10 Mayıs 2011 Salı

Apoletli Medya Renk Değiştirdi

Yeni_Özgür_Politika Bugün de hem medyayı hem kamuyu egemenlik alanında tutmaya çalışan bir güç var. Bu gücün rengi ve adı değişti. Apoletli medya olmak için illa da haki olması gerekmiyor üniformanın. Gazeteci artık, siyasi veya ekonomik iktidarla, ideolojik veya askeri iktidarla beraber ve çoğu zaman bu üç gücün hoperlörü olan bir dördüncü güç olarak yanında durur hale geldi.
AKP’nin dokuz yıldır iktidarda kalmasını sağlayan en önemli vaadi Türkiye’nin kemikleşmiş sorunlarını çözmekti. Bunların başında da ‘Kürt sorunu’, kişi hak ve özgürlükleri ile askeri vesayetin kaldırılmasıydı. Bir kez daha iktidara gelme hazırlığındaki AKP’nin dokuz yıl sonra neredeyse yine aynı vaatlerle oy isteyebilmesini sağlayan faktörlerin sosyolog ve sosyal psikologların analizine ihtiyaç bırakması ayrı bir gerçek. Daha görünür olanı ise; Kürt halkının taleplerine bugün de gaz bombaları ve coplarla karşılık verilmesi, milletvekillerinin yerlerde sürüklenmesi, gazetecilerin tutuklanması, kitapların yasaklanması ve AKP karşıtı herkesin birgün bir terör örgütü çuvalına sokulacağı endişesi taşıması.

Böyle bir ortamda seçim sürecine girerken, Ragıp Duran’ın “Kürt gazeteciliğinde milat” diye tanımladığı Özgür Gündem Gazetesi 17 yıl sonra yeniden hayat buldu. Yine Duran’ın ifadeleriyle “siyasi veya ekonomik iktidarla, ideolojik veya askeri iktidarla beraber, çoğu zaman bu üç gücün hoperlörü olan” yaygın medyaya rağmen, ezilenlerin, ötekilerin sesi olmak üzere yerini aldı. Tam da düşünce ve ifade özgürlüğünün, Kürt halkının taleplerinin zor ve baskıyla engellenmeye çalışıldığı bir dönemde, Özgür Gündem’in ilk genel yayın yönetmeni Ragıp Duran’la konuşmadan olmazdı. Halen Lübnan El Müstakbel Gazetesi ile Libération gazetesinin Türkiye muhabirliğini sürdüren Duran’ın “iktidar kibri” ile açıkladığı AKP’nin bugün geldiği noktayı, “apoletli medya”nın şimdiki üniformasını ve elbette 90’lı yıllarla bugün arasındaki farklılıkları konuştuk.

Demokrat Yargıçlar Derneği Eşbaşkanı, “İmamın Ordusu” kitabına ilişkin yasakları “Muhtıra” olarak niteledi. Düşünce ve ifade özgürlüğü açısından bu kadar ağır bir durumla mı karşı karşıyayız?
Evet, sert bir deneme yaptılar. Gazetecilerin yürüyüşü ve kamuoyunda doğan tepki bu sürecin önünü kesti. Ayrıca AKP ve iktidar yanlılarını da böldü, adeta Zaman tek başına kaldı. Tutsaydı çok daha vahim olur, o uygulama her alana yayılırdı. Onlar için bir talihsizlik de seçim dönemine girmiş olmamız. Erdoğan’ın da bembeyaz bir suratla “bunu bize fatura edemezsiniz” demesi, ardından F tipi cemaat ya da nebula her neyse, onların da hafif bir özeleştiri tutumuna girmesi kamuoyu etkisini gösteriyor.

Savcının değiştirilmesi ifade ve düşünce özgürlüğü açısından pozitif bir değişimin olacağının göstergesi sayılır mı?
Savcının aslında terfi ettirilmesine rağmen, özel yetkilerinin alınması ve bu davadan uzaklaştırılması; hizmet ettiği ya da hizmet etmesi beklenen çevrelere sunduğu aşırı hizmetten doğan bir bumerang etkisi. Bundan sonra, soruşturmayı yürütecek savcılara belirli bir limit gösterilmiş oldu. Çok katı biçimde ‘okuyan da yanar, onu da terör örgütüne yardımdan içeri alırım’ anlayışı kimin eseri? Bu zihniyetin mimarı kim? Edward Said’in ABD için veciz biçimde özetlediği “emperyal kibir” neyse buradaki “iktidar kibri” de o. Belli ki basın özgürlüğüne yönelik adım adım planlanmış, organize bir girişim. KCK operasyonunda da aynı zihniyetin izlerini görüyoruz, Devrimci Karargah’ta da. Bu aslında bizatihi, kendileri iktidarda olmamalarına rağmen (F tipinden söz ediyorum) çeşitli bürokratik kademe, mevki ve unvanları ele geçirmiş olmak nedeniyle, bu iktidar kibriyle, ‘ne istersem yaparım’ psikolojisine kapılmış olmalarıyla açıklanabilir.

Basın tarihi açısından bakıldığında, basına yönelik son uygulamaları karşılaştırabileceğiniz bir örnek var mı?
Ben bunu şuna benzetiyorum. Bizim tarihimizde iki önemli kayıt var. 1925’de devlet Şeyh Sait isyanını bastırmak için Takriri Sükun kanunu çıkartıyor, 7 satırlık bir madde bu. Yürütmeye olağanüstü yetkiler veren, savunma hakkını rafa kaldıran bir kanun. Ama bu kanun sadece Şeyh Sait isyanıyla ilişkisi olanlara değil, 12 tane ittihatçı geçmişi olan, aralarında Ahmet Emin Yalman’ın da bulunduğu gazetecileri de kapsayacak şekilde uygulandı. Dolayısıyla devlet refleksinde ‘hazır yol açılmışken, eskiden sorunumuz olanları da katalım’ anlayışı var. İkincisi; otorite tesis etmek için her iktidar bir hayalete, çoğu zaman da hayali bir tehdide ihtiyaç duyar. Bugün de muhalif herkesi itibarsızlaştırma, ‘Ergenekon’u bu amaçla kullanma politikası yürütülüyor.

Ogün Samast bile medyayı suçladı. Bu sözleri medyanın yarattığı zemin açısından değerlendirdiğinizde nasıl bir sonuç çıkıyor?
Elbette eline silahı alıp vuran insanın bu tür bir gerekçe öne sürmeye hakkı olmaması gerekir. Ama, katil zanlılarının bile kendini savunmak için bir araç haline gelmesini bizzat medyadaki herkesin düşünmesi lazım. Bu trajik bir durumdur.

Şu yapılabilir: Ruanda’da nefret söylemini yaygınlaştıran pek çok gazeteci uluslararası mahkemelerde etnik nefreti körüklemekten yargılandı. Mesela Hürriyet mağdurları da -Gülten Kaya, Rakel Dink gibi, eşlerini, çocuklarını, yakınlarını, sevdiklerini kaybeden Kürt halkı gibi- mahkemede değil ama somut bir şekilde haberin toplum üzerinde oluşturduğu yargıları teşhir ederek, kamu vicdanında mahkum ederek medya üzerinde baskı oluşturabilirler.

Dün Hürriyet’in yerine getirdiği işlevi, dengelerin değişmesiyle birlikte üstlenen bir başka gazete oldu mu sizce?
Bugünkü süreci derin devletin kabuk ve aktör değiştirmesi olarak algılayanlar, medyanın da buna göre yapılandırıldığını düşünüyor. Ki somut bütün işaretler bunu gösteriyor. Zaten ipuçlarını medya açısından Zaman ekibi ve Hüseyin Gülerce verdi. Gülerce “tasfiyeler olacak” dedi. Eskiden askeri iktidar ağırlıktaydı. Şimdi ise devletin önemli pek çok kurumunu ve ideolojik aygıtlarını -bunların içinde medya da var- AKP ele geçirdi. Henüz devletin tüm kademelerini, tüm aparatlarını ele geçirmiş olmasa da çizdikleri yol belli. AKP artık 2002 öncesi, varoşları, mütedeyyin insanları temsil eden, iyi niyetli, anti Amerikancı AKP değil. Bu 9 yıl içerisinde AKP, devleti kadrolarıyla ele geçirmeye çalışırken kendisi devletleşti. Totaliter bir anlayışla bütün kurumları kendi ideolojileri doğrultusunda yapılandırmaya çalışıyor.

Askeri vesayeti yıkma, devleti sivilleştirme iddialarının hiç karşılığı yok mu?
Bunu yaparken askeri vesayetin yerine kendi vesayetlerini oluşturma meselesi göz ardı ediliyor. Oysa, yakın tarihe baktığımız zaman askeri vesayeti zayıflatanların 2002 yılında iktidara gelen AKP değil, somut olarak çok daha ciddi ve maalesef kanlı bir şekilde 1984’den bu yana mücadele eden Kürt hareketi olduğunu görüyorum. Silah baskısıyla kurulmuş olan askeri vesayet öyle seçimle falan kaldırılmaz. Bunu Kürt hareketi çok daha somut biçimde, çok önceden görüp aynı yöntemle, AKP’den çok daha önce zayıflatmaya başlamıştı. 1984’de başlayan o silahlı mücadele olmasa 2002’de AKP iktidara zor gelirdi.

Medyanın Kürt meselesini algılama ve yansıtmasında bugün, 2000 öncesine göre farklılık var mı?
Bana göre büyük ölçüde yok. Gerçekten soru ilginç. İrdelenmesi gereken şöyle bir şey var: O dönemin gazete manşetleriyle bu dönemin gazete manşetlerini üst üste koyup, bir döküm yaptığımız zaman çok net ortaya çıkar. 90 öncesi manşetleri askeri yanı ağır basan iktidar kaplıyordu. Bugün baktığımız zaman belki askeri yanı öne çıkmıyor ama, yine siyasi iktidar var. Ezilenler, yurttaşlar, kamu açısından bakıldığında gene sürekli olarak hem medyayı hem kamuyu egemenlik alanında tutmaya çalışan bir güç var. Bu gücün rengi ve adı değişti. Apoletli medya olmak için illa da haki olması gerekmiyor üniformanın. Haki veya yeşil emir-komuta zinciriyle çalışan basın-yayın kuruluşu anlamına gelir. Savcıdan, başbakandan aldığını ve neredeyse emir üzerine yayınlayan kurum da aynı kavrama girer. Devletin üç gücünü; yasama, yargı ve yürütmeyi kamu çıkarı adına izleyip, aksaklıkları dile getiren kişi değil artık gazeteci. Gazeteci artık, siyasi veya ekonomik iktidarla, ideolojik veya askeri iktidarla beraber, çoğu zaman bu üç gücün hoperlörü olan bir dördüncü güç olarak, karşısında değil yanında durur hale geldi.

Yandaş medya tanımına katılıyor musun?
Demokrat Parti döneminde ‘besleme basın’ tabiri vardı.

Bu daha mı uygun bir tabir?
Ee besleniyorlar çünkü. Sadece yandaş değiller. (Kahkahalar) Dolayısıyla bunlara temel görev olarak ana muhalefet partisini eleştirmek düşüyor. Esas görevleri iktidarı övmek ama akıllı olanları bunu dolaylı bir şekilde yapıyorlar. Bugün artık TSK’nın -belki de sevindirici tek olumlu yan budur- öyle darbe yapacak gücü kalmadı. Ama bugün güçlenen başka bir akım var. AKP, cemaat denen kesimin borusu ötüyor. Ve medyanın esas olarak sessizlerin sesini yansıtmak, güçsüzleri korumak, kamu çıkarını gözetmek gibi asli görevlerinin hiç yapılmadığını görüyoruz.

Medyanın sivil itaatsizlik eylemlerini de adeta bir şiddet eylemi gibi yansıtması, iktidarın Kürt politikasının medya üzerinden yansıması mı?
Büyük ihtimalle. Sivil itaatsizlik; yasal olduğu halde gayrı meşru telakki edilen şeyleri yasayı çiğneyerek ortadan kaldırmaktır. Halbuki bugün Kürt hareketinin yaptığı, meydanlarda toplanmak, çadırda durmak. Bunun kanuna aykırı bir yanı yok. Kanuna aykırı şey, vergi vermemektir, yasaklanmış kitabı dağıtmak, satmaktır mesela. Bence bugün yapılan çok barışçı bir eylem türü.

Sorun ne o zaman?
Kürt halkının siyasi bilinci, talepleri Türk devletinin sınırlamaya çalıştıklarını çoktan aşmış durumda. Bu devlet açısından çok büyük bir endişeyi oluşturuyor. Kürt meselesinin çözümü Türkiye’nin ötekiyle ilişkisinin irdelenmesine, Türkiye’nin idari yapısının çözülmesine yol açacak. Merkeziyetçi yapının işlemediği ortaya çıkacak. Ellerinde iktidarı tutanların buna razı olması mümkün değil. Çünkü o zaman kendi kuyularını kazmış olacaklar. Bütün iktidar, bu adaletsizlikler ve haksızlıklar üzerine kurulu. O bakımdan da mevcut statüko, çözülmemesi için, çözümün ipuçlarını gördüğü zaman şiddetli tepki göstermek durumunda. Dolayısıyla kalkıp Hürriyet gazetesinin d,e Zaman’ın da Kürtlerin hakları üzerine manşet atmasını beklemiyoruz.

İktidar-medya ilişkisi, yargının medyayla ilişkisine nasıl yansıyor?
AKP öncesi de yargının tam bağımsız olduğunu ileri sürmek mümkün değildi. Ama yargı bugün eskiye oranla çok daha fazla siyasi iktidarın denetiminde, yönlendirmesinde. Dolayısıyla bence medya- yargı ilişkisi, medya-iktidar ilişkisinin sadece bir parçası. Eskiden de farklı değildi ama bugünkü gibi de değildi.

Erdoğan “Ben yargının işine karışmıyorum, o da benim işime karışmasın” dedi. Bir başbakan bunu söyleyebilir mi? Söyler, diktatörlüklerde mümkündür. Hakime ‘sen kimsin’ diyebilir. Yargıçlar cumhuriyetini de kimse savunmuyor. Ama yargının yürütmenin işine karışmaması demek, cahil cüretidir. İlk tanımında yargının, yürütmeyi denetlemekle sorumlu olduğu aşikar. Bu tabi sadece cahilce bir şey de değil. AKP beyinlerinin tahayyülünde Amerika ile Abu Dabi karışımı bir yönetim şekli var. Kapitalist görünümlü, feodal bir diktatörlük.

Gündem gazetesinin saldırıların hedefinde olduğu 90’lı yıllarda gazetenin yönetim kadrosundaydın. Gündem gazetesi yeniden çıkınca ne hissettin?
Dönem dönem bazı yayınlar çıkmış olmasına rağmen, Özgür Gündem günlük gazete olarak bir milattır. Kürt karşıtlığının çok koyu olduğu bir ortamdı. Prestijli, adı sanı bilinen bazı aydınlara köşe yazmaları için teklifte bulunmuştuk. Kimisi görüşmeyi bile kabul etmedi. Bildiğimiz, yakınlarımızdaki insanlardı. Kimi de ‘hele bir çıksın’ falan diye geçiştirdi. Tabi, Haluk Gerger gibi talepte bulunulmasa bile destek verecek isimlerden bahsetmiyorum. Dolayısıyla o dönemle şimdiki ortam çok farklı. Hani AKP’ye ‘Akşam olmuş, günaydın’ diyeceğim. Askeri vesayeti, senden çok önce Özgür Gündem’le başlatmıştı değiştirmeye Kürt hareketi.

Özgür Gündem’in bugün, o yıllarla kıyaslandığında tamamen yeni bir sürece doğduğu söylenebilir mi?
Bu gazete sürekli isim değiştirmek zorunda kaldı. Sürekli kapatılmak, yasaklanmak durumuyla karşı karşıya kaldı. Çalışanları öldürüldü. Ben topu topu üç dört ay çalıştım. Ben o dört ayda 3 kere muhabirlerimizin cenazesine gittim. Eskiden gazetecileri vurarak basın özgürlüğünü engellemeye çalışıyorlardı.

Ama bugün de Kürt düşmanlığı, -Bursa’da, Söğütözü’nde, Sakarya’da gördük- toplumun derin hücrelerinde yerleşmiş ve medya tarafından da hala kışkırtılmaya açık. İki dönemin hangisinde Kürt düşmanlığının daha az olduğunu tespit etmek zor. Baskı bugün de var. Yöntemleri değişti. Bu yöntemlere karşı gelmek, ötekine karşı gelmekten daha kolay. Çünkü muhabirimiz öldürülmediği sürece haber yapmaya devam edebiliriz. Cenazeye gitmeyelim de mahkemeye gidelim razıyız. Bu söylediklerimin de ne kadar vahim olduğunun farkındayım. Yani hapishaneye evet, diyoruz şu anda.

İNCİ HEKİMOĞLU

Hiç yorum yok: