12 Ekim 2011 Çarşamba

Altan Tan’ın Taraf Gazetesinde “Sevgili Mehmet Baransu Kardeşim” Başlığıyla Yayınlanan Mektubunu Sunuyoruz

Keşke bu mektubuma ‘Nasılsın, iyi misin? İyi olmanı Cenabı-ı Allah’tan niyaz eder; her iki gözlerinden hasretle öperim’ diyerek başlayabilseydim. Keşke eski ve ciddi bir tanışıklığımız olsaydı da hakkımda bildiğin veya bir şekilde elde ettiğin doğru düzgün bilgiler çerçevesinde seviyeli eleştirilerine aynı şekilde yine seviyeli bir üslupla cevap verebilseydim. Keşke bir çuval dolusu (bavul diyenler de var) Ergenekon belgesini elde ettiğin gibi, hakkımda ‘düm-düz’ gitmeden önce en azından google da ‘Altan Tan’ yazıp bir kez tuşa bassaydın. 53 yıllık ömrümde büyük bir çoğunluğu beni çocukluğumdan ve ilk gençlik yıllarımdan beri tanıyan AliBulaç, Hüseyin Gülerce, Ömer Vehbi Hatipoğlu, Ahmet Taşgetiren, CevatÖzkaya, Melih Gökçek, İhsan Süreyya Sırma, Mehmet Altan, OsmanTunç, Mehmet Emin Dindar, Galip Ensarioğlu,Haşim Haşimi, HarunTokak, Osman Bostan, Musa Serdar Çelebi... gibi şahıslara sorsaydın. Keşke 1994 yılında Aktüel Dergisi’nde benimle yaptığı bir röportajdan dolayı benim 10 ay onun da benim yüzümden 6 ay İstanbul DGM’de ceza aldığı ve her ikimizin de cezalarımızın onandığı ve bu yüzden 4,5 ay cezaevinde yatan gazetedeki arkadaşın Alper Görmüş’e sorsaydın.



Abant Platformu’nun yönetim kurulunda yan yana çalıştığımız ve defalarca tartıştığımız Mümtazer Türköne’ye bile sorsaydın razıydım.



‘Yahu bu kadar zahmete niye gireyim, uğraşamam’ diyorsan bari sana Ergenekon belgelerini ulaştıranlardan MİT’teki dosyamı rica etseydin.



Her şeye rağmen bana ‘Timsahlı’ dokundurmana karşılık ben de sana ‘çakallı’ bir gönderme de bulunmak istemiyorum, hoş değil. Hayatım boyunca mücadele ettiğim ‘şark kurnazlığı’ yaftasını ağzına almanı da ‘es’ geçiyorum.



Niye bu kadar ‘alınganlık gösterdiğimi’ soracak olursan söyleyeyim. Hoş sormasan da söyleyeceğim ya lafın gelişi...



Yazına şöyle başlıyorsun: ‘Altan Tan, uzun bir dönemdir siyasete girmek, Ankara’ya adım atmak için çalmadık kapı bırakmayanlardan. Önce Erbakan’ın Refah Partisi’yle flört yaptı. Ardından Susurluk’un, derin devletin karanlık yüzü Mehmet Ağar’ın partisinden aday olabilmek için bazı isimleri araya soktu. Olmayınca AK Parti’ye yanaştı. Uzun bir süre bu partide belediye başkanlığı ve milletvekilliği bekledi.



Olmayınca da ‘Ferman padişahınsa, dağlar bizimdir’ çıkışıyla BDP’de siyasete hızlı bir giriş yaptı.’



Bu kadar karalamanın neresini düzelteyim bilmiyorum. Özetle diyorsun ki ‘Yahu bakmayın bu Altan Tan’ın böyle ‘ağır abi’ takılmasına, anasından doğalı beri bu adamın tek derdi milletvekili olmaktı, her kapıyı çaldı, maalesef milletvekili olamadı. BDP’ de bu ‘fırsat’ı bulunca da cumburlop atladı.’



Tam bir itibarsızlaştırma ve ‘faça bozma’ operasyonu. Maalesef bu sefer baltayı taşa vurdun.



Beni azıcık tanıyor olsaydın ‘alçaklık yapma, Allah’tan kork’ derdim. Hayatı boyunca onlarca mükellef ‘Hızır Paşa sofrasına’ bir an bile düşünmeden tekme vurmuş birini biraz olsun araştırmalıydın.



Beni tanımadığın gibi, ben de seni tanımıyorum. Onun için mektubuma devam ediyorum.

Refah Partisi ile öyle ‘flört, mlört’ değil adam akıllı ‘nikah’ kıydık. Aklımızın biraz ‘kıt’ olduğu o günlerden belliydi. Anlı şanlı tarikat şeyhlerinden, papatyalara; deveyi hamudu ile yutan nev-zuhur işadamlarından, neo milliyetçi ülkücülere kadar ne kadar ‘ehli vatan ve iman’ varsa hepsi Anavatan Partisi’nde toplanırken 1987’deki oyu %7.15 olan Refah Partisinde Güney Doğu Öğretmen müfettişi ve MKYK yedek üyesi oldum, dağ bayır dolaşmaya başladım. 1991 seçimlerinde Diyarbakır’da teşkilat yoklamasında RP’nin bütün il ve ilçe örgütlerinin tamamının ittifakı ile liste sıralamasında birinci oldum.



Son gece son dakikada Erbakan’ın daha önceki bütün yalanlamaları, yemin ve sözlerine rağmen Erbakan- Türkeş seçim ittifakı imzalanınca arkadaşlarımla birlikte tereddütsüz, daha listeler açıklanmadan istifa ettim.



Bir daha Refah Partisi’nin de, Fazilet ve Saadet partilerinin de kapılarını çalmadım. Sistemi değiştirme iddiasındaki başta Turgut Özal’ın İkinci Değişim Programı olmak üzere Menderes ve Boyner hareketlerine destek verdim. Türkiye İslami fikir hayatının yüz akı olan rahmetli İzeddin Yıldırım Hoca ve arkadaşlarının katkılarıyla çıkarılan Yeni ZeminDergisi’nin yazı kadrosunda yer aldım.



2000-2002 yılları arasında şimdiki BDP’nin ‘dedesi’ sayılan HADEP’te parti meclisi üyeliğinde bulundum,1992’den itibaren bu çizgideki Özgür Gündem, Demokrasi, Yeni Politika... gazetelerinde bu gazeteleri dağıtan ve okuyanların bile sokak ortasında infaz edildiği bir dönemde düzenli köşe yazıları yazdım.



Doğru Yol hikâyesine gelince...



1995 seçimlerinde o tarihte amcası Salim Bey DYP’de bakan olan Diyarbakır DYP İl Başkanı arkadaşım Galip Ensarioğlu listelerin belirlendiği son gece saat 01’e kadar Diyarbakır’dan kesin olarak seçilecek olan 2. Sıra adaylık teklifinde bulundu, kabul etmedim. (DYP o seçimde Diyarbakır’dan 3 milletvekili çıkardı.)



Verdiğim cevabı ve arkadaşımın beni ikna etmek için kesinlikle iyi niyetli ve dostça söylediklerini arkadaşıma olan saygımdan dolayı mahfuz tutuyorum. (Her ikimiz açısından da utanılacak bir durum yok!)



‘Susurluk’un, derin devletin karanlık yüzü Mehmet Ağar’ın partisi’ meselesine gelince... Ne sen sor ne ben söyleyeyim. Bu kadar ‘acar’ gazeteci olmana çuvallar, bavullar dolusu belgeler elde edebilmene rağmen bu konuda nasıl bu kadar ‘Fransız’ kalmışsın hayret!



Ne oldu da senin yerden yere vurduğun Mehmet Ağar 2007 seçimleri öncesinde Kürt meselesinde en ileri sözleri söylemeye başladı. PKK için söylediği ‘Dağda silahla gezeceklerine, ovada siyaset yapsınlar’ beyanatı nasıl Türkiye siyasetinin ‘Ata sözleri’ arasına girdi?



Kızma ama bu konuda bir hayli ‘kek’ kalmışsın.



Anlatayım mı, anlatmayayım mı bilmem! Mardin’de bu gibi durumlar için söylenen Arapça bir atasözü var : ‘Li kul yınhıtık, li moykul yınfıtıs (Söylesem kınanırım, ayıplanırım; söylemesem patlarım!)



Ben niye patlayayım ki, Başbakan muhiplerinin dediği gibi ‘kıskananlar patlasın’!



Türkiye’nin en büyük ve en güçlü cemaati 2007 seçimlerine kadar 4 yıl boyunca Mehmet Ağar’a ciddi bir yatırım yaptı. 4 yıl boyunca bu ilişkileri ve görüşmeleri sürdürenlerin tamamı hayatta. Sebebine gelince; Türkiye’nin değişim ve dönüşümü için ‘Derinleri, Derinlerle ikna veya tasfiye etme, istenen seviyede dizginlenemeyen (kontrol edilemeyen de diyebilirsiniz) Başbakan’ı dengeleyecek bir koalisyon ortağı oluşturma amacı gibi ayrıntı ve yorumlara girmek istemiyorum, bu kadar ipucundan sonra gerisini meraktan bile olsa öğrenirsin nasıl olsa.



Mehmet Ağar’la 2006’nın Ramazan ayında Diyarbakır Dedeman Oteli’nde Galip Ensarioğlu’nun organize ettiği 13- 14 kişilik ‘çok özel’ bir toplantıda tanıştım. ‘Çok özel’ diyorum çünkü kendi parti toplantıları için Diyarbakır’a gelen ve yaz sıcağında, üstelik de Ramazan ayında oldukça yoğun ve yorgun bir gün geçiren Mehmet Ağar’ın bu toplantısına 4 dönem Diyarbakır milletvekilliği ve ayrıca bakanlık yapmış olan Salih Sümer bile dahil edilmedi. Kardeşim Alaaddin ve Mehmet Öcal’da sahura kadar otel lobisinde beklediler. O gece başörtüsünden, Kürt meselesine; kontrgerilladan, faili meçhul cinayetlere kadar akla gelen hemen her şey sansürsüz olarak konuşuldu.



Mehmet Ağar, sahura kadar devam eden gecenin sabahında o meşhur ‘Dağda silahla gezeceklerine, ovada siyaset yapsınlar’ sözünü Diyarbakır’dan Mardin’e giderken söyledi.

O gece, o toplantıda bulunanlardan Sezgin Tanrıkulu halen CHP genel başkan yardımcısı ve İstanbul milletvekili, Galip Ensarioğlu AKP Diyarbakır milletvekili, Kutbettin Arzu geçen dönem Diyarbakır milletvekili ve halen Tarım Bakan Yardımcısı, ben de BDP milletvekiliyim.



‘Yahu ne gece ve ne toplantıymış. O geceye katılanların kısmetleri açılmış, keşke ben de orada olsaydım’ diyebilirsin. Bir şey olmaz üzülme; Allah’ın geceleri bitmez!



Ne oldu bu filmin sonu diye merak edenlere söyleyeyim: Mehmet Ağar Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde meclise girmeyip, ‘Derinlerle’ hareket edince 4 yıl boyunca emek verilen 4 lastik de birden patladı.



Cemaatin bu işlerle ilgilenen yetkilileri olan bitenler akıllarına geldikçe hâlâ ‘Vah bizim 4 yıllık emeğimize’ diyerek iki ellerini birden iki dizlerine vuruyorlar.



Bu anlattıklarımda hilafım varsa senden beter olayım! Türkiye siyasetinin her ne hikmetse (belki de tanrılar istemediği için) karanlıkta kalan bu kısmı ile ilgili bir kitap yazsan en az milyon dolar kazanırsın, bu iyiliğimi de unutma.



RP ve DYP işlerini anlattıktan sonra AKP işi çerez sayılır. Erbakan Hoca’nın tabiri ile ‘bak aziz kardeşim’ bu işi de Abdülkadir Aksu ile iki dönem Diyarbakır AKP milletvekilliği yapan İhsan Arslan Bey’e sor. AKP kurulduğu günden bu güne kadar beni AKP Genel Merkezi’nde veya civarında (aracılı, aracısız) gören varsa söylesin.



Hakkımda atıp tuttuklarından daha fazla bilgileri de sana vereyim: Son bir iki yılda bir çok önemli görüşme yaptım. İlk önce Fethullah Gülen Hoca ile İTİKAFTA olduğu odasında bir Kadir Gecesi ABD’de aralarında Hüseyin Gülerce, Fehmi Koru, Ali Bulaç, İlber Ortaylı, Tayyar Altıkulaç, Dücane Cindioğlu, Ümit Meriç, Cengiz Çandar gibi şahsiyetlerin olduğu bir grup arkadaşla iftar yemeği yedik, sahuru birlikte yaptık, sabah namazını birlikte kıldık.



Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile iki (Abant Yönetim Kurulu ve Ekopolitik ile), Başbakan Tayyip Erdoğan ile bir defa (Yazarlar toplantısında), Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani ile Süleymaniye’de (Ahmet Türk, Aysel Tuğluk, Sırrı Sakık ve Bengi Yıldız’la birlikte) görüştüm. ABD’nin Irak’a giden Ankara Büyükelçisi ile birinde eşiyle birlikte yemekli olmak üzere iki defa görüştüm. Murat Karayılan ile Hasan Cemal ve Cengiz Çandar döndükten sonra Kandil’de 3 saat görüştüm. Bu görüşmelerimin hiçbirini kamuoyundan gizli olarak yapmadım, gazete, dergi ve televizyonlarda anlattım, yazdım. Bu konularla ilgili tarafların ve devletin bütün bilgi, belge, kayıt ve ortam dinlemelerine baş vurabilirsin.



Bu kadar özel hayat ifadesinden sonra gelelim sözde siyasi karalamalarına. ‘Ötekilerin ölümleri karşısında susan Tan’’...halı sahada öldürülen polis ve sivil eşine ne demeli...

Öldürülen polis de aslında sivil değil miydi? Peki öldürülen eş...’



Cevabım, kısa ve net! Bunların tamamı bana göre ‘sivil’dir. Bırakalım sivil, asker ayırımını dağda öldürülen 20 yaşındaki asker fakir ve mazlum Anadolu çocukları da, tıpkı Kürt gençleri gibi masumdur. Hakkâri’de öldürülen imam için de; tehdit aldıkları iddia edilen Şıvan Perwer, Orhan Miroğlu... için de defalarca yazılar yazdım. Bu savaş kirli bir savaştır ve gün geçtikçe daha da kirlenmektedir.



Baransu kardeşim; yine dersini çalışmadan yazmışsın. ‘Bizimkiler’ kim, ‘Ötekiler’ kim? Bunu bana mı soruyorsun? Mazlumun dini, dili, mezhebi sorulmaz, hepsi ‘bizimki.’ Benim annem Türk, babaannem Arap, damadım Kastamonulu. Birinci derecede akrabalarımın içinde otuzun üzerinde Kürt olmayan Arap, Türk, Laz, Arnavut, Boşnak... damat ve gelin var. Rahmetli Salih dayım Baş komiserlikten emekli, babamın iki dayısından biri yine baş komiser, öbürü ise 1970’lerin başında Bursa Askerlik Şubesi’nden emekli Yarbay Kemal Erdoğan. Askerlik dönemim hariç hayatımın hiçbir döneminde elime silah almadım.



Mektubumun başlarında Alper Görmüş’le birlikte 1994 yılında hapis cezası aldığımızı yazmıştım.Niye bu cezayı aldım biliyor musun? ‘PKK ile yürütülen bu savaşta bu güne kadar tek bir vali, milletvekili, general veya bakan öldürülmedi, gariban askerlerle, gariban Kürt çocukları hayatlarını kaybediyor’ dediğim için.



‘Savaşa karşı olmak’, ‘Barış ve hümanizm’ tartışmaları uzun ve felsefi tartışmalardır. İsteyenle istediği zeminde istediği kadar tartışmaya hazırım. Eline bizzat kılıç alarak savaşlar yapmış dünya tarihinin gelmiş geçmiş ve gelecek en merhametli şahsiyeti olan bir Peygamberin ümmeti olmaktan onur duyan, Hz. Ömer ve Hz. Ali’lerin; ‘Şarkın en sevgili sultanı’ Selahaddin’i Eyyubi’lerin yolunun takipçisi olmaya çalışan biri olarak ve tekrar ediyorum, hayatında askerlik süresi haricinde silah taşımayan biri olarak ‘Güç kullanılmasına’ karşı olmadım. Asıl olanın; gücü kime karşı, nerede, ne kadar, kim tarafından ve hangi hukuka göre kullanılmasının sorgulanması gerektiğine inandım.



Bu savaşın en büyük sorumluları, Kürtlere savaştan başka bir yol bırakmayanlardır. Bugün ‘Artık silaha gerek yok, demokratik yollar açık’ diyenler buldukları hemen her fırsatta yola arap sabunu, makine yağı,erimiş katran... dökmekte, Tırları devirecek tuzaklar koymaktadırlar.



Buna rağmen bugün yapılması gerekenin ‘Devrimci halk savaşı’değil; ‘Demokratik Halk Direnişini örgütlemek’ olduğunu yazdım. Ne hikmet ise sevgili hemşehrim Orhan Miroğlu’da bana başka türlü bir sitemde bulundu.



‘Vicdan’ ve ‘Onur’ meselelerine gelince...



Vicdan ve Onuru her yıl düzenlenen Türkçe olimpiyatlarında Kenya’daki siyahi çocuklar ‘bülbül’ gibi Türkçe konuşurken hüngür hüngür ağlayan; Diyarbekir’deki Kürt çocukları kendi anadilleri ile eğitim isterken ‘Kürtçe ana dille eğitim ülkeyi böler’ diyenlere sor.



Hâlâ söyleyecek sözüm var diyorsan elindeki bütün bilgi, belge, kayıt, ortam dinlemesi, istihbarat raporu... ne varsa alda gel. Ahmet Hakan’a rica edelim bir program lütfetsin.


Ha! Unutmadan ilave edeyim, seni bu yola sürenleri de beraberinde getir, ben tek geleceğim. Her şeye rağmen gözlerinden öperim.

Hiç yorum yok: