16 Haziran 2011 Perşembe

Neden Devrimci Halk Savaşı?


Dördüncü Stratejik Dönem, Devrimci Halk Savaşı değil de, barış dönemi de olabilirdi. Örneğin barışçıl inşa stratejisi uygulaya bilirdik. Fakat bunlar olmadı

  
Duran Kalkan
 
Böyle bir döneme neden gerek duyulduğunu, bu dönemin neden gündeme geldiğini aydınlatmamız gerekmektedir. Devrimci Halk Savaşı’nın neden gündeme geldiği, buna niye ihtiyaç duyulduğu sorularını sormadan, bunu doğru ve yeterli bir biçimde aydınlatmadan Devrimci Halk Savaşı doğru anlaşılamaz. Dolayısıyla da onun gereklerine de doğru ve başarılı yanıt verilemez. Nasıl ki Devrimci Halk Savaşı’nın nasıl bir tarihi miras üzerinden yükseldiğini, gündeme geldiğini doğru ve yeterli anlayamadan böyle bir savaşı başarıyla yürütebilmek mümkün değilse, aynı biçimde böyle bir savaşın neden gündeme geldiğini de doğru anlayamazsak, yine bu savaşın gereklerini yerinde ve zamanında başarıyla yerine getiremeyiz. Doğru ve tam anlayamayız, onun stratejik ve taktik çerçevesini doğru ve yeterli bilince çıkartamayız, dolayısıyla da üzerimize yüklediği görev ve sorumlulukların gereğini pratikte yeterli, başarılı bir biçimde yürütemeyiz. O bakımdan bu soruyu sormamız ve cevaplamamız gerekmektedir. 

 “Bunlar doğal stratejik gelişmeler, peş peşe ekleniyorlar. Dolayısıyla Dördüncü Stratejik Dönem parti ve mücadele tarihimizin stratejik dönemi, Devrimci Halk Savaşı dönemi olacaktı ve bu biçimde gündeme geldi” denilirse yanlış olur. Belki Devrimci Halk Savaşı diye bir şey hiç gündeme gelmeyebilirdi bile. Bırakalım böyle bir zorunluluk olmasını, onun gündeme gelmesini gerektiren zorunlu nedenler vardır. Bunların görülmesi gerekmektedir. Yoksa öyle bir doğal seyir değildir. Bunları, sanki stratejik aşamalarmış gibi, önceden belirlenmiş özgürlük mücadelesinin doğal stratejik aşamalarıymış gibi değerlendiremeyiz. Bundan önceki stratejik aşamalara yaklaşımımız da öyle olamaz, Devrimci Halk Savaşı olgusuna yaklaşım da hiç böyle olamaz. 

Dördüncü Stratejik Dönem, Devrimci Halk Savaşı değil de, barış dönemi de olabilirdi. Örneğin barışçıl inşa stratejisi uygulaya bilirdik. Ekonomik kalkınma ağırlıklı bir stratejik mücadele ve çalışma dönemi olabilirdi. Fakat bunlar olmadı. Yeniden bir savaş durumu gündeme geldi. Bu savaşın hedefi olarak da, “Varlığını Koruma Ve Özgürlüğünü Kazanma” yı koyuyoruz. Demek ki Kürt halkının hala varlığını koruma sorunu vardır ve varlığı tehdit altındadır. Hala soykırım saldırıları devam etmektedir. İnkâr ve imha sistemi aşılamamıştır. Özgürlüğünü kazanma, ulusal özgürlüğünü kazanma bile gündemdedir. Bu, Kürt toplumunun, ulusunun hala özgür olmadığını ifade etmektedir. Bu kadar uzun süreli bir özgürlük mücadelesi yürütülmüş olmasına rağmen, yine üç stratejik mücadele aşama yaşanmasına rağmen, hala ulusal özgürlüğün kazanılmış olma durumu söz konusu değildir. Özgürlük sorunu vardır. Ulusal özgürlük ihtiyacı hala temel bir gündem olmaktadır. Bütün bunlar, daha önceki stratejik dönemlerde amaçlananın tam başarılamamış olduğunu göstermektedir. Bizim için bu durum, ciddi bir özeleştiri konusu olmaktadır. 

Önderlik, “30 yılın özeleştirisi verilsin” derken bunu kastetmektedir. Otuz yıl içerisinde yaşanmış üç stratejik dönemde, bu stratejik mücadelelerin önüne koyduğu temel amaçlar tam başarıya ulaşmamıştır. Dolayısıyla hareket henüz tam başarılı olamamıştır. Daha ortaya çıkış süreciyle birlikte kendine misyon biçtiği, önüne birincil ve temel görev olarak koyduğu görevi, tamı tamına başaramamıştır. Burada bir başarısızlık veya yeterli düzeyde başarılı olamama, dolayısıyla yetersizlik durumu vardır. Bu yetersizliğin özeleştirisi vermek gerekiyor. Bu durumu her şeyden önce yetersizlik olarak görmek gerekiyor. Normal bir seyir olarak görülmemelidir. Bizde “Dördüncü Stratejik Dönem veya Devrimci Halk Savaşı süreci” denildimi sanki böyle peş peşe eklenen stratejik dönem, çok normal, hem de yeni bir gelişme yaşıyoruz gibi bir durum biçiminde algılanıyor ve değerlendiriliyor. Bunlar yanlıştır ve öyle bir durum söz konusu değildir. Koşullar değişiyor ve bu koşullar bizim önümüze böyle bir mücadele yolunu çıkartıyor. Öncesinden bazı görevler başarıyla, yetkince yerine getirilmiş olsaydı, şimdi böyle bir görev veya stratejik mücadele durumu önümüze görev olarak gelmezdi. Bu anlamda tarihsel bir mücadele yürütülmüş, öyle kolay kolay anlaşılamayan, hazmedilemeyen, mucize düzeyinde başarılar yaratılmış olsa bile, PKK’nin önüne koymuş olduğu temel siyasi hedefleri gerçekleştirmiş olma durumu henüz sonuca gitmemiştir. Bu, bizim eksikliğimiz, yetersizliğimiz ve başarısızlığımızdır. Şimdi yeni bir stratejik mücadele dönemine girerken, Önder Apo,  “30 yılın özeleştirisi verilsin” derken bunu ifade etmektedir. Üçüncü Stratejik Dönem’de yapılamayanların bu sefer yapılması gerektiğini belirtiyor. Yoksa “geriye dönüp özeleştiri veriyoruz, hatalarımız olmuş, eksikliklerimiz bulunmuş” diyerek günah çıkarma yaklaşımı içinde olmak değil de, şimdiye kadar yapılamayanı yapmamızı, başarılamayanı bu sefer hem de yüksek bir oranda başarmamızı istemektedir. Özeleştiri vermek, bunu gerçekleştirmeyi içermektedir.

PKK, 1977 yılında Kürt sorununu çözme görevini koydu önüne. Programı ortadadır. O program, Birinci Stratejik Dönem’de de hedefti. Bu programı gerçekleştiremedik. Bu yönlü belli gelişmeler yarattık ama farklı durumlar, olaylar, siyasi, askeri koşullar ortaya çıktı. Mücadele stratejisini değiştirmek durumunda kaldık. Program hedefini başaramadık. Program gündemde kalmaya, temel amacımız olmaya devam etti. Uluslararası sisteme, Türkiye demokrasi hareketinin durumuna, yine kendi mücadelemizin, gerillanın gelişim çizgisine dair partinin öngördükleri, parti çizgisinin içerdikleri gerçekleşmiş olsaydı, ’91 ve ’92 yılında Uzun Süreli Halk Savaşı’yla önümüze koyduğumuz hedefi gerçekleştirmiş olacaktık. Bu gerçekleşmeyecek bir husus da değildi. Sadece Kürdistan’da süren mücadele, ’90’ların başında Türk ordu ve devlet sisteminde yarattığı sarsıntı dikkate alınırsa, bu mücadele çizgisine uygun bir biçimde daha güçlü geliştirilseydi, aynı biçimde Türkiye’deki demokratik halk hareketi tarafından tamamlansaydı, uluslararası sistem de buna güç ve destek verseydi, bu devletin arkasında değil NATO, kim olursa olsun param parça olurdu. Gümbür gümbür devrilir giderdi. Şimdi NATO da, Amerika da Ortadoğu’da birçok diktatörü, devleti ayakta tutamıyor. Halkların gücü karşısında öyle kolay ayakta kalmak mümkün değildir. Fakat bazı koşullar yerine gelmedi. Sovyet sisteminin durumundan biz sorumlu değiliz. Türkiye’de demokratik halk devriminin durumundan da biz sorumlu değiliz. Bunları sahipleri yapamadılar. Tarihsel olarak onlar zaten eleştiriyi hak ediyorlar ve mahkum ediliyorlar.

Fakat biz de, Kürdistan’da gerilla savaşının gereklerini doğru ve başarılı bir biçimde yerine getirme, onu Botan-Behdinan hattında kurtarılmış alana taşırma gücünü gösteremedik. Türkiye ve uluslararası alanda stratejik olarak öngörülenler gerçekleşmedi, ama Kürdistan’da da önemli bir gelişme imkanı ortaya çıktı. Botan devrimci savaş merkezi haline geldi. Kuzey’de serhıldanlar patlak verdi. Ulusal diriliş devrimi gelişti, halk isyanı başladı. Güney’de buna dayalı olarak bir isyan durumu, boşluk ve bir federe devlet oluşumu gerçekleşti. Irak yönetiminin, Güney Kürdistan üzerindeki egemenliği ortadan kalktı. Kuzey ile Güney’i birleştirme, Kuzey için Güney’den destek alma, Botan’ı Behdinan’dan destekleme, Botan ve Behdinan’ı birleştirme fırsatı oluştu. Bunu değerlendiremedik. Bunlar bizim mücadelemizden etkilenerek, ortaya çıkan fırsatlar oldular. Bizim yürüttüğümüz mücadeleden, gerilla savaşından kopuk, bağımsız gelişmeler kesinlikle değildir. Ama oluşumunda katkımız olan fırsatları, doğru ve yeterli bir biçiminde değerlendirme gücü gösteremedik. Türkiye’de ve uluslararası alan cephesinde aleyhimizde gelişmeler oldu, ama Kürdistan cephesindeki gelişmeler lehimizeydi. Bunu daha büyük bir gelişmeye dönüştürebilirdik. Bunu yapamadık. Siyasi diyalogun ve müzakerenin önünü açacak bir askeri etkinlik gösteremedik ve kurtarılmış alan yaratamadık. Dolayısıyla Kürt sorununun siyasi çözümünün önünü açamadık. Halbuki bunun verileri oluşmuş ve olgunlaşmıştı. 

Sonuçta 1993 yılından itibaren zayıf verilerle stratejik değişiklik yapmak, siyasi çözüm arayışına girmek zorunda kaldık. Siyasi çözüm zemini yaratılmadıysa, neden ateşkes ilan edildiği, öyle bir sürece girildiği sorulabilir. Hiçbir siyasi zemin yaratılamamış değildi. Bu anlamda belli bir siyasi zemin vardı. Fakat bu zemin zayıftı. Serhıldan düzeyi her an katledilmeye, tasfiye edilmeye açıktı. Gerilla, bu serhıldanı da ayakta tutacak bir askeri etkinlik gösteremedi. Hâlbuki nicelik olarak da, nitelik olarak da sağlamasının önü önemli ölçüde açılmıştı. Dolayısıyla oluşan imkan ve fırsatları yerinde, güçlü bir biçimde değerlendiremedik. Sonuçta zayıf temellere dayalı olarak, siyasi çözüm arayışına girdik. Daha doğrusu demokratik, siyasi mücadeleyi geliştirerek, ona dayanarak, öyle bir mücadelenin etkisiyle, siyasi çözüm sürecini geliştirebilir miyiz arayışına girdik. Düşman da bu zayıflığa dayanarak topyekun savaşı dayattı ve bizi imha ve tasfiye ile yüz yüze getirdi. Zayıf olarak var olan siyasi çözüm imkanlarının, siyasi çözüme dönüşmesini engelledi. Bu, açık bir durumdur. Bu bakımdan eksik kalmıştır. Botan-Behdinan savaş hükümeti planlaması hayat bulmuş, bu alanda kurtarılmış bir bölge oluşturulmuş, bir askeri hakimiyet sağlanmış olsaydı, o güce dayalı olarak siyasi çözüm arayışları çok daha farklı olurdu. Siyasi diyalog ve imkanlarının artması çok daha farklı gelişirdi. Ama biz onu sağlayamadık. Bu konuda ciddi eksikliklerimiz oldu; gelişen koşulları zamanında okuma ve onun ortaya çıkardığı fırsat ve imkanları başarıyla değerlendirecek adımları atmada zayıf kaldık. 

Siyasi mücadele süreci açısından da, süreci yürütemedik. Örneğin 1993 yılının Mart ayında ateşkes ilan edildi, ama bu ateşkesten ne anladık? Hareket olarak buna ne kadar hazırdık, ateşkesle ne yapmak istedik, nasıl yaklaştık, onun ortaya çıkardığı fırsat ve imkanları nasıl anlayıp değerlendirdik? Bu konuda çok geri bir planda kaldığımız bir gerçektir. Bırak böyle anlamayı, değerlendirmeyi tam tersine bireysel arayışların, çeteci eğilimlerin en fazla bu dönemde gündeme geldiğini, erken iktidar hastalığının bu dönemde zuhur ettiğini bilmekteyiz. Önderlik düzeyi belli bir çaba harcadı, yoğun bir değerlendirme yaptı, kamuoyunu böyle bir sürece hazırlamaya çalıştı. Fakat onlar da yeterli olmadı, eksik kaldı. Zaten Önderlik de bunun için özeleştiri vermektedir. Dolayısıyla çeteciliğin, Gladyo’nun darbesi, hakimiyeti ve saldırıları gelişme imkanı buldu. Onları önleyemedik. Komplolarla bu sürecin tasfiye olup tekrar imha ve tasfiye amaçlı çok ağır bir topyekûn saldırının halkımıza ve hareketimize dönük gelişmesi yaşandı. 

1995, ’96 ve ’97 süreçlerinde de siyasi sürecin önünü açıcı bir askeri etkinlik, başarı gösteremedik. Bu doğrultuda Önderliğin hazırladığı planları -taktik planları- gerilla olarak başarıyla hayata geçiremedik. Burada da yetersizliklerimiz oldu. Örneğin Çelik Operasyonu ve onun karşısındaki duruş, ikinci Güney savaşı, yine ’97 yılında araziye dayalı kurtarılmış alan yaratma planıyla Önderlik, Türk devletine etkili bir askeri darbe vurarak, siyasi diyalogun önünü açacak bir sonucu yaratmayı hedefliyordu. Fakat biz bu üç planlama döneminde de bunu sağlatacak askeri başarıyı gösteremedik. Eğer siyasi diyalogun önü açılamadıysa, bunda gerilla cephesinin yetersizliklerinin önemli payı vardır. Bunların özeleştirisini vermemiz gerekmektir. Bu süreçler öyle soyut süreçler değildir. Çok somut süreçlerdir. Sadece mütevazılık olsun diye, “yetersizliklerimiz olmuştur” denilmiyor. Yetersizlikler, somut planlamalar çerçevesinde olmuştur. Savaştık, fakat bu savaşın bir hedefi vardı. O hedefi başardık mı, başarmadık mı? Bu hedefi de biz değil, Önderlik ve parti belirledi. Önderliğin koyduğu hedefler başarıldı mı başarılmadı mı? Doğru anlamamız, değerlendirmemiz gereken husus bu olmaktadır. 

Bu sürecin ardından 1 Eylül 1998 yılında gerçekleştirilen üçüncü tek taraflı ateşkes süreci geldi. Orada hiç varlık gösteremedik. Sürece uluslararası komplo dayatılmasına rağmen, komployu anlamaktan ve ona karşı mücadele yürütmekten uzak düşen, dolayısıyla Önderlik gerçeğinden neredeyse bütünüyle kopan bir durumu yaşadık. 15 Şubat komplosu, biraz da bunun sonucunda gerçekleşti. 15 Şubat komplosu engellenemez değildi. Kuşkusuz Kürdistan’da mücadele zordu, düşman saldırılarını boşa çıkartmak, zayıflatmak öyle kolay bir iş değildi. Ama “mücadele edilemezdi” diye bir durum da söz konusu değildir. Tam tersine, mücadele fırsat ve imkânları az-çok vardı. Doğru değerlendirilseydi bu tür sonuçlar önlenebilirdi. Belki öyle hemen kolay, ucuz başarı elde edilemez, çözüm yaratılamazdı, ama 15 Şubat gibi bir olay da engellenebilirdi. Ona da fırsat verilmeyebilirdi. “Engellenemezdi, mutlaka olurdu” demek kesinlikle yanlıştır. Nitekim zaten dört ay boyunca engellendi. 9 Ekim 1998’den, 15 Şubat 1999’a kadar engellendi. Bunun hepsi mücadeleyle oldu. Doğru tutum ve etkili mücadele, komplonun başarısını önlüyordu. Gerekli duyarlılık gösterilebilse, çizgiden kopuş olmasa 15 Şubat bu şekilde olmayabilirdi. Komploya karşı mücadelenin seyri çok daha farklı bir biçimde gelişebilir, devam edebilirdi. 

2003 yılında AKP iktidara gelir gelmez Önderlik, üç aylık süre tanıdı ve ona göre hazır olsaydık, AKP daha bu kadar güçlenmeden, hegemonya kurmadan onu zorlayabilirdik. Ona, siyasi çözüme dönük adımlar attırabilirdik. Fakat bırakın öyle yapmayı, yine Önderlikten koptuk ve neredeyse tasfiye oluyorduk. Hareketin, ABD ve AKP’nin kuyruğuna takıldığı, çok tehlikeli bir süreç yaşadık. Bu da öyle doğal bir durum, bir zorunluluk değildi. Bizim hata ve eksikliklerimizin sonucuydu. Çizginin gereklerini doğru anlayıp örgütleyemeyen, pratiğe geçiremeyen yönetim ve kadro duruşunun bir sonucuydu. Daha sonra da 2005 yılından itibaren diyalog adı altında bir süreç geliştirildi. 2006 Ağustos ayında bu çok daha da ileri götürülüp bazı çevreler araya girdiler. Buna biraz karşılık vermeye çalıştık, ama beş-altı yıl geçmesine rağmen hala ciddi bir sonuç yoktur. Hala çok az sonuçlarla hareket ediliyor. Elbette hiçbir sonuç yok değil. Önderlik ile avukatların haftalık görüşmesi bile buraya bağlıdır. Bunlar, Türkiye’nin iyi niyetiyle, hukuk devleti olmasıyla gerçekleşmiyor. Böyle sanılıyorsa bile bu büyük bir yanılgıdır. Her şey karşılıklı pazarlıklarla, mücadele sonucu olarak gerçekleşmektedir. Önderlikle görüşmeler oluyor. Buna bir tür diyalog denilmekte. Bu görüşmeler, aleni ve açık hale geldi, kamuoyuna biraz yansıdı. Bunlar elbette basit hususlar değildir. Bunları küçümsememek gerekiyor. Bunlar da önemli gelişmelerdir, ama yeterli değildir. Henüz herhangi bir sonuç yoktur ve Kürt sorununun siyasi çözümü gerçekleşmemiştir. Siyasi programımız, hedeflerimiz açısından ele alıp baktığımızda da ortada somut gerçekleşmiş bir sonuç yoktur. O halde burada da başarı yoktur. Yani istediğimiz sonucu alamadık. Burada da belli gelişmeler yarattık. Nasıl ki baştan beri yenilgiler hep önlendiyse bu süreçte de önlendi. Halk direnişi korunup sürdürüldü. Fakat Kürt sorununun siyasi çözümü de gerçekleşemedi. Bunların hepsi bizim yetersizliklerimizin bir ifadesi, başarılı olamamanın sonucu olmaktadır. Burada yarım bir başarı durumu vardır. Önderlik bu durumu, hep tekrar, “ne zafer ne de yenilgi” durumu olarak değerlendirdi. Belli kazanımlar var, yenilgi de önleniyor, ama zafer de yoktur. Tam başarıya da gidilmiyor. Program olarak önümüze koyduğumuz hedefleri, tam gerçekleştiremiyoruz. Dolayısıyla Kürt sorununun siyasi çözümünü sağlayabilmiş değiliz. Bu da bir realite, durum ve bizim eksikliğimiz, başarısızlığımız oluyor. İşte mevcut durumda yeniden “Varlığını Koruma Ve Özgürlüğünü Kazanma” nın, temel hedef olarak önümüzde durmasının esas bir nedeni budur. Bütün bu süreçlerdeki yetersizliklerimiz, siyasi çözümü yaratamayışımız hala PKK’nin ve Kürt halkının önüne “Varlığını Koruma Ve Özgürlüğünü Kazanma” mücadelesini yürütmeyi görev olarak koymaktadır. 

Bunun için önümüze yeniden, daha büyük bir savaş gündeme geliyor. Devrimci Halk Savaşı Stratejisini, uygulamak zorunda kalıyoruz. Yoksa Devrimci Halk Savaşını yürütmeyi çok istediğimiz, toplum savaşmayı çok istediği, savaş delisi olduğu ve savaşsız yaşayamadığımız için değildir. Yine tek ve çözümleyici yolun, geliştirici olanın Devrimci Halk Savaşı Stratejisi olmasından dolayı değildir. Devrimci Halk Savaşını gerektiren nedenleri ortadan kaldıramadığımız içindir. “Varlığını Koruma Ve Özgürlüğünü Kazanma” gibi büyük bir savaşla sağlanabilecek görevlerin hala önümüzde duruyor olmasından dolayıdır. Önümüzdeki görevler bunlar olmasaydı, gündeme Devrimci Halk Savaşı gelmezdi. Varlığını korumak, savunma yapmayı ifade etmektedir. Varlığa dönük tehlike olduğu için savunma savaşı verilecektir. Özgürlüğünü kazanmak, soykırımı durdurmaktan ve yıkmaktan geçmektedir. Karşımızda tepeden tırnağa şiddete bürünmüş bir sömürgeci ve soykırımcı rejim var. Böylesi bir durumda bu rejimi, savaşarak etkisizleştirebilir ve aşabilirsin. Devrimci Halk Savaşı onun için gündeme gelmektedir. Bu bakımdan bunda eksikliklerimizin, yetersizliklerimizin, başarısızlıklarımızın temel bir etkisi vardır. Bir boyutu kesinlikle bu olmaktadır. 

Diğer bir boyut, Kürt sorununu çözüme götürecek bir zihniyet ve siyasetin karşımızda oluşmamasıdır. Siyasi çözüm çabalarının tasfiye edilmiş olması, siyasi çözüm güçlerinin imha ve tasfiyeye maruz bırakılmış olması bunda rol oynamaktadır. Demokratik siyaseti bir çözüm aracı olmaktan çıkararak, gündeme yeniden tek çare olarak Devrimci Halk Savaşını getiriyor. Bu noktada Üçüncü Stratejik Mücadele Döneminde yaşananları doğru anlamak gerekmektedir. Önderlik son dönemlerde bu konuları çok somut olarak formüle edip tanımladı. Siyasi çözüm zemini her oluştuğunda, buna bir komplo dayatılmaktadır. Komplocu saldırılarla, bu zemin tasfiye edilmektedir. Hem Kürt, hem Türk hem de devlet cephesinden siyasi çözüm için oluşan zeminler komplocu saldırılarla tasfiye edildi. 

1993 ve ’94 dönemlerini ifade etmeye çalıştık. Savaşın nasıl dayatıldığını, yeni gelişmekte olan siyasetin nasıl tasfiye edildiğini, halk hareketine katliam, sindirme ve pasifikasyonun nasıl dayatıldığını değerlendirmeye çalıştık. Diğer yandan Türkiye siyasetinin, demokratik güçlerin nasıl sindirildiklerini, en önemlisi de devlet içerisinde Kürt sorununun çözümüne eğilim duyan güçlerin, -bunlar cumhurbaşkanı, kuvvet komutanı da olsalar- nasıl komplolarla yok edildiklerin iyi bilmekteyiz. Bunu Erbakan kliğinin 1997 yılında tasfiyesinde de net bir biçimde gördük. Bu çabaların birçok dış dayanakları da vardı. İçerde de önemli ölçüde çözüm imkanı ortaya çıkmıştı. Özellikle askeri operasyonların başarısız kılınması, böyle bir duruma belli bir zemin de sunuyordu. Fakat tasfiye ve Gladyo saldırıları dayatıldı ve bu ‘Ergenekon’ denilen Gladyo’nun planlı dayatma ve saldırılarıyla bu zemin tasfiye edildi. 2001 ve 2002 yılında uluslararası komplonun imha amacı başarısız kılındıktan sonra oluşan siyasi çözüm imkanları da Ecevit kliğinin tasfiyesiyle ortadan kaldırıldı. Bunları 2001 Şubatında anayasa kriziyle, mali krizin ortaya çıkartılmasıyla, ardından Ecevit hükümetinin küresel mali sistem tarafından kuşatılmasıyla gördük. 2002’de en güçlü olduğu, sözde Avrupa birliğine girme hazırlıkları yaptığı, böyle olduğunu sandığı bir dönemde bir anda nasıl paramparça olup devrildiğini gördük. O dönemde Ecevit’e dönük sadece siyasi komplolar da sürmedi, fiziki saldırılar da geliştirildi. Özal’ınki gibi olmadı ama -şimdi Ergenekon yargılamalarında ortaya çıkıyor- neredeyse hiçbir şeyi olmadığı halde öldüreceklerdi. Başbakan bile olsa bu tür saldırılardan kurtulması kolay olmadı. Nitekim zaten ne Ecevit’in kendisi fiziki olarak yaşayabildi, ne de siyasi olarak hükümeti o saldırılardan sonra yaşayabildi. 

Şimdi geriye AKP dönemi kalmıştır. AKP’yi iyi çözmeye çalışıyoruz. 2005 Ağustosunda genelkurmayla, hükümet bir tartışmaya girdiler. 23 Ağustosta, Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplandı ve orada topyekun mücadele kararı çıktı. Sözde bu topyekun kararını genelkurmay savundu ve kamuoyuna duyurdu. Tayyip Erdoğan ve AKP hükümeti, Ankara ve Diyarbakır’da yaptığı açıklamalarda, Kürt sorununun çözümünden yana bir tutum geliştirmek istediğini kamuoyuna duyurdu. Daha sonra Şemdinli olayı gelişti. Kontrgerilla yeniden devreye konuldu. Hükümet ve genelkurmay arasında yoğun bir mücadele oldu ve sonuçta anlaşma yapıldı. Uzlaşmaya vardılar. Şimdi bazıları genelkurmayın çözüm istediğini ama AKP’nin reddettiğini söylüyorlar. Oysa Hilmi Özkök, topyekun mücadele kararını açıklayan genelkurmay başkanıydı. Tayyip Erdoğan’ın, Ankara ve Amed’deki açıklamaları da biliniyor. Muğlaklaştırılan, karıştırılan bir durum var. Görüntüde AKP bir çözüm arıyordu, genelkurmay ya da Ergenekoncu bazı güçler bunu engellediler gibi görüldü. Bu yönlü bir iç mücadele yaşandı. Genelkurmay, hükümet görüşmeleriyle uzlaşma oldu. En son Tayyip Erdoğan, Yaşar Büyükanıt arasındaki Dolmabahçe görüşmesi tam bir uzlaşmaya yol açtı. Bu, hala devam eden bir uzlaşmadır. Bu, PKK’nin tasfiyesi üzerinde anlaşma ifade eden bir uzlaşmadır. Aralarında işbölümü yapmış durumdalar. AKP bu tasfiye operasyonunun ekonomik, siyasi, psikolojik yönünü yürütüyor, genelkurmay ise askeri boyutunu yürütmektedir. PKK’nin tasfiyesi üzerinde iktidarı bölüşüyorlar, uzlaşıyorlar. Ordu genelkurmay başkanlığı, devleti ve iktidarı, AKP’ye bu nedenle teslim etmiş bulunuyor. Eğer bugün AKP bu kadar iktidar hegemonyası geliştirebilecek bir düzeye geldiyse, bunun sonucunda geldi. 

1 Ekim 2006 yılında beşinci tek yanlı ateşkes gündeme geldi. Birçok çevre çağrıda bulunmuştu, aracılık yapacaklardı. DTP’den, ABD’ye kadar, oradan Güney Kürdistan yönetimine kadar birçok aracı vardı. Fakat ateşkes olduktan sonra, hiç kimse verdiği söze sahip çıkmadı, sözünün gereğini yerine getirmedi ya da getiremedi. Her ne olduysa bunlar gerçekleşmedi. 2007 seçimleri gündeme geldi. Seçimden sonra ABD ile de anlaşarak, kendi içlerinde de birleşerek, aralık başından itibaren topyekun savaş konseptini hayata geçiren bir saldırı içine girdiler. Savaşı sadece Kuzey ile sınırlı tutmadı, Güney’e de yayıp sarkıttılar. ABD’yle, Güney Kürdistan yönetimiyle, Irak’la bir tür uzlaşma ve ortak operasyon yürüttüler. Bunu 2008 Şubatında kara operasyonuna dönüştürmek istediler. Zap operasyonunda istenen sonucu alamamaları, saldırının kırılması askeri boyutta Türk genelkurmayını başarısız kıldı. Ardından ideolojik baskı yürüttüler. Önderlik üzerinde baskıları tırmandırdılar. O da Önderlik ve halk direnişiyle kırıldı. 

Geriye 29 Mart 2009 seçimleri kaldı; “bu seçim referandumdur” dediler. Kim kazanırsa onun olacaktı. Seçimde DTP, büyük bir başarı elde etti. AKP, Kürdistan’da gerçekten de yenilgi aldı. Referandumu açık bir biçimde, Kürt demokratik siyaseti kazanmış oldu. Bu da Kürt sorununun siyasi çözüm zeminini güçlendirdi. Güçlü bir demokratik, siyasi zemin ortaya çıkardı. 

Çözüm istenmiş olsaydı bundan daha iyi bir ortam olamazdı. Fakat hareket olarak buna fırsat vermek için 13 Nisanda ilan ettiğimiz çatışmasızlığa, 14 Nisanda, hemen bir gün sonra, AKP hükümeti demokratik siyaseti tasfiye etmeyi amaçlayan, halkın siyasi soykırım operasyonları dediği kapsamlı bir operasyon saldırısı başlattı. Demokratik siyaseti, Kürt sorununun siyasi çözümünün zemini yapacağına, oluşmuş bu zemini tasfiye etmek için, hiçbir hukuk kuralı dinlemeyen bir saldırı içerisine girdi. Bir de bunun adına “açılım politikası” dedi. Sözde Kürt açılımı yapıp Kürt sorununu çözüyor. Ama Kürdün özgür iradesini, siyasi iradesini tasfiye etmeyi, imha etmeyi hedefliyor. Dıştalayıp cezaevine dolduruyor. Bu, “Kürdü de biz temsil ediyoruz, Kürt sorunu çözülecekse de biz çözeriz. Kürtler irade olacaksa da, AKP iradesiyle olurlar” anlamına geliyor. AKP de Kemalizm’in “bu ülkeye komünizm gelecekse de biz getiririz” mantığıyla hareket ediyor. 1924’ten itibaren oluşan resmi ideolojinin, tam temsilcisi konumundadır. İdeolojik kavramları çok kullanmıyor, ama siyasi olarak tamı tamına o çizgiyi yürütüyor. Sonuçta DTP’yi de kapattılar, İmralı’da 17 Kasım darbesini yaptılar, belediye başkanlarını tutukladılar. Bu tutuklama operasyonu hala devam etmektedir. Tutuklu sayısı iki bin beş yüzü aşmış durumdadır. KCK operasyonu adı altında özgür Kürt iradesine asla fırsat vermiyorlar. Nerede biraz özgür demokratik bir örgütlenme, kıpırdanma oluyor ve eyleme dönüşüyorsa derhal oraya baskın düzenliyorlar. Tutuklayıp hapse koyuyorlar. Her hafta 40-50 kişi gözaltına alınıyor, 15-20 kişi tutuklanıyor. Demokratik siyaset yapma imkanı bırakılmamıştır. Kelaynak kuşu gibi ortada üç-dört milletvekili bırakmışlar. Demokratik kamuoyunu onula manipüle ediyorlar, ama özde örgütleme yapacak, toplumu temsil edecek, demokratik konfederalizmi örgütleyecek, Kürt demokratik toplum örgütlülüğünü ortaya çıkartacak bütün kurumları kapatıyorlar, kişileri zindana koyuyorlar. Bu açık bir durumdur. Büyük bir tasfiye hareketidir. Siyasi çözüm zeminini tümden kurutmadır. Gelinen nokta böyle bir noktadır. 

Yüzde on seçim barajının, Kürt iradesinin meclise yansımasını engellemek için konduğu her zamankinden daha açık hale gelmiş bulunuyor. Dolayısıyla 12 Haziran seçimleri açısından böyle bir durum var. Seçim bir siyasi çözüm aracı olmaktan çıkmıştır. Siyasi diyaloga yaklaşımları da ortadır. Ortada herhangi bir yetkisi olmayan, sadece bizi oyalamak, kandırmak, zaman kazanmak amaçlı, tatlı dilli sözler söyleyen bir oyalama sistemi var. Yoksa öyle gerçekten de bir diyalog, müzakere, Kürt sorununa çözüm arama durumu söz konusu değildir. Aslında siyasi soykırım operasyonlarının sürmesine, demokratik siyasetin tasfiye edilmesine, fırsat-zemin yaratmak için biz engelleniyoruz, biz ona vesile yapılıyoruz. Direniş hareketi, tatlı sözlerle susturularak, demokratik siyaseti tasfiye edecek operasyonlar yürütülüyor. Böyle bir komplo ve oyun geliştiriliyor. “Hareket ederseniz, teröristsiniz deriz, dolayısıyla önünüzü kapatırız, ondan sonra da biz istediğimiz kadar tutuklarız. Seçime sokmayız, gel sandıkta yarışalım deriz. Hapse koyar, siyaset yapmaya izin vermeyiz” demektedir. AKP’nin bu yaptığına göz boyama değil, çocuk kandırma bile denilemez. Çocuk kandırırken hiç değilse ağzına bir şeker verirsin, biraz tatlı koyarsın, onun karşılığında kanar. Bizimkinde o da yoktur. Şiddet dayatıyor, hapse koyuyor. “Hapse koyuyorum daha ne istiyorsun!” diyor. Bir tane Diyarbakır milletvekili vardı, “eskiden öldürülüyordunuz, biz hiç olmazsa hapse koyduk, yaşıyorsunuz, daha ne istiyorsunuz!” diye ifade ediyordu. AKP’nin Kürt sorununa çözümü, özgür Kürde yaklaşımı budur. “Öldürmeyeceğiz, hapiste kalacaksınız, biz de iktidar da kalacağız. Buna razı olmazsanız tüm gücümüzü kullanır sizi buna razı ederiz” demektedir. 

Seçim çözüm aracı olmaktan çıkmış, diyalog bir oyalama ve tasfiye aracı olmuştur. Siyasi soykırım operasyonları sürmektedir. Demokratik siyasete iki seneden beri imha ve tasfiye dayatılmaktadır. Kürdistan’da siyasi mücadele yürütmenin, demokratik siyaset yapmanın koşulları yoktur. Demek ki ne siyasi mücadele yürütebiliyoruz, ne de siyaset zemini vardır. AKP tam bir oyun oynamaktadır. Hep bir beklenti yaratıyor. Bir de tehdit ediyor. Bizi hep İmralı tehdidi altında tutuyor. Devrimci Halk Savaşı bir de bu durumdan dolayı gündeme geliyor. Siyasetin hiçbir alanı artık çözüm alanı değildir. Çözüm olma imkanı yoktur. Ne görüşmeyle çözüm bulabiliyoruz, ne seçimle çözümün önünü açılabiliyoruz, ne siyasi mücadele yürüterek, siyasi örgütlenmeye yaparak çözümü zorlayabiliyoruz. Geriye, Devrimci Halk Savaşı kalıyor. 12 Eylül 1980 ardından bize dayatılana benzer bir durum dayatılıyor. 12 Eylül 1980 ardından dayatılan, silah zoruyla imha ve tasfiyeydi. Şimdi ise demokratik ve siyasi çalışmalara dayatılan, hukuk ve zindan zoruyla imha ve tasfiyedir.  Geriye direnmek dışında herhangi bir yol bırakılmıyor. İşte temel bir direniş biçimi olarak da Devrimci Halk Savaşı böyle gündeme geliyor. Direnme dışında, diğer yollar kapatılmıştır. Açıkmış gibi görünmesi bir hiledir. Bu konuda birçok çevre oyuna geliyor; BDP’den tut, aydınlara kadar çoğu oyuna gelmektedir. Sanki önü açıkmış gibi görüyorlar. Halbuki öyle bir durum yoktur. Hepsi oyun, hile, oyalama, ondan sonra kendi bildiğini kabul ettirmedir. Bu hareket, bunu kabul edemez. Biz artık böyle oyalanamayız. Bu durumun izahını yarın yapamayız. Böyle kabul ettik mi, PKK çizgisinden kopmuşuz demektir. Ortada Apocu çizgi kalmaz. Biz de o reformist-milliyetçi akımların içerisine düştüğü durumların içerisine düşeriz. Bu bir çizgi duruşudur.

 PKK’ye şimdiye kadar gelişme sağlatan kesinlikle çizgi duruşuydu, direnişçi duruşuydu. Diğer güçleri yenilgiye uğratan da teslimiyetçi duruşlarıydı. Eğer biz şimdi bir çizgi duruşu gösteremezsek, direniş tutumu gösteremezsek biz de teslimiyetçi duruma düşmüş oluruz. Bize çok açık bir biçimde şiddetle öldürme değil de, zamana yayılmış nazikçe öldürme dayatılıyor. Buna razı olmamızı bekliyorlar. Bize, “sizi kurşuna dizmiyoruz, ipe de asmıyoruz. Biraz ilaç verip uyutacağız, uyku halinde öldüğünüzü bile hissetmeyeceksiniz” demektedirler. AKP’nin PKK’ye dayattığı budur. PKK’den istediği de buna razı olmasıdır. Oyun bu kadar ince ve derindir. Bu durum dokuz yıldır bu biçimde devam etmektedir. Bu, hala da devam ettirilmek isteniyor. Bu anlamda AKP gerçeği, çok iyi anlaşılmak durumundadır. AKP’nin bir çözüm gücü ve çözüm niyeti yoktur. Yine çözüm zihniyeti ve politikası yoktur. Hepsi bu tarzda bir imha ve tasfiyedir. AKP, inceltilmiş bir imha ve tasfiyeyi dayatma hareketidir. Bu nettir ve açığa çıkmıştır. Dolayısıyla PKK ve Kürt halkı için direnmekten başka bir yol kalmamıştır. Bu direnişin yöntemi olarak da Devrimci Halk Savaşı gündeme gelmektedir. Devrimci Halk Savaşının gündeme gelişinin bir nedeni de budur. Eğer zamanında başarı elde etmiş olsaydık, yine yetersizliklerimiz olmamış olsaydı bu gündem hiç olmayacaktı. Sorun şimdiye kadar çoktan çözülmüş olacaktı. AKP bu kadar fırsat vermeye ve destek göstermeye karşın bir siyasi çözüm gücü olsaydı sorun çözülecekti. Ama öyle bir durum yoktur. En son sabrı gösterdik. Her türlü baskıya, işkenceye tahammül gösterdik. Ama bunun karşılığında hep daha fazlası dayatıldı. Kesinlikle siyasi çözümün önü tıkatıldı, kapatıldı. Geriye direnmekten başka bir yol bırakılmadı. 

Direnmenin yolu ve biçimi de Devrimci Halk Savaşıdır. Dördüncü Stratejik Dönemin Devrimci Halk Savaşı, yeni bir savunma direnişi olarak gündeme gelmesi buradan kaynaklanıyor. Bu gerçeğin iyi görülmesi, anlaşılması ve anlatılması gerekmektedir. Bu herkese anlatılmalıdır. Çünkü bu, tersyüz ediliyor. Sanki gelişmeymiş gibi gösteriliyor. İyi bir durum olarak gösteriliyor. Bize, “sabredin” deniliyor. Bunu sadece dışımızdakiler demiyor; sağımızda-solumuzda, etrafımızda olanlar da söylüyorlar. Toplum maniple edilmeye çalışılıyor. Bu yanlıştır ve onlara fırsat vermemek gerekiyor. Öyle olmak demek, kendi çizgimizden çıkarak yavaş yavaş Kemal Burkay çizgisine gitmek demek olur. Kemal Burkay çizgisinin de, Kürdistan’a hiçbir şey kazandıramayacağı, teslimiyetten ve işbirlikçilikten başka hiçbir şey elde edemeyeceği açıktır. PKK öyle bir çizgiye düşemez. Düştü mü, tasfiye olmuştur demektir. Tasfiye olmayıp kendi çizgisine ve tarihine uygun davranacaksa o zaman direnip savaşacaktır. Varlığını Korumak Özgürlüğünü Kazanmak için ne yapmak gerekiyorsa, hangi bedeli ödemek gerekiyorsa mutlaka ödeyecektir. Bunun başka yolu yoktur. Devrimci Halk Savaşı, 1981 yılında nasıl savaş tek çare olarak gündeme geldiyse, başka yollar kapatıldıysa, şimdi de aynı biçimde gündeme gelmektedir. Başka hiçbir yol yoktur. İdeolojik mücadele yürütme yolu yoktur. Bütün medyayı ele geçirmişler. Başka hiç kimseye nefes alma imkanı bile bırakmıyorlar. Siyasi mücadele imkanı yoktur. Polisi örgütlemiş, orduyu, generallerini, komutanlarını, kuvvet komutanlarını tutukluyor. Bu AKP oyununun, hilesinin kesinlikle bozulması, maskesinin düşürülmesi, AKP hegemonyasının kırılması gerekiyor. 

AKP eliyle şimdi çok sahte, sinsi, ikiyüzlü ve hileli bir biçimde bir imha ve tasfiye operasyonu yürütülmektedir. Artık bunun planlı bir operasyon olduğundan hiç kuşku duymamak gerekiyor. Mevcut haliyle AKP’nin verebileceği bir şey yoktur. Aslında şimdiye kadar birçok şey yapabilirdi, ama yapmadı. “Yapmaz ve yapamaz” dememek de gerekiyor. Şimdiye kadar istemediği için yapmadı. Yoksa Kürtlerle ittifak yapsa, PKK ile ilişki ve ittifak içerisine girse, Kürt sorununun çözümünü öngörseydi, Türkiye’de demokratik çözüm yapmada, cumhuriyeti demokratikleştirmede en güçlü, en hızlı adımı atabilirdi. O zaman gerçek anlamda İslami akımın ve toplumun sorunlarının çözümünün de önü açılırdı. Onu da yapamadı. AKP’nin mevcut politikaları, İslami toplumun sorunlarını da çözmüyor, tam tersine AKP’nin iktidarını güçlendiriyor. Yeni bir iktidar gücü, hegemonik güç ve yeni bir oligarşik güç yaratıyor. Öyle “şu kesimin, bu kesiminin sorununu çözüyor” denilemez. Kürtlerin sorununu çözmüyor da, sanki İslami toplumun sorunlarını mı çözüyor! Alevilerin sorununu mu çözüyor! Azınlıkların sorunlarını mı çözüyor! Hiçbir sorunu çözmüyor. Hepsine el atıyor, çözüyor gibi görünüyor, çözüm beklentisi yaratıyor. Varolanı biraz cilalayıp devam ettiriyor. Bu biçimde zaman kazanarak kendi iktidarını güçlendiriyor. Bu artık açığa çıkmıştır. Bu anlamda birinci hedef AKP’dir ve mutlaka aşılmalıdır. AKP hegemonyasına kesinlikle fırsat ve izin verilmemelidir. Tüm hareket ve halk düzeyinde bunu bir tutum olarak artık net, kesin bir biçimde benimsememiz gerekmektedir. Bu da bize AKP’nin mevcut durumunu aşacak, bir direniş mücadelesi yürütme görevi yüklemektedir. 

Bu direniş mücadelesini, Devrimci Halk Savaşı olarak tanımladık. Bundan başka çare yoktur. AKP’nin hileleri, sinsiliği, oyunları Kürt halkına böyle bir direnişi dayatmaktadır. Kenan Evren nasıl ki silah zoruyla, baskıyla, şiddetle savaşı, direnmeyi dayattıysa, Tayyip Erdoğan da Kenan Evrenin öbür yüzü biçiminde, biraz cilalanmış, hile ve oyun kazanmış bir biçimde, hukuk şiddetini dayatarak,  direnmeyi zorunlu kılıyor. Birisi silahı kullandı, diğeri hukuku kullanıyor. İkisi de baskı, sömürü ve şiddet aracıdır. Hukuk, ona bağlı olan zindan, savaştan daha az bir baskı, şiddet, köleleştirme aracı ve alanı değildir. Savaşın varolduğu gün, hapishane de var olmuştur. Bugüne kadar da ikisi birlikte derinleşerek gelişmiştir. İktidar ve devlet güçlerinin elinde özgür insanları, özgür toplumları, kadını, emekçileri köleleştirmek, iradesini kırmak, teslim almak için en sert bir biçimde bu araçlar kullanılmıştır. Bugün bu, zirvede kullanılıyor. 

Bu bakımdan AKP de 12 Eylül darbesinin öteki yüzü biçimindedir. Bazıları buna “sivil darbe” diyorlar. Bu yanlış değildir. Tayyip Erdoğan kişiliği Kenan Evren kişiliğine çok benzemektedir. Çok abartılı ve aynı zamanda çok kompleksli bir kişiliktir. Kenan Evren de meydanlara çıkıp “vatandaşlarım görüyor musunuz, bu memleketi sadece siviller mi yönetebilirmiş? Bakın, ben de bir asker olarak nasıl güzel yönetiyorum” diyordu. Şimdi Tayyip Erdoğan da sabahtan akşama kadar da değil, akşamdan sabaha kadar medyanın karşısına geçiyor; “sadece siyasal bilimler fakültesi okuyanlar mı bu ülkeyi yönetebilir? İlahiyatçılar da yönete bilir. Ben ilahiyat fakültesi okumuşsam Başbakan olamam mı? Bakın ne güzel olmuşum” diye kendini övmeye çalışıyor. Bu anlamda çok kompleksli bir kişiliktir. Türkiye’nin iki kültürsüz adamı, başına bela olmuş durumdadır. Birisi Türk generallerinin en kültürsüzü olan Kenan Evren’di. Türkiye’yi on yıl yönetti. Diğeri ise sivil siyasetin en kültürsüz adamı olan Tayyip Erdoğan’dır. O da on yıldır Türkiye’yi yönetiyor. Böyle kendilerini abartan, çok bencil, bireyci bir diktatörlük eğilimleri var. Kompleksli kişilikler, fırsat ve imkan bulurlarsa her şeyi yaparlar. Nitekim şimdi Tayyip Erdoğan ve AKP biçiminde örgütlediği güruh, bunu yapıyor. Gerçekten de Türkiye’nin başına bela olmuş durumdalar. 12 Eylül faşist askeri darbesinden hiç de az bela olan bir konumda değildir. Öyle basit yaklaşmamak da gerekiyor. Necmettin Erbakan’a ne yaptıkları ortadadır. O, bir ihanet hareketidir. Bizden kaçıp ihanet eden Ferhat ile Botan’ın, Tayyip Erdoğan’ı örnek almaları boşuna değildir. PKK’ye, Önder Apo’ya ihanet ederken Tayip Erdoğan’ı örnek almaları, onun da benzer bir ihaneti yapan kişilik olmasından dolayıydı. Bunlar, aynen Rusya’nın Yeltsin’ine benziyorlar. Boris Yeltsin Rusya’ya ne yaptıysa, aynı şeyi yapıyorlar. Kendilerini var eden gerçeğe ihanet ederek, ileri fırlıyorlar. Dolayısıyla hep o konumdadırlar. Yani bir kaygı içerisindeler. Hep bir saldırı halindeler, çünkü biliyorlar ki açığa çıkar. Hafif bir değerlendirme olursa, maskeleri düşecek ve gerçek yüzleri açığa çıkacaktır. En kirlenmiş insan duruşuna sahip oldukları görülecek, lanetleneceklerdir. Ona fırsat vermemek için de hep böyle bencillik taslıyorlar. Bu abartı, kendini beğenmişlik buradan ortaya çıkıyor.
Mevcut durum kesinlikle böyledir. Bu halde nasıl ki ’80’li yıllarda direnerek 12 Eylül faşizmini aşmak gerektiyse, şimdi 2010’lu yıllarda da yine benzer bir biçimde, ama yeni bir paradigmayla, yeni bir program temelinde, yeni strateji ve taktiklerle, ama benzer bir öz içeren güçlü direniş temelinde, AKP faşizmini aşmamız gerekiyor. Bunun başka yolu ve çaresi yoktur.



Hiç yorum yok: