7 Haziran 2011 Salı

2011 Seçimleri Oncesi Feminist Olmak


Milletin içinde kökleşmiş olan geleneksel Türk İslam patriarkal ideolojisi ile karşı karşıya olduğumuzu hatırlamak durumundayız. İktidardaki muhafazakâr-dinci güçlerle cepheleşmeyen bir feminizmin erkek egemen iktidarı zedeleme şansı olmadığını görerek seçim sonrasına hazırlanmamız gerekiyor

Bu seçimlere ülkemizin siyasal tarihinin en karanlık dönemlerinden birini yaşarken girdiğimizi söylemek abartı olur mu? Bence olmaz. En azından ben böyle ikiyüzlü ve ağır bir politik baskı mekanizması altında yaşandığını hiç hatırlamıyorum. Oysa 12 Eylül 1980’de 19 yaşında devrimci bir öğrenciydim. Durumu böyle görmenin bir analiz kıymeti yok, bu özgürlükçü insanlar için malumu ilan etmek bence. Ama mizah dergileri dışında hiçbir büyük medya gücü bu despotizmi merkezine almıyor. Neden diye sorup düşünmek zorundayız.


Son üç yıl içinde geliştirilen terör suçlusu uygulamaları hükümet aleyhtarı olan pek çok kişiyi açıkça hedef aldı. Ama daha fenası bu uygulamalar bu ülkede yasayan her türlü aykırı düşünce sahibi insanı tehdit ediyor. Son yıllarda televizyonlar, gazeteler ve sokaklar yeni iletişim araçlarının model ve tarifelerinin reklâmları ile iyice dolup taşıyor. Ve son bir yıldır bu ülkede yasayan insanlar açıkça gördüler ki evleri ve işyerleri ve kullandıkları her bir iletişim aracı emniyet kuvvetleri tarafından izleniyor, dinleniyor kaydediliyor olabilir. İşin ilginç tarafı, ortada hükümeti veya devleti ezilenlerin lehine kökten değiştirmeyi arzulayan güçlü herhangi bir organizasyonun olmaması. Kürt hareketi kendi özel gündemi ile ayrı bir yerde duruyor.


Ne büyük ÖDP süreci sonrası ufalanan sosyalistler ne de muhtelif muhalif ve özgürlükçü güçler bu yeni despotizmi analiz edemedi ve karşı taktikler geliştiremedi. Tam tersine son on yıla AKP’nin bir demokratikleşme imkânı yarattığını düşünenlerin hegemonyası damgasını vurdu. Ahmet Şık ve Nedim Şener, Silivri’ye alınana kadar birçok muhalif, aydın, demokrat, Marksist, feminist, Kürt hareketi yanlısı insan “darbe-demokrasi ikilemi” içinde saf tutmayı en mühim görev addettiler. Bu ikilem gerçekleri aydınlatmaktan ziyade açık gerçeklerin algılanmasını bozmaya yarayan bir düşünce aparatı olduğunu gösterdi. Ama kendini her an tahkim eden bir ideolojik yapı içinde yer alan bu ikilemi dayatma eğilimi sönmüş değil. Bu ikilem seçim sonrası yeni anayasa oluşumunda da “demokrasi seçeneği” ikiyüzlülüğü adına önümüze konacak. Yememek durumundayız.


Express dergisi şubat mart sayısında cezaevindeki Ahmet Şık’tan aldığı beyanatın baslığına şu cümlesini koymuştu: “İyice örgütlenmiş ve kararlı kimseler karşısında bulunuyoruz.” Bu iyice örgütlenmiş ve kararlı kimselere karsı düşünsel ve maddi bir ortak güce sahip olmayı öncelemeyen bir demokratik muhalefet’in bir anlamı olabilir mi? Bu soruya ben olmaz diye cevap veriyorum. Ahmet Şık aynı beyanatında “Türkiye Ergenekon soruşturması ile yeniden dizayn ediliyor ama birilerinin iddia ettiği gibi demokratik teamüller için değil, başka vesayetin önünü açmak için” demiş. Türkiye’nin yeniden dizayn edilmesine karsı kendi programı, iddiası, gelecek kurgusu ve isteği olmayan bir politik hareketin oyalanma dışında bir fonksiyonu olabilir mi? Ben olmaz diye düşünüyorum. Ahmet Şık, “durum vahim mi, yoksa işin içinde paranoya mı var” diye sorulunca da demiş ki “kitabı yazarken kendi kendime işin geldiği noktadan o kadar endişe eder cümleler söylüyordum ki, sormayın. Bir ara ‘oğlum kafayı yedin, kökten laikler gibi mi düşünüyorsun’ diye soruyordum kendime. Eşim Yonca ile gülüyorduk halime. Ama bu soruları on metrekarelik bir hücreden ve pencerenin gösterebildiği kadar gökyüzüne karşı yanıtlıyorsam, evet durum vahim.”


Peki, kadınlar için bu secim öncesi neler önem kazanıyor diye düşünecek olsak neleri görürüz. Benim gözüme batanları üç başlık altında aktarmak istiyorum.


Kadın yok aile var

Hatırlanır Başbakan Recep Tayyip Erdoğan kadın hareketi acısından en önemli sözlerini Kürt açılımı için yaptığı ve pek çok kadın örgütünü davet ettiği bir Dolmabahçe toplantısında etmiş kadın erkek eşitliğine muhafazakâr görüş gereği inanmadığını söylemişti. Bundan birkaç ay sonra Ekim 2010’da aynı görüşlerini yinelemiş: “Bazı bayanlar ekranlarda kadın erkek eşitliği diyorlar. Bu eşitlik haklar konusunda eyvallah. Ama diğeri yaradılışa ters. Siz önce kadınlar arasındaki eşitliği halledin. Kadınlar arasındaki eşitliği savunmayanlar nasıl adaletten bahsedebilir.” Başbakanın bu tutarlı açıklamaları ilgi çekti ama infial yaratmadı.

Hatırlanır Çağlayan yürüyüşü zamanı büyük bir kısmı ordudan medet umarak olsa da sokağa dökülen kadınlar vardı. Tayyip Erdoğan’ın “eşit değiliz” demesi karsısında hiçbir laik veya eşitlikçi gösteri yapılmadı, kimse sokağa dökülmedi. Dökülmediler.


Ankara’nın İstanbul’a nazaran daha kuvvetli olan ve meclisle irtibatları olan feminist sivil toplum güçleri ise benim bilebilip duyabildiğim kadarı ile bu “eşit değilsiniz” çıkışına haşin bir refleks göstermedi. Zaten Dolmabahçe konuşması sırasında salonda olan pek çok sivil toplum örgütü de Erdoğan'ın bu açıklamasını sükûnetle dinlemişti.


Birçok feminist, Kürt kadın hareketinin veya Kürt sorunu etrafındaki çalışmaların içine gömülü oldukları için Erdoğan’ın bu çıkışını aşırı önemsemediler.


Kürt kadın hareketi kendi referandumu boykot ve tutuklamalar meselesine kenetlenmişti.


Şükür İstanbul’da feministler başbakanın katıldığı bir büyük toplantıdaki konuşması sırasında “siz eşit değilsiniz dedikçe biz daha çok öldürülüyoruz” diye pankart açarak tavır gösterdiler. Gerçi sonra feministlerin sekiz martına damgasını vuran bu tema olmadı.


Burada gösterilen refleksleri eleştirmek –değerlendirmek değil niyetim. Muhakkak kadın hareketinin bütün bileşenleri bu ifadeye tepki duydu. Ama bu ifade vahim bir hakaret olarak görülmedi. Başbakan “ben muhafazakâr demokratım” demişti. “Ben bana oy veren milletim gibi düşünüyorum” demişti. Yani demokrattı. Başbakan eşitliği doğaya mahsus bir ilkeden bahsediliyormuşçasına tahrif ediyor, öte yandan demokrasiyi de millet ne düşünüyorsa ona uymak olarak tanımlamaktan çekinmiyordu.


13 Mayıs’ta ise hükümetin kadınları fazlası ile ilgilendiren bir girişimi basına yansıdı; haber şöyle idi: “Hükümetin, Meclis'ten 6 aylığına aldığı Kanun Hükmünde Kararname çıkarma yetkisi ile yapacağı çalışma netleşti. 8 Devlet Bakanlığı kapatılırken 11 yeni bakanlık kurulacak. Bazı bakanlıklar tamamen kapatılırken bazı bakanlıklar da bölünecek veya değişecek. Değişecek bakanlıklardan biri kadın ve aileden sorumlu devlet bakanlığı: Kadın, aile ve özürlüler konuları ile sosyal yardımların tek çatı altında toplanmasıyla Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı kurulacak. Bakanlık, tarım sektöründeki geçici işlerde çalışanlar, eğitimsiz bireyler, kadınlar, çocuklar, yaşlılar, özürlüler ve yoksulluk riskiyle en fazla karşı karşıya olan kesimlerin sorunlarıyla ilgilenecek.”


Bu gelişme pek çok kadında tabiri caizse şok etkisi yarattı. Oysa 18 Nisan’da Abdulkadir Selvi Yeni Şafak’ta bu meseleyi haberleştirmiş, şöyle yazmıştı: “Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı, kendi bütçesi olan, icra gücüne sahip bir bakanlığa dönüştürülüyor. Sosyal yardımlaşma fonunun kaynaklarıyla birlikte güçlü kaynaklara sahip bir, ‘Aile ve Sosyal Yardımlaşma Bakanlığı’ geliyor. Bu seçimlerin en büyük özelliği, partilerin iddialı sosyal yardım projeleri ile yarışmaları değil mi?”


Selvi, bakanlıklarda yapılacak değişikleri bir bir anlattıktan sonra yorumlar yapmış ve demişti ki: “… ‘İleri Demokrasi’ hedefinin sadece ‘yeni Anayasa’ ile sınırlı kalması düşünülemez. Bakanlıklara ilişkin düzenlemeler, işleyişten kaynaklanan sorunları gidermeye yönelik bir, ‘Restorasyon’ çalışması olarak görülebilir. Her seçimin bir ruhu vardır. Aslında açıklanan seçim beyannamelerini, milletvekili listelerini demokrasinin şekil şartı olarak görmek gerek. Asıl büyük kavga derinde yaşanıyor. Yıllarca ülkenin kaderine seçilmişler mi hakim olacak yoksa elinde silahı bulunanlar mı kavgası yaşandı. Bu seçimde ise tablo çok net. Kimse yanılmasın, bu seçim Ergenekon’u içeriye tıkanlarla, Ergenekon’u Meclise taşıyanlar arasındaki bir mücadele.”


Selvi çok net. İddialı. Ve gördüğünüz gibi bakanlığın isminden "kadın"ın çıkarılıp atılmasından hiç bahis etmiyor. Kadınları ne ilgilendiriyor? Sosyal yardım. Bu yardımı nerede alacaklar? Aile içinde. O halde problem ne? Bir de ayrıca kadın haklarına ne ihtiyaç var ki zaten, değil mi?


Eşitlik Mekanizmaları Platformu adı altında bir araya gelen ve Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği'nin (KA-DER) genel merkez ve şubelerinin ağırlığını oluşturduğu 58 kadın örgütü, 15 Mayıs’ta başbakanlığa bir mektup yazdı. 1991'de kurulan Başbakanlığa bağlı Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü'nün (KSGM) de Kadın ve Aile Genel Müdürlüğü’ne dönüştürülmesinin olumsuz bir gidişat olduğunu dile getiren kadın örgütleri, mektupta, alınan duyumlara rağmen herhangi bir açıklama yapılmadığına dikkat çekti.


Mektupta şu görüşlere yer verildi: "Hükümetin bu doğrultudaki plan ve programlarına dair bilgi vermemesi ve görüşlerini paylaşmaması, bilgilerin ancak duyumlarla sınırlı kalması da kaygımızı artırmaktadır. Kuruluş amacı kadının ‘birey’ olması ilkesine dayanan KSGM'nin yapısının güçlendirilerek ve kadından sorumlu bir icra bakanlığı kurularak bu çerçevede daha etkin bir şekilde görev yapması beklenirken, aile ya da sosyal yardım merkezli politikaların esas alındığı yapıların içine çekilmesi kabul edilemez. Kadın hak ve özgürlükleri mücadelesi veren kadın örgütleri olarak bu türden girişimlerin karşısında olduk, olmaya da devam edeceğiz. Böylesi önemli bir değişikliğin konunun esas taraflarını ve onların görüşlerini dışarıda bırakarak gerçekleştirilemeyeceğini biliyoruz. Bu konuda acilen gerekli açıklamaların yapılmasını ve işbirliğinin oluşturulmasını bekliyoruz."


Belki birçok kişi böyle bir bakanlığın olduğunun bile farkında olmayabilir. Ayrıca bu bakanlıklar erkek egemen düzeni değiştirmez, düzen değişmediği müddetçe bu tür bakanlıklar olsa ne olur olmasa ne olur diye de düşünülebilir. Haklı da olunur. Ama bence bu memleketin kadınları için kadının sadece aile içinde tanımlanmasının çok ağır bir anlamı olduğunu herkesin bilmesinde yarar var.


Kadınlar için bir erkeğin eşi, bir babanın kızı, birilerinin annesi olmak dışında bir varlık olarak tanımlanma mücadelesi yüzyıllar sürdü. Bugün Türkiye’de kendi mesleklerine, kendi bütçelerine, kendi ahlaki tercihlerine, kendi cinsel tercihlerine göre yaşamayı bir erdem bir namus sorunu olarak gören o kadar çok kadın var ki? Bakanlığın varlığı yapısı fonksiyonu bir yana biz kadınlar için kabul edilemez olan “sosyal yardıma muhtaç aile içi varlıklar olarak tanımlanmaktır.” Bu tanımlama hep aile içinde tanımlanan yaratıklar olarak kalmamızı garanti etmek üzere dizayn edilmiş köklü bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Hükümetin bu girişimi her şeyden önce kadınlara hakarettir, böyle düşünmek görmek durumundayız.


Bu düzenleme seçim öncesi gerçekleşebilir veya seçim sonrasına kalabilir veya hiç yapılmayabilir. Ama Recep Tayyip Erdoğan’ın samimiyetle açıkladığı eşitlik söylemi karşıtlığı ile böyle bir bakanlık örgüsü tutarlıdır. O yüzden milletin içinde kökleşmiş olan geleneksel Türk İslam patriarkal ideolojisi ile karşı karşıya olduğumuzu hatırlamak durumundayız. İktidardaki muhafazakâr-dinci güçlerle cepheleşmeyen bir feminizmin erkek egemen iktidarı zedeleme şansı olmadığını görerek seçim sonrasına hazırlanmamız gerekiyor.


Mahalle baskısı üstüne dinleme aygıtı

Bu seçim öncesi ortaya çıkan bir durum var. MHP yöneticisi altı erkek aile dışına taşan cinsel hayatlarının kendilerinden habersiz çekilmiş görüntülerinin internet aracılığı ile ortaya sürülmesi sonucu olarak partilerinden istifa etti. Bu Adnan Menderes’in serbest aşk hayatının kendine karşı kullanıldığı 1961 darbecilerinin uygulamalarına benzer bir sürece yol açtı. Siyasal iktidar seçim sürecinde bu konudan azami yararlanmaya başladı. Başbakan konudan edepsiz kasetler diye bahsediyor. Burada hangisi daha büyük edepsizlik sorusu ortada. Acaba onların bu yaşantıları mı yoksa bunun kayıt edilip ortaya sürülmesi mi edepsizlik olarak görülmeli. MHP’li siyasetçilerin aile dışı para karşılığı sevişme görüntüleri internette yayımlandı ve günlerce izlenebildi. Malum günümüzde bir kere ortama sürülen bir görüntü kayıt edilebiliyor ve böylece asla ortadan kalkmıyor. Öyle bir durum ortaya çıktı ki birden bire herkes aile dışında sevişmenin ne kadar büyük bir toplumsal günah olduğunu düşünüyor olduğunu ima etmeye başladı. Biz biliyoruz ki “temiz ve tertipli bir aile yaşantısı” olmayan insanları karalamanın kolaylaşması hiçbir zaman kadınlara yaramamıştır. Çünkü iffet denetiminin yoğunlaşması her zaman en fazla kadınlara zarar verir.

Nedense Şerif Mardin’le birlikte anılan bir “kavram”ımız var. Mahalle baskısı. Oysa kadınlar için mahalle baskısı “ne derler” veya “ne denir” sorusunu hep fısıldayan bir görünmez kurum olarak hep bildikti. “Ne derler” korkusu kadınları her zaman herkesten fazla saran bir korkudur. Hele evli ve çocuklu bir kadınsanız ve kendi ayakları üzerinde duracak manevi maddi gücünüz hiç yoksa. Köy-şehir, apartman-bahçeli site, Toki sitesi-lojman fark etmez; her yerleşim tipine hâkim bir denetim mekanizmasıdır bu. Burada söz konusu olan ortalama dinsel-ahlaksal-erkek egemen yasalar ve kurallardır. Bu sistem özellikle evli çocuklu kadınları daha kolay sarar. Tek kurtuluş yalandır. Türkiye’de 1980 sonrası güçlenen dinci akımlar günlük hayat için kendi denetleme alanlarını muhakkak genişletip kuvvetlendirmiştir. Artık birçok kadın kendi hayatını birtakım ablaların imamların denetiminde yaşamaktadır. Ama bu seçim öncesi görüldü ki Turgut Özal günlerine ait muhafazakarlık+serbestlik sempatisi formülü tamamen ortadan kalkmış haldedir.


Seçimler öncesi oluşan bu skandalın bu kişileri küçük düşürmek dışında anlamları var. En önemlisi, bence herkesin başına bunun gelebileceği fikridir. Bu sadece teknolojinin kötüye kullanımı ile ilgili bir sorun değil. Çünkü son bir yıldır insanların telefonundan yüklenenler, internette yaptığı yazışmalar, bunların aslı veya oluşturulmuşları soğuk adliye odalarında tutuklanma gerekçesi olarak karşısına çıkarılabildi.


Bu seçimlere çürüme-taassup ikilisinin kültürel egemenliği altında girdiğimiz söylenebilir. Ahlaki yozlaşma tam zıddı gibi görünse de aslında taassubun kardeşidir. Ve seçim sonrası süreçte özgürlükçü bir feminizm kendi ahlaki iddialarını muhakkak sergilemek zorundadır.


Kadınlar ölüyor, devlet susuyor

12 Mayıs günü feminist kadınlar Türkiye'nin onlarca şehrinde hızla artan erkek cinayetlerine karşı sokaklarda idiler. O gün görülen Ayşe Paşalı davasında cinayeti işleyen eski eşe haksız tahrik indirimi yapılmadan hüküm verilmesini sevinçle karşıladılar. Israrla esas önemli olanın bu hüküm değil cinayetlerin engellenmesi olduğunu belirttiler. Ertesi gün bir kadın daha öldürüldü. Bu cinayetler pek çok açıdan incelenebilir. Ama şu açık bu cinayetleri işleyen erkekler her zaman bu kadınların en yakınları. Çoğunlukla da nikâhlı kocaları veya eski kocaları. Yani cinayet yeri aile.

Bugün tekelci-kapitalist sistem geniş bir kadın nüfusunu evde ücretsiz köle, dışarıda çok düşük ücret alan işçi-köle olarak çalıştırmayı hedefliyor. İşçi-köle çünkü hiçbir güvencesi yok. Öyle ki klasik pederşahi sistemin erkeğin mutlak reisliğine dayalı aile yapısı bugün birçok kadın için tek güvenilir ekonomik seçenek durumunda. O yüzden pek çok kadının ezilmeye ve sömürülmeye neredeyse rıza gösterdikleri bir karanlık patriarkal dönemden geçiyoruz. O yüzden kadınlara bir yandan sosyal yardım, cemaat yardımı, parti yardımı, vaat ediliyor, bir yandan da koca denetimindeki yuva korumasının erdemleri vaaz ediliyor.


Kendine erkekten ayrı bir yol çizmeye çalışan kadınlara ise o kadar kolay kıyılıyor ki. Kadınların ölümü eğlenceleri kasete alınmış MHP’li siyasetçilerin kariyerinden olmasına benzemiyor. Kadınlar siyasi geleceklerini değil canlarını kaybediyor. Hal böyle iken para karşılığı seks sanki padişahların cariyelerinden bugüne bir erkek geleneği değilmiş gibi edep keşfediliyor. Oysa en büyük edepsizliği kadın katillerine karşı başarısız olmaktan hiç utanmayan içişleri bakanlığı yapmıyor mu?


Türkiye’nin çeyrek yüzyıldır süren iç savaş koşullarında büyüyen geniş genç erkek nüfusu organik bir faşistleşmeye çok yatkın. Bu yoksul Türkçü İslamcı genç erkekler özgürlükçü bir hayat sürmeye çalışan kadınlara karşı şiddetli bir kin besliyorlar. Hükümetin “eşit değilsiniz” demesi ile bu cinayetler arasında bağ kuran feministler o kadar doğru bir şey söylüyorlar ki. Oysa bu kadar kadının ölümüne karşı tek bir siyaset, önlem, vaat geliştirmeyen hükümet seçim öncesi kadınlara hitap ederken ne kadar rahat.


Yukarıda alıntı yaptığımız hükümet yanlısı gazeteci Selvi haklı: her seçimin bir ruhu var. Bununki saldırgan, faşizan bir pespayelik olabilir mi. Ne dersiniz?


*
Handan Koç'un bu yazısı Mesele dergisinin Haziran sayısı için kaleme alınmış, derginin ve yazarın izniyle ilk olarak Sendika.Org'da yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok: