Somali’de insanlar açlıktan ölüyor, uydulardan rahatsız edici,
utandırıcı görüntüler dünyanın dört bir bucağına yayılıyor, BM ve
“insânî” yardım kuruluşları herkesi yardıma çağırıyor. Birleşmiş
Milletler Örgütü sözcüleri, Somali’de, Kenya’da ve bir bütün olarak
‘Doğu Afrika Boynuzu’nda’ 12 milyon insanın açlık ve ölüm riski altında
olduğunu, acilen müdahale için 1,6 milyar dolar toplanması gerektiğini
söylüyorlar...
Şimdilerde artık ‘neden” sorusu pek sorulmuyor, onun yerini “nasıl”
sorusu almış durumda ve bu tesadüfen böyle değil... Zira, “neden”
sorusuyla başlanırsa, problemin kaynağına inme yolu açılabilir. Böyle
bir şey de ‘yeryüzünün egemenlerinin’ işine gelmez. O zaman
olabildiğince “neden” sorusundan uzak durmak “tercih edilir” hale
geliyor... Neden Somali’de açlık var sorusuna, geçerli egemen söylem
dahilinde verilen cevap mâlûm: Kuraklık... Kuraklık yüzünden yeterli
besin maddesi üretilemiyor ve bu yüzden insanlar açlıktan ölüyor... Eğer
“Somali’de, Afrika Boynuzunda neden açlık var? Sorusu sorulabilse ve
başka “neden” sorularıyla da devam edilebilseydi, ‘kuraklık
gerekçesiyle’ yetinilir miydi? Neden kuraklık ABD ve Avustralya’nın
bazı bölgelerini vurduğunda oralardaki insanlar açlıktan ölmüyor? Kaldı
ki, açlık kapitalizmin mantığında içkin [mündemiç] olan bir şeydir.
Halen dünyada yaklaşık 1 milyar insan açlıkla cebelleşiyor, yeterli
beslenemiyor, bir kısmı da doğrudan veya dolaylı açlığa dayalı
nedenlerle [hastalıklar, vb.] ölüyor. Bu, bu dünya’da yaşayan her 7
insandan birinin açlık belasıyla yüzleşmek durumunda olması demektir.
Oysa, dünya’da besin maddesi [hububat] kıtlığı değil, bolluğu var...
1960’lı yıllardan bu yana dünya nüfusu 2 kat, gıda maddeleri üretimi de 3
kat arttı. Demek ki, bu günkü gıda [besin] maddeleri düzeyi, bırakın 1
milyar insanın açlık çekmesini, 12 milyar insanı doyurmak için
yeterli... Hepsi bu kadar da değil, söylendiğine göre üretilen gıda
[besin] maddelerinin yaklaşık üçte biri israf ediliyormuş...
[İngiltere’de her yıl 7 milyon ton yiyecek maddesi, Türkiye’de her gün
4,5 milyon ekmek çöpe atılıyor] Afrika Boynuzu’ndaki kritik durumun
üstesinden gelmek için 1.6 milyar dolar yetiyormuş ve dünyanın en zengin
adamı, Meksikalı Carlos Slim Helu 74 milyar dolarlık servete sahip...
Üstelik son bir yılda servetini tam, 20,5 milyar dolar artırmayı da
“başarmış”... Somali’de ve başka yerlerde insanların açlıktan ölmesiyle
milyarderlerin servetindeki hızlı artış arasındaki belirleyicilik ilişkisi biliniyor mu? Merak konusu yapılıyor mu?
Bir tarafta bolluk, öteki tarafta açlık, aşağılanma, utanç, ölüm...
Peki neden? 1935 yılında faşist Musolini’ İtalyası tarafından
Habeşistan’ın [ bu günkü Etyopya] işgal edilip-sömürgeleştirilmesi
üzerine yazdığı,
Taranta Babu’ya Mektuplar’da, bir şiir dehası olan Nazım Hikmet, sorunun cevabını çarpıcı ve etkileyici bir şekilde veriyordu:
Fakat ne hikmettir ki TARANTA - BABU
büsbütün tersine burda bu!.
Bir öyle şaşılası
dünya ki burası,
bollukla ölüyor,
kıtlıkla yaşıyor.
Varoşlarda hasta, aç kurtlar gibi
insanlar dolaşıyor
ambarlar kilitli
ambarlar buğdayla dolu..
Tezgâhlar
ipekli kumaşla dokuyabilir
topraktan güneşe kadar giden yolu.
İnsanlar yalnayak
insanlar çıplak...*
O halde sadede gelebiliriz. Kuraklık dalgalarına rağmen, 1970’li
yıllarda Somali kendi kendini besler durumdaydı. Nitekim 1970’li
yıllarda da bu günküne benzer kuraklık yaşanmış olmasına rağmen, ciddi
bir açlık sorunu yaşanmamıştı. Zira, o zaman duruma müdahale edebilecek
bir hükümet vardı. Emperyalist müdahalelerle Somali ulusunun dokusu
yırtıldı, ülke parçalandı ve tarım çökertildi. 2005 de 300 bin Somalili
açlıktan öldü. Oysa, 1980’li yıllarda bile Somali ihtiyacı olan
hububatın %85’ini üretebilir durumdaydı. Somali’nin bu gün içine
sürüklendiği durum, emperyalist müdahalelerin sonucu olarak
anlaşılabilir ancak... 1980’lerden itibaren IMF ve Dünya Bankası, dış
borç ödemelerini [yağmasını densin] güvence altına almak üzere,
Somali’ye “yapısal uyum programları” dayattı. Bunun tarım sektöründeki
karşılığı, tarımın dış rekabete açılması, “liberalizasyonuydu”. Tarımın
“liberalizasyonu”, Somali tarımsal üretiminin emperyalist ülkelerin
[ABD, AB] sübvansiyonlu ürünlerinin rekabetine açılması demeye
geliyordu. Somali yerli üretiminin Avrupa ve Amerika tarım tekellerinin
üretim maliyetlerinin altında satılan ürünleriyle rekabet etmesi mümkün
değildi. Giderek ulusal üretim sürdürülemez duruma geldi ve çöktü. Köylü
üreticiler tarım alanlarını terketti. [ Kaldı ki, bu sadece Afrika’ya
özgü bir durum değildir, Asya ve Latin Amerika için de geçerlidir].
Afrika Boynuzu’nda açlığın başlıca nedenlerinden biri de, ana besin
maddelerinin fiyatlarındaki aşırı artışlardır. Nitekim, Somali’de son
yılda mısır ve kızıl süpürge darısının fiyatı % 106 arttı... Hububat
fiyatlarının mayıs 2010 ve mayıs 2011 aralığında %240 oranında arttığı
ileri sürülüyor. Somali parasının art arda devalüasyonları, petrol,
gübre ve diğer tarımsal girdi fiyatlarını yükseltti. Veterinerlik
hizmetleri özelleştirildi ve ABD kökenli tohum ‘sağlayıcılar’ sahaya
indi... Bu artışların gerisinde de gıda maddeleri üzerinde yürütülen
spekülasyon var. Çokuluslu şirketler tarafından tarımsal alana yapılan
‘yatırımların’ yaklaşık %75’inin spekülatif olduğu ileri sürülüyor. Bu
arada milyonlarca hektar verimli Afrika toprağının yabancı ülkeler
[Güney Kore, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, vb. ve çokuluslu
şirketler tarafından satın alınıp, ihraç amaçlı üretime tahsis edilmesi
de üzerinde önemle durulması gereken bir husustur.
Artık gıda maddelerinin de, herhangi başka bir şey gibi kâr ve
spekülasyon alanı ve aracı haline geldiği koşullarda, insanların
açlıktan ölmesi neden şaşırtıcı olsun? Demek ki, açlık tamı tamına
politik bir sorun, sadece kuraklıkla açıklanabilir bir şey değil...
Dramın gerisindeki ikinci temel neden emperyalizmin Kara Afrika’ya
dahlidir. 1992 Aralığında ABD, Birleşmiş Milletler Örgütü şemsiyesi
altında Somali’ye askerî bir müdahelede bulundu. Elbette emperyalizmin
hizmetinde Kore’ye asker gönderip “dünya barışına” katkı sunan TC’nin,
bu operasyona dahil olmaması düşünülemezdi. Dönemin karizmatik generali,
27 şubat ‘post-modern’ darbesinin mimarlarından Korgeneral Çevik Bir de
“insânî” askerî müdahalenin” komutanlarındandı. Bu emperyalist
kuşatmaya her zaman olduğu gibi, şiirsel bir ad bulunmuştu: “ umudu
yeniden yaratma operasyonu” [ Operation Restore Hope]... Ve askerî
işgal “insânî yardım” olarak sunuldu. İnsânî yardım topla, tüfekle,
tankla, savaş uçağı ve savaş helikopteriyle mi götürülürdü? Yiyecek,
içecek, giyecek, çadır, hekim, hemşire, ilaç, vb. götürülmesi gerekmez
miydi? Önce Somali’de devleti çökerttiler, işlevsiz hale getirdiler ve
sonra ona “fail state” [kifayetsiz devlet] dediler... Emperyalist
ABD’nin ve avânesinin gerçekten ‘insânî kaygıları’ olabilir miydi?
Emperyalist herhangi bir rejimin insânî kaygılar taşıması mümkün müdür?
ABD’nin “insânîlik” ve “yardım” retoriğinin gerisine gizlenerek murad
ettiği iki şey vardı: 1. Başta petrol olmak üzere, Somalinin enerji ve
maden kaynaklarına el koymak; 2. Afrika Boynuzu’nun stratejik konumunu
ABD’nin emperyal çıkarları için kullanmak. Bilindiği gibi, Afrika
Boynuzu’nun, Süveyş Kanalı, Aden Körfezi ve Güney Asya ve Hint
Okyanusunun militer denetimi için stratejik önemi büyüktür.
“İnsânî” yardımı nasıl bilirsiniz?
Kolonyalizmin doğrudan versiyonunun tasfiye edildiği ikinci
emperyalistler arası savaş sonrasında, politik planda bağımsızlaşan
ülkelerin emperyalizmden kopmalarını engellemenin ‘yumuşak’ aracı yardımlar
olacaktı. Aslında yardımların kelimenin bilinen anlamında yardımla bir
ilgisi yoktu. Yardım denilen, oltaya takılan zokaydı. Yüksek faizle borç
veriyorlar ve bir de ona ‘yardım’ diyorlardı. Yardımların bir tuzak
olduğu anlaşılınca, önüne bir niteleme sıfatı getirdiler ve “insânî
yardım” dediler. Aynı sürdürülebilir kalkınma gibi... Zira, ortada
kalkınma diye bir şey yoktu, sermayenin büyümesine kalkınma diyorlardı.
Bu yardım retoriğini John Galbraith şöyle ifade etmişti: “aşıya sahip olduğumuza göre artık frengiyi keşfedebiliriz...”
Velhasıl ‘yardımların’ bir tek amacı vardı: Çok uluslu şirketlerin
kârını artırmak. Fakat sadece yardım kelimesinin önüne ‘insânî” sıfatını
getirmek yeterli olmazdı. Bir de bizde Sivil Toplum Örgütü [STK]
denilenin Batıda’ki aslı olan Hükümet Dışı Örgütler [ NGO’lar]
denilenler devreye sokuldu. Şimdilerde bu örgütler yardım endüstrisinin
etkin araçları durumuna gelmiş durumdalar. Elbette gerçekten yardım
amaçlı NGO’lar da var ama, bunlar istisna. NGO’ların çoğunluğu USAID [
Birleşik Devletler Uluslararası Yardım Ajansıyla] çalışıyor, USAID’ın da
Pentagona çalıştığı biliniyorken devre tamamlanmış sayılır. Diğer
emperyalist ülkelerin NGO’larının durumu da az-çok aynı. Varlık
nedenleri ve misyonları, politik, ekonomik stratejik amaçlara hizmet
etmek, çokuluslu şirketlerin kârını artırmak, bu amaçla da “seyirciyi
oyalamak...”
NGO’ların devletten ve sermayeden bağımsız olmaları ancak istisnai
olarak mümkündür zira, ya devletlerden ya da sermayeden besleniyorlar.
“Bağımsız” örgütlermiş, “insânî” amaçlar taşıyormuş yanılsaması
yaratmadan pis misyonlarını sürdürmeleri mümkün değildir... Bir de
“politika dışı” olmakla öğünüyorlar. “Biz politikaya bulaşmayız, biz
yardım kuruluşuyuz” diyorlar. Böylece asıl soruyu, yani “neden sorusunu”
sormaktan kurtuluyorlar... Aksi halde sorunun kökenine inmek
gerekecektir, emperyalist oyunun ve ikiyüzlülüğün teşhir edilmesi mümkün
hâle gelecek, ayıp açığa çıkacaktır... Ben politikanın dışındayım
demekle kimse ‘politika dışı’ olmaz, ama mevcut kepazeliğin
meşrulaştırılmasına ve sürdürülmesine hizmet edebilir. Böylece sorunun
kaynağına inmek isteyenleri devre dışı bırakmak kolaylaşıyor. Sanki bu
dünyada politika dışında kalınabilirmiş gibi...
“İnsânî” yardım NGO’ları, daha çok yardım toplamak için durumu
abartıyorlar, ölümler başlayıncaya kadar seslerini çıkarmıyorlar, daha
çok yardım almak için bir birleriyle rekabet ediyorlar. Toplanan
yardımların önemli bir kısmı bu örgütler tarafından kendi bürokratik
işleyişlerinin finansmanında kullanılıyor. O kadar ki, Birleşmiş
Milletler Örgütü bile topladığı yardımların yaklaşık yüzde 25’ini
ihtiyaç sahiplerine ulaştırabiliyor, geri kalanı BM memurlarına yüksek
maaş, büro kirası, pahalı cipler satın alma, lüks otellerde konaklama,
vb. kullanıyor. Toplanan yardımın bir kısmı yardımı veren ülkenin
uzmanlarına maaş olarak geri gidiyor... Velhasıl insâni yardım ‘iyi
kazandırıyor’... Hiç şu “yardımsever” Birleşmiş Milletler Örgütü
personelinin ve "insânî" NGO çalışanlarının aldıkları maaşı merak eden
var mı?
Elbette milyonlarca insanın samimi çabalarını küçümsemek haksızlık
olur. Âcil müdahale gerektiren felaketlere âcil yardım vazgeçilmezdir
ama açlık da dahil, insanlığın temel sorunlarını ‘
iyilikçilikle’
çözmek mümkün değildir. Bu sorun sadakayla üstesinden gelinebilir
mâhiyette bir şey değildir. Üstelik sorunun çözümünü, bu durumun asıl
sorumluları olan emperyalist ülkelerden ve onların “insânî” yardım
kuruluşlarından beklemek abesle iştigal etmektir. Kaldı ki, asıl
yapılması gereken yardım değil, bölüşme/paylaşma kültürünü
işlevselleştirmektir. Toplumsal eşitsizliğin kökenine inmektir ki, bunun
da yolu sömürüye karşı çıkmaktan geçer... Üretim ve yaşam araçlarının
özel mülkiyet konusu olmasını sorun etmekten geçer... Büyük hırsızlara
karşı çıkmadan, sömürüyü, yağmayı ve talanı sorun etmeden, sorunları
çözmek mümkün değildir ama, sözde insânî bir söylemle mevcut statükoyu
sürdürmek şimdilik mümkün olabiliyor. Onun için “neden” sorusunu inat ve
ısrarla sormak ve gereğini yapmak gerekiyor. Böylece egemenler
cephesinin ikiyüzlülüğünü ve sahtekârlığını teşhir etmek mümkün
olabilir...
Duyduğuma göre başbakan R.Tayyip Erdoğan, BM oturumunda Somali’deki
açlığı gündeme getirecekmiş. Eğer bu konuya değinmeye gerçekten
niyetliyse, gıda maddelerinin bir metaya dönüştürülüp kâr ve spekülasyon
aracı haline getirilmesini, ‘insânî yardım” denilenin aslında insânî
değil, politik, ekonomik, ticari ve finansal çıkarların hizmetinde
olduğunu, gıda maddeleri üzerindeki spekülasyonu, emperyalistler
tarafından 30 yılı aşkın zamandır dayatılan “yapısal uyum programlarını”
ve bunların neden olduğu insânî, sosyal ve ekolojik yıkımı, önüne
‘insânî’ sıfatı eklenen ABD ve NATO’nun askeri operasyonlarını, Afrika
topraklarının emperyalistler ve onların güdümündeki devletler ve
çokuluslu şirketler tarafından satın alınmasını, köylülerin
topraklarından ve yurtlarından kovulmalarını, dış borç ödemelerinin
tahribatını, depremzedelere “yardım” bahanesiyle ABD’nin Haiti’yi işgal
etmesini... velhasıl kapitalist-emperyalist sömürü, yağma ve talanı da
gündeme getirebilir mi?
Bir çift söz de şarkıcı, türkücü, sinema oyuncusu... şov
endüstrisinin ünlülerine: Her “insânî yardım” kampanyasına “dahil”
olduğunuzda asıl sorunların, tartışılmasını, bilince çıkarılmasını,
anlaşılmasını engellediğinizin ve birilerinin pis misyonunu
meşrulaştırdığınızın farkında mısınız? Elbette aynı şey sorunun özüne
inmekten özenle kaçınan gazeteciler için de geçerli. Neden felâket
bölgelerine kendi imkânlarınızla değil de, politikacıların uçaklarına
binip gidiyorsunuz? Neden emperyalizmin hizmetindeki NGO’ların verdiği
bilgilerle yetinip, kendi gözünüzle şeylere bakmaya yanaşmıyorsunuz?
* Taranta Babu’ya 7. Mektuptan...
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder