabul etmiş olurlardı. Bırakalım özür dilemeyi, kabul etmemişlerdir. Açıkça kabul etmeyiz ve yine öldürürüz demişlerdir.

SİVİL ÖLÜMLERDE AKP DE BASIN DA SUÇLUDUR


Kaldı ki sivil ölümleri konusunda Türk devleti de AKP de bu basın da çok suçludur. 2001 15 Ağustos’unda Güney Kürdistan'da kadın, çocuk, yaşlı 50 sivil öldürüldüğünde bu basın bu katliamı ne kadar verdi? Güney Kürdistan'da daha önce de Kandil’de olduğu gibi iki defa arabalara uçaklarla saldırdılar. Bu iki saldırıda da 20’ye yakın insan katledildi. Türk basının ve yetkililerinin ciğeri yandığını hiç duymadık. Özellikle de Tayyip Erdoğan’ın yanacak bir ciğeri yoktur. Kadın da olsa çocuk da olsa gerekeni yaparız diyen ve gerçekten de gerekeni yaparak birçok çocuğun ölümüne neden olan bir Başbakan'ın yanacak ciğeri mi olur?

ESKİ İLE YENİ PROPAGANDA ARAÇLARI ARASINDAKİ FARK VEYA BENZERLİK
*AKP hükümetinin propaganda enstrümanlarına dönüşen büyük medya gruplarının propaganda dilini geçmiş dönemlerle kıyaslarsanız, nasıl bir fark görebiliyorsunuz? Ya da diğer bir ifadeyle AKP hükümeti ile öncekilerin “propaganda” açısından farkını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Geçmişte Türk devleti, klasik iktidar blokları Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı ordusuyla, polisiyle, özel timiyle, MİT’iyle, JİTEM’iyle kirli bir savaş yürütüyordu. Bu dönemde Türk devleti dışarıdan da aldığı destekle her türlü askeri ve siyasi saldırı yürüterek Kürt Özgürlük Hareketi'ni tasfiye etme kararı almıştır. Basın da bu tasfiye harekatını örtmek için, desteklemek için kendisine verilen görevleri yerine getiriyordu. Olayların nasıl yansıtılacağı, nasıl bir habercilik ve propaganda yapılacağı o dönemdeki kirli savaş karargahı tarafından Türk basınına iletiliyor, Türk basınındaki gazete ve televizyon yöneticileri de bu çerçevede yayınlarını sürdürüyorlardı.

Polis ve askerin ağırlıklı olarak kullanıldığı bu kirli savaş başarısız olmuştur. Hatta kirli savaş Kürt Özgürlük Hareketi karşısında başarısız kalınca Türk devletinin Kürtleri inkar ve imha siyaseti, kültürel soykırım konsepti zayıf düşmüştür. Bırakalım bu yöntemlerin Kürt Özgürlük Hareketi'ni tasfiye etmesini, Türk devletinin inkar ve imha siyasetinin, teşhir olmasına yol açmıştır. Kuşkusuz Kürt Özgürlük Hareketi direnmeseydi, ayakta kalmasaydı bu saldırılar başarılı olacaktı. Bu saldırılar başarılı olduğu için de bunlar vatanı kurtaran, bölünmeyi engelleyen kahramanlar olarak Türkiye tarihine geçeceklerdi. Ama bu saldırılar karşısında Kürt Özgürlük Hareketi direnip de ezilmeyince, varlığını sürdürünce, Kürt Özgürlük Hareketi'nin varlığını sürdürmesi temelinde Kürt halkının Özgürlük Mücadelesi de devam edince geçmişteki bu yöntemlerin başarısızlığı kanıtlanmıştır. Bu nedenle günümüzdeki savaş konsepti asker ve polisi kullanma yanında, yumuşak güç denilen sosyal, ekonomik, kültürel imkanları ve basını yoğun olarak kullanarak psikolojik savaşla Kürt halkının haklı özgürlük mücadelesini daraltmayı, etkisizleştirmeyi düşünen yeni bir stratejiyle yürütülmektedir. Bu stratejide amaç değişmemiştir. Amaç yine Kürt Özgürlük Hareketi'nin tasfiyesi ve Kürtleri kültürel soykırıma uğratacak politikanın önündeki engellerin kaldırılmasıdır. Her ne kadar Kürt kökenli vatandaşlarımız vardır deseler de bu tür söylemleri de Kürt halkını kültürel soykırıma uğratıp Kürdistan'ı Türk uluslaşmasının yayılma alanı haline getirme politikalarını örtme amaçlıdır.

BUGÜN SAVAŞIN AĞIRLIKLI BÖLÜMÜ BASIN ÜZERİNDEN YÜRÜTÜLÜYOR


Politika amaç olarak değişmemiştir, ama yöntemlerde ve taktiklerde değişiklikler vardır. Dün basın bir nevi yürütülen politikanın destekçisiydi, şimdi ise savaşın ağırlıklı bölümü basın üzerinden psikolojik savaş olarak yürütülmektedir. Asker ve polis ise basın üzerinden sürdürülen bu savaşın gereklerine göre hareket etmektedir. Bu yönüyle basının geçmişteki durumdan çok farklı bir konumu vardır. Önceleri dördüncü kuvvet denilirdi; şimdi birinci kuvvet olarak tanımlanmaktadır. Gerçekten de şimdi Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı yürütülen savaşta birinci kuvvet rolünü oynamaktadır. Savaşın yönünü, doğrultusunu, içeriğini, ilkelerini, esasını neredeyse basın belirliyor. Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı toplumsal tabanı daraltma, Kürt Özgürlük Hareketi'ni parçalama, halkın kafasını bulandırma konusunda esas rolü basın yerine getirmektedir. Önce failli meçhul cinayetle öldürerek toplumsal tabanı daraltmak isterken bugün bu rolün en büyük parçasını basın üstlenmiş bulunmaktadır. Kuşkusuz faili meçhul cinayetler, halkın üzerinde polis terörü var, sivil öldürmeler yine var; siyasi soykırım operasyonları var. Bunlarla Kürt toplumu etkilenmeye, mücadeleden vazgeçirilmeye, iradesi kırılmaya çalışılıyor. Ama bu saldırıları en fazla da besleyen, destekleyen bir basın bulunmaktadır. Basın bu yönüyle geçmişten daha farklı bir biçimde bu özel savaşın, psikolojik savaşın ve kirli savaşın içindedir. Dün destekçisiydi, hatta kendine verilen talimatla yürüyordu, şimdi ise esas politika, savaşın doğrultusu burada çiziliyor. Herkesin rolü burada belirleniyor. Bu çerçevede de askerler, polisler ya da özel timler rolünü oynuyor. Basının geçmiş dönemden farkını bu çerçevede ortaya koymak gerekiyor.

ARTIK MERKEZ BASIN, YANDAŞ BASIN AYRIMI KALMADI

Artık merkez basın, yandaş basın ayırımı da kalmamıştır. Şu anda bütün basın hükümetin politikasının uygulanmasının temelini hazırlayan güç haline gelmiştir. Bu yönüyle basın gerçekten kraldan daha çok kralcı derler ya, böyle bir biçimde Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı savaş sürdürmektedir. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: geçmiş dönemde basın içinde belirli düzeyde farklı sesler vardı, ama bunlar andıçlarla bastırılıyordu. Gazete ve televizyon sahipleri üzerinde baskı kurularak birçok gazetecinin çalıştırılmaması isteniyordu. Bunlar o dönemde farklı seslerin olduğunu ortaya koymaktadır. Bugün ise basın tamamen tek ses haline getirilmiştir. Birkaç tane aykırı ses dışında AKP politikalarına karşı çıkacak gazeteci kalmamıştır. Ergenekoncu denen bir iki gazete ve televizyon AKP hükümetine hala karşı çıkmaya çalışmaktadırlar. Onların karşı çıkışı da Kürtler üzerinde uygulanan özel savaş, kirli savaş politikalarıyla ilgili değildir. Hatta o konuda AKP'nin savaş yöntem ve taktiklerini kendilerine göre yetersiz bulmaktadırlar. Hala geçmiş dönemde Kürt Özgürlük Hareketi karşısında yenilmiş politikaların yürütülmesini istemektedirler. Ergenekon davasında yenildikleri için yargılanmaktadırlar. AKP de yandaşları da çeşitli çevreler de bunlara karşı siz yenilmişsiniz, yenilmiş politikaları dayatıyorsunuz, Kürtler karşısında başarısız kalmış politikaları dayatıyorsunuz, bizim başarıyla yürüttüğümüz politikalara engel olmayın diyerek onlara karşı mücadele yürütmektedirler. Yani aralarında bir iktidar mücadelesi vardır. Kürt Özgürlük Hareketi'nin tasfiye edilmesi konusunda aralarında hiçbir fark yoktur.

TÜRKİYE’DE ÖZGÜR BASININ YAŞAMA ŞANSI YOK

Kuşkusuz geçmiştekinden daha yoğun düzeyde devlete ve hükümete bağlı bir basın gerçeği vardır. Basınlar giderek belirli tekellerin elinde, hükümetlerin elinde kullanılmaktadır. Öyle özgür basın gerçeği kesinlikle yoktur. Türkiye'de özgür ve demokratik basının yaşama şansı da kalmamıştır. Demokratik gazetecilerin de NTV’deki bazı gazetecilerin atılması gerçeğinde görüldüğü gibi derhal saf dışı edilecekleri açıktır. Bugün sözde demokrat, güya tarafsız görünen birçok gazetecinin, yazarın bu psikolojik savaşın parçası haline gelmesi, bu konuda sesini çıkarmamaları, hükümeti rahatsız etmeyecek yaklaşım içinde olmalarının nedeni gerçekten de hükümet ve devletin basın üzerinde baskı kurmasıdır. Özellikle de ekonomik imkanlarını kullanarak bunu yapmaktadırlar.

RUŞEN ÇAKIR VE NTV

Geçmişte belki öldürmeler, fiziki saldırılar biçiminde baskılar oluyordu, ama bugünkü baskı tamamen aforoz etme, saf dışı etme, silip süpürme saldırısı olduğu için çok onurlu olmayan, çok ilkeli olmayan gazeteciler tamamen teslim alınmaktadırlar. Bir Ruşen Çakır örneği var. Önceleri olay ve olguları daha özgürce değerlendirebiliyordu. Bu nedenle diğerleriyle birlikte NTV’den atıldılar. Ancak Ruşen Çakır yine kendine yer bulmak için hükümetin politikalarını destekleyen, hükümeti rahatsız etmeyen bir dil kullanmaya dikkat etmektedir. Zaman zaman sözde demokrat vicdanını, eski solcu vicdanını rahatlatmak için kimi farklı şeyler söylese de aslında aforoz edilmemek için düşüncelerini, duygularını ayarladığı, düşüncelerini ona göre kurduğunu insan rahatlıkla söyleyebilir. Bu sadece bir örnektir. Bunun gibi onlarca gazeteci ve yazarın olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

ŞİMDİ BASIN AKP’YE AİTTİR

Önceki hükümetler döneminde basın ayrı iktidar ayrıydı. Ama hükümetler basına baskı yaparak istediği doğrultuda psikolojik savaş yürüttürüyorlardı. Şimdi ise basın bizzat AKP'ye aittir; AKP yandaşıdır. İdeolojik olarak, siyasi olarak AKP'nin politikalarını benimseyen, AKP'nin Kürt Özgürlük Hareketi'ni yenilgiye uğratması, tasfiye etmesi temelinde devleti ele geçirmesi konusunda bizzat öncülük yapan bir basın söz konusudur. Hatta AKP'nin ideolojisi ve politikası bunlara aittir. AKP bunlara ait ideolojik yaklaşımları yürürlüğe sokmaktadır. Bu açıdan geçmişten farklı olarak basın ideolojik ve siyasi olarak AKP’lidir, AKP'nin politikalarının uygulattırıcısıdır. Sadece hükümetin ve devletin şöyle yap dediğini yapmıyorlar. Aksine inandıklarını AKP'ye yaptırıyorlar. Böyle anlamak gerekiyor. AKP hükümeti gerçekten de psikolojik savaşta derinleşmiştir. Daha doğrusu bu dönemdeki politikanın ve bu doğrultuda yürütülen savaşın ihtiyacı bunu gerektirmektedir. Geçmişteki yöntemlerin yenilgiye uğratılması, bu dönemde savaşın daha fazla psikolojik savaş ve basın üzerinden yürütülmesi ihtiyacını doğurmuştur. Bu konuda da gerçekten AKP hükümetinin usta olduğu söylenebilir. Bu yönüyle algı yaratma, algı yönetme, istediği algıları yaratarak, yönlendirerek kendisini etkin kılma konusunda AKP ideologlarının, AKP özel savaş merkezinin, AKP yandaşı basının geçmişteki hükümetlere göre daha etkili çalıştığı söylenebilir. Diğer iktidarlar döneminde klasik devlet ideolojisi vardı, herkes buna uyuyordu. AKP ise zaten başından itibaren bir ideolojik akımdır. Siyasal İslamcı bir akımdır. Kendilerini ideolojik olarak donatarak, derinleştirerek siyasal alanda etkili hale gelen bir harekettir. İdeolojik alanla siyasal alanın ayrı ayrı şekillenmesi söz konusu değildir. Bu yönüyle diğer siyasi güçlere göre ideolojik olarak daha fazla yoğunlaşma, kendi ideolojisi ve bu temeldeki siyaseti üzerinde daha bütünlüklü bir çabaya, yeteneğe sahip olma söz konusudur. Bu da onları Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı yürütülen savaşta hükümetin istediğinden daha fazlasını yapma, hükümetin politikalarının gereği olan tüm psikolojik savaş yöntemlerini, ideolojik savaş yöntemlerini gönüllü ve istekli kullanmalarını beraberinde getirmektedir.

BİR BASIN TEKELİ KURULDU, EN BÜYÜK TEKEL SİYASAL İSLAMCI BASINDIR

Basının iktidardan ayrı olmaması yanında siyasal İslamcıların ellerindeki araçlar daha fazladır. Kırk televizyon, kırk gazete, kırk radyo vardır. 1990’lardaki basın bu kadar gelişkin değildi. Merkez basın deniyordu onlar da birkaç gazete ve bir iki televizyondu. Ama bugün AKP gerçekten de bir basın tekeli kurmuştur. Şu anda AKP yandaşı basın tam bir tekel halindedir. En büyük tekel, siyasal İslamcı basındır. Sahipleri farklı olsa da aynı ideolojik ve siyasi hedefler doğrultusunda çalışmaktadırlar. Sadece kendi ideolojik siyasi hedefleri doğrultusunda çalışmıyorlar, kendileri dışındaki herkesi susturmaktadırlar, ezmektedirler. Kendileri dışında olan herkesi hain ilan etmektedirler. 1990’lı yıllardaki basın bile bu kadar acımasız değildi. Örneğin Nuray Mert gibi birkaç kadın gazeteci farklı görüş belirtince hemen susturulmaya çalıştı. Kendilerine karşı bir tane muhalefet olmasını bile istemiyorlar. Bu durum bir yönüyle de zayıflıklarını ortaya koyuyor. Birkaç muhalif gazetecinin yazılarının ve konuşmalarının bile kendi sahteliklerini açığa çıkaracaklarından korktuklarından dolayı müsaade etmiyorlar.

Tabii bir önemli fark da gerçekleri tersyüz etme konusunda ustadır. Yani beyazı kara, karayı beyaz gösterme konusunda ustadırlar. Demokrat olmadığı halde kendilerini demokrat gösterme, hiçbir adım atılmadığı halde Kürt sorununda önemli adım atılmış gibi gösterme, basın konusunda gerçek anlamda özgürlük tamamen ortadan kaldırıldığı halde sanki basın özgürmüş gibi, istediğini konuşuyormuş gibi bir hava yaratma gerçekten bu basının eseridir, kandırmasıdır, aldatmasıdır. Bu bakımdan gerçeklerin bu kadar çiğnendiği, gerçeklerin bu kadar tersyüz edildiği, gerçeklere bu kadar saygısızca yaklaşıldığı, gerçeklerle bu kadar savaşın açıldığı başka bir hükümet dönemi ya da basın dönemi olmamıştır.

HEM İDEOLOJİK OLARAK HEM DE ASKERİ OLARAK YENİLDİLER
*Aşırı bir medya propagandası, manipülasyonlar ve korku psikolojisi Kürt mücadelesi karşısında bir üstünlük sağlamaya yeter mi?

AKP hükümeti de Kürt Özgürlük Hareketi karşısında başarısız kaldığı halde medya tarafından başarılı gibi gösterilmektedir. Halbuki hem ideolojik olarak hem askeri hem de siyasi olarak yenilmiştir. 2007’deki seçimden sonra Kürdistan'da baş aşağı gittiği açıktır. 2007’de ne kadar milletvekili vardı Kürdistan'da şimdi ne kadar vardır? Bunlar bilinmektedir. AKP tüm devlet imkanlarını kullanmasına rağmen BDP'nin 2007 seçimlerine göre milletvekili sayısı yüzde yetmiş artmıştır. Oyu da 2007 seçimlerine göre çok artmıştır. Oyu çok arttığı için 16 milletvekili fazla almıştır. Yoksa oy artmamış, ama milletvekili artmış gibi bir durum söz konusu değildir. Onlar kendilerine göre Kürt Özgürlük Hareketi'nin çok başarılı olduğu 2009’a göre kıyaslıyorlar. Kaldı ki 2009’a göre olsa bile yine artmıştır. Askeri olarak ise Zap’ta yenilmişlerdir.

SANAL ZAFERLER İLAN EDİYORLAR

Ne kadar psikolojik savaş yürütseler de ideolojik ve siyasi üstünlük tamamen Kürtlerin elindedir. İşte şimdi basın yoluyla bu gerçekler çarpıtılmaya çalışılmaktadır. Düşünebiliyor musunuz daha kara harekatı yoktur, hatta kara harekatı yapmaktan korkmaktadırlar, ama buna rağmen kara harekatı yapılacak, PKK marjinalleştirilecek, yenilecek ve ondan sonra Kürdistan'da yeni bir siyasi durum ortaya çıkacak gibi hayali senaryolar üretilmekte, sanal zaferler ilan edilmektedir. Sanal zaferler üzerinden de Türkiye'nin geleceği şekillendirilmektedir. Psikolojik savaşın bu düzeye vardırılması vardır.

AŞIRI MEDYA PROPAGANDASI AKP’NİN ZAYIFLIĞI İLE İLGİLİ

Bu aşırı medya propagandası ya da medyanın bu kadar AKP'ye sahiplenmesi aslında zayıflığıyla ilgilidir. Psikolojik savaş uzmanları bilirler ya da psikolojik savaşın bütün dünya tarihindeki, özellikle 20.yüzyıl tarihindeki uygulamalar göstermiştir ki bir güç yenildikçe psikolojik savaşını arttırır. Psikolojik savaş ne kadar derinse ne kadar kapsamlı yürütülüyorsa bunu yürüten tarafın hakikati, gerçeği, meşruiyeti zayıflamıştır, inandırıcılığı zayıflamıştır. Savaşı birçok alanda kaybetmiştir, ama psikolojik savaşla bu kaybetmeyi tersine çevirmeye çalışmaktadır. Dünyadaki gerçek budur. Çünkü askeri olarak, siyasi olarak başarılı olanlar psikolojik savaşa o kadar başvurmazlar, çünkü zaten başarılıdırlar. AKP hükümeti psikolojik savaşa ihtiyaç duyuyorsa bu aslında mevcut durumda ideolojik ve siyasi olarak kaybettiğinin göstergesidir. Gerçekten de son yıllarda Kürt Özgürlük Hareketi büyük başarılar elde etmektedir. Bunu herkes kabul etmektedir. Psikolojik savaşla bu başarıları tersine çevirmek istemektedirler.

PSİKOLOJİK SAVAŞIN ARTTIRILMASI PKK KARŞISINDA KEYBETME KORKUSUDUR

AKP ve yandaşı basının psikolojik savaşı bu kadar arttırmasının nedeni, PKK karşısında yaşadığı kaybetme korkusudur. Çünkü kaybettiği anlaşılırsa pabucu dama atılacaktır. AKP, Kürt Özgürlük Hareketi'ni tasfiye etme temelinde iktidar yapılmıştı. Eğer Kürt Özgürlük Hareketi'ni tasfiye etme kapasitesinin olmadığı açığa çıkarsa, netleşirse o zaman AKP hükümetinin Türkiye devletini ele geçirmesi, başat güç olması mümkün değildir. Ama AKP hükümeti ve yandaşları ise 1930’ların CHP’si gibi Türkiye'yi ele geçirip tek partili bir yönetim yaratmak istiyorlar. Başka partiler olsa da bunları süs olarak kullanıp esas olarak 1930’ların CHP’si gibi Türkiye'nin bütün siyasal, sosyal, kültürel politikalarını belirleyen, hakim olan yegane güç olmak istiyorlar. İşte bunun önünde engel olarak PKK, Kürt Özgürlük Hareketi görüldüğü için bu kadar propaganda yapıyorlar, bu kadar manipülasyon yapıyorlar, bu kadar gerçekleri tersyüz ediyorlar. İşte son Batman olayında olduğu gibi kadın ve çocuklar polis tarafından vurulduğu halde kendilerine göre bazı görüntüleri montaj edip yayınlayarak, esas gerçeği ifade eden görüntüleri saklayarak ölenlerin üzerindeki kurşunları saklayarak olayı PKK üzerine, gerilla üzerine yığmaya çalışmaktadırlar. Bu aslında ne kadar sıkışık olduklarının göstergesidir.

Aşırı düzeyde yürütülen psikolojik savaşla, manipülasyon ve korku yaratarak Kürt mücadelesi karşısında üstünlük yaratılamaz. Sanal zaferlerle, psikolojik savaşlarla dünyanın en gerçek, haklı mücadelesi geriletilemez. Dünyadaki hiçbir hakikatin ve gerçeğin bu kadar net olmadığı bir mücadele yürüten hareketi geriletmeleri, üstünlük sağlamaları mümkün değildir. Zaten Türk devletinin başarısızlığı esas olarak buradan kaynaklanmaktadır. Yoksa ordusu az savaşmış, polisi az çalışmış, psikolojik savaşı az vermişler gibi bir durum söz konusu değildir. Belki dünyada hiçbir ülkenin yürütmediği kadar kapsamlı ve sert bir savaş yürütmüşlerdir. Dünyanın en büyük gücü olan ABD’den daha fazla askeri, siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel, ideolojik, propaganda ve psikolojik savaş alanında bir savaş yürütmüşlerdir. Başarılı olmamalarının nedeni esas olarak çok haksız olmalarıdır. Kürt Özgürlük Mücadelesi'nin ise çok haklı olmasıdır. Moral değerlerin çok yüksek olmasıdır. Yoksa Kürt Özgürlük Mücadelesi bu devlet ve saldırılar karşısında dayanamazdı. Kuşkusuz Kürt Özgürlük Hareketi direnmektedir, büyük savaş vermektedir, büyük mücadele vermektedir. Ama eğer Türk devleti başarılı olamıyorsa, Kürt Özgürlük Hareketi'nin direnişi Türk devleti karşısında yenilgi yaşamıyorsa, bunun esas nedeni Türk devletinin çok haksız bir savaş yürütmesidir, Kürt Özgürlük Hareketi'nin de çok haklı bir davanın yürütücüsü olmasıdır.

Son zamanlarda AKP yandaşı basının, belirli yazarların “PKK şöyle geriler, şöyle bitecek, şöyle üstünlük sağladık, dış politikada kuşattık, içeride kuşattık, asker ve siyasiler bir oldu, özel timler hazırlanıyor, profesyonel ordu oldu, artık PKK'nin sonu geldi” gibi değerlendirmelerle yaratmak istedikleri sanal üstünlük ancak yalancının mumu yatsıya kadar yanar deyiminde olduğu gibi kısa süreli etkiler yaratır. Gerçekler o kadar güçlüdür ki, bu tür psikolojik savaş ve sanal başarıların balonlarını kısa sürede söndürerek gerçek üstünlüğünü ortaya koyar. Nitekim Kürt Özgürlük Hareketi bugün askeri olarak da, siyasi olarak da ideolojik olarak da üstünlüğünü sürdürmektedir. Bugün sıkışık olan AKP hükümetidir. Bazıları diyor ya şu anda güya AKP hükümeti meşru savunmadaymış, öyle bir şey yok. AKP hükümeti haksız bir güçtür. Devlet haksız bir güçtür. Hala Kürt sorununda atılmış demokratik bir adım yoktur. Bunların hepsi demagojidir. Ama AKP'nin Kürt halkının Özgürlük Mücadelesi ve direnişi karşısında gerçekten gerilediği, savunmada olduğu ve Kürt sorunu çözülmediği taktirde diğer iktidarlar nasıl ki siyaset sahnesinden çekildilerse AKP de Kürt sorununu demokratik temelde çözemezse siyaset sahnesinden çekilecektir.

TÜRKİYE BİR ÖZEL SAVAŞ DEVLETİDİR
*Kürt hareketine karşı propagandanın bu kadar çıplak yürütülmesi, AKP'nin her türlü uygulamalarının koşulsuz desteklenmesi, medya ve iktidar ilişkisinin gizlenmeye gerek duyulmayacak kadar açık hale gelmesi nasıl izah edilebilir?

Her şeyden önce şunu belirtmek gerekiyor: Türkiye bir özel savaş devletidir. Cumhuriyetten bu yana Kürtleri fiziki ve kültürel soykırımla yok edip Kürdistan'ı Türk uluslaşmasının yayılma alanı haline getirmek istemektedir. Bu stratejik bir hedeftir. Büyük Osmanlı imparatorluğu dağılmış, Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. O imparatorluk kompleksiyle hiç değilse Misak-ı Milli denen sınırları tümden Türk vatanı haline getirelim, Türkleştirelim politikası benimsemiştir ve bu temelde de Türk devletinin bütün siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel, askeri her türlü imkanları bu amaca seferber edilmiştir; bu amaç çerçevesinde planlanmıştır ve örgütlendirilmiştir. Aynı biçimde basın da, üniversiteler de bu özel savaş çerçevesinde şekillenmiştir. Bu gerçeğin görülmesi gerekiyor.

İslamcı basının da bunlardan farkı yoktur. Onlar da Türk devleti tarafından şekillendirilmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı, İmam Hatip Okulları ortamında yetişen, özellikle son 30-40 yılda dış güçlerin desteğiyle de siyasal İslam’ı, solculara, demokrasi güçlerine, Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı kullanması ortamında şekillenen siyasal İslamcı basın da bu özel savaşın bir parçası haline gelmiştir. Kuşkusuz kendileri de Cumhuriyetin kuruluşundan sonra zarar görmüşlerdir. Bu yönüyle Cumhuriyetten dışlanmışlardır. Demokrasi sorununun bir parçası da İslamcı güçlere karşı devletin bu yaklaşımıdır. Ancak sosyalistlere ve Kürtlere karşı davranıldığı gibi bu çevrelere sert davranılmadığı bilinmektedir. Son zamanlarda görüldüğü gibi kendileri devletle uzlaşınca, devlet içine kabul edilince demokrasi sorunu bitmiş, ileri demokrasi gelmiştir, propagandası yapmaktadırlar. Bu onların devletle bütünleşmesini ifade etmektedir. Zaten kendileri de eski devlet yok, artık devlet üzerinde AKP'nin hakimiyeti vardır demektedirler. Yani artık siyasal İslam’ın, AKP'nin devletle bütünleşmesi gerçekleşmiştir. Artık AKP devletin temel stratejilerini yürüten politik güç haline gelmiştir. Bu açıdan mevcut meydanın iktidarla bütünlük arz etmesi, devlet politikalarını desteklemesi çok anormal bir durum değildir. Yandaş basın da bu devletin ideolojik ve siyasi savunucusu konumdadır. Zaten diğer basın yayın geçmişten beri devletin emrindeydi. Türk devletinin özel savaş gerçeği basını dün de bugün de kendi istediği doğrultuda kullanmıştır. Kürt sorunu sürdüğü müddetçe de basının göreceli de olsa bir bağımsızlığının olmayacağını, tamamen devletin ve hükümetin politikalarına endeksli olarak Kürt Özgürlük Hareketi'nin tasfiye edilmesi ve Kürtlerin siyasi soykırıma uğratılmasının aracı haline geleceklerini bilmek gerekir. Bu konuda Kürtlerin ve demokrasi güçlerinin yanılmaması gerekir. Hiçbir psikolojik savaş, hiçbir özel savaş dili bu karakterlerini gizleyemez. Bazı sözde demokratların ve kendilerine Kürt aydını diyen birkaç kişinin AKP'nin bu özel savaş politikasını sanki bir gelişme oluyor gibi göstermeleri, onların ruhlarını satmalarıyla ilgilidir. Yoksa gerçekler kesinlikle böyle değildir.

ARTIK SAFLAR NETLEŞMİŞTİR

Propagandanın bu denli açık yürütülmesi esas olarak savaşın geldiği düzeyi gösterir. Artık saflar netleşmiştir. Zaten AKP hükümeti de aynı 2001 ikiz kulelerin vurulmasından sonra Bush’un “ya bizdensiniz ya da diğerlerinden” dediği gibi Türkiye'de de artık Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı o kadar sıkışmıştır ki orta bir yol bırakmamıştır. Ya bizdensiniz ya da karşı taraftansınız demektedirler. Bu açıdan da basın propagandayı bu kadar çıplak biçimde yürütmektedir. Bunun böyle görülmesi gerekir. Farklı biçimde basıncılık yapılmasını kabul etmiyorlar. Tamamen Kürt Özgürlük Hareketi'nin tasfiyesini hedefliyorlar. Hedef bu olunca düşüncelerini ve değerlendirmelerini açık ev doğrudan hedefe yöneltiyorlar. Zaten politik arenada da farklı görüşler devreden çıkmıştır. Aslında MHP farklı gözükse de durum öyle değildir. AKP zaten MHP’lileşmiştir. Şu anda tek bir görüş var, o da AKP'nin benimsediği devlet politikasıdır. Askeri vesayetin ve klasik iktidar bloklarının gerilmesinden söz ediyorlar. AKP onların görevini devralınca onlara ihtiyaç kalmamıştır. Bu nedenle meclisteki tüm partiler söylemleri farklı olsa da aynı amaç doğrultusunda çalışmaktadırlar. O da Kürt Özgürlük Hareketi'ni tasfiye edip kültürel soykırımı tamamlayacak siyasal sistemi güçlendirmektir.

AKP yandaşı basın zaten ayrı değildir. Hatta ilk önce ideolojik alanda, basın alanında güç toplamışlardır. Ya da AKP'nin siyasal İslamcı politikaları belirli yönleriyle basın üzerinden üretilmiştir. Bu yönüyle medya-iktidar ilişkisi arasında bir ayırım olması düşünülemez; bütündürler. Mevcut basın, AKP iktidarının ideolojik organıdır. Siyasal İslamcı kesimlerin basınla ilişkisi böyledir. Belki klasik iktidar blokların basınla ilişkisi bu düzeyde değildi. Onlar daha çok askeri ve siyasi gücüyle basın hizmetlerine sokuyorlardı. Ama bugün devletin hakimi olan siyasal İslamcı güçlerin ve AKP'nin ideolojik organlarıdırlar, güçleridirler. Bu kadar açık hareket etmelerinin, açıkça savunmalarının bir nedeni de budur. Zaten siyasal İslamcı gazetelere ve televizyonlara bakıldığında bu açıkça görülebilir. 1990’lı yıllarda bile böyle bir durum yoktur. Bu gerçeği eski gazetecilerin hepsinin bilmesi gerekmektedir. Mehmet Ali Birand ya da bazı gazeteciler bilir. Onlara bazı şeyler dayatılmıştır, ama şimdi bir dayatma söz konusu değildir. Bu basın ideolojik organ haline gelmiştir, bu işi kendisinin görevi görmektedir. Merkez basın olarak ifade edilen basının üzerine ekonomik araçlarla gidilerek çökertilmiş ve teslim alınmıştır. Çoğu zaten gazetelerini satmak durumunda kalmıştır. El değiştirmeyen gazeteler de tamamen yandaş basının farklı bir türevi haline gelmişlerdir. Bugün Türk basının geldiği durumu böyle değerlendirmek gerekmektedir.

YENİ ANAYASA YAPIMINI GÜNDEME GETİREN AKP DEĞİLDİR
*Meclisin en önemli gündemi yeni anayasa olarak görülüyor. Nasıl bir anayasa olmasını bekliyorsunuz?


Şu anda meclisin gündeminde yeni bir anayasa yapmanın olduğu açıktır. Ancak yeni anayasa yapımını gündeme getiren, gündeme sokan AKP değildir. Daha doğrusu AKP gündemine almak zorunda kalmıştır. Yeni anayasanın gündeme sokulmasını sağlayan, 1982 anayasasının ortaya çıkmasından bugüne bu anayasayı kabul etmeyen, bu anayasanın faşist, antidemokratik bir anayasa olduğunu ortaya koyan ve bu temelde de demokrasi mücadelesi vererek Türkiye'de yeni bir demokratik sistem kurulmasını isteyen başta Kürt Özgürlük Hareketi olmak üzere demokrasi güçleridir. 1982 anayasasına karşı da en büyük mücadeleyi Kürt Özgürlük Mücadelesi ve Türkiye'deki demokrasi güçleri vermiştir. 1982 anayasasından şu anda hükümette olan siyasal İslamcılar çok rahatsız olmamışlardır. Hatta Fetullahçılar ve bugün AKP içinde yer alan birçok kesim sadece anayasayı desteklememiş, 12 Eylül’ün gelmesini bile Türkiye'nin kurtuluşu olarak görmüşlerdir.

Kuşkusuz son zamanlarda farklı değerlendirmelerle 12 Eylül askeri darbesini eleştiriyor olsalar da bu 12 Eylül darbesinden en fazla solcular zarar görmüştür, Kürtler, Kürt Özgürlük Hareketi zarar görmüştür. En fazla faydalanan da bu İslamcı kesimler olmuştur. Bunun böyle olduğu açıktır. Ama Kürt Özgürlük Hareketi bütün baskılara rağmen direnmiş, teslim olmamış, 12 Eylül rejimine karşı tek mücadele eden güç olarak ayakta kalmıştır. Bu mücadele demokrasi güçlerinin de tümden ezilmesini engellemiş, 12 Eylül rejimini sürekli deşifre edip teşhir ederek meşruiyetini zayıflatmış, bu temelde mücadelenin gelişmesi ortamını güçlendirmiştir.

DEĞİŞİKLİKLER KÜRTLERİN MÜCADELESİYLE OLDU


Eğer Kürt Özgürlük Hareketi 12 Eylül’e karşı direnişe geçmeseydi, 12 Eylül başarılı bir askeri darbe olarak, başarılı bir siyasal sistem olarak bugün hala kutsanıyor olacaktı. Bugün mahkum edilenler hala kahraman olarak ortalarda dolaşıyor olacaklardı. 12 Eylül bu kadar tukaka olduysa, bu kadar eleştiriliyorsa, Türk ordusu en itibarlı durumdayken bugün pek çok general cezaevlerindeyse bunun nedeni Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı yürüttükleri savaştaki başarısızlıklarıdır. Eğer başarılı olmuş olsaydı bırakalım bir generali içeri atmayı, bir düğmesine bile dokunulamazdı. Ama Kürt Özgürlük Hareketi ve demokrasi güçlerinin mücadelesi sonucu 12 Eylül anayasasının toplumun ihtiyaçlarına cevap vermeyen, hatta toplumsal ve siyasal sonuçlara yol açan bir nitelikte olduğu görülmüştür. Eğer bugün siyasal İslamcılar iktidardaysa, bugün sistemin en temel gücü haline gelmişlerse onlar da bunu Kürt Özgürlük Hareketi'nin mücadelesine borçludurlar. Eğer geçen yıl anayasada 30 maddelik değişiklik yapmışlarsa bunu bile Kürt Özgürlük Hareketi'nin mücadelesine borçludurlar. Çünkü yeni bir anayasa yapımını ve ihtiyacını Kürt özgürlük ve demokrasi güçleri ortaya çıkarmıştır.

AKP hükümeti toplumda gelişen demokrasi özlemini ve yeni anayasa yapılması taleplerini kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak istemiştir. Geçen yıl böyle bir anayasa değişikliği referandumu ortaya koymuştur. Ama anayasa değişikliği öncesindeki propagandalar, söylenenler ve referandumun sonuçları 12 Eylül anayasasının meşruiyetini değişiklikleriyle birlikte tümden ortadan kaldırmıştır. Çünkü bu referandum öncesinde hayır diyenler de, yetmez ama evet diyenler de yeni anayasa istiyordu. AKP bile bu değişiklikleri yapıyoruz, ama yeni bir anayasa gerekiyor diyordu. Kürt Özgürlük Hareketi ve demokrasi güçleri zaten bu 12 Eylül anayasasını kabul etmiyorlardı. Bu nedenle geçen yılki 12 Eylül referandumu aslında AKP'nin istediğinden farklı, tamamen değişiklikleriyle birlikte şekillenen yeni anayasanın da meşruiyetini ortadan kaldırmıştır. Bu yönüyle referandum hayırlı bir sonuca verile olmuştur. Özellikle de Kürtlerin bu anayasayı büyük oranda reddetmeleri zaten meşruiyetini tümden yitirmesine yol açmıştır. Bunun sonucu artık eski anayasayla, yamalanmış 12 Eylül anayasasıyla Türkiye'de siyasal, sosyal sistem kurmak ve yönetmek mümkün değildir. Sadece demokrasi güçleri ve Kürt halkı açısından değil, devlet açısından da artık mevcut anayasayla Türkiye'yi yönetmenin mümkün olmadığı anlaşılmıştır. Mevcut anayasayla hiçbir hükümet ve devlet kendisini meşru kılamamaktadır. Siyasetin konusu da esas olarak meşruiyet sağlamaktır. Devlet de kendisine yeni bir meşruiyet aramak için yıpranan otoritesini, sistemini, meşruiyetini yeniden onarmak için yeni bir anayasaya ihtiyaç duymaktadır. Bu açıdan yeni anayasa ihtiyacını kesinlikle ortaya çıkaran Kürt halkının ve demokrasi güçlerinin özgürlük mücadelesidir.

TÜRK DEVLETİNİN ANAYASA YAPMAKTAN ANLADIĞI FARKLIDIR

Ancak Türk devletinin yeni anayasa yapmaktan anladığı farklıdır, Kürt Özgürlük Hareketi ve demokrasi güçlerinin yeni anayasadan anladığı farklıdır. Devlet Kürt halkı ve demokrasi güçleri üzerindeki egemenliğini sürdürecek yeni bir meşruiyet zemini ararken, Kürt halkı ve demokrasi güçleriyse yeni anayasayla Kürt sorununun çözümünü ve Türkiye'nin demokratikleşmesini istemektedirler. Bunların ikisi aynı şeyler değildir. Bu açıdan AKP de devlet de yeni anayasa yapılmasını istiyor, ne güzel denilemez. Kesinlikle yeni anayasa süreci aynı zamanda mücadelenin keskinleşeceği, şiddetleneceği bir süreçtir. Çünkü bu süreçte Kürt halkı ve demokrasi güçleri Kürt sorununun çözümü ve Türkiye'nin demokratikleşmesini sağlayan bir anayasanın yapılmasını dayatacaklardır. Devlet ise Kürtler üzerinde siyasi egemenliğini ve kültürel soykırımını sürdürecek, demokrasi güçleri üzerindeki otoritesini ve egemenliğini pekiştirecek, halklar üzerindeki egemenliğini pekiştirecek bir yeni anayasa yapmak isteyecektir. Böylelikle bu yeni anayasa temelinde egemenliğini yeni koşullarda sürdürecektir. Dolayısıyla yeni anayasa yapımı süreci, esas olarak da demokrasi güçlerinin onlarca yıldır yürüttüğü mücadeleyle ortaya çıkardığı demokrasi özlemini karşılayan anayasa talebiyle, bu mücadele karşısında yıpranan devletin yeni bir anayasa yaparak kendisine meşruiyet kazandırma arayışı arasındaki mücadele biçiminde geçeceğini görmek gerekiyor. Bu bakımdan da son on yılların en şiddetli mücadelesi, ince, çok boyutlu ve çok yönlü mücadelesi bu süreçte olacaktır. Çünkü herkes yeni anayasanın kendi anladığı biçimde yapılmasını isteyecektir.

Diğer yandan yeni anayasa yapım süreci aynı zamanda devlet ile toplum arasındaki bir yeni sözleşme olabilecek bir fırsat da sunmaktadır. Eğer demokrasi güçleri, özgürlük güçleri iyi mücadele ederlerse gerçekten de devletle toplum arasında, Türkiye'nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümü temelinde bir uzlaşma da sağlanabilir. Ancak AKP böyle bir uzlaşmayı düşünmemektedir. Kendine göre yeni bir anayasa yapımını tasarlamış bulunmaktadır. Kuşkusuz düşündüğü bu anayasa belirli yönleriyle 12 Eylül anayasasından farklı olacaktır. 12 Eylül anayasasından farklı bazı özgürlük alanları ya da gevşemeler, yumuşamalar olacaktır. Çünkü Kürt halkının ve Özgürlük güçlerinin mücadelesi karşısında eski sistemle kendisini yürütememektedir. Eski sistemin zayıf meşruiyetiyle kaybetmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu nedenle de yeni meşruiyet arayışı sürecinde kimi yumuşamalarla Kürt halkını ve demokrasi güçlerini böyle bir anayasaya razı ederek egemenliğini sürdürmek istemektedir. Bu açıdan yeni anayasa yapım süreci çok zorlu bir mücadeleyi gerektirmektedir. Toplumu bilinçlendirerek toplumla birlikte yürütülmesi gereken bir mücadele sürecidir. Yoksa AKP ve Türk devleti şurada yumuşama yaptım, burada ilerleme var diyerek on yıllardır büyük bedeller verilerek yürütülen demokrasi mücadelesini ve yarattığı yeni anayasa özlemini kendi sistemini onarma doğrultusunda kullanacaktır. Daha doğrusu halkın demokrasi ve özgürlük özlemi devletin kendini restore etmesinin meşruiyet aracı haline getirilecektir. Yeni anayasa yapım süreci demokratik bir anayasa yapmak için fırsat sunarken, diğer taraftan da kimi yumuşamalarla kendi meşruiyet temelini yenileyip halklar üzerinde yeni bir baskıcı ve egemenlikçi siyasal sistem yaratılması gibi bir tehlikeyi de içinde taşımaktadır. Hatta mevcut durumda bu olasılığın gerçekleştirilmesi daha önde gözükmektedir. Bu gerçekliğin bu anayasa yapım sürecinde herkes tarafından bilinmesi gerekmektedir.

YENİ ANAYASADA KÜRTLER KENDİLERİNİ BULMALI

Nasıl bir anayasa olması gerekir konusuna gelirsek, kesinlikle Kürt halkının varlığını tanıyan ve özgürlüğünü sağlayan bir anayasanın olması gerekmektedir. Yeni anayasa kesinlikle Kürtlerin de bütün diğer etnik ve dinsel azınlıkların da toplumların da varlığını, kimliğini, haklarını tanıyacak bir anayasa olmalıdır. Kürtler kendilerini bu anayasada bulmalıdırlar. Bu anayasa Kürtler üzerindeki inkar ve imha politikasını kaldırarak Kürtlerin varlığını ve temel demokratik haklarını kabul eden bir anayasa olmak durumundadır. Kürtlerin varlığını kabul etmeyen, özgürlüğünü kabul etmeyen bir anayasanın Kürtler tarafından kabul edilmesi mümkün değildir. Eğer inkarcılık bırakılacaksa o zaman bir biçimde Kürtlerin ismi zikredilerek varlığının kabul edilmesi gerekmektedir. Kuşkusuz yeni yapılacak anayasa sadece Kürtlerin değil, Türklerin değil, Türkiye'de yaşayan herkesin anayasası olacaktır. Ama bu herkesin anayasası aynı zamanda bütün kimliklerin varlığını ve haklarını kabul eden bir anayasa olmak zorundadır. Yoksa bazılarının dediği gibi anayasal vatandaşlık tesis edilecek, anayasa nötr ve kimliklere kör olacak, Kürtlerden söz edilmesine gerek yok denilmesi kesinlikle alavere dalavere Kürt Mehmet nöbete demektir. Aslında Anayasal vatandaşlık bugün de vardır. Bugün de Türkiye'de herkes anayasa karşısında eşittir. Fakat bu anayasa Kürtlerin varlığını reddetmektedir, yok saymaktadır. Bu açıdan anayasal vatandaşlığı esas alan bir anayasa yeterlidir demek kesinlikle doğru değildir. Anayasal vatandaşlık olacaksa bu, bütün farklılıkları kabul eden bir anayasal vatandaşlık olmalıdır. Bu konuda anayasanın bütünü bütün kimliklere nötr olabilir, ama bir maddeyle de olsa Türkiye'de yaşayan bütün halkların ismi zikredilerek, bunların kendi kendini yönetme, kültürel özgürlük, anadilde eğitim de dahil bütün hakları yasalarla düzenlenir biçimde bir ifadeye kavuşması gerekmektedir. Kürtler ve diğer etnik ve dinsel azınlıklar söz konusu olduğunda hem bu farklılıkların varlığını kabul edecek hem kendi kendilerini yönetmelerini kabul edecek, hem de çok dilliliği ve anadilde eğitim yapılmasını anayasal güvenceye almak zorundadır. Eğer böyle bir anayasal güvence sağlanmazsa bu aslında inkarcılığın yeni biçimde sürdürülmesi anlamına gelir.

Bazıları anayasada Kürtlerin ya da başka etnik ve dinsel toplulukların ismini zikretmeye gerek yok diyor. Eğer inkarcılık yoksa bazı temel farklı kimliklerin zikredilmesinde ne sakınca vardır? Şu açıktır ki Kürtler ve Aleviler konusunda inkarcılık, asimilasyon ve kültürel soykırım politikasından vazgeçilirse bu diğer tüm kimliklerin özgür ve demokratik temelde yaşama kavuşacakları anlamına gelir. Eğer inkarcılığı sürdürmüyorsanız, varlığını kabul ediyorsanız isimleri zikretmenin hiçbir sakıncası yoktur. Hatta demokratik ulusal birliğin gerçekleşmesinde çok önemli bir güven faktörü olur. İsimler koymayalım denilirse burada yine bir kuşku belirecektir, yine bir bit yeniği görülecektir, yine güven duyulmayacaktır. Yeni anayasa tabii ki özgürlükçü ve demokratik olmalıdır, demokratik ölçüleri esas almalıdır, düşünce özgürlüğünü esas almalıdır, insan haklarına saygılı olmalıdır, hak, adalet, eşitlik ilkelerini içermelidir. Ama bunları genel söylemek yetmez. Bugün Türkiye'de zaten sorun genel konuşmaktan ortaya çıkmaktadır. Farklılıkların varlığını kabul etmeyen bir demokrasiden söz ediliyor. Sorun, somut olan hakların taleplerinin kabul edilmemesinden kaynaklanmaktadır. Kürtlerin, Süryanilerin, Çerkezlerin, azınlıkların varlığı reddediliyor. Genel bir özgürlük ve demokrasi söylemi içinde bunların hepsi yok sayılmaya çalışılıyor. Kürtsüz demokrasi, Arapsız demokrasi, Çerkezsiz demokrasi, Süryanisiz demokrasi! Kürt’ü, Arap’ı, Çerkez’i, Süryani’yi içermeyen bir demokrasi! Ama hakim millet de Türkler olduğu için bu genel demokrasi söylemi sonuçta Türklerin siyasi egemenliğini, kültürel egemenliğini sağlayan ve bu temelde diğer halkların varlığının yok edilmesine yol açan anayasa ve yasalar sistemine dönüşmektedir.

Kuşkusuz Türkiye'nin bir bütün olarak demokratikleşmesini özünde ve lafzında taşımalıdır. Ama yeni anayasa ihtiyacını esas olarak da ortaya çıkaran Kürt sorunudur. Kürt sorunundaki inkar, imha ve asimilasyon politikaları esas olarak Türkiye'de yeni bir anayasa ve siyasal sistem ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Diğer yasaların antidemokratik olmasının nedeni de yine Kürt sorununun çözümsüzlüğüdür. Kürtler yararlanmasın diye anayasalar ve yasalar antidemokratik yapılıyor. Kürtler yararlanmasın diye tüm tüzükler ve yönetmelikler bile antidemokratik yapılıyor. Türkiye'de her şey Kürtlerin ulusal varlığının yok edilmesi, özgürlüğünün engellenmesi, bunun için de örgütlü bir toplum haline gelmesinin önüne geçmek için düzenlenmiştir. Bu yönüyle biz 1924 anayasasından sonraki Türk devletini Kürtler üzerinde özel savaş yürüten bir devlet olarak tanımlıyoruz. Bu özel savaşı da en çirkin yöntemlerle yürüten bir devlet olarak tanımlıyoruz. Türk devleti gerçekten esas olarak bütün anayasa ve yasalarını Kürtleri nasıl egemenlik altında tutarım, nasıl kültürel soykırıma uğratırım, Kürdistan'ı nasıl Türk uluslaşmasının yayılma alanı haline getiririm anlayışıyla yapmıştır. Tayyip Erdoğan’ın her fırsatta dile getirdiği tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak, tek dil zihniyetiyle bu devlet şekillenmiş, bugüne kadarki uygulamalarını hep bu yönde yapmıştır. Bu açıdan yeni anayasa mutlaka Kürt halkının varlığını, özgürlüğünü güvenceye almalıdır ki Türkiye açısından da demokratik bir anayasa olsun. Kürt halkının varlığını ve özgürlüğünü sağlamayan bir anayasa Türkiye için de demokratik bir anayasa olamaz. Böylece Kürtler üzerindeki siyasi egemenlik ve kültürel soykırım politikası son bulmamış olur. Bu da anayasanın bütününü özüyle, lafzıyla demokratik yapmaz. Eğer Türkiye'nin de gerçek anlamda demokratikleşmesi isteniyorsa, bu anayasa gerçekten demokratik bir anaysa olacaksa Kürt halkının varlığını ve özgürlüğünü tanımak durumundadır.

KÜRTLERİN BİR HALK OLARAK VARLIĞI TANINMALI

Yeni anayasanın Kürtlerin bir halk, bir toplum olarak varlığını tanınması gerekir. Öyle bireysel haklarla, alavere dalavere Kürt Mehmet nöbete demekle olmaz. Birey toplumuyla vardır. Toplumu tanıyorsa bireyi vardır, toplumu tanımıyorsa Kürt bireyi de yoktur. O artık Türkleşmeye yönelmiş bir bireydir. Zaten bu nedenle hala cumhurbaşkanı da Başbakan da bütün bakanlar da resmi konuşmalarında Kürt kökenli vatandaşlarımız demektedirler. Kürt vatandaşlarımız bile diyemiyorlar. Ermeni asıllı, şu asıllı, bu asıllı diyorlar. Ama Türk asıllı yoktur, çünkü Türk’tür. Kürt asıllı olanların hepsi de gelecekte Türkleşmeye aday olan, ama aslı farklı olan kişilerdir. Bu açıdan bu zihniyetin tümüyle yeni anayasada ortadan kalkması lazım. Öyle Kürt kökenli, Arap kökenli değil, bizzat Kürt olan, Arap olan, Gürcü olan, Çerkez olan toplumlar vardır. Bu toplumların varlığı tanınacaktır. Varlığı da her şeyden önce onların siyasi iradelerini muhatap almakla ve öz yönetimlerini kabul etmekle tanınmış olur. Örgütlü toplum olmaları, kendi kendilerini yönetmeleri tanınacaktır. Kendi kendilerini yönetmelerini tanımak demokrasinin gereğidir. Kürtlerin kendi kendilerini yönetmelerini tanımak birilerine padişahlık, imparatorluk ve derebeylik vermek değildir. Derebeylik ayrı bir şeydir, günümüzde farklı etnik toplulukların kendi kendilerini yönetmeleri ayrı bir şeydir. Bunun ikisini karıştırmak ya bilgisizliktir ya da o toplumun haklarını reddetmek için yapılan demagojilerdir. Nitekim Kürtlerin haklarını reddetmek için birileri diyor ki PKK kendine güneydoğuda derebeylik istiyor, otorite istiyor. Sorunu böyle ele alınması, Kürtlerin demokratik taleplerini, demokratik toplum olarak kendi kendilerini yönetme haklarını reddetmesi anlamına gelmektedir. Bu açıdan yeni anayasa sadece Kürtlerin değil, bütün bölgelerin de kendi kendisini yönetmesi hakkını kabul etmesi gerekir. Artık öyle katı merkeziyetçilikle yönetim olamaz. Hele Kürdistan hiç yönetilemez.

KÜRTLERİN KENDİLERİNİ YÖNETME HAKKI KABUL EDİLMELİ

Kürdistan'da kesinlikle Kürt toplumunun kendi kendini yönetme hakkının kabul edilmesi gerekir. Bunun anayasada güvenceye alınması gerekir. Tabii ki kendi kendini yönetme, siyasi irade olma en temel haktır. Bu olmadığı müddetçe zaten demokrasi olmaz. Demokrasi günümüzde farklı toplulukların kendi kendini yönetme hakkını tanımadır. Yönetim erkinin topluma dağıtılmasıdır. Kuşkusuz merkezi hükümetin bütün alanlar adına yapacağı faaliyetler de vardır. Dış savunma, diplomasi ve her bölgenin maliyesi dışında genel bütçe bunların başında gelmektedir. Yine anayasada belirtilecek demokratik ilkelerin ve temel yönetim prensiplerinin her yerde belirli düzeyde uygulanması gerekecektir. Özerk bölgelerdeki bütün faaliyet alanları da genel anayasanın belirlediği ilkeller temelinde çalışmalar yürütür. Bu yönüyle genel tüm Türkiye için ilkeler bu anayasada belirlenir.

Kuşkusuz Kürtlerin kendi kendini yönetmesinden söz ederken bunu sadece belediyelerin hizmet alanının genişletilmesi olarak anlamak yanlıştır. Yerel yönetim derken Kürt toplumunun kendi meclislerini kurması, kendi meclisleri içinde -merkezi hükümetin tüm yetki alanları dışındaki tüm alanları yönetecek- bir öz yönetimin ortaya çıkması gerekmektedir. Yoksa belediye hizmet alanının biraz genişletilmesi Kürt halkının kendi kendisini yönetmesi anlamına gelmez ve bu da Kürt sorununu çözmez. Bu konunun da herkes tarafından bilinmesi gerekmektedir.

Kürtlerin ulusal varlığının ve kendi kendini yönetmesinin tanınması olmazsa olmaz kabilindendir. Bu tanınmanın doğal sonucu olarak anadilde eğitim ve çok dillilik de kabul edilmek zorundadır. Çok dilliliğin kabul edilmediği bir yerde dil özgürlüğünden söz edilemez. Kürtler Kürdistan'da herhangi bir kamu binasına gittiklerinde ya da bir kamu faaliyeti yürüttüklerinde Kürtçe konuşabilirler, işlerini Kürtçe yürütebilirler. Ama merkezle yazışmalarını Türkçe yaparlar. Bunun dışında kendi bütün çalışmalarını Kürtçe yürütmeleri, o anadile sahip olmalarının doğal sonucudur. Hiçbir kimse, hiçbir siyasi güç artık günümüz dünyasında bir bireye şu dille konuşmayacaksın da bu dilli konuşacaksın biçiminde dayatma yapmamaktadır. Avrupa’da, dünyanın her yerinde çok dilli yaşam hakimdir. Herkes istediği dili kullanabilir. Sadece sokak ve köy isimleri değil, yaşamın her alanında kendi dilini kullanacak, yaşam çok dilli olacaktır. Mahkemede Kürtçe konuşamaz, devlet dairesinde Kürtçe konuşamaz, propagandasını yazılı yapamaz demek kesinlikle asimilasyon, inkar ve bir halkın kimliğini yok etme politikasının devamıdır.

Türkiye'de devletçi zihniyetle yaklaşıldığı için toplumun demokrasi, özgürlük ve kendi kendini yönetme talebi hemen yeni devlet kurmakla itham ediliyor. Bunlar yanlış yaklaşımlardır. Daha doğrusu kendileri devletçi olarak düşündükleri için her kesin isteğini de hemen devlet kurma olarak suçlamaktadırlar. Bir kere Türkiye'de bu zihniyetin değişmesi gerekir. Ulus-devletlerin giderek aşıldığı, sınırların giderek geçirgen hale geldiği, belirsizleştiği bir dünyada artık ulus-devletlerin halklara özgürlük ve demokrasi getirmesi söz konusu olamaz. Ulus-devlet fetişizmi ve milliyetçilikle geçmişte halklar adına böyle bir kandırma yapılıyordu. Herhalde Kürt sorunu söz konusu olmasaydı Türkiye bugün bütün sınırlarını rahatlıkla açardı. Farklı siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel faaliyetlerden rahatsız olmazdı. Sınırların kalkmasından hiçbir kaygı taşımazdı. Eğer bugün Türkiye hala sınırların kutsallığından ve ulus-devletten söz ediyorsa bunun nedeni Kürtlerin varlığındandır. Böyle bir kaygısı olmasaydı, Güney Kürtlerinin, Güneybatı Kürtlerinin, Doğu Kürtlerinin birbiriyle ilişki kurmasından kuşku duyulmasaydı, devlet kuracaklar biçiminde hiçbir tereddüt taşımadan her bölgeye kendi kendini yönetme hakkını tanıyabilirdi. Yerel yönetimlerin hizmetler konusundaki yetkilerini genişletme maddesi olan Avrupa yerel yönetimler ve özerklik şartını bile kabul etmemiştir. Niye? Kürtler yararlanır diye. Eğer Kürt ve Kürdistan söz konusu olmasaydı Türkiye Avrupa yerel yönetimler özerklik şartına şerh koyar mıydı? Koymazdı. Bunu neden koyduğunu herkes bilmektedir.

SADECE MECLİS’TEKİ TARTIŞMALARLA DEMOKRATİK ANAYASA YAPILAMAZ
*Anayasa yapım süreci nasıl olmalıdır? Eğer yeni yapılmak istenen anayasa Kürtleri tatmin etmeyecek bir olursa BDP, demokrasi güçleri ve Kürt toplumu nasıl tutum takınabilir?

Kuşkusuz anayasanın yapım tekniği de önemlidir. Bu açıdan sadece meclise dayalı değil; topluma, bütün toplumsal kesimlere dayalı bir anayasanın yapılması gerekmektedir. Bir kere Kürt halkının, BDP ve DTK, sivil toplum örgütleri, gençlik, kadın örgütleri dahil hepsinin nasıl bir anayasa istediği konusunda görüşlerini seslendirmesi gerekmektedir. Her yerde anayasa konferansları yapabilir, toplantılar yapabilir. Her şehir nasıl bir anayasa düşündüğünü, her bölge nasıl bir anayasa düşündüğünü ortaya koyabilir. Kadınlar koyabilir, gençler koyabilir, emekçiler koyar, Süryaniler koyar, Aleviler koyar. Bu yönüyle bütün etnik, dinsel ve farklı tüm sosyal kesimlerin nasıl anayasa istedikleri konusunun tabandan başlayan tartışmalarla şekillenmesi, ondan sonra da bunun anayasa yapacak meclise yansıtılması gerekir. Bunun sadece Kürdistan'da değil, Karadeniz’de, Ege’de, Marmara’da, Akdeniz’de, İçanadolu’da her bölgede yapılması gerekmektedir. Yoksa sadece meclisteki tartışmalara dayalı bir anayasa da demokratik bir anayasa olmaz.

Kuşkusuz BDP'nin mecliste Kürt halkının anayasal haklarını, nasıl bir anayasa istediğini ve bu anayasanın hangi hak ve özgürlükleri içermesi gerektiğini açık ve net ortaya koyması gerekir. Öyle hiçbir kaygıya kapılmadan ortaya koyması gerekir. Türkiye'deki psikolojik savaşın, özel savaşın baskısı altına girmeden, kendine liberal demokrat diyen aydınların AKP hükümeti doğrultusunda yaptığı ideolojik saldırıları, psikolojik savaş baskılarını dikkate almadan, Kürt halkının gerçekten tam özgürlüğünü ve demokrasisini sağlayacak bir anayasa talep etmelidir. Bu yönüyle gerçekten Kürt sorununu çözen ve Türkiye'yi demokratikleştiren bir anayasa üzerinde durmalıdır. Bu açıdan kimliklere nötr olsun, anayasal vatandaşlık olsun diyerek alavere dalavere Kürt Mehmet nöbete deyip bu genel söylemler içinde Kürt halkının varlığını açıkça tanımayan, varlının gereği olan öz yönetimini, çok dilliği, anadilde eğitimi ve bunun gibi temel demokratik haklarını tanımayan, güvenceye almayan bir anayasayı kabul etmeyeceğini ortaya koymalıdır. Çünkü bu gönül hatır işi değildir; bir halkın kaderini ilgilendirmektedir. Yüz yıllık bedel veren şehitlerin, zindanlarda çürüyen insanlarımızın, sakat kalan insanlarımızın ve bütün halkın özleminin yansıtılması gerekmektedir. Yoksa kimi liberal demokratların, kimi çevrelerin ya da dış güçlerin telkinleriyle ya da psikolojik savaş baskıları altında kalarak kendimizi ne kadar makul, ne kadar anlayışlı gösterme yaklaşımıyla Kürt halkının temel demokratik haklarından, özgürlüğünden ve varlığından taviz veremeyiz. Kimsenin de buna hakkı yoktur. Her demokratik siyasetçi ve yurtsever demokrat Kürt konuşurken Kürt halkının binlerce yıllık özlemini düşünecek, şehit ve gazi olan on binlerce, hatta yüz binlerce insanın özlemlerini düşünecek ve ona göre Kürt halkının taleplerini sağlam bir biçimde savunacaktır. Bir halkın davası söz konusudur. Bireylerin, kişilerin duygularının burada anlamı kalmamıştır. Herkesin kimin sözcüsü olduğunu bilmesi gerekmektedir. Biri şunu diyebilir, biri bunu diyebilir, ama bunlar Kürt haklının taleplerine ve özlemlerine uygun değilse dikkate alınmaz. Binlerce yıllık özlemin, yüz yıllık büyük direnişin, şahadetlerin, gazilerin, acı çeken halkımızın özlemleri ve taleplerinin sözcüsüdürler. Doğal olarak bu talepleri de açık ve net bir biçimde yansıtacaklardır. Kürtler üzerindeki siyasi egemenlik ve kültürel soykırımı bitirmeyen, Kürtler üzerinde siyasi egemenlik ve kültürle soykırımın bittiğini ilan etmeyen hiçbir yaklaşımı Kürtler kabul edemez. Tabii ki Kürtlerin ve demokrasi güçlerinin temsilcisi olarak meclise giren BDP’liler de kabul etmez.

SAYISAL OLARAK SORUNA BAKILAMAZ

Kuşkusuz şu anda mecliste AKP'nin çoğunluğu var, CHP var, MHP var. Bunlar istemediği müddetçe Kürt halkının varlığını ve özgürlüğünü sağlayacak bir anayasa yapılamaz. Bu açıdan Kürt sorununun çözümünde onların da irade koyması gerekmektedir. Yoksa BDP ne kadar çalışsa da ne kadar çabalasa da sayısı bellidir. Bu açıdan hiç kimsenin sayı temelinde soruna bakmaması gerekmektedir. Türkiye demokratikleşecek mi, Kürt sorunu çözülecek mi, Türkiye istikrara kavuşacak mı? Yüz yıldır süren bu Kürt kavgası bitecek mi? Herkesin bu sorumlulukla hareket etmesi gerekir. Yoksa senin sayın az, istediğin kadar konuş, sen kendini dayatamazsın, benim dediğimi yapacaksın, sen bu meclisin %7’sini temsil ediyorsun, bu nedenle sayın kadar konuş denilemez. Biz böyle anlaşmışız, sen kabul et denilemez. Çünkü burada önemli olan Kürt halkının taleplerinin ve özlemlerinin karşılanmasıdır. Bunun dikkate alınması gerekiyor. Şu yanlıştır; Türkiye'nin %70’i Türklerdir, %30’u Kürtlerdir, o zaman bu %30, %70’in dediği her şeye uyacaktır denilemez. Önemli olan %30’u teşkil eden Kürtlerin talebinin kabul edilmesidir. Türkiye'deki meclis ne kadarını kabul ediyorsa Kürtlere o kadar hak verilir anlayışı bu savaşın sürmesini beraberinde getirir. Zaten Kürt sorununu da çıkaran bu anlayıştır. Silahı var, gücü var, imkanı var, sayısı da fazla o zaman siz benim dediğime boyun eğeceksiniz denilmiş ve bugüne kadar bu politika sürdürülmüştür. Bu nedenle de Kürtler bugüne kadar bu politikaya karşı direnmişlerdir.

AKP’nin CHP’nin, MHP’nin birlikte, özellikle AKP ve CHP’nin birlikte hareket ederek kendilerine göre Kürtler üzerinde siyasi egemenlik ve kültürel soykırımı sürdürecek yeni bir anayasa yapmak istedikleri netleşirse, bunun derhal Kürt halkına ve Kürt toplumuna açıklanması gerekir. Bunlar sayılarına dayanarak Kürtlerin haklarını kabul etmiyorlar, bu bakımdan Kürtler açısından bu anayasanın bir meşruiyetinin olmadığını, olmayacağını açıklamak, bu konuda hem meclisi uyarmak hem de Türkiye toplumuna, dünyaya bu konunun açıkça anlatılması gerekir. MHP, Türkiye açısından ölümü gösterip sıtmaya razı etmenin bir aracı haline gelmiştir. Bu bakımdan MHP’nin söyledikleri o kadar önemli değildir. Eğer MHP dikkate alınırsa, MHP’nin hassasiyetlerine göre anayasa yapılırsa zaten hiçbir sorun çözülemez. Bundan öte AKP ve CHP’nin sorumluluk alarak, sayı fazlalığına bakmadan, Kürtlerin Türkiye'de sayısının az olduğuna bakmadan, MHP’nin ya da bazılarını tepkilerine bakmadan Kürt sorununu kesinlikle çözecek ve Türkiye'yi demokratikleştirecek bir anayasa yönünde tavır koymaları gerekir. Beklenen budur.

AKP VE CHP’NİN DÜŞÜNDÜĞÜ ANAYASA


Ancak biz şu andaki mevcut durumda AKP'nin demokratik bir anayasa yapma niyetinin de zihniyetinin de olmadığını biliyoruz. AKP anayasayı gündemleştirirken Kürt sorununu demokratik temelde çözme biçiminde bir anayasa yapacağını düşünmüyoruz. Bunun demokrasi güçleri tarafından da BDP tarafından da bilinmesi gerekir. Kürt halkıyla demokrasi güçlerinin mücadelesi geliştirilirse belki AKP ve CHP bu noktaya getirilebilir. Kürt sorununun çözümü temelinde Türkiye'yi demokratikleştirecek bir anayasa yapılabilir. Ama şu anda AKP'de de CHP’de de böyle bir irade yoktur. Bunun bilinmesi gerekiyor, buna karşı mücadele edilmesi gerekiyor, bunun sürekli teşhir edilmesi gerekiyor.

AKP'nin ve CHP’nin düşündüğü anayasa şöyledir: anayasada vatandaşlık konusunda kimi yumuşamalar yapmak, genel geçer, biraz güya kimliklere nötr gibi sayılabilecek ya da öyle iddia edilecek bir vatandaşlık kavramı, bununla Kürtlerin varlığının tanınma sorununun çözüldüğü söylenecektir. Bunun yanında Kürt halkının siyasi iradesini ve kendi kendisini yönetmesini ifade etmeyen hizmet alanının genişletilmesi temelinde bazı değişiklikler yapacak ve seçmeli dersle de Kürt dili ve asimilasyon konusunun hal edildiği iddia edilecektir. Düşünülen çerçeve budur. Bunun Kürtler tarafından kabul edilmesi mümkün değildir. Bu, yeni koşullarda kültürel soykırımın sürdürülmesidir. Kürtler üzerinde egemenlik tekelinin, yani seni biz yöneteceğiz, senin iraden yoktur anlayışının sürdürülmesidir.

Öte yandan kimliğin tanınması, kendi kendini yönetim ve anadilde eğitim birbirini tamamlayan temel özelliklerdir. Hiçbirisinin tek başına bir anlamı yoktur. Ne Kürtlerin kendi kendisini yönetmesinin tek başına bir anlamı vardır ne de tek başına anadilde eğitimin bir anlamı vardır. İkisinin birbirini tamamlaması gerekiyor. Demokratik özerklik olmadan anadilde eğitim, anadilde eğitim olmadan demokratik özerkliğin anlamı olmaz. Kendi kendini yönetme, anadilde eğitim, çok dillilik ve bunların toplamı olarak da bu kimliğin gerektirdiği tüm demokratik hakların ve özgürlüklerin tanınmasıyla Kürt sorunu çözülmüş olur.

BDP ANAYASA YAPIM SÜRECİNDE AÇIK OLMALI

Bu açıdan bu süreçte BDP'nin anayasa yapım sürecinde açık olması gerekiyor. Meclisteki bütün çalışmaları topluma yansıtması gerekiyor. Bütün görüşmeleri yansıtması gerekiyor. Şeffaf olması gerekiyor. Anayasa çalışmaları konusunda demokrasi güçlerinin, Kürtlerin bilgi sahibi olması gerekiyor. Bütün herkese bilgi vermek gerekiyor. Bütün sivil toplum örgütlerine, Kürdistan'daki farklı siyasal güçlere, herkese Blok’un anayasa çalışmalarının yansıtılması gerekiyor. Bunu demokrasinin gereği olarak görmek gerekiyor. Anayasa yapımı kapalı kapılar ardında ve gizli yapılacak bir konu değildir. Kesinlikle görüşmeler, müzakereler bile yapılıyorsa bunların hepsinin yansıtılması gerekiyor. Ne olup bittiğinin yansıtılması gerekir ki Kürtler tutumlarını ortaya koysunlar, sürece toplum olarak müdahale edebilsinler. Demokratik iradeleriyle, demokratik eylemleriyle müdahale edebilsinler.

Kürtlerin kabul etmeyeceği bir anayasa yapım süreci yaşanılacağı anlaşılmaktadır. AKP ve CHP’nin yaklaşımı budur. Bu açıdan BDP'nin Kürtleri ve toplumu bu konuda sürekli bilgilendirmesi gerekir ki, AKP'nin ve CHP’nin anlayışını değiştirme mücadelesi verilsin. Kuşkusuz BDP gerçek anlamda bir demokratik anayasanın ortaya çıkması için çaba içinde olacaktır. Ama AKP ile CHP’nin kendi düşüncelerinde ısrar ettiği görülürse bunu da halka taşıyarak böyle bir anayasanın kendileri tarafından kabul edilmeyeceğini, meşru olmayacağını da kamuoyuna açıklamaları gerekir.

Şu açıktır ki, istedikleri kadar uğraşsınlar Kürtler tarafından, Kürt toplumu tarafından kabul edilmeyen, meşruiyeti olmayan hiçbir anayasanın değeri yoktur. Çünkü mevcut anayasayı değiştirme ihtiyacı esas olarak da Kürt sorununun çözümsüzlüğünden dolayı ortaya çıkmıştır. Kürt halkının varlığını ve özgürlüğünü tanıyan bir anayasa ihtiyacı olduğu için bugün yeni bir anayasa yapımı gündemdedir. O halde yeni anayasa bu konuları mutlaka çözmek durumdadır. Bu konuları çözmeyen bir anayasa yeni olmaz, bu konuları çözmeyen bir anayasanın meşruiyeti de olmaz. Meşru olarak tanınmaz. Daha ilk günden yok hükmünde olur, batıl olur. Bunun da herkes tarafından bilinmesi gerekir.

Hiç yorum yok: