27 Eylül 2011 Salı

Üretim İlişkilerinin Yarattığı Ekosistem -1

İnsan, parçası olduğu doğadan uzaklaştığında kendi sonunu da hazırlamaya başladı. Dünyadaki ekolojik dengeyi hiçe sayarak, doğayı egemenliği ve dolayısıyla insanı egemenliği altına alıp tahakküm mekanizmasını en kaba biçimi Sümerler döneminde başlar.

Ekoloji ve enerji kaynakları -I-

Doğa kendi yarattığına yenilmek üzereyse, aynı zamanda insan da kendi yarattığı yıkıcı sisteme yenilmek üzeredir. Bu nedenle ekolojik dengenin korunması, kaçarak kurtulamayacağı bir sorumluluk olarak insanlık önünde durmaktadır. 

Dünyadaki ekolojik dengenin değişmesi, neolotik dönemde yaşam biçiminin değişmesiyle başlar. Bu dönemin sonunda başlayan artık değer ve kentleşme, bin yıllar sonra her yeri yıkıp tarumar eden kapitalizm halini alarak, bugünkü duruma kadar gelmiştir. İnsan, parçası olduğu doğadan uzaklaştığında kendi sonunu da hazırlamaya başladı. Dünyadaki ekolojik dengeyi hiçe sayarak, doğayı egemenliği ve dolayısıyla insanı egemenliği altına alıp tahakküm mekanizmasını en kaba biçimi Sümerler döneminde başlar. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan bu konuda şu tespiti yapmaktadır:

“Sümerler’de başlayan kentleşme insanlığı uygarlaştırmaya ve gelişmeye götürmüşse de, aynı zamanda yeni egemenlerin ve egemenliklerin habercisiydi. Doğaya, insana egemen olma, tahakküm altına alma ve bunu gerçekleştirebilmek için korkunç yıkım savaşları ve araçlarının başlangıç tarihidir, yine neolitik dönem sonrası tarih.” 

İnsanların yaşamlarını devam ettirebilmesi için bulunduğu gezegenin güvende ve güvenli olması gerekir. Eğer insan ve gezegenin yaşamı güvende değilse buna karşı önlem almak zorunluluktur. Doğru bir önlem ve çözüm de bütünün birlikteliği ve uyumuyla olur. Bu da İnsanın ekolojik bir yaşam perspektifiyle yaşamını yeniden düzenlemesiyle olur. Ve insanın kendini doğanın bir parçası görmesiyle...

Yani doğal dönüşümün dengesiz olmaması için çaba içerisinde olunur. Bu döngü içerisinde bir ekonomik sistemin kullanılmasını savunur. Yani bir üretimin tüm safhaları hesaplanarak, ekolojik dengeyi bozmayan bir sistem içerisinde olmasını savunmalıdır. Bu ihtiyaca göre üretimi savunmayı da beraberinde getirir. Ekolojik bir yaşam için insanların önce elindeki araçları yeniden gözden geçirmesi gerekir.

Bu yazı dizisinde öncelikle ekolojinin ne olduğuna, yaşamın nasıl var olduğuna bakmak istedik. Bununla birlikte yaşama biçim veren, yaşamın tek kaynağı olan enerji konusuna eğilmek büyük önem taşıyor. Enerjinin egemenler tarafından kendi çıkarları doğrultusunda kullanımında, insanı tükenişe götürebileceğini ancak doğa ve insan ile dost şekilde kullanıldığında nasıl yararlı olduğunu hep birlikte okuyacağız.

Ekosistem nedir?


Canlı organizmalarla cansız çevre elementleri birbiriyle sıkı sıkıya bağlıdır. Karşılıklı olarak madde alışverişi yapacak biçimde birbirlerine etki yapan canlı organizmalarla, cansız maddelerin bulunduğu herhangi bir doğa parçası bir ekosistemdir. Ekosistem yaklaşımı, bireysel organizmalar ya da topluluklardan çok tüm alanın işlevlerinin nasıl olduğuyla ilgilenir. Bir alandaki canlı organizmalar ve cansız çevreleriyle olan ilişkilerine bakar. Bir ekosistem, temel olarak abiyotik maddeler, üreticiler, tüketiciler ve ayrıştırıcılardan oluşur. Ekosistemlerde yaşam, enerji akışı ve besin döngüleriyle sürer. Açık bir sistem olan ekosistemde, enerji ve besin giriş-çıkışı süreklidir.

Beslenme ilişkileri

Besin zinciri, güneşten gelen enerjinin fotosentez yoluyla kullanılmasıyla başlar. Bunlara üreticiler denir. Üreticiler otçullar tarafından, otçullar da etçiller tarafından yenilir. Bazı türler hem bitkiler hem de hayvanlarla beslenir. Bunlara ‘hepçil’ adı verilir. Besin zincirindeki her bir beslenme basamağı trofik düzey olarak adlandırılır. Yani, tüm üreticiler birlikte birinci trofik düzeyi, tüm otçullar ikinci trofik düzeyi ve tüm etçiller üçüncü trofik düzeyi oluştururlar. Beslenme ilişkileri, çoğunlukla bundan daha karmaşık bir yapıdadır. Yani, karmaşık olarak birbirine geçmiş pek çok besin zinciri bulunur. Bunların tümüne besin ağı denir. Çoğu ekosistemde, başlıca iki besin ağı bulunur. Otlayan (grazing food web) besin ağı, herbivorları ve daha yukarıda yer alan beslenme düzeylerini kapsar. Detritus besin ağı da, atık ürünler ya da ölü dokularla beslenen organizmaları ve bunlarla beslenen daha üstteki düzeyleri kapsar.

Fotosentez ve solunumun karşılaştırılması

Fotosentez olayını gerçekleştirerek kendi besinini kendisi yapan tek canlı grubu yeşil bitkilerdir. Bunlar üretici canlılardır. Fotosentez olayı sonucunda oluşan besin, diğer canlıların besin kaynağıdır. Solunum olayı için gerekli oksijen de fotosentez olayı sonucu ortaya çıkar. Besinlerin yanması ancak oksijen sayesinde gerçekleştiğinden fotosentezin önemi çok büyüktür. Solunum sonunda çıkan karbon dioksit gazı da fotosentez için gereklidir. Bu iki olay birbirinin tersidir. Solunum olayı gece gündüz boyunca sürekli olan bir olaydır. Fotosentez ise güneş ışığı (ışık enerjisi) karşısında oluşur.

Enerji akışı

Canlılar arasında enerji akışı besin zincirleriyle sağlanır. Güneşten gelen enerji, yaşayan sistemlere bitkilerin, bazı bakterilerin ve protistlerin yaptığı fotosentez sonucu girer. Güneş ışığının yüzde 4’ü bitkiler tarafından yakalanır ve yakalanan enerjinin yarıdan fazlası solunumda kullanılır. Solunumda kullanılan enerji, ısı olarak kaybedilir. Bu nedenle, diğer organizmalar tarafından kullanılamaz. Kalan yarısı da, bitki dokularına dönüştürülür. Bitki dokularındaki enerjiye doğrudan ulaşabilen iki çeşit organizma bulunur. Bunlar canlı bitki üzerinden beslenen otçullar (herbivorlar) ve ölü bitkilerle beslenen ayrıştırıcılardır. Çoğu ekosistemde, enerjinin önemli bir kısmı ayrıştırıcılar tarafından alınır. Sonuç olarak, bitkiler tarafından yakalanan enerjinin tümü dönüştürülür ve bir kısmı ısı olarak kaybedilir. Yani, ekosistemde enerji akışı tek yönlüdür. Bu nedenle, sistemin yaşamayı sürdürebilmesi için üreticilerin güneş enerjisini tutma işlemini sürekli yapmaları gerekir.

Enerji kaynakları ve zararları

Dünyada bulunan enerjinin çoğu, şu ya da bu şekilde Güneşten gelir. İnsanların ve hayvanların beslendiği bitkiler güneş enerjisi sayesinde yaşamlarını sürdürürler. Odunun, kömürün, petrolün içinde bulunan güneş enerjisi de insanlar tarafından çeşitli işlemlerde kullanılır. Güneş, rüzgar, su jeotermal, kasırgalar ve dalgalarda büyük bir potansiyel enerji vardır. Bunlar yenilenebilir ve çevreye çok az zarar verir. Günümüze kadar kullanılmaya devam edilen fosil yakıtlar, Sanayi Devrimi’nden bu yana sanayinin gelişmesiyle birlikte enerji elde etmek için kullanılan bir yöntem oldu. Bundan dolayıda 1860’dan bu yana dünyamız çok yoğun kirlenmeye başladı. İşte kullanılan bu yakıtlar kömür, petrol ve doğal gazlar en yaygın kullanımı olan yakıtlardır, ama bunların hiçbiri ideal yakıt değildir. Bu yakıtların en önemli noktası, katı, sıvı ya da gaz halinde olsalarda, kendilerini yenileyememeleri ve çevreyi kirletmeleridir. 

Nükleer enerji, insanlığın bulduğu en son ve en tehlikelisidir. Bu enerji kaynağını atomdan, atom çekirdeğinin çevresindeki elektronları birarada tutmak için harcadığı güçten alır. Başka bir yakıt da, vücudumuzda da kullandığımız karbonhidrattır. Hücrelerimizin enerji kaynağıdır. Ayrıca, olmaması halinde insanlığın yaşamını sürdüremeyeceği tek enerji türüdür.

Sanayi devrimi

Sanayi toplumu olarak bilinen toplumsal hayat biçimi tarımsal üretim artışı ve özellikle ürünlerin taşınma ihtiyacının bir sonucudur. Bu döneme geçişi sağlayan ana olay ise buharlı makinenin icadıdır ki, bu Sanayi Devrimi’nin başlangıcını oluşturmuştur. Buharla çalışan makineyi 1763’de James Watt, İskoçya’da buldu. Bu makinenin gelişmiş biçimi, makine çağının gerçek başlangıç noktasını oluşturdu. Buhar gücü ile çalışan gemilerin, üretilen mamülleri uluslararası düzeyde taşıyabilmesi, yine çeliğin bulunması ile döşenen raylar ve lokomotiflerle adeta yeni dünyalar keşfedilmiş ve o dönem itibariyle dünya birden küçülmüş, ulaşım ve iletişim birden hızlanmıştır. Sanayi Devrimi ile başlayan bu dönemde insan ile işin arasına üçüncü bir faktör olan makine girmiştir. 

Sanayi Devrimi, 18. yüzyılın sonunda İngiltere’de başladı, on dokuzuncu yüzyıl zarfında Avrupa’nın diğer kesimleri ve Kuzey Amerika başta olmak üzere, dünyanın diğer ülkelerine yayıldı. Beraberinde iktisadî büyüme getirdi. Bu arada müthiş zenginlikler, inanılmaz sefaletler de üretti. Etkisi bugün daha net görülen çevre kirliliği yaratarak, doğal dengeyi bozdu. Yani artık malın oluşturulması sonucu dünyanız daha fazla kirletilerek, doğal felaketlerle yüz yüze kaldı.

Ekolojik bozulma

Gelişen üretim süreçleri sonunda, üretim fazlasının ortaya çıkması, insanlar arası mücadele ve insanın insana egemenliğini getirmiştir. İnsanın insana egemenliğini ise insanın doğaya egemenliği izlemiştir. Sonuçta insan dünyayı/ekolojiyi değiştirebilen en büyük güç haline gelmiştir. Bu güç ekolojik dengeyi bozacak, yani dünyanın katmanlarında /kompartımanlarında bazı maddeleri biriktirecek dolayısı ile de o katmanın / kompartımanın kompozisyonunu bozacak boyutlardadır. Çevre kirliliğinin genel tanımı; “İnsanların etkinlikleri sonunda, ekolojik dengenin bozularak, bazı maddelerin dünyanın bazı katmanlarında / kompartımanlarda birikmesi ve o katmanın doğal kompozisyonunun bozulmasıdır” şeklinde yapılabilir.

İnsan etkinliklerinin sonunda, dünya dengesinin bozulması gibi bir sonuçla karşı karşıya kalmıştır. Bu sonucu hazırlayan ise; aşırı / bilinçsiz üretim ve tüketimdir, diğer bir anlatımla doğanın sömürülmesidir. Aşırı üretim ve tüketim ortamındaki bazı olgu ve olaylar bu sonucu kaçınılmaz kılmaktadır. Ekolojik dengeyi bozarak, dünyayı yaşanmaz kılan bu olgu ve olayların başlıcaları şöyle sıralanabilir:

Yerel kirlilikler:

Hava Kirliliği: Günümüzde başta bina ısıtma, ulaştırma ve sanai olmak üzere insan eylemlerinin birçoğu sonunda havaya çeşitli kirleticiler salınmakta.

Toprak kirliliği: İnsanların çevreye bıraktıkları katı ve sıvı atıklar toprakların fizikokimyasal ve biyolojik niteliklerini bozmaktadır. Bu kirleticiler bazı yerlerde toparağın tamamen çoraklaşmasına neden olacak düzeye ulaşabilmektedir. Özelde yerleşim alanlarında çıkan çöpler, kanalizasyon genelde tüm kaatı ve sıvı atıklar, egzoz gazları, endüstrü atıkları, tarımsal mücadelede ilaçları ve kimyasal gübreler toprak kirliliğine sebep olan en önemli etkenlerdir. Toprak kirliliğinin diğer bir özelliği de; hava kirliliği, su kirliliği gibi diğer çevre kirliliği olaylarından etkilenmesidir.

Su kirliliği: Su kaynaklarının faydalı kullanımını bozacak veya kalitesini düşürecek biçimde suyun içerisinde organik, inorganik, radyoaaktif veya biolojik herhangi bir maddenin bulunmasıdır şeklinde tanımlanabilir. Suya kirlilik veren başlıca kaynaklar; evsel atıklar, sanayi atıkları ve tarım atıklarıdır. Bu nedenle suyun kirlenmesini önlemek için bu tür atıkların arıtılmadan su ortamlarına verilmemesi gerekir.

Küresel çevre kirlilikleri

Asit Yağışları:
 
Atmosfere atılan, SO2, NOX, HF ve HNO3 atmosferde su ile birleşerek, bunların ikincil kirlilik ürünleri olan asitlere dönüşür. Bu asitler yağmur suları ile yeryüzüne inerek canlılara ve cansızlara zarara verir.

Asit yağmurları sonucunda; ormanlar ve bitkiler ölüyor, suların asitleşmesi nedeniyle su yosunları ve balıklar ölüyor, toprağın verimliliği azalıyor, toprağın parçalanmasıyla birlikte otsuzlaşarak erozyon artıyor, tarihi ve kültürel varlıklar yok oluyor, her türlü yapı ve malzemenin ömrü kısalıyor.

Artvin’deki Murgul Bakır İşletmesi’nden günde 33-45 ton SO2 atıldığı hesaplanmıştır. Bunun bir sonucu olarak, doksan bin hektar orman yok olmuş, 78 bin dekarlık arazi erozyona uğramıştır. Aynı şekilde, Muğla Yatağan Termik Santrali 600 ton / gün SO2 atıyor ve etrafındaki 400 bin dekarlı orman zarar gördü ve yok olacak. Daha şimdiden, etrafındaki tarım alanları verimsizleşti ve çölleşiyor.

Sera etkisi
 
Güneşten dünyaya gelen enerjinin bir kısmı tekrar uzaya döner. Bu geriye dönen ısıyı, infrared radyasyonlar taşır. Bazı gazlar vardır ki; bu infrared radyasyonunu tutarak ısının uzaya dönüşünü engeller. Antropojenik gazlar denilen bu gazların en başında su buharı ve CO2 (karbondioksit) gelir. İnsanlığın su buharı üzerine bir etkisi yoktur ve olamaz da. Buna karşılık fosil yakıtlar nedeniyle, her yıl atmosfere yedi milyar ton CO2 atılıyor. Sonuçta atmosferde CO2 birikiyor ve atmosferin CO2 oranı her yıl artıyor. Atmosferde biriken CO2 tıpkı cam gibi, güneş ışınlarının yer kabuğuna geçmesine fırsat veriyor; ancak ısının dışarı çıkmasına, atmosfer dışına yayılmasına (dilüe olmasına) engel oluyor. 

Sonuçta güneş ışınları yerkabuğunda soğurularak ısıya dönüşüyor ve buradan uzaklaşamadığı için atmosferin yerkabuğuna yakın kısımlarında ısı depolanması ve birikmesi ortaya çıkıyor. Yani ısı ile kirlenme oluşuyor. Bu mekanizmaya CO2’nin sera etkisi diyoruz. Sera etkisi sonucunda, dünyanın sıcaklığı her yirmi yılda bir ya da bir buçuk derece artıyor ve dünya ısınıyor. Günümüzde gerçekleşen tusinami olayları göz önünde bulundurulduğun da durum daha açık anlaşılacaktır. Ekolojinin bozulmasında fosil yakıtlar da elde edilen enerji sağlayıcılar ve HES’ler büyük rol oynamaktadır. Şöyle ki;

Hidroelektirik Santraller

Hidroelektirik Santraller (HES), suyun yer çekimine bağlı potansiyel enerjinin elektrik enerjisine dönüştürüldüğü elektrik santralidir. Vadiler ve akarsu yataklarında aşağıya doğru akan suyun bir suni göl veya kanalda toplanılıp bir yükseklik farkı yaratılınca potansiyel enerji oluşuyor. HES’ler oluşturulan baraj gölleriyle büyük bir alanı kaplar, insan göçü yaratarak sosyal yapıları dağıtır, toplumun akarsu vadisindeki kültürel mirasini da su altında bırakır, bitki örtüsünü yok eder, o bölgede hayvanları yok eder, bölgede iklim değişiklikleri yaratır. Bunların yarattığı sonuçtan kaynaklı olarak baraj gölünün üst kısımlerında tarım verimliliğinin düşmesine de neden olabilir. Özellikle de Dicle ve Munzur suları üzerinde yapılması planlanan baraj projeleri düşünüldüğünde HES’lerin ne kadar tahripkar olduğu daha iyi anlaşılacaktır. 

Ilısu barajı


Ilısu barajı ile enerji amaçlı kurulması planlanan Ilısu projesi, 1200 MW’lik kapasite ile çalışacak ve yıllık üretimi ise 3833 GWh ile Türkiye’nin dördüncü HES’i (hidroelektrik santral) olacak. Böylece yüzde 36 verimle çalışacak olan Ilısu projesi, en az verimli HES’lerden birine sahip olacak (Atatürk HES yüzde 48 civarı). Bu projenin gerçekleşmesi halinde Ilısı barajını kazandırdığı ekonomik kazanç, yaratacağı tahribatları hiç bir zaman telafı etmeyecektir. Örneğin Batman, Siirt, Amed, Mardin ve Şırnak illerinde toplam 199 köy ve Hasankeyf ilçesini etkileyecek, yani tamamen ve ya kısmen su altında bırakarak toplam 85 bin kadar insan evini ve/veya topraklarını kaybedecektir. Bu rakama askeri güçler tarafından zorla köylerinden göç ettirilen ve değişik şehirlerde yaşayan insanları da eklersek sayı 100 bini geçiyor. 

300’den fazla arkeolojik sit alanı su altında kalacak ve 12 bin yıl öncesine dayanan tarih ve kültürel mirasın önemli bir kısmı yok edilecektir. Doğal akarsularından biri olan Dicle, Ilısu projesiyle suni bir göle çevrilecek ve 313 kilometrekarelik alanın su altında kalmasıyla Dicle Vadisi’nde binin üstünde bitki ve hayvan türünün yaşam alanları sınırlandırılacak ve bölgesel iklim değişecek. Görüldüğü gibi hidroelektirik santralleri de alternatif enerji sağlayan yöntemlerin arasında değil.

Munzur üzerinde yapılacak HES’ler


Munzur, Mercan ve Pülümür çayları üzerinde yapılması planlanan 19 baraj ve HES’in toplam ekonomik maliyeti 2 milyar dolar civarındadır. Yine bu barajlardan elde edilecek toplam 550-570 MW enerji kapasitesi ile toplam Türkiye’deki barajlardan elde edilen enerjinin yüzde biri civarındadır. Oysa Türkiye’de elde edilen enerjinin yüzde  20-23’ü elektrik hatlarında kaybolmaktadır.

HES ve barajlarla, su kontrol altına alınıyor

Ilısu barajına karşı mücadele veren Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi Sözcüsü ve uluslararası ilişkiler yürütücüsü ve aynı zamanda su kaynakları mühendisi olan Ercan Ayboğa’ya, HES’lerin tercih edilmesi ve HES’lerin nasıl görülmesi gerektiğini sorduk.

HES’leri nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
HES’lere barajlarla bağlantılı bakmakta fayda var, çünkü orta ve büyük HES’lerin hemen hepsi için bir baraj yapılmıştır. Bir HES projesinde ne kadar yüksek ekolojik ve tekniki standartlara bağlı kalsanız da, minimum düzeyde olsa da akarsu ve doğa üzerinde olumsuz etkisi olacaktır. Bir HES ne kadar büyük olursa risk kapsamı da o kadar artıyor.

Neden HES’ler kimi çevreler tarafından “alternatif enerji” olarak görülüyor?
 
Akarsuyun sürekli aktığı ve sözde sera gazı salınımına neden olmadığı için hidroenerjiye “Yenilenebilir enerji” tanımlaması birçok çevre tarafından yapılıyor. Enerji üretiminde sera gazların salınımı nın az olduğu doğru. Ancak HES’lerin neden olduğu olumsuz sosyal, ekolojik ve kültürel nedenleri de dahil edersek bu tablo değişiyor. Buna ek olarak tropikal bölgelerde sera gazı salınımı kömür, gaz ve petrol termik santralleri kadar yüksektir. Bunun nedeni oluşan suni gölde su altında kalan, karbondioksit ve metan gazların üretilmesine neden olan bitkilerdir. Çok uzun vadeli bakarsak, kullanımın sonuna gelen HES ve barajlar ortadan kaldırma maliyetini de dahil etmek lazım. Eğer baraj gölünde toplanan tortu zehirli ise bu çok pahalıya neden olabilir.

HES’ler yerine neden başka bir enerji kaynağı kullanılmıyor? Mesela rüzgar, güneş vb. gibi?
 
HES’ler bilinen enerji olduğu için kurmak kolaydır. Hidroenerji alanında çalışan büyük şirketler karını kaybetmek istemedikleri için politikayı doğrudan etkilemektedirler. Yenilenebilinir enerji türleri yeni gelişiyor ve ekonomik kar durumu henüz büyük değil. HES’ler kuruldu mu şirket için kısa sürede büyük kar getiriyor. İşletme maliyeti çok düşük. HES’lerin kuruluşu bir anlamda özelleştirmedir çünkü yerel halktan suları alıp kullanımını şirketlere veriyorsunuz. Tüm bunların yanında bir uzun vadeli amaç HES ve barajlarla suları kontrol altına almaktır. Kontrol altına alınan su hem satılabilinir hem de bölgede yaşıyan topluluk ve devletlere karşı bir silah olarak kullanılabilinir.

ŞAHİN BOZLAR

Hiç yorum yok: