2 Ağustos 2011 Salı

Demokratik Özerklik Evrensel Bir Model

Demokratik Özerklik’in ekoloji boyutunu değerlendiren Doç Dr. Ali Kerem Saysel: Evrensel bir model Türkiye’de bugün ‘aşağıdan yukarıya doğru bir toplum inşa edeceğiz’ diyen tek gücün Kürt halkı olduğunu belirten Doç Dr. Ali Kerem Saysel, ‘’Suyumuzu, ormanlarımızı, meralarımızı kurumlar aracılığıyla kendi kendimize yönetmeliyiz“ dedi.

DTK tarafından ilan edilen Demokratik Özerklik’in önemli aşamalarından birini de, ekoloji boyutu oluşturuyor. Var olan sistemlerin çevre düşmanı politikalarına da alternatif olması beklenen özerkliğin ekoloji boyutunu; Boğaziçi Üniversitesi Çevre Bilimleri Enstitüsü’nden Doç Dr. Ali Kerem Saysel’le konuştuk. Saysel, demokratik özerklik deneyiminin Türk demokrat çevrelerce de desteklenmesini ve bu kapsamda Kürtlerle işbirliğine girilmesini savunuyor. Pek tabii, Saysel’in eleştirileri de mevcut.

‘Dünya için devrimci’


Kürt hareketi Demokratik Özerklik modelini tanıtırken, doğayla bütünleşmemenin, ahlakilik ve demokratlık gibi esasları da geçersiz kılacağına vurgu yaptı. Siz bu saptamadan ne anlıyorsunuz?
 
Demokratik Özerklik Bildirgesi’nde ifade edilen ‘ahlakilik’ ilkesinden anladığım, hazcı ve tüketimci değerler yerine aydınlanmacı değerleri ön plana çıkaran, aşağıdan yukarıya doğru özgürleşme arayışında bir toplumu hedeflemek. Demokratlıktan anladığımız ise; temsili demokratlık veya parlamenter demokratlık değil, katılımcı demokratlık. Yani, benim anladığım, belki de anlamayı tercih ettiğim şekliyle bildirge; katılımcı demokrasiyi esas alan, özyönetimci, aydınlanmacı bir toplum tasavvur ediyor. Bu ilkeler ışında bildirgenin yeryüzü ölçeğinde devrimci olduğunu, Ortadoğu ve Türkiye açısından ise daha da devrimci olduğunu iddia edebiliriz. Yine bu ilkeler ışığında, bildirgenin siyasi, toplumsal-kültürel ve ekonomik boyutlarının içiçe geçtiğini söyleyebiliriz. Zira bu ilkelerin toplumsal yaşamın bu üç evresinde de yaşama geçirilmesi bir zorunluluk.

Başlı başına ekolojik duruma vurgu yapılması ne ifade ediyor
 
Ekolojik boyut ise; ister ayrıca ifade edilsin isterse edilmesin, sığ bir retorik olmanın ötesine geçecek bir bildirgenin olmazsa olmazı. Örneğin, eğer özyönetimci olacaksak, suyumuzu, ormanlarımızı, meralarımızı uygun kurumlar aracılığıyla kendi kendimize yönetmeliyiz. Farklı ırk ve cinsiyetlerin özgürce ifade edilebildiği, kendi kültürel değerlerini geliştirebildiği bir toplum istiyorsak, bu gruplar çevresel-ekolojik problemleri de yönetecek şekilde güçlendirilmeli. Farklı bir ekonomiden söz ediyorsak, kalkınma-ekonomik büyüme-ekoloji arasındaki çetin karşıtlığı dikkate alan, bunu çözümlemeye çalışan kurumlar, yöntemler tesis edilmeli. Özetle söylemek istediğim; ekoloji, Bildirge’nin siyasi, toplumsal-kültürel ve ekonomik boyutlarına içkindir, onun zorunlu bir parçasıdır. Tabii şimdi olduğu şekilde, altının ayrıca çizilmiş olmasında da yarar var.

Peki, ekolojiye dair söylenenlerin pratikleşme sürecinde öneri ve beklentileriniz neler?
 
Bölgede doğayla uyumlu bir tarım ekonomisinin canlandırılmasını son derece önemli görüyorum. Bu, genç insanları da toprağına bağlayabilecek, çekici ve yenilikçi bir ekonomi şeklinde örgütlenmeli. Yeryüzünde ekolojik /organik tarıma doğru bir yöneliş var. Endüstriyel hayvancılığın hayvan ve insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkileri biliniyor. Bu alanda ekolojik bir toplum adına yapılması gereken; ninelerimizden dedelerimizden öğrendiklerimizi modern tarım bilgisiyle birleştimek, çekici bir ekonomi yaratmak...
İkinci ve buna bağlı olarak, su yönetiminin kentsel ve kırsal planda kritik bir yerde durduğunu söyleyebilirim. GAP projesi suyun yönetimini insanların elinden alıp, merkezi bir güce transfer etti. Suyu bizzat ondan yararlananların yönetmesi gerekiyor. Kentsel su temini üzerine yapılan tartışmaların hizmet veren hizmet alan ikiliğinden çıkartılması gerekiyor. Örneğin; bölge belediyeleri halka ucuz ve temiz su temin etmeyi hedefliyorlar, bununla da gurur duyuyorlar. Fakat ekolojik-demokratik toplumdan, devrimci bir dönüşümden söz ediyorsak, bu hedeflerle yetinemezler. Halkın katılımını sağlayacak mekanizmaları tesis etmek durumundalar.
Son ve üçüncü bir öncelik konusu da; enerji. Ilısu veya küçük HES projeleri sözkonusu olduğunda, tavrımız peşinen belli. Doğayı ve kültürü yok eden projeler istemiyoruz. Fakat alternatif enerji kaynaklarına ihtiyacımız var.

Mesela?
 
Mesela, biyokütle, güneş ve rüzgarı temel alan enerji kaynaklarına yönelmeliyiz. Su sözkonusu olduğunda, küçük ölçekli HES’ler doğayı katletmeyecek fakat kırsal kalkınmaya yardımcı olacak şekilde tesis edilebilir. Biyokütleden kastım; kesinlikle uzak durulması gereken agro-yakıtlar değil. Bunlar tarım ekonomisi ve gıda güvenliğine büyük zarar veriyor. Biyokütleden kastım; hayvan dışkılarını, bitkilerin birincil ekonomik önem taşımayan kütlelerini ısınma ve elektrik üretimi maksadıyla değerlendiren teknolojiler. O coğrafyanın rüzgar potansiyelinin de araştırılması lazım, güneş potansiyeli ise ortada. Bu enerji şimdilik elektrik enerjisine dönüştürülemese bile ısınma maksatlı değerlendirilebilir.

‘Devlet, ekolojik yıkımda’


Türk devletinin gerek Kürt bölgesine, gerekse diğer bölgelere yönelik ‘çevre politikasını’ nasıl değerlendiriyorsunuz? 
 
Ben Türkiye’nin hiçbir bölgesine, hiçbir karış toprağına insaflı yaklaşıldığını düşünmüyorum. Böyle baktığınızda Kürt coğrafyası ile diğer bölgeler arasında çok fark yok. B2 arazileri her yerde elden çıkarılıyor. Maden şirketleri her yerde milli parkların altını oyuyor, nükleer santraller her yere düşünülüyor vs. Fakat bunlardan farklı olarak Kürt coğrafyasında ormanlar askeri amaçlarla yakıldı, köyler ve mezralar askeri amaçlarla boşaltıldı ve yine askeri amaçlı güvenlik barajları inşa ediliyor. Orman yakmanın ekolojik yıkım olduğu, suların önüne set çekmenin kabul edilemeyeceği ortada. Fakat köy ve mezra boşaltmanın da aslında ekolojik bir yıkım olduğunu hatırlamalıyız. Çünkü doğa kimi yerde insanla içiçedir, onunla birlikte var olur. Tarımsal üretimin askıya alındığı tarla ve meraların erozyonla toprak ve verim kaybına uğramış olabileceğini düşünüyorum. Bu noktada da inceleme yapılması gerekiyor.

Demokratik Özerklik’in doğru veya yanlış uygulanması bakımından endişeleriniz var mı?
 
Türkiye’de bugün ‘aşağıdan yukarıya doğru bir toplum inşa edeceğiz’ diyen tek güç; Kürt halkı. Öncelikle, Kürt halkının kendi kendisine yüklediği bu çetin sorumluluğun bazı sonuçlarını, ilk nüvelerini görmeliyiz. Benim en büyük endişem, kültürel çoğulcu toplum perspektifinin retorik olarak kalması ve o coğrafyayı Kürt etnisitesinin yönetmesi, Ankara’yı Türk etnisitesinin yönettiği gibi. Bunun insanlık adına acı sonuçları olacaktır. Nelson Mandela’nın cumhurbaşkanlığı döneminde ırkçı beyazlar için verdiği güvence, Güney Afrika ulusunu tüm renklerle birlikte inşa etme vaadi, hepimizin kulağına küpe olmalı. Şartların pek çok bakımdan farklı olduğunu biliyorum, fakat Güney Afrika önemli bir dünya deneyimidir ve eminim hepimizin öğrenmesi gereken pek çok şey var. İkinci bir endişem de; kapıdan kovduğumuzu söylediğimiz kalkınmacı anlayışın bacadan içeri girmesi. Yani yoksulluğu azaltmak, refah temin etmek adına kapıların büyük şirketlere, bürokratik yönetime ardına kadar açılması. Ortak, komünal mülkiyet biçimlerinin tesis edilemediği, mal ve hizmet tahsisatı için kapitalist pazar mekanizmasının dışında mekanizmaların yaratılamadığı bir durumda kapıdan kovduğumuz şeyin bacadan içeri gireceğini düşünüyorum. Bu bildirgeyi pratikleştirecek halk güçlerine gerçekten önemli görevler düşüyor.

‘Kürtleri yalnız bırakmayalım’

Kürtler, her ne kadar demokratik özerklik ilanını kendi coğrafyalarında kamuoyuna sunmuş olsalar da, bu modelin yaygınlaşmasına taraflar. Sizce mümkün mü ve bunun için ne yapmalı?
 
Bugün BDP’nin güçlü olduğu coğrafyanın dışında herhangi bir bölgede benzer bir deneyim yaşanabileceğini sanmam. Bu da bizi eninde sonunda kafamızı doğuya çevirmeye zorluyor. Fakat batıdakiler olarak yapabileceğimiz bir şey var; O da, demokratik özerkliği inşa eden halkların iradesini yalnızlaştırmamak. Yani, onlarla bilgi ve deneyim alışverişine dayalı eleştirel bir birliktelik kurmak. Toplumun bu tür ilişkilere hazır ve açık fikirli olmasını sağlamak. İkinci olarak da bölgesel bazda olmasa bile daha küçük ölçeklerde işyeri, mahalle, kurum ölçeğinde özyönetimci, alternatif modeller geliştirmek. Bu anlamda muhalif pek çok sendikacının, eğitimcinin vs. yapılması icab eden şeyleri yerine getirmediğini söyleyebiliriz.

Önerilen model,  kökeni anarşizan, toplumsal özgürlükçü paradigmaya uzanan evrensel bir model. Nasıl gelişeceğini, bu arada bir provokasyona maruz kalıp kalmayacağını zaman gösterecek. Az önce belirttiğim gibi ülkemizdeki tüm demokrat kesimlere bu deneyimle verimli bir işbirliği içerisinde bulunmalarını öneririm.

ALİ BARIŞ KURT

Hiç yorum yok: