21 Temmuz 2011 Perşembe

Özerklik İlanı Karşısında(ki) 'Aydının' Trajedisi


Kürdistan’da yaşanan ve kaynağını Kürt Özgürlük Hareketi’nin ideolojik derinliğinden alan sosyal, siyasal ve kültürel değişim ve dönüşüm, Ankara egemenliği ve onun nüfuz alanından beslenen “fikir” çevreleri tarafından bir türlü algılanamadı. Bunda bilinçli bir görmezden gelme çabasının yanı sıra, egemen devlet ideolojisinin dışında kendi ideolojik hattını oluşturamamanın da büyük etkisi var elbette.

12 Eylül faşist darbesi öncesinde, Türk “fikir” aleminin, modernist, cumhuriyetçi, “solun” hegemonyası altında olduğu fikri kabulü egemendi. Darbenin ardından, devlet eli ile palazlandırılan, Türk-İslam sentezi merkezli sağ bir, “fikir” grubu daha peyda edildi. Darbe öncesi, “Sesimizin gitmediği yere kurşunumuz gider” diyecek kadar, “fikir” adı altında silahlı tedhiş yolu ile sindirme, korkutma dayatmasının savunucusu Mümtazer Türköneler, işte bu iklimin “meyveleri”dir. Hem devlet, hem de cemaat katında, “fikir adamı, akademisyen” olarak ikbal bulmalarının tarihi geçmişi budur. Zulüm karşısında direnmenin hak değil, “yasadışılık” olduğunu dayattılar. Bu yolla, devletin şiddet zoruyla ayakta tuttuğu inkar ve imha politikalarını her fırsatta yeniden ürettiler.

Dün “fikri”, silahlı zorun perdeleyicisi teorik bir araç olarak kullananlar, Örgütlü Kürt mücadelesi karşısında, şiddeti sorunların çözümündeki en büyük engel olarak tarife başladılar. Oysa, zor karşısında sinerek, egemenin araçlarıyla “mücadele” edilmesini savunmak, insan olmanın doğasına yabancılaşmaktır. Kişiliğini, benliğini yitirmektir. Yasa yapıcıların, zoru karşısında yine o yasa yapıcının yasalarından medet ummak, teslimiyetten başka bir “ufka” açılmaz.

Ödediği vergileri ile silahlandırılan, asker ve polisin zulmüne duçar edilen Kürt halkının, kendini savunma hakkını, “terör” ilan ederken, bu direnişin müsebbibi Devlet terörünü kutsadılar.

Kürt Özgürlük Hareketi’ni, ideolojik, sosyolojik boyutunu yok sayarak, “29’uncu Kürt isyanına” indirgemeye çalışan bu egemen yaklaşım, her dönem Kürt nüfusu içerisinde de kendi yandaşını üretmekten de geri durmadı. Kürt kimlikleri ile Kürdistan direnişini egem siyasetin argümanları ile eleştirme, boşa çıkarma çabasında da bu iş birliği devam etti.

Son olarak, Demokratik Toplum Kongresi tarafından ilan edilen, Demokratik Özerklik karşısında bu iş birliği bir kez daha su yüzüne çıktı. Özerkliğin ilan edildiği tarihe denk gelen bir çatışmadan hareketle, bu ilanın kasten 14 Temmuz günü yapıldığı vurgusu üzerinde duruldu. Oysa, Kürdistan siyasal tarihini çok dışarıdan bir gözle takip edenler dahi bilir ki, 14 Temmuz Diyarbakır Cezaevi direnişi tarihinde çok önemli bir eşiktir. Bu nedenle DTK’nın bu denli hayati bir kararını açıklamak için bu gibi günleri seçmesi Kürt siyasal hareketinde bir gelenektir. Demokratik Özerkliğin 14 Temmuz günü ilan edilmesi, bu günle anılan Diyarbakır Cezaevi ölüm orucu direnişçilerine bir saygı duruşudur.

Kürt siyasal tarihini, kendi kişisel tarihi ile sınırlı sayanların bu hassasiyeti kavramalarını beklemek, bunlara kalıplarından büyük ceket biçmek olur.

Bir başka, eleştiri de Demokratik Özerklik ilanının anlamlılığı-anlamsızlığı üzerinden yürütülmekte. Buna temel olarak da, bu kararın, “hukuksal, anayasal” dayanaklardan yoksunluğu gösterilmekte. Oysa bu, sadece ve sadece Ankara egemenliğinin üzerinde düşünmesi gereken bir husustur. Adının önüne, “aydın” sıfatını ekleyenlerin, devletin adına ve onun yerine düşünmeleri, onun yerine eleştiri yapma görevi üstlenmeleri bir trajedidir. Zira aydın resmileşmiş görevlerden çok, insan olmaktan kaynaklı sorumlulukları ile hareket etmelidir.

Tarık Ziya Ekinci, Radikal Gazetesi’ne verdiği röportajda Demokratik Özerklik ilanına ilişkin olarak, “İlan etse ne olacak? Ben de demokratik özerkliğimi hadi ilan ettim, beni nereye götürür bu? Önemli olan yasalarla, hukuk çerçevesinde, devlet ve hükümetle anlaşarak belli formüller üretmektir” diyor. Ekinci’ye göre, kişisel kararları ile milyonlarca Kürd’ün ortak kararı eşittir. Bir yanda milyonlarca Kürt öte yanda Ekinci, aynı temsile aynı siyasal yetkiye sahiptir.

Kürdistan genelinde yüzde 65’lere varan 12 Eylül anayasa referandumu boykotu, Kürdistan’da, yeni bir anayasa yapılıncaya kadar, mevcut 12 Eylül faşist anayasasının hükmünün olmadığının açık ilanıdır. Nitekim, yüzde on barajına karşın bağımsız adaylarla girilen 12 Haziran seçimlerinde alınan oylar da, referandum boykotunda ortaya çıkan siyasal tercihin sağlaması niteliğindedir. 36 bağımsız milletvekilinin seçilmesi 12 Eylül faşist anayasasının hükümsüzlüğünün bir kez daha gözler önüne serilmesi olmuştur.

DTK’nin çok uzun bir süredir, tartıştığı Özerklik kararının bir çok toplum kesiminden 850 delegenin katıldığı bir toplantıyla alındığı hiç dikkate alınmamakta.

Hiç bir aşamasına katılmadıkları, bir sürecin sonucunda vücut bulan Özerklik ilanını, masa başında oturarak, egemenlerin dilinin kibri ile, “anlamlı-anlamsız” darlığında ele almak, en basitinden 850 delegenin katılımı ile ortaya çıkan kararın ciddiyeti karşısında son derece süfli kalmaktadır. Kendi toplumsal gerçekliğine yabancılaşmaktır. Bu tavır ne kadar ciddiye alınıp, değer biçilebilir?

Siyaset etmeyi, Ankara egemenliğinin çizdiği sınırlar dışına taşımayı zorlamak bir yana, onun dilini siyasetine egemen kılan bu yaklaşımın Kürdistan’ın bugünkü siyasal gerçekliği indinde hiç bir kıymeti harbiyesi yoktur. Milyonlarca Kürd’ün referandum boykotu ve seçimlerde gösterdiği siyasal eylemlilik ortada dururken, eylemci reflekslerini yitirmiş masa başı, “fikir” beyanlarının anlamı nedir?

Mehdi Atay

Hiç yorum yok: