27 Eylül 2011 Salı

Antagonizma

Cengiz KAPMAZ
İnzivaya çekilmenin en güzel tarafı nedir biliyor musunuz?

Issızlıktır... Issızlığın bilgeliğinde gerçekleşen arayıştır... Karar vermektir...


Düşünürsünüz... Ulan, dersiniz, doğru mu yapıyorum diye...


Duygulanırsınız... Kolay değildir... Çünkü giderseniz limandan ayrılan geminin güvertesinden kıyıda bıraktığınız eş-dosta el sallayacaksınız.


Zordur bunca yaşanmışlıkları, alışkanlıkları değiştirmek... Bilirsiniz ki ayrılık sizin için aşka dönüşecektir.


O yüzden kalmak istersiniz... Ama yüreğinizin derinleri fırtınalıdır, huzursuzdur.


Yakasına yapışacak bir suçlu, sizi uyandıracak bir kaos, göğsünde ağlayıp rahatlayacağınız bir bilge ararsınız.


Paradokstasınız. Antagonizmalar (uzlaşmaz zıtlık) yaşarsınız. Zıt kutuplar sizi besler. Zıt kutuplar sizi yok eden elementler değildir artık.


Ama bu zıtlıkların yarattığı gerilimi, huzursuzluğu da hissedersiniz...


* * *


Tüm bu duygu ve düşünce anaforu Özgür Halk ve Demokratik Modernite dergisinde Mahmut Yamalak imzasıyla yayınlanan makaleden sonra oluştu.


Yamalak “Kendi Varoluşunu Arama, Evren ve İnsan” başlıklı makalesinde insanın geçmişten bugüne kendini anlamlandırma, hayatını anlamlı kılma serüvenini tartışıyor, şu sorunun yanıtını arıyor:


Hakikaten insan kimdir ve nedir? Onu ne mutlu ve anlamlı kılar?


Bu soru Aristo’nun da gündemindeydi. Aristo’ya göre insan kendi yaratıcısına koşulsuz bağlı bir varlık değildi, tersine kendi yaşam tarzını oluşturmak zorunda olan varlıktı.


Skolastik felsefe ise insanı önemsizleştirdi, basit bir varlığa indirgedi.


David Hume’da insan kendi bilgilerinin sınırlarında kalan çaresiz bir kişidir. Dünyayı duyumları ile algılar ama algılarının da doğru olup olmadığını bilmez.


Descartes insanı çaresiz kılan düşünce şekillerine itiraz eder. İnsan düşünüyorsa vardır, bu yüzden Tanrı’ya ihtiyacı yoktur, kendi başına hakikate ulaşabilir.


Hegel ise insanın ancak toplumsallık içinde var olabileceğini ve anlam kazanabileceğini ileri sürer. Ancak der Hegel, insan toplumsallığın zirvesine devletle ulaşabilir. Hegel’e göre devlet insanı ve toplumsalı özgürleştiren varlıktı.


Aydınlanma filozofu insana güvenmez. Çünkü insan tek başına bırakılırsa her türlü kötülüğü yapar. Bu yüzden devletin tek başına kalan insanları denetlemesi gerekir.


Hobbes’un devleti Leviathan’dır.


* * *


Yamalak makalesinde, “insanın kendine anlam verme, kendini tanıma isteği neden bu kadar önemlidir?” sorusunu da soruyor.


Yamalak, “dünyanın tamamlayıcı bir parçası olmak ve bir yere ait olduğunu hissetmek için” yanıtını veren Erich Fromm’a itiraz ediyor, insanın kendine anlam verme sürecinin kendi benini tanımak olduğunu söylüyor.


Yamalak’a göre kendi benini tanımak şu açıdan önemlidir: İnsan kendi benini tanırsa kendi varlığını koruma ve kendini yeniden üretme edimlerine başvurur.


O zaman da insan anlamak için yaşar. Ancak insan anlam ile yaşamak arasındaki gerilimde anlayamaz.


O yüzden mutlak yalnızlığa ihtiyacı vardır.


Aristo insan eylemlerinin hep bir son amaca doğru hareket ettiğini belirtir. Hegel’de bu son amaç mutluluktur. Descartes’ta ise insanın temel amacı tanrıyla buluşmaktır.


Spinoza ise insan eylemlerinin amacının sorgulanmasına karşıdır. Bu çabanın boşa olduğunu söyler, varlığını sürdürmeyi insan için yeterli görür.


Pozitivist felsefe insanı tanrıdan uzaklaştırır ancak bir alacakaranlık kuşağına sokar. İnsanın bilgisini deneylerle sınırlayan pozitivizm insana bir amaç yüklemeyi anlamsız görür.


Pozitivist felsefe evreni fethedilmesi gereken saha görür, insanı evrenin yöneticisi konumuna indirger.


Ancak bu düşünce şekli Tanrı yerine insanı koyar ve her şeyi insanın egolarına tabi kılar.


Aydınlanma ve pozitivist felsefenin kaçınılmaz sonucu hükmetmek, ele geçirmektir.


* * *


İnsanı mutlu kılan nedir? Anlam yaratabilme çabası mı, idealler için mücadele mi, kendini tanıma uğraşı mı? Yoksa bunların hepsi mi?


Çok kısa bir süreliğine misafir olduğumuz bu dünyada kendimizi anlamlı kılacak bir çaba, nihayetinde hiçlikle sona eriyorsa... O zaman neden anlam verme çabası içindeyiz?


Anlamın biteceğini bile bile anlam yaratma hali... Hayır, Nihilistlik (hiçlik) yapmıyorum sadece hiçleşeceğini bile bile anlam yaratma soruları soruyorum.


Sahi hayat nedir? Hayatı anlamlı kılan nedir? Belki de postmodernler haklı: Hayat hep oluşan, yok olan, yeniden oluşan, tekrardan yok olan süreçtir, yani belirsizliktir.


Özgür Halk ve Demokratik Modernite dergisi alın. Mahmut Yamalak’ın makalesine mutlaka göz atın.


Sorduğum soruların yanıtlarını o yazıda bulacaksınız!

Hiç yorum yok: