26 Nisan 2011 Salı

Urfa Şehrinin Ermeni Katliamı ve Suç Ortaklığı

Bugün 24 Nisan. 1915’de Osmanlıyı yöneten İttihad ve Terakki çetesinin büyük Ermeni Soykırımını başlattığı gün. Aslında 1915’te, o güne gelene kadar Abdulhamit yönetiminin ve İttihatçı çetelerin onlarca Ermeni katliamı var. Ermeniler aslında en büyük katliamları 1895, 1896 ve 1909’da yaşıyorlar. 1915 katliamı önceki katliamlardan arta kalanların silinip süpürülmesidir.
 
Kürt şehirlerindeki Ermeni katliamlarını incelerken, 1895 yılında Urfa’da yapılan katliam tüylerimi diken diken etti. 27 ve 28 Ekim tarihinde, Kürtlerden oluşan Hamidiye Alayları 900 Ermeniyi öldürürler. Bu katliama rağmen Urfa’nın Türk yönetimi silahlarını teslim etmek koşuluyla Ermenileri koruma altına alacağını söyler.  Ermeniler, onca kayıba rağmen buna safça inanırlar. Çoğu silahlarını teslim eder ve yaralarını sarmaya çalışarak işlerinin başına dönerler.
 
Türk yönetimi altındaki katliam mekanizması bir kez harekete geçmiştir. Yeniden kıpırdayacak ve sonuna kadar gidecektir. Urfa yönetimi 28 Aralık tarihinde sözde güvenliği sağlamak üzere Halep’ten bir Redif Taburu getirtir. Sözü burada Fransız yazar Yves Terno’nun Ermeni Tabusu adlı kitabına bırakalım.
 
“Tabur, Ermeni mahallesini çembere alır ve şehrin giriş çıkışlarını tutar. Öğlen vakti, peşinde silahlanmış Müslümanlar (siz bunu Kürtler ve Türkler olarak anlayın. HB) bulunduğu halde Redif Taburlar dört değişik noktadan Ermeni mahallesine saldırıya geçerler. Evlerin kapıları baltayla parçalanarak içindekilerin boğazları kesilir. Plan kesindir, önce katliam, sonra yağma…”
 
“Bir şeyh, yüz genç Ermeniyi getirterek bunları sırt üstü yere yatırtır ve tıpkı koyun kurban ederken yapıldığı gibi, Kuran’dan okunan ayetler eşliğinde Ermeni gençlerin başları gövdelerinden kesilerek ayrılır. Gün batımında borazanın çalışıyla birlikte katliam birlikleri geri çekilir. 29 Aralık Pazar şafağında borazan bir kez daha çalar. Katliam yeniden başlamış ve kurban eksikliğinden dolayı öğlen üzeri sona ermiştir. Yine de hala öldürülecek insan mevcuttur. Bir önceki gün üç bin kişi kiliseye sığınmıştır. Türkler kiliseye saldırır ve kurbanları teker teker öldürmeye başlarlar. Ama bir süre sonra daha çabuk sonuç getirecek bir çözüm tercih edilecektir. Eşya ve halılardan oluşmuş bir yığının üzerine gaz dökülerek ateşe verilir. Koridora ve binanın ahşap aksamına yayılan yangın sonunda sadece çatıya sığınmış elli kadar kişi sağ kalacaktır.”
 
İngiliz Konsolos Fitzmaurice iki gün süren Urfa katliamı ile ilgili şunları söylemiştir:
 
“Yaptığım titiz araştırmalara dayanarak, iki gün süren katliam sonunda sekiz bin Ermeninin katledilmiş olduğunu söyleyebilirim. Bunlardan ikibin beşyüz ya da üç bin kadarı katedralde öldürülmüş veya yakılmışlardır. Eğer bir süre sonra bu sayının gerçeğe daha ykın olan dokuz ya da on bin kişi bulduğu ortaya çıkarsa, hiç şaşırmayacağım.”
 
Yıllara yayılmış Ermeni soykırımı, aynı zamanda yalan, aldatma, reform ve anayasa oyalamaları altında sürdürülmüştür. İttihad ve Terakki’nin Selanik komitesi 1908’de bir hükümet darbesi gerçekleştirir ve Meşrutiyet ilan eder. Şimdi AKP’yi veya her dönemin yeni Türk yönetimlerini destekleyen Kürtler gibi, o zaman da Ermeniler önemli bir kısmı İttihad Terakki’nin yönetime gelmesini özgürlük sarhoşluğuyla karşılarlar. Bugünden yarına düşmanlıklar ve ırklar arası ayrımlar kalkmış gibi göründü. Osmanlı topraklarında haftalar boyunca büyük bir kardeşlik bayramı yaşandı. Bu ani dönüşüm karşısında şaşkınlığa düşen Avrupalı gazeteciler, Fransız Yazar Yves Ternon’a göre, birbirleriyle yarışırcasına değişik şenlikleri betimiliyorlardı:
 
“Bu gösterilerden en dikkat çekici ve en önemli olanı, ön sıralarında daha henüz serbest bırakılmış mahkumların yürüdüğü uzun bir kortejin İzmir sokaklarında akıp gittiği, 3 Ağustos akşamı yapılan yürüyüştür. Çiçek tarlası gibi süslenmiş bir araba üzerinde çok güzel bir Ermeni kızı birbirinin elini tutmuş bir Türk askeriyle bir Ermeninin başlarına çelenk takıyor; diğer bir araba üzerindeyse, bir Müslüman, bir Ermeni, bir Rum ve bir Yahudi başka bir sempatik grup oluşturuyorlardı. Bunlar çok yeni, tıpkı özgürlük, eşitlik, kardeşlik sözcüklerinin yazılıp çizilmesi gibi, askeri bando tarafından çalınan Marseillaise  marşı gibi, üç haftadan beri Meşrutiyet Türkiyesi’nde görülüp işitilen her şey gibi yeni olaylardı.”
 
Fransız yazarın kitabında şu notlar da var:
 
“En heyecan verici olanı 9 Ağustos Pazar günü İstanbul’da gerçekleşen gösteriydi: Harp Okulu öğrencilerinin çağrısı üzerine kalabalık bir halk topluluğu Feriköy Ermeni mezarlığını doldurdu ve 1896 katliamları kurbanlarının cestelerinin gömülü olduğu mezarların önünde saygı duruşunda bulundu.(Yüz on beş yıl sonra Kürt mezarları hala Türk devleti tarafından yıkılıyor.H.B). Bu soylu harekete Ermeniler, 13 Ağustos Perşembe Günü, Sultan Abdulaziz’in otuz yıldır yasaklı olan Özgürlük Marşı ile Osmanlı Ulusal Marşını kendi aksanlarıyla söyleyerek Ermeni halkını Taksim Meydanı’na çağırmakla yanıt verdiler. Burada ard arda yapılan konuşmalarda Türk ve Ermeni şehitleri yan yana anılarak(yüz yıl sonra Türk ölüleri şehit, Kürt ölüleri terörist olmaya devam ediyor. HB)dayanışma ve kardeşliği yücelten konuşmalar yapıldı. Sürgünde bulunduğu Paris’ten dönen(biz Ermeni katliamının yüzüncü yılında hala sürgünden dönemiyoruz. HB) Ermeni Avukat Zahrob ve bir önceki gün Şam sürgününden dönmüş olan Mareşal Fuat Paşa uzun uzun alkışlandılar. Haykırılıyor, sevinç çığlıkları atlıyor,(Yüz yıl sonra Kürtler Kürtçe şarkı söylediğinde Türkler tarafından linç ediliyor. HB)gözyaşları dökülüyor, kucaklaşılıyordu.”
 
Bu göz yazaşrtıcı kardeşlik, kucaklaşma ve sarılmadan birkaç ay sonra, yani 1909 yılının Nisan ayında önemli bir Ermeni nüfusun yaşadığı Kilikya’da, yani Adana, Mersin, Tarsus’ta Osmanlı Yönetimi ve İttihad ve Terakki çetelerinin Ermeni katliamı başlar. 1908 yılındaki kucaklaşma, sevinç gözyaşları, çiçekli gösterlerin hepsi Ermeni halkı gevşetip, kesin imhayı sağlamak içinmiş meğer:
 
“Askerler ve yağmacı çeteler, sakinleri 16 Nisan’daki ateşkesten beri silahsız olan(Türk devleti PKK’nin silahsızlandırılmasını özellikle bunun için istiyor. HB) Adana’daki Ermeni mahallelerine dalarlar. Bitişik nizamda inşa edilmiş evlere yangın bombaları fılatılır. Alevler, bir çok ailenin sığınmış olduğu okul binalarına kadar yayılır. Kaçmaya çabalayanlar kurşunlanmış, boğazlanmış, kolları bağlanarak üzerlerine gaz dökülmüş ve adeta bir meşale gibi yakılmuışlardır. Derisi yüzülerek kasap çengeline asılmış asılmış cesetler; karnı kazıkla yarılmış, kapı ve döşemelerede çarmıha gerilmiş insanlar; ölesiye dövülerek kemikleri kırılmış kadınlar, parça parça edilmiş çocuklar,(Çocuk öldürmek Türk devlet alışkanlığıdır. Son yirmi yılda Türk devletinin öldürüdüğü Kürt çocuklarının sayısı 400’den az değildiri. HB), elleri kesilmiş bebekler, kuyum hırsıları tarafından koparılmış el, parmak ve kulaklar… Ganimet savaşı yirmidört saat kesintisiz devam eder. Adana’nın üzerinden gerçek bir kan ve ateş tufanı geçmiştir…”
 
Kilikya Katliamında sonuç: 20 bin ölüdür…
 
Kürdistan’ın ve Türkiye’nin bütün şehirlerinde Ermeni halkına karşı katliam ve soykırım suçu benzer metodlarla işlenir. Türkler ve Kürtler katliam ve soykırım suçunda ortaklık yaparlar. Ermeni soykırımını insanlık tarihinin gelmiş geçmiş en büyük namusuzluğu olarak adlandırmak isabetlidir. Eğer şimdiye kadar kimse bu kavramı kullanmamışsa, ben kullanıyorum. Namusuzluk, komşunun canına, malına, karısına, kızına göz dikmek ve el koymaktır.  Kürdistan’da ve Türkiye’de Ermenilere karşı yapılan budur. Hem de binlerce, onbinlerce aileye yapılmıştır. Uçkur ve mal düşükünü namusuzlar, kocalarını ve kardeşlerini öldürdükleri Ermeni kadınlarını ve kızlarını koyunlarına almışlar, bunun adını da daha sonra “çocukların ve kadınların korunması” olarak adlandırmışlar. Bir kadın için babasını, kocasını veya kardeşini öldürenin koynuna girmekten daha kötü ne olabilir? Bunu kendi kişiliğinde sınamayan insan, insan değildir.
 
Ermeniler, bugün Kürdistan ve Türkiye olarak adlandırılan ve aslında ortak vatan olan kendi topraklarında öldürüldüler, yağmalandılar, tecavüze uğradılar. Bundan yüz yıl kadar önce nüfusu iki milyondan fazla olan bu halk şimdi yok. Türk ve Kürt ortaklığıyla buharlaştı gitti.
 
Ermeni halkının bu soykırımdan kurtulma şansı var mıydı? Şimdiye kadar okuduklarımdan çıkardığım kesin sonuç şu: Kürtler Türklerle suç ortaklığı yapmasalardı, Ermenilerin en azından Kürdistan topraklarında soykırıma uğraması mümkün değildi. Çünkü dağlarda bir çok Ermeni fedasi vardı. Bazı Ermeni köy ve kasabalarına Osmanlı birlikleri giremiyordu. Fakat Kürtler suç ortaklığıyla Türk yönetiminin işini çok kolaylaştırdı. Tabii bu noktada, Ermeni soykırımı suçu karşısında Kürtlerin Türklere göre tek avantajı var. Kürtlerin kendilerine ait bir yönetimi yoktu. Soykırım suçunu Osmanlı tebası olarak işlediler. Bu anlamda Kürtlerin vereceği hukiki bir hesap yok.
 
Tabii bu durum suç ortaklığını ortadan kaldırmaz. Kürtler yardım etmeseydi bu soykırım bu şiddette gerçekleşmez ve belki Osmanlının içinden Kürdistan ve Ermenistan adında iki devlet daha ortaya çıkardı.
 
Türk devleti, soykırım suçu işlemiş bir devlettir. Bu devletle işbirliği yapmak, bu devletin suçlarını gizlemek suçtur. Kürtlere ve Ermenilere karşı işlenmiş olan soykırım suçunun hesabı verilmeden bu devtle yapılacak anlaşmaların ve düzenlemelerin bir geleceği olmayacaktır. Tarih, soykırım suçu işlemiş hiçbir devlete yaşama hakkı tanımadı.
 
Bugün, 1915 son Ermeni soykırımının başladığı zamanın yıl dönümü. Her yıl bu zamanda suçlu genlerini aldığım Türk ve Kürt atalarımın işledikleri suç ve Ermeni halkına karşı yaptıkları namusuzluklar karşısında ezilirim.
 
Hiç kimsenin soykırım kurbanı Ermenilerden af ve özür dilemeye hakkı yoktur. Atalarımızın soykırım ve namusuzluk suçu karşında katliam ve soykırım kurbanı Ermenilerin anıları önünde ancak utanç içinde diz çökülür.
 
Ben diz çöküyorum.
 
bildiricihasan@hotmail.com
Bu e-Posta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleştirilmelidir 

Hiç yorum yok: