9 Eylül 2011 Cuma

Din ve İktidar İlişkisi

Son aylarda devrimci-yurtsever siyaset ve İslam ilişkisi konusu Kürt hareketinin düzenlediği geniş katılımlı sivil Cuma namazları, seçimlerde Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu’nda muhafazakar kesimden Altan Tan’ın yer alarak milletvekili seçilmesi ve Kürt sorununa çözüm olarak İslami Ümmetçiliği önermesi, aynı bloğun sosyalist adaylarından Sırri Süreyya Önder’in Zaman gazetesine verdiği röportajda Said-i Nursi’yi Kürt-Türk kardeşliği için bir toplumsal öncü olarak nitelendirmesi ve son olarak Emek ve Adalet Platformu’nun düzenlediği lüks iftar protestoları üzerinden sıkça gündeme geliyor. Gelişen bu süreçte dinin, ve bu bağlamda (Sünni) İslam’ın sivil/ezilenden ve emekten yana bir yorumundan bahsederken aynı dinin tarihsel olarak kapitalizm, sermaye, ataerki, iktidar ve devletçiliğe eklemlenmişliğini de gözden kaçırmayıp bu anlayışı sorgulamakta kararlı olmak, kurulan ilişkinin sonuçları açısından hayati önem taşıyor.

Ortadoğu coğrafyasının yakın tarihinde İslam’ın devrimci bir yorumunu geliştirme konusunda ilk akla gelen isimlerden biri, İranlı sosyolog Ali Şeriati’dir. Şeriati, Şia İslam’daki kökeni Kerbela katliamı ve Peygamber soyundan gelen 12 İmamın mazlumiyetine dayanan “mustazaflar” (ezilenler) ve “müstekbirler” (egemenler) kavramlarını Marksizmin sınıf çatışması teorisiyle harmanlayıp egemenlerin ve iktidarın dini olarak “Safevi Şiası” ve ezilenlerin dini olarak “Ali Şiası” ayrımını ortaya koymuştu. Şeriati’nin bu kuramlarından etkilenen kitleler 1979’da “İslam eşitlik ve sosyal adaleti sağlar”, “İslam sınıf farklılıklarını ortadan kaldırır”, “Biz kapitalizmin ve feodalizmin değil, İslam’ın taraftarıyız”, “İslam kitlelerden doğmuştur, zenginlerden değil”, “Dünyanın tüm mazlumları, birleşin” gibi sloganlarla meydanlara döküldü. (Ervand Abrahamian, 1993) Ancak bu ideoloji ve sloganlarla gelen İran İslam devrimi, binlerce devrimci sosyalistin, siyasi tutuklunun, özgürlükçü kadınların, özerklik isteyen Kürtlerin, Türkmenlerin ve Azerilerin cesetleri üzerinde inşa edilen halk düşmanı bir devleti ortaya çıkardı. Kısacası Şeriati’nin “ezilenlerin devrimci İslamı” ideolojisi çok geçmeden İranlı egemen mollaların resmi ideolojisine dönüştü.

Günümüzde ise Ortadoğu’un en dinamik toplumsal hareketlerinden birinin ideolojik kaynağı olan Abdullah Öcalan, “demokratik ekolojik cinsiyet özgürlükçü toplum paradigması”nın yanısıra dinlere dair çözümlemeler geliştirmektedir. Bu yazıda Öcalan’ın din ve iktidar konusundaki çözümlemesine kısaca değinilecek ve Türkiye ile İran devletinin güncel durumuyla bağlantıları üzerinde durulacaktır.


Tanrı, Devlet ve Tekçilik


Öcalan, İmralı’da ortaya koyduğu savunmalarda, “Devlet ve Tanrı” kavramlarının tekçilik bağlamındaki ilişkisinden geniş şekilde bahsetmiştir: “...Güçlü merkezi bir yapıya kavuşan devlet kavramı ile çok tanrıdan tekleşen ve güçlü merkezi bir konum kazanan Tektanrılı din anlayışları arasında sıkı bir bağlılık vardır. Gerek Hıristiyanlık, gerek İslam bu yönüyle aslında bir merkezi devlet teorisi geliştirmektedir. Nitekim daha Hz. Muhammed’in sağlığında gelişen İslam devleti ile papalığın tanrı devleti bu teoriyi pratikleştirecektir.”
(Öcalan, 2004)

Devlet ve Tanrı kavramları arasındaki sıkı bağ Hegel’in devleti “Tanrının cisimleşmiş hali” olarak ele almasında ve Türk ulus-devletinin resmi ideolojisindeki “Devletçilik” ilkesinde olduğu gibi bir kavram olarak devlete kutsallık ve dokunulmazlık atfedilmesi veya İran’daki gibi devletin dinsel dayanaklarla kendisini Tanrılaştırması olarak tezahür etmektedir.


Tektanrılı Semavi (Göksel) dinlere geçişin arkaplanına savunmalarında genişçe yer ayırmıştır Öcalan: “Uygarlığın özü olan Şehir Devrimi (yani Medeniyetin özü olan Medine -Arapça’da şehir- devrimi) ile birlikte yeni dinsel öğe şehir-devletin merkezi olan Sümer Tapınağı (Zigurrat) ve onun rahibidir. Sümer Rahibi yeni toplum düzeni için gereken kutsallık düzeninin kaynağını Mezopotamya’nın duru gökyüzünde bulur ve böylece Tanrılar sayıca azalarak göğü ve onu teşkil eden varlıkları yansıtmaya başlarlar. Şehir Devrimi’yle oluşan yeni üretim tarzıyla önemli oranda artık ürün meydana gelmektedir: Zamanının sadece zihinsel tasarımla geçiren rahipler ve onların etrafındaki sınıf için bu artık ürün büyük bir ekonomik güvence oluşturmakta ve onları giderek mülk sahibi egemen sınıf haline getirmektedir. Zigguratlar, Tanrılar birliğiyle temsilcilerini birleştiren karargah gibidir. En üst katta rahip sürekli tanrısal işlerle uğraşır ve yeni kehanetleri buradan gök cisimlerine bakıp çıkarırken, alt katta da kulları için mutlak uyulması gereken tanrısal hükümleri açıklamakta, ibadet etmelerini sağlamaktadır.”
(Öcalan, 2001)

Şehir-devletin merkezindeki kutsal iktidar kaynağı olan ziggurat, bugünün İran ve Türkiye ulus devletlerinde yerini dokunulmaz milletvekillerinin toplandığı meclise ve ideoloji üretme mekanizmaları olan üniversitelere bırakmıştır. Sümer rahibi ve etrafında toplanan egemen sınıfın günümüzdeki mirasçıları ise Türkiye’de 9 yıllık AKP iktidarıyla her geçen gün hegemonyasını sağlamlaştıran Fethullah Gülen ve Cemaati, İran’da da Humeyni’nin “Vilayet-e Fakih” kuramına göre dini lider ve en üst otorite sayılan Ayetullah Hamaney ile onun çevresindeki Devrim Muhafızları (Pasdaran) ve Basij milisleridir.


Yine Öcalan’ın “Ulus-devletin dini” olarak tanımladığı milliyetçilik, gerek Türk-İslam ülkücülüğünde gerekse de İran’daki Şia İslamcılıkla bütünleşen Fars milliyetçiliğinde dinle içiçe geçmiştir.


Çağdaş Rahip-Krallar: Putlaştırılan Ulus Devlet Liderleri


Öcalan, ulus devletin teolojik kaynaklarından bahsederken toplumsal kimliğin en eski biçimi olan din ve Tanrı imgesinin zamanla iktidarla bütünleştiğini belirtilir: “Tanrısallığın kökeninde toplumsal varoluşun kutsanması yatmaktadır. Süreç içinde iktidar, devlet ve toplum ayrışması hızlandıkça, kutsallık ve tanrısallık payeleri tüm toplumun kolektif kimliği olmaktan çıkarılıp, iktidar ve devlet sahiplerine mal edilir. İdeolojik hegemonya burada önemli rol oynar. İktidar ve devletin Tanrı kaynaklı olduğu belirtilir; dolayısıyla iktidar ve devlet sahipleri olarak kendilerinin de kutsal ve tanrısal olduklarını idea etmenin yolları açılmış olur. Tanrı-Kral, Tanrı’nın devleti kavramlarına ulaşmak artık zor değildir. Tanrı elçiliği, tanrı gölgesi kavramları da peşi sıra gelişmekte gecikmeyecektir...” (Öcalan, 2010)

İran İslam Cumhuriyeti’nde siyasi sistemin belkemiğini oluşturan ve tüm yasama-yürütme-yargı aygıtlarını dini lidere teslim eden Vilayeti Fakih açıkça yeni Sümer Rahip Kralları yaratırken, “laiklik” kavramı altında gizlenen devletlerde de benzer Tanrısallaşma ideolojisini görmek mümkündür: 1979’daki İslam Devrimi’nden önce İran’da egemen olan Pehlevi rejiminde Şah’ın Allah tarafından seçildiğine inanılırdı. Aynı şekilde birkaç yıl önceye kadar ABD Başkanı George Bush, “kendisinin Tanrı adına görevlendirildiğini, Afganistan ve Irak’taki savaşın Tanrı’nın emri olduğunu” söylemekten çekinmemekteydi. Bugünün Türkiye’sinde ise AKP eliyle yaratılmakta olan muhafazakar hegemonya, Tayyip Erdoğan’ı Tanrılaştırmaktadır: 2008’de Denizli’deki camiilerde dağıtılan “İlahilerle Hakka Çağrı” adlı kitapta yer alan “Tayyip’i üzmek Allah’ı üzmektir” satırlarının da, Temmuz ayında AKP milletvekili Hüseyin Şahin’in “Başbakan’a dokunmak bile ibadettir’ açıklamasının da ardında yatan budur.


Kaynaklar

Abrahamian, Ervand. 1993. Khomeinism:Essays on The Islamic Republic.
Abdullah Öcalan’ın İmralı savunmaları

Sevda ZENJANLI

Hiç yorum yok: