17 Haziran 2011 Cuma

İnançlara Düşmanlık

Yeni_Özgür_Politika Daha Anadolu’ya ilk gelişlerinden itibaren Türk yöneticiler, ‘Müslümanlık’ ortak bileşkesini kullanarak Kürt yöneticileri yanlarına alıp gayrimüslim unsurlara, Hıristiyan Ermeniler’e ve Bizanslılar’a karşı harekete geçmişlerdi. Bizanslılar’ın, Batıya sürülmelerinden sonra geriye kalan en büyük gayrımüslim kitle Ermeniler’di.
Tarihten buyana Mezopotamya ve Anadolu bir halklar, inançlar ve kültürler mozayiğidir. Yine tarihten bu yana heterodoks din ve kültürlerle azınlık halklara karşı bir arındırma, asimilasyon ve katliam politıkası izlenmiş ve bu süreç özellikle 19. yüzyılın sonlarıyla 20. yüzyılın başlarında milliyet eksenli bir tasfiyeye dönüşmüş; tüm bunlara karşın bu renklilik ve çeşitlilik günümüzde bile kendisini hissettirmektedir. Türkler, Kürtler, Araplar, Çerkezler, Gürcüler ve Lazlar gibi Müslüman halklar; sayıları giderek azalmış olsa da Ermeniler, Rumlar, Asuri – Kaldeliler gibi Hıristiyan halklar ve Musevi Yahudiler, hâlâ bu coğrafyada yaşamaktadırlar. Sözkonusu coğrafyanın eski halklarından biri olan Kürtler ise Müslüman, Kızılbaş – Alevi, Yezidî, Ahlê Haq, Kakai, Musevi ve Hiristiyan gibi din ve inançlara mensupturlar. Müslüman Kürtler’inse daha çok Naqşibendi, Rufai, Suhreverdi ve Nur gibi tarikatlara mensup olduklarını belirtmeliyiz. En yaygın Şafiî – İslam tarikatlarından olan Naqşibendiliğin ise Halidiye koluna mensupturlar. Türkler genelde Sünni, kısmen Alevi ve Şiî; Araplar ise Sünni, Alevi ve Nusayri inançlarına mensupturlar.Bu kısa belirleme bile, tüm olumsuzluklara rağmen Mezopotamya ve Anadolu’nun, hâlâ bir halklar ve kültürler mozayiği olduğunu göstermektedir.

Kürtlerde Zerdüştlük ve İslam
Mezopotamya, bugün dünya insanlığının çok büyük bir bölümünü kucaklayan Zerdüştilik, Manihaizm, Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık gibi dinlerin ortaya çıktığı bir coğrafik bölgedir. Bu coğrafya, aynı zamanda binlerce yıldan buyana birçok büyük uygarlığa beşiklik etmiştir.

İslamiyet, çeşitli zor yöntemleriyle yayılmaya çalışırken, önündeki en büyük engel, o dönem Kürtler’in de mensup olduğu Zerdüşt diniydi. İslam halifeleri bu dini, Mecusilik yani Ateş – tapıclığı olarak suçlamakta ve düşman ilan etmekteydiler. Bu nedenle, İslam ordularıyla Ari/İranî halklardan biri olarak Kürtler arasında son derece zorlu mücadeleler yaşandı. Zerdüştilik gibi güçlü bir dinin ve kültürün mensubu olarak Kürtler, İslamiyet karşısında en çok direnç gösteren halklaradan biri olduğu içindir ki, bilinen ilk yazılı Kürt edebiyat ürünlerinden biri olan şiirde de vurgulandığı gibi; Halife orduları tarafından ibadet yerleri yıkıldı, kültür kurumları yok edildi ve insanlar katledildi, ganimet olarak kadınlara- kızlara elkondu:

Hurmuzgan ruman/ Atiran kujan/ Hoşan şareve gevre geregan/ Zorkerî Arep kirdine Habur/ Gihane pala peşe Şarizor/ Jin û kenikan ve dil beşinan
Merdi aza dilên ji ruye hevinan/ Revişte Zerdeşt maye bêdes/ Bezika na Hürmüz ve hiç kes ( Miladî: 669) Bugünün Türkçesiyle söylenecek olursa:

Kutsal yerler yıkıldı, kutsal ateşler söndü/ Büyüklerin büyüğü kendini gizledi/ Arap zulmü Şehrizor’a kadar/ Tüm köyleri harapetti.
Kadınlar ve kızlar esir alındı/ Erkekler kendi kanlarında boğuldular/ Zerdüşt inancı yalnız bırakıldı/ Hürmüz’ün hiç biri için/ Bağışlaması olmayacak...

Kısaca, Kürtler’in İslamiyete geçişleri son derece sancılı ve göreceli olarak geç olmuştur. İranlılar, eski dinlerini İslamlıkla emiştirerek Şiîlik potasında eritirken; Kürtler Alevi ve Sünni karakterli dinler ve tarikatlarla örtüştürerek yaşatageldiler.

Yukarıda da vurgulamaya çalıştığımız gibi, 2000 yıla giden bir süreçte, önce Hıristiyanlık, daha sonra da Müslümanlık bu çok renkli yapıyı, kendine dönüştürmek için katliam da dahil belli bir çabaya girişmiş; 19. yüzyılın ikinci yarısından sonraysa milliyetçilik temelinde bu politika, bir zoraki tasfiyeye dönüşmüştür. Dinsel asimilasyonun yerini bu kez dar milliyetçilik almıştır. Tek uluslu ve tek dinli yani tek tip bir toplum yaratma amacıyla başvurulan bu politikalar, bugün Türkiye’de yaşanmakta olan kimi sancıların da temelini oluşturmaktadır.

Kilise ile cami arasında sıkışmak
Bilindiği gibi, 19. yüzyıldan itibaren Yakındoğu ve Ortadoğu (Anadolu, Kürdistan, Mezopotamya, İran, Ermenistan, Kafkaslar ve Arap ülkeleri) üzerinde batılı misyoner çalışmaları alabildiğine yoğunlaşmıştır. Dolayısıyla 19. yüzyılın özellikle ikinci yarısına kadar olan dinsel belgeler, daha çok misyoner raporlarıdır. Batı dünyası, özellikle bu yüzyılda İçasya, Önasya ve bir bütün olarak Asya’yı yeniden keşfe koyulmuş ve bu bölgelerin insan unsuru ile doğal zenginliklerini belirlemeye çalışmıştır. Kuşkusuz bu bölgelerdeki halkların ve etnik toplulukların inanç ve kültür dokusu, üzerinde en çok durdukları konuların başında geliyordu. Bunun böyle olması da bir bakıma doğaldı, çünkü insanı insan, toplumları toplum yapan ve başka coğrafyalarda yaşayan başka halklarla aralarındaki ortak paydaları belirleyen en büyük etken, insanların inançsal ve kültürel yapılanmalarıydı.

Bu çelişkili toplumsal yapılanmanın sunduğu bir tarihsel ve toplumsal gerçeklik olarak, “sünni” egemenlerin, egemen dine aykırı düşen gizli din kategorisindeki heterodoks halk dinlerinin mensupları için türettikleri dedikoduları ve bunların kimi belgelere yansımasını gösterebiliriz. Sözgelimi geçmişte egemen Hıristiyanlar, Pavlikanlar ve Şemsiler için ne tür suçlamalar yapmışlarsa; sonradan egemen Müslümanlar aynı unsurların yanısıra Kızılbaş Alevi, Ali – İlahi ve Yezidi topluluklara aynı suçlamayı yapmışlardır. Bir Hıristiyanın gözünde Pavlikanlar veya Şemsiler, Müslümanlar’dan daha kötü görülmüş; Müslümanların gözünde de ikinciler kitap sahibi Hiristiyanlar‘dan daha kötü görülmüştür. Hatta Kızılbaşlar hakkında verilen katliam fermanlarında bu, açıkça ifade edilmiştir. Kısaca, tarihleri boyunca “takiyye” yapmak zorunda kalan bu iki unsur, kilise ile cami arasında sıkışıp kalmıştır. Bunlardan bir bölümü direnerek bu günlere kadar gelmiş, bir bölümüyse süreç içerisinde yitip gitmiştir.

Osmanlı’nın inanç politikası
Anadolu ve Mezopatamya’nın yukarda vurgulamaya çalıştığımız çok dinli, çok kültürlü yapısı, kuşkusuz birden kaybolmadı. Bu çok renkli yapı, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde de devam ediyordu. Sözgelimi, bir Selçuklu dönemi şairi ve mutasavvıfı olan Mevlana, dört dilde şiir yazarken; 16. yüzyılda yaşamış bir Osmanlı şair ve yazarı olan Şükri–i Kürdistani altı dilde şiir yazabiliyordu. Aynı dönemlerde Hallac – ı Mansur, Ebu’l-Vefa-yı Kurdî, Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre, Şeyh Bedreddin, Seyyid Nesimi, Fuzuli ve Pir Sultan Abdal gibi çağımıza damgasını vuran birçok düşünür ve şair, kültürlerin harman olduğu o çok renkli ortamın eserleriydi. Prof. Dr. Osman Turan, bu toplumsal ortamı şöyle değerlendiriyor:“Müslüman Türkler ile Hıristiyan yerliler arasında müşterek ziyaretgâhlar, müşterek hayat ve kültür husule gelmişti. Mevlana Celaleddin-i Rumi ile Yunus Emre gibi geniş bir insanlık görüşü ile meydana çıkan büyük mütefekkir ve mutasavvıflar bu içtimai muhitin eserleri idi. Celaleddin-i Rumi halefleri türlü din ve mezheplere mensup müridleri etrafında toplayıp birleştiriyor ve yükseltiyorlardı. Simavna Kadısı Şeyh Bedreddin’in tılmızları ile Müslüman, Hıristiyan ve Yahudilerden mürekkep büyük bir mürid kütlesi ile vücuda getirdiği sosyalist hareket de bu içtimai muhit ile alakalı idi”.

Ancak, buna rağmen bu geçiş dönemi öncesi ve sonrasında yukarda adını andığımız düşünür ve şairlerin büyük bölümü, sözgelimi Hallac-ı Mansur, Ebu’l-Vefa, Şeyh Bedreddin, Seyyid Nesimi ve Pir Sultan; İslam halifeleri veya Osmanlı padişahlarınca idam ediliyor, Hacı Bektaş ise canını zor kurtarıyordu. Eski inanç ve kültürlerden Hıristiyanlığa ve İslamiyete geçiş ortamının ürünü olan bu düşünce ve edebiyat adamlarının ortak özelliği, egemen din ideolojiyle çelişmeleriydi.

Hıristiyanlık ve Müslümanlık, yayıldıkları alanlarda egemen sınıfların ideolojilerine dönüşürken; bunların karşısında varlıklarını sürdüren kimi eski inanç din ve kültürler de, ezilen sınıf ideolojisine dönüşüyordu. Halifelik dönemindeki Mazdekçilik, Hurremilik, Babekilik ve İsmaililik hareketleriyle, Selçuklu dönemindeki Babai ve Osmanlı dönemindeki Bedreddin hareketlerinde bu gerçekliği açıkça görmek mümkündü, Sonraki Kızılbaş önderlikli halk hareketleri de esas itibarıyla bu karakterdeydi. Selçuklu tarihleri, Babai hareketine “her soydan, her boydan, her inançtan” yoksul tabakaların katıldığını bildirirken; Bedreddin hareketine de Ege ve Balkanlar’da farklı din ve milliyetlerden insanların destek verdiğini biliyoruz. Sınıf karakterli bu hareketlerde, ezilen, horlanan inanç ve kültürler de gündeme getirilmektedir.

Tarihçiler, isyan eden bu her soydan, her cinsten emekçi kesimlerin, “ömründe ve diyarında kendüye kimse âdem dimeyen bîkârlar (işsizler MB)” olduğunu söylerken; Padişaha konuya ilişkin rapor veren Koçi Bey, bunları “Mezhebi bilinmeyen şehir oğlanı ve Türk ve Çingene ve Tatar ve Kürt ve ecnebi ve Laz ve Yürük ve katırcı ve deveci ve hammal ve ağdacı ve kutta-ı tarik (yolkesici MB) ve yankesici ve sair ecnâs-ı muhtelif (ve diğer çeşitli kimseler MB)” olduğunu belirtir. Mustafa Akdağ, emek ve ezilme temelinde ittifak yapan bu farklı din ve milliyetten insanların ‘yoldaşlar’ olarak adlandırıldıklarını belirtiyor ve şöyle diyor: “Yoldaşlar arasında soy, mezhep, din birliği zorunlu bir koşul değildi.Türk, Kürt, Ermeni, Rum asıllı kişilerin ortaklaşa bir eşkıya birliği kurdukları çok oluyordu.”

Türk egemenler dini hep kullandı
Dinin, egemenler eliyle kullanılmasının ilginç göstergelerinden biri, daha Türkler’in Anadolu’ya ilk gelişlerinde kendini gösteriyor. Göçebe Türkmen kütlelerinin, XI. Yüzyılda Anadolu’ya başlayan akınları sırasında çeşitli yağma ve talan hareketlerine giriştiklerini biliniyor. Nitekim, öncedenberi bu topraklarda yerleşik oldukları bilinen Diyarbekir’deki Mervani Kürtleri’nin emiri Nasru’d-devle’nin (Öl. 1061) bu yoldaki bir şikayeti üzerine Selçuklu sultanı Tuğrul bey, şu cevabı veriyor: „Kullarımın memleketine geldiğini haber aldım; sen bir hudut (Sugûr) emirisin, onlara mal verip kendilerinden kâfirlere karşı faydalanmalısın. Zira onların maksatları Ermeni beldeleridir.“

Burada dikkati çeken husus, daha Anadolu’ya ilk gelişlerinden itibaren Türk yöneticilerin ‘Müslümanlık’ ortak bileşkesini kullanarak Kürt yöneticileri de yanlarına alıp Gayrimüslim unsurlara, burada Hırıstiyan Ermeniler’e ve Bizanslılar’a karşı harekete geçmeleridir. Bizanslılar’ın, yine Kürtler’in desteğiyle yenilip Batıya sürülmelerinden sonra geriye kalan en büyük Gayrımüslim kitle Ermeniler’di. Özellikle 1239’da Babai İsyanı’nın yenilgiyle sonuçlanmasından sonra, Devlet dini İslamiyete ters düşen bütün heterodoks inanç odakları ve kurumları gözetim ve baskı altında tutulmaya başlanmıştı. Osmanlı Mühimme Defterleri’nde bu heterodoks inançların ve kitapların izlenmesi, kovuşturulması konusunda sayısız buyruk vardır. Bunların başındaysa Yaresanlık, Işık düşüncesi (Babailik), Kızılbaşlık ve Rafızilik gelmektedir.

Osmanlı yönetimi, 15. yüzyılın sonlarından başlayarak Anadolu Kızılbaşlarını ve Balkanlar’da fethedilen ülkelerin Hıristiyan halklarını ‘ıslah’ ederek Müslümanlığa ve Saraya yaklaştırmak amacıyla Bektaşi örgütlemesine yöneldi. Halifeliğin, Yavuz Selim tarafından alınmasından sonra çelişkilerin artmasıyla bu süreç daha da hızlandırılıyordu. Ahmed Refik Altınay, bu yeni politikayı şöyle özetliyor: ”Türkiye’de dini hareketler iki noktada bariz bir şekilde kendini gösterdi. Evvela Rumeli’de Bektaşilikle, daha sonra Anadolu’da Rafizilikle... Bektaşilik, Osmanlı idaresinde tasvip ve hatta babaları izaz ve tebcil edildi; fakat Rafizilik Acem düşmanlığıyla bir telakki edildiği için, intişarına (yayılmasınaMB) hiç bir zaman meydan verilmedi ve daima kanla ve ateşle bastırıldı.”

Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Devleti’nin benimsediği yeni politikayı şöyle özetliyor: ”XVI.Yüzyılın ilk çeyreğine, yani Yavuz Sultan Selim (1512-1520) devrine kadar yalnızca Ehl-i Küfr’e yani Hıristiyan dünyaya karşı mücadele misyonunu üstlenen Osmanlı devleti, bu yüzyılın başlarında, İran’da Safevi devletinin kurulmasıyla başlayan Şii propagandaya karşı yeni bir misyon üstlendi: Ehl-i Rafz’a karşı mücadele. Bu, Büyük Selçuklu İmparatorloğu’ndan sonra Sünni İslam’ın bu misyonu ikinci kez yüklenişiydi. Bu süreç, Osmanlı İmparatorluğu genelinde Sünni İslam’ı tam bir devlet ideolojisine dönüştürdü.”

Osmanlı’nın başvurduğu bu yeni politika; resmi devlet dini ile heteredoks inançlar arasındaki uçurumu büyütürken; yeni örgütlendirilen Bektaşilik’e bir katalizörlük, kolonizatörlük ve misyonerlik işlevi yüklendiği söylenebilir. Araştırmacı Saim Savaş, bu olguyu; “XVI.asra gelindiğinde, Haydarilik’ten ayrılan Balım Sultan tarafından, Osmanlı hükümet merkezinin desteğini almak suretiyle, bugünkü bilinen şekliyle Hacı Bektaş-ı Veli’nin adına Bektaşilik tarikatı kurulmuştur” derken; İrene Melikoff, konuya ilişkin görüşlerini şöyle özetliyor: ”Suluca Kara Öyük’te, bugünkü adı ile Hacıbektaş’ta bulunan dergâhları II. Beyazid tarafından onarılan ve zenginleştirilen Bektaşiler tarikatı, muhtemel olarak, Kızılbaş ya da Rafizi diye tanımlanan örf-dışı bir İslamlık uygulayagelmiş halk kitlelerini, merkezin denetimi altında toplamak ve yönlendirmekle görevlendirmişti.”

Ömer Lütfü Barkan, Bektaşi tekkelerinin ve dervişlerinin Balkan ülkelerindeki işlevini kolonizatörlük olarak tanımlarken; Saim Savaş, Osmanlı’nın Bektaşilik politikasını şöyle belirliyor: ”XVI.asırda meydana gelen Osmanlı-Safevi mücadelesinin başlamasından itibaren Osmanlı takibine uğrayan bütün gayrı Sünni nitelikli tarikat mensuplarının, varlığı devlet nazarında meşru kabul edilen Bektaşiliğin koruyucu şemsiyesi altına sığındıklarını söyleyebiliriz. Osmanlı‘nın Bektaşiliği çatısı altında toplanmaya zorlaması, belki de bilinçli olarak Sünnilik dışı kesimleri göz önünde ya da kontrol altında tutma politikasının bir sonucu olarak uygulanmıştır.’’

Bu belirmelerden de anlışalacağı gibi, Osmanlı güdümünde kurulan Bektaşi tekkeleri, Aleviler için hem bir zoraki sığınak hem de bir asimilasyon ocağı olarak görev yapmıştır. Bektaşi tekkeleri Müslümanlık’la Hıristiyanlık arasında bir köprü görevi yaparken, Hıristiyan devşirmeler açısından da bir ‘ocak’ işlevi yüklenmiştir. Saim Savaş’ın deyişiyle, ilginç hususlardan biriyse ”Bektaşi Ocağı olarak kabul edilen devşirme Yeniçerilerin, Safevi taraftarı Kızılbaş kesimlerin hizaya getirilmesinde bir güç olarak kullanılmasıdır.”

Osmanlının düzenli ordusu Yeniçeriler, bu doğrultuda ideolojik donanıma tabi tutulurken; 17.yüzyılın Priştineli Bektaşi şairi Seyyid, Kızılbaş düşmanlığını şu beyitle açıkça dile getirmektedir: Yetmiş kâfir öldürmekten sevaptır/ Kim öldürür ise bir Kızılbaş’ı...

Kızılbaşlara sistematik baskı
Osmanlı yönetimi, 16.yüzyılda bütünüyle köprüleri attığı Kızılbaş ve Rafizileri etkisizleştirmek, giderek tasfiye etmek için sistematik bir baskı, sindirme ve katliam politikası izlemiştir. Ahmet Refik, Rafızîlik ve benzeri düşüncedekilere karşı uygulanan yoğun kıyım ve kırımı şu sözlerle aktarıyor: ”Rafızilerin (defter idilüp) öldürülmeleri, bazılarının Kızılırmağa ilka (Kızılırmak’ta boğdurulmaları MB), bazılarının ihrak-ı binnar edilmeleri (ateşe atılmaları MB) muntazam bir sistem dahilinde tatbik edilmiştir. Rafızileri bulup ortaya çıkarmak için casuslar tayin olunduğu gibi, Bektaşi zaviyeleri de, -edilen ihbar üzerine – teftiş altında bulundurulmuştur.”

Osmanlı döneminde Kızılbaş takibi ve cezalandırılması başlıbaşına bir inceleme konusudur. Çalışmasını bu konuda yoğunlaştıran Saim Savaş, Kızılbaş ve Rafiziler’in cezalandırılma yöntemlerini şu başlıklar altında inceliyor: 1- Başka töhmet (suçlama MB) ile hakkından gelme, 2- Sicil ettirdikten sonra siyaset(idam MB), 3- Tedricen (aşama aşama MB) haklarından gelme: külli telef-i nefs olma (çok sayıda insan öldürülmesi MB) korkusu, 4- Asla mecal vermeden (fırsat vermeden MB )başka bahane ile hakkından gelme, 5- Kızılırmağa atıp boğma, 6- Suç mahallinde hakkından gelme, 7- İbret olması için hakkından gelme, 8- Başka töhmet ile (suçlama ile M.B.) hapsetme, 9- Hukuk neyi gerektiriyorsa yerine getirme, 10- Zaman aşımına uğramayan hakların alınmasından sonra cezalandırma.

Öte yandan, Kızılbaşlar’a ‘sürgün, hapis, kürek mahkumiyeti, siyaset (idam) ve recm (taşlayarak öldürme)’ gibi değişik birçok cezanın verildiğini belirtelim. Kızılbaşlar’ın cezalandırılması doğrultusunda yoğun bir ihbar ve iftira kampanyasının yürütüldüğünü de vurgulayalım. Kızılbaşlar’a dirlik (gelir kaynağı) verilmemesi ve Kızılbaşlar’ı katledenlere dirlik verilmesi gibi hususlar da, Osmanlı’nın başvurduğu yöntemlerdir.

Kızılbaşlar, Osmanlı toplumunda istenmeyen ve tasfiye edilmesi gereken bir topluluk olarak görülür ve bir çok katliama maruz kalırken; Bektaşiler’in safı Osmanlı Sarayı’dır. Osmanlı yönetimi ile Bektaşi tekkelerinin ilişkisinin; duraklama ve özellikle gerileme döneminin ardından, tekkelerin elindeki gelir kaynaklarına el atılmasından sonra bozulduğunu görüyoruz.

İlhan Başgöz, dirliklerin alınmasıyla başlayan ve II. Mahmud’un Yeniçeri Ocağını kaldırmasıyla doruğu ulaşan Osmanlı-Bektaşi çelişkisi konusunda şu ilginç saptamayı yapıyor: “II. Mahmut, Yeniçeri Ocağını kaldırdıktan sonra, Osmanlı sultanlarına karşı girişilen, açık-kapalı bütün çalışmalara Bektaşiler katılmış, bütün reformcu çabaların içinde yerlerini almışlardır. Bazı Batılı kaynaklar, daha 18. yüzyılda Voltaire’nin çevresinde Bektaşi babalarının bulunduğundan söz ediyorlar. Bunlardan, Fazıl Bey, Voltaire’in dostluğunu kazanmış, onun aydınlıkçı ve laik fikirlerini benimsemiştir. İstanbul’a döndükten sonra Fazıl Bey, Bektaşiliğe ters düşmeyen bu fikirleri Tekkelerde kolayca yaymış, daha çok erken Bektaşi Tekkelerinde bir aydınlıkçı hareket gelişmiştir.”

Burada özellikle vurgulanacak husus, Osmanlı’ya yüzçeviren Bektaşi Babalarının, Fransız Burjuva Devrimi’nin ideologlarıyla görüşmeleri ve onların kimi düşüncelerini Osmanlı topraklarına taşımalarıdır. 1826’da Padişah II. Mahmud döneminde Bektaşi tekkelerine ve Yeniçeri Ocağı’na karşı girişilen tasfiyenin altında, esas olarak bu korku ve kaygının yattığını düşünüyorum. Yeniçeri Ocağı’nın disiplinsizliği ve modern bir orduya dönüştürülme düşüncesi daha önceye dayandığı halde, bu tarihte somut adım atılmasının temelinde bugüne kadar bilince çıkmayan bu tasa yatmaktadır.
MEHMET BAYRAK

Hiç yorum yok: