1 Eylül 2011 Perşembe

ABD Taşeronluğu, Halk Düşmanlığı Makyajla Saklanamaz!

Davutoğlu-Clinton.jpgTayyip ve Davutoğlu ikilisinin yürüttüğü politikalar, ABD politikalarının doğrudan taşeronluğu olarak gündeme gelmektedir. Sonuçları ülkemiz ve bölge halkları için çok büyük olumsuz sonuçlar doğuracak bir kanlı tezgahın aktörlüğüne soyunmuş durumdalar.

Bu yılki Yüksek Askeri Şura süreci daha önceki yıllara göre daha “kanlı” geçti. Emekliliği gelmemiş olmasına rağmen Türkiye Cumhuriyeti ordusunun komutanı istifa etti. Onunla birlikte, bir ay sonra emekli olacak olan üç kuvvet komutanı da istifa etti. Bu üçünün istifası önemsiz gibi görülse/gösterilse de burada asıl feragat ettikleri kendilerinden sonra gelecek olan komutanların belirleneceği karar sürecinde (YAŞ’ta) bulunmamaktır. Komuta kademesinin ilerleyişinde yıllar önce yapılan planlar bozulmuştur ve artık komuta kademesi ordunun kendi iç hiyerarşisi tarafından belirlenmemektedir.


Pekiyi, bu belirleme inisiyatifi AKP’ye mi geçti? Daha doğrusu, AKP’nin “bağımsız” çıkarları tarafından mı belirlenecek artık? Sonda söyleneceği başta söylemekte yarar var; ABD’nin doğrudan müdahil olmadığı bir ordu yapılanması bizim gibi “bağımlı” bir ülkede mümkün olamaz. TC Ordusu, Amerika’nın komuta ettiği NATO’nun, en büyük ikinci ordusudur. Ordu hiyerarşisinde yükselmekte olan ya da yükselecek olan her kurmay ABD’de bir eğitim sürecinden (tezgahtan) geçer ve daha “parlak”ları da mutlaka Belçika’daki NATO merkezinde bir süre çalıştırılır. (Bu süreçlerde ABD’nin gücüne bizzat şahit olduklarındandır ki AKP’ye açıktan “savaş” ilan edememektedirler). Özellikle içinde bulunduğumuz dönemin özellikleri nedeniyle yani ABD’nin Irak’ta, Afganistan’da, Libya’da (ve olası Suriye’de) sıcak savaş içinde olduğu bir dönemde AKP’nin , TC ordusunu oyun hamuru haline getirmesini dışarıdan izleyeceğini iddia etmek safdillik olacaktır. Zaten AKP’nin yeni dönemindeki en yoğun ziyaretçi trafiğini de ABD’liler oluşturmakta. Hatırlanacağı gibi ilk gelen dışişleri bakanı olmuştu, onu yeni seçilen CIA Başkanı takip etti ve ardından bir takım özel temsilciler. Ve bu ziyaretlerin hepsinin ortak konusu; ekonomik, sosyal, kültürel meseleler değil, askeri meselelerdi.


Gerek NATO üzerinden gerekse de doğrudan kurulan bir dizi ilişkiye rağmen, ABD bu değişimi neden istemektedir? Bu konuda tarihten bir örnek belki yardımcı olabilir, hatırlanacağı gibi Turgut Özal, 1. Körfez Savaşı’na (ABD’nin yanında) Türkiye’yi sokmak için kırk takla atıyordu. İnsan hayatını ekonomik çıkara tahvil etmiş, “bir koyarız üç alırız” lafıyla halkı ikna turlarına başlamıştı. Ancak ordunun üst kademesini bir türlü ikna edemedi ve hatta bu girişimi engellemek için o zamanki genelkurmay başkanı Necip Torumtay istifa etti. Özal’ın ülkeyi savaşa sürükleyememesinin önemli nedenlerinden “biri” budur. ABD ve AKP’nin (Erdoğan, Gül, Arınç üçlüsünün) üzerinde anlaştığı konu; ordunun siyasal karar merciinin dışına çıkarılması ve “görece” özerkliğinin tamamen ortadan kaldırılmasıdır. Çünkü yeni sürprizler istememekteler. Ve dereyi geçerken at değiştirmekle karşı karşıya kalmak yerine, baştan seçtikleri ata binmek istiyorlar.


Bu seçme işi kritik. Ordu içinde “üst kademelere yükseliş düzeninin” bozulması ve kimin yükseleceğine karar verme merciinin AKP’ye geçmesi, doğallığında komutanların kime “yanaşmak” gerektiğini de bilmelerine neden oluyor. AKP’yle “çok iyi” geçinenler artık apolet sayısını arttırabilecek, uyum sağlayanlara dokunulmayacak, uyum sağlayamayanlar için ise adres belli; Metris ve Silivri. Bu konuda yeni genelkurmay başkanının pragmatist kişiliğinin ABD ve AKP’nin tercihinde belirleyici olduğunu söylemeye gerek var mı? “Kimyasal Necdet” diye bilinen yeni komutanın bu lakabı, savaş kurallarını bile hiçe sayıp 1999’da Kürtlere karşı kullandığı ve 20 gerillanın ölmesine neden olan kimyasal silahlardan aldığını bilmiyorlar mıdır? Ayrıca bu komutana AKP medyasının aldığı, daha doğrusu almadığı tutum da ilginç; daha önce neredeyse her yeni gelen genelkurmay başkanına ertesi gün “itibarsızlaştırma” operasyonu çeken -ki hatırlanacağı üzere en ünlüsü İlker Başbuğ’un İsrail’deki Ağlama Duvarı’ndaki fotoğrafıdır- gerici medya, bu kez sessiz bir alkış tufanı içinde.


Bu “yeni” durumun getireceği bir takım sıkıntılı sonuçlar da olacaktır kuşkusuz! Bunların başında Kürtlerle sürdürülen savaşta siyasi iktidarın yani AKP’nin daha doğrudan sorumlu olması, sorumlu gösterilmesi gelecektir. “Ben yapmadım, o yaptı” mazeretinin yerine başka gerekçeler bulmak zorundalar. Artık bu sorun karşısında AKP sadece siyasi sorumlu değil, aynı zamanda askeri sorumludur da.


Bir diğer sıkıntılı sonuç, en azından kısa vadede “dış askeri görevlerde” yaşanabilecektir. Hele hele ABD’nin anlaşıldığı kadarıyla yakın zaman planına dahil ettiği Suriye konusunda. Bu kadar kendi iç dedikodularına boğulan bir orduyu motive etmek, hazır hale getirmek zor olsa gerek!


Suriye konusunda AKP ve ABD’nin kafa kafaya verip bir takım önemli kararlar aldığı, sadece Tayyip’in açıklamalarından bile anlaşılmakta. Ne diyor Tayyip, “sabrımız taştı” diyor, “Suriye’deki sorunları bir dış sorun olarak değil, iç sorun olarak görüyorum” diyor, “ gereğini yaparız” diyor. Özellikle bu “iç-dış sorun” üzerinde durmak gerek. Bu lafı “haklı” kılabilecek tek maddi gerekçe -ki “Suriye toprakları bizimdir” demiyorsa- Suriye’den Hatay’a “sığınan” göçmenler. Ve bilindiği gibi bu durum AKP ve ABD tarafından bizzat örgütlendirilmişti. Hatırlanacağı gibi daha sınırdan girişler başlamadan aylar önce Türk ve Amerikan heyetleri bölgeye gidip çadırların kurulacağı yerleri bile belirlemişti. Taşları, akıllarınca önceden döşediler.


Tüm işaretler Suriye’nin artık açık hedef haline getirilmeye çalışıldığını gösteriyor. Suudi Arabistan, Kuveyt ve Bahreyn olayları gerekçe göstererek Şam Büyükelçilerini geri çekiyorlar. Kendileri “demokrasi aşığılar” ya. Bahreyn’deki halk ayaklanmasını (ABD’nin gözetiminde) şiddetle bastıran, üstelik bunu Suudi Arabistan’ın askeri katkısıyla yapan onlar değil. Kuklaları büyükelçilerini çekerken ABD Büyükelçisi muhaliflerin merkezi Hama’yı ziyaret ediyor. Obama’nın Suriye ilgisi, 2005’ten beri boş bulunan Şam Büyükelçiliği’ne bu yılın başında atama yapmasıyla zaten kendisini göstermişti.


“Komşularla sıfır sorun” politikasının zihni sinir üreticisi Dışişleri Bakanı Davutoğlu da Suriye’ye 38. ziyaretini yapmakla övünüyor. ABD’nin yapamadıklarını, üstün meziyetlere sahip bu şahıs 38 ziyarette yapabilmiş mi? Tayyip ve Davutoğlu ikilisinin yürüttüğü politikalar, ABD politikalarının doğrudan taşeronluğu olarak gündeme gelmektedir. Sonuçları ülkemiz ve bölge halkları için çok büyük olumsuz sonuçlar doğuracak bir kanlı tezgahın aktörlüğüne soyunmuş durumdalar. Kılıçdaroğlu bile kokuyu almış olmalı ki, Tayyip’e “Suriye’ye askeri müdahalede mi bulunacaksınız?” diye soruyor.


Amerikan taşeronluğunun eninde sonunda ülke içindeki muhalefeti büyüteceğinin farkında olan Tayyip, bir taraftan kendi popülaritesini artıracak toplum mühendisliği icraatlarını arttırırken –ki bu konuda teslim aldığı medyanın katkısını unutmamak gerek- diğer taraftan en geri muhalefet biçimlerine bile içişleri bakanlığı (polis operasyonları) ve adalet bakanlığı (özel yetkili savcılar) aracılığı ile bastırmaya çalışıyor. Daha önceki örneklere son hafta yaşanan iki örneği de eklemek gerek; İçişleri Bakanlığı Hopa’ya Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü kurma kararı aldı ve hatta 50 polisin atamasını yaptı bile ve Ankara’da duvara Genç Umut yazan bir Liseli, özel yetkili savcı tarafından tutuklandı. Niye? Çünkü Tayyip’in karizmasını çizmek büyük suç, çünkü o karizmaya ihtiyacı var. Bunu yapanlar en büyük cezaya çarptırılmalı ki başkaları bir daha cesaret edemesin! 16-17 yaşındaki gençleri cezaevine göndermek gençleri yıldırmaz ama büyüklerini yıldırır. AKP’nin asıl hedefi de bu zaten, o “aklı başındakilere” korku salmak. O “aklı başındakiler” korkudan evlerinde otursa da bu ülkenin onurlu insanları Tayyip’in Amerikan taşeronluğu politikaları ve halk düşmanlığı makyajını onun eline yüzüne bulaştıracaktır.


Bu arada, bu dönemin “gizliden gizliye” yürüyen hazırlıklarına da dikkat çekmek gerek. Ustalık döneminin yeni bakanları harıl harıl çalışıyor. Ve en dikkat çekeni de kuşkusuz Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer. Eğitim alanında önümüzdeki 4 yıl kapsamlı bir dönüşümün ilk işaretleri verilmeye başlandı bile. Dinçer, öğretmenlerin KPSS’den sonra kendi branşlarında da seçme sınavına alınacağını, ayrıca üç aşamalı yeterlilik eğitiminden geçeceklerini açıkladı. (Üç aşamalı yeterlilik eğitimi demek zaten kendi kadrolarını seçmek için kılıf oluşturmak demek). Kendisi yetersiz olduğu için bilgi hırsızlığı (intihal) yaparak profesör olabilmiş birinin başkalarının yeterliliğini sorgulaması AKP iktidarında olağanlaştı. Aynı durum ÖSYM Başkanı şifreci Ali Demir için de geçerli değil mi zaten?


Yapılacak çok iş var ama hepsi çok kolay! Çünkü bunların neresine el atılsa elde kalacak kadar zayıflar!


Sendika.Org

Hiç yorum yok: