14 Eylül 2011 Çarşamba

AKP Ortadoğu'da ABD Çıkarlarını Temsil Ediyor


ONUR EREM/BİRGÜN
Türkiye’nin Ortadoğu’da üstlenmeye başladığı yeni heveskar rol ve İsrail ile yaşanan çatışma birçok tartışmayı beraberinde getirdi. Yaşananlar yeni bir dış politik konseptin habercisi olarak algılanıyor. Bu yeni konseptin içinde İran'a yönelik uluslararası ablukaya katılmak ve Suriye'ye olası bir saldırıyı örgütlemek de dahil birçok problemli açmaz bulunuyor. İstanbul Üniversitesi’nden Profesör Dr. Kıvanç Ulusoy, bölge nezdinde yaşanan değişimleri ve AKP'nin bu değişimdeki rolünü değerlendirdi.


AKP’nin komşularla 'sıfır sorun' politikasının bugün geldiğimiz noktada çöktüğü görülüyor. Bu çöküşü nasıl değerlendiriyorsunuz?

AKP dış politikayla iç politikayı son derece entegre olarak götüren bir parti. AKP, Suriye ve Irak’la ilişkileri arttırmanın, Türkiye’deki Kürt sorununun çözümüne yardımcı olabileceğini düşündü. Bu politika AB’nin Türkiye’den beklentileriyle de örtüşüyordu. Ancak bu politika çok hızlı bir şekilde boşluğa düştü ve izlenemez hale geldi. Bunun başlıca nedeni Suriye’ydi. İkinci bir neden de İsrail'di.


Çöküş karşısındaki manevrası ne oldu?


AKP sıfır sorun politikasının sınırları olduğunu fark etti. AKP’nin dış politikası giderek geleneksel yaklaşıma geri dönmeye başladı. AKP kendince bir takım siyasi enstrümanları kullandı. Mesela Ermenistan ile protokol yaptı, ama bir süre sonra bunları kolayca çözemeyeceğini kendisi de gördü. Kıbrıs sorunu için de aynısını diyebiliriz.

Fark edince ne değişti? Yaşanan “u” dönüşünde bu farkındalık ne tür bir rol oynadı?

Bunun ardından geleneksel Türkiye dış politikasına yeniden sarılıyorlar – fakat buna yeni bir şey daha ekleyerek: Milli meseleler. Türkiye dış politikasının en büyük ayırt edici özelliği milli meselelerdir. AKP, Kıbrıs milli meselesinin yanına bir de Gazze milli meselesi ekledi. Gazze milli meselemiz haline geldi. Oysa AKP’yi iktidara getiren dış politika, sorunları çözmek isteyen revizyonist, gelenekselden uzak bir dış politikaydı. Sorunları birer milli mesele olarak değil komşuluk ilişkileri olarak görüyordu. Bunu açıklayarak hem içeride medya aracılığıyla bir kamuoyu yaratmıştı, hem de uluslararası destek görmüştü. Ancak şu an tamamen başa dönmüş durumdayız.


Başa dönünce ne oldu?


Milliyetçi bir dış politika ile yeni Osmanlıcılığı bile bir tür milliyetçilik olarak gösteriyorlar. AKP artık bu söylem çerçevesinde Çeçenistan’ı, Kosova’yı birer milli mesele olarak önümüze koyabilir. AKP Ortadoğu’da ulaşabileceği alanı gördü ama hâlâ yeni alanlara ulaşmak istiyor. Komşularla sıfır sorun politikası Türkiye’yi istediği yere ulaştırmadığı için yeni politikalar üretmeye devam edecek.

Bu değişimin Ortadoğu ve bölgeye yansımasını nasıl okumak gerekiyor?

Türkiye’nin dış politikası son dönemde Ortadoğu’da büyük bir paradigmatik kırılmayı da beraberinde getirdi. Türkiye’nin artan dış politik manevra alanı, Avrupa ve Amerika’nın politikalarına da paralel gidiyordu. Ortadoğuluların gözüyle Amerikan yanlısı bir Türkiye güvenilmezdi. Türkiye bugün bölgede daha bağımsız, ABD’nin kuyruğunu takip etmeyen bir ülke olarak algılanıyor. Böylece Batı ülkelerinin politikasını Türkiye bölgede uygulayabiliyor.

AKP'ye biçilen rol de herhangi bir değişiklik söz konusu mu?


Başbakan Erdoğan ve AKP kurmayları, Türkiye’nin demokratik karakterinin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki en büyük politik enstrümanı olduğunu ifade ediyorlar. Batı ülkeleri de bunu böyle görüyor. Hatta Bush dönemi ile Obama döneminde değişmeyen ender şeylerden birinin Türkiye’ye biçtikleri rol olduğunu görüyoruz. Ayrıca Türkiye’yi, siyasal İslam’ın seküler bir sistemin içerisinde nasıl absorbe edileceği hakkında güzel bir örnek olarak görüyorlar.

Türkiye’ye ne kadarlık bir manevra alanı sağlanabilir? ABD ve Batılı ülkeler İsrail ile olan ilişkilerin gerilmesine daha ne kadar müsaade edebilir?


Türkiye’nin genişleyen manevra alanının en önemli öğelerinden birisidir İsrail ile çatışma. Türkiye, Ortadoğu halklarını İsrail ile iyi geçinerek hiç bir zaman ikna edemezdi, iletilmek istenen demokrasi mesajını da iletemezdi. Bu yüzden İsrail ile Türkiye arasındaki gerginlik hem Türkiye dış politikası açısından, hem de geniş perspektifte baktığımızda ABD çıkarlarının Ortadoğu’da temsili açısından kaçınılmazdı. Bir noktaya kadar tolere edilebilirdi. Ancak şu an geldiği nokta o tolere edilebilme sınırının son noktası.

Dip noktasını gördüğüne göre bundan sonra neler olabilir?


Hükümet de bu sınırın son noktasında olduğunun farkında, ancak bir avantajı var: ABD, Netanyahu hükümetinden hiç memnun değil. Onları, kendilerine iç politikada rakip olarak gördükleri neo-conlara yakın buluyorlar. ABD’nin barışçıl olarak izlemek istediği bir çok politikanın önünde engel olduklarını düşünüyorlar. Bunun için İsrail’in bir çok alanda geri adım atması lazım, ancak geri adım atmadıkları gibi ciddi sorunlar da çıkartıyor. Netanyahu hükümeti bölgesinde Türkiye gibi bir ülkeyi karşısına alarak çok yıprandı. Mısır’daki İsrail Elçiliği’ne saldırı düzenlendi, elçi ülkeyi terk etti. İsrail’in de Ortadoğu’da manevra alanı gittikçe daralıyor. İsrail’de yeni, barış yanlısı bir hükümet kurulması hem ABD çıkarlarına uygun olacaktır, hem de AKP’nin bir zaferi olarak algılanacaktır.

İkiz Kule saldırılarının üzerinden 10 yıl geçti. Bu süreç Türkiye’nin dış politikasını nasıl etkiledi?


11 Eylül ile beraber ABD, hem içerde hem dışarıda güvenlik politikalarına sarıldı. Diğer ülkelerden de bunu uygulamasını istedi. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) de böylece ortaya çıktı. Türkiye’de BOP’un bir parçası olacaktı. Hatta başbakan Erdoğan da kendisini projenin eşbaşkanı olarak konumlandırdı. Bu noktaya kadar Türkiye ABD’nin isteğini yerine getirdi.

BOP ilk ortaya çıktığında çok ses getiren bir projeydi, ancak artık günümüzde hiç bahsedilmiyor. Ne değişti?

BOP bir Bush projesiydi. Bush’un agresif politikalarıyla şekillendi. Obama ise kendini Bush’un bu politikalarından farklılaştırmak istedi. Bu yüzden Obama’nın ağzından Büyük Ortadoğu Projesi lafını pek duymuyoruz. Obama ve Dışişleri Bakanı Clinton, çok taraflı bir siyaset izleme gereği duydu. Mısır, Suriye, İran ve Avrupa ülkeleriyle daha farklı ilişkiler kurdu. Bush’un politikaları ise Avrupa halkları tarafından desteklenmemiş, sadece İtalya ve İngiltere hükümetleri tarafından desteklenmişti. Ayrıca Obama, ülkesinin iç krizinin de etkisiyle Ortadoğu’da kendini çok gösteren bir lider olmadı. Çok aktif değildi. Oysa Bush’un kurmaylarından Paul Wolfowitz sürekli bölgede temaslarda bulunurdu.

'Arap Baharı' da bu sürecin bir ürünü mü?

ABD, Ortadoğu konusunda Avrupa’yı işin içine çekmeye başladı. Arap Baharı boyunca bu ülkelerde Avrupa’da ilişkileri olan sivil toplum örgütleri ve bireyler çok aktifti. ABD bu bölgede Avrupa’nın yumuşak gücünü kendine entegre etti ve politikasını Avrupa’nın uzun yıllardır Ortadoğu ile var olan bağları sayesinde uyguladı. Düşünce kuruluşları ve medya çok etkin çalıştı. Mısır, Suriye, Libya buna en net örneklerdir. Batı dünyası “biz hep diktatörlüklerle ilişki kuruyoruz, bu ilişkilerle de bir yere gelemiyoruz” demeye başlamıştı.

Enerji ve petrol gibi başka etkenler yok mu?


Ayrıca Avrupa’nın ciddi enerji kaygıları da var. Rusya’ya olan bağımlılıkları kendileri için büyük bir sorun, son 10 yıldır bunu çözmek için yöntemler arıyorlar. Bu sorunu Kuzey Afrika’nın zengin enerji kaynaklarından faydalanarak aşmak istiyorlar. Avrupa’nın sürdürmekte olduğu Barselona Süreci, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı Avrupa ile yakınlaştırma düşüncesinin temelini oluşturdu.

Avrupa Birliği unutuldu mu?


Türkiye’nin uluslararası ilişkileri uzun yıllar boyunca Avrupa Birliği’ne odaklanmıştı. Lâkin son yıllarda Türkiye Ortadoğu’ya o kadar odaklandı ki, adeta AB’yi unuttu. AB ile ilişkiler bu ortamda ne yöne doğru gidecek?

Güzel bir soru, çünkü ben de bundan kaygı duyuyorum açıkçası. Bir yandan son dönemde Türkiye dış politikası yeni milli meselesi olan Filistin’e takılmış durumda. Diğer yandan eski Avrupa Birliği Genel Sekreterliği, yeni Avrupa Birliği Bakanlığı hâlâ bir atalet içinde. Bu bakanlık Dışişleri Bakanlığı, Devlet Planlama Teşkilatı ve Ekonomi Bakanlığı arasında sıkışmış kalmış durumda. Bu konuda yeterince çaba harcanmıyor.


Dahası AB’ye karşı gittikçe agresifleşen bir kullanılıyor. Bu dil niye kullanılıyor, bundan nasıl bir sonuç bekleniyor anlamış değilim. AB’ye sürekli saldırmak doğru bir davranış değil. Tamam alıngan olabiliriz, ayrıca başbakanın genel tavrı bu, ancak diğer hükümet görevlilerinin, AB Bakanı’nın da böyle bir dil kullanmasının nedeni nedir? Başbakana yaranmak mı? Bu yüzden toplumda da milliyetçi bir AB karşıtlığı yayılmakta.

 AB, Türkiye açısından önemli bir dış politika meselesidir. Avrupa ile bütünleşmenin bir önemi vardır. Çünkü burada bahsettiğimiz bütün diğer meselelerde Avrupa da var. Biz de AB’nin aday ülkesiyiz.

Burada ciddi bir sıkıntı var. Biz bu konuda çaba harcamıyoruz. Sadece havada kalan bir söylem var.


Müzakerelere başlarken AB’nin Türkiye’ye belirli bir takvim vermemesi de bunda etkili oldu mu?

Tabi ki. O dönemki AB liderleri - özellikle de Almanya ve Fransa - iç siyasetleri adına “Türkiye’nin uzun vadeli bir proje” olduğunu söyleyerek ucu açık bir müzakere başlattılar. Bu da bizim motivasyonumuzu düşürdü. Fakat bugün Merkel ve Sarkozy’nin koltuğu sallanıyor. Konjonktür çok hızlı bir şekilde değişebilir. Peki biz buna ne kadar hazırız?


Ortadoğu’daki değişimlerle beraber Avrupa’da da büyük değişimler olmakta ve olmaya devam edecek. Bu yüzden Türkiye’nin üyeliği Avrupa için en az geçmişteki kadar önemli. AB Türkiye’yi hiç bir zaman doğrudan kaybetmek istemez.


Ayrıca bizim de AB dışında ne Balkanlar’da, ne Kafkasya’da, ne Ortadoğu’da ne de Orta Asya’da içinde bulunabileceğimiz başka bir kurumsal yapı var. Dış politika açısından mesafe aldığımız tek alandır Avrupa alanı. Bunu engelleyen şeyse Kıbrıs’tır. Türkiye imzaladığı AB protokollerini Kıbrıs için uygulamadıkça da çözülmeyecek.


Avrupalı liderlere göre top Türkiye’nin sahasında. Türkiye bu protokolü imzalamalı. Türkiye’ye göre ise Türk tarafı çözüm için her şeyi yaptı, Annan Planı’na evet dedi, ancak Rumlar hiç bir adım atmadı. Bu yüzden top onların sahasında. Bu yaklaşımı sürdürmek artık mümkün değil. Bence bu çok hassas bir konu ve diğer meselelerin ağırlığı yüzünden nefes alamayan Türk dış politikasının da nefes alabileceği bir konu. Bu nedenle AB müzakerelerinin gündemden düşürülmesinden rahatsızım.

Hiç yorum yok: