22 Mart 2011 Salı

Tarihsel Kapitalizmin Yörüngesi ve Marxizm’in Üç Kıtadaki Misyonu

Kapitalizmin Uzun Süren Yükselişi 

Kapitalizmin uzun süren tarihi birbirini izleyen üç farklı evreye ayrılır: (1) uzun bir hazırlık dönemi –1000 ile 1800 yılları arasında sekiz yüzyıl sürmüş olan olağan modernlik öncesi toplumsal örgütlenme biçiminden yani haraççı tarzdan çıkış evresi; (2) kısa süren bir olgunlaşma dönemi (on dokuzuncu yüzyıl), “Batı” kapitalizmin egemenliğini bu evrede kabul etmiştir; (3) (2007 yılında yazdığım kitabımın adı olan) “Güney’in Uyanışı”nın neden olduğu uzun süren “gerileme” evresi, bu evrede halklar ve ülkeler dünyayı değiştirmekte tekrar önemli roller üstlenmişlerdir ve dünyayı değiştiren bu dalgaların birincisi yirminci yüzyılda yükselmiştir. Kapitalizmin yeryüzünde yayılışından ayrılamayacak olan bir emperyalist düzene karşı yürütülen bu mücadele kapitalizmin ötesine, sosyalizme geçiş gibi kat edilmesi uzun sürecek yol üzerindeki potansiyel gerçekleştiricidir. Şimdi, yirmi birinci yüzyılda Güney halklarının ve ülkelerinin bağımsız olarak harekete geçirdikleri ikinci dalganın başlangıç dönemi içinde bulunmaktayız.

Sadece “feodal” Avrupa’ya değil modernlik öncesi dünyadaki bütün ileri toplumlara özgü iç çelişkiler kapitalist moderniteyi oluşturacak olan birbirini izleyen toplumsal-teknolojik yenilik dalgalarına yol açmıştır. En eski dalga Çin’de yükselmiştir. Çin’de değişiklikler on birinci yüzyılda Sung döneminde başlamıştır ve Ming ve King dönemlerinde daha da genişleyerek Çin’e teknolojik buluşçuluk ve kolektif çalışmanın toplumsal üretkenliği bakımlarından verimli olabilecek bir başlangıç kazandırmıştır. Bu öyle bir gelişme idi ki Avrupa’da on dokuzuncu yüzyıla kadar böyle bir dalga ortaya çıkmamıştır. “Çin” dalgasını Arap-Fars Halifeliği bölgesinde yükselen “Orta Doğu” dalgası izleyecekti. Bu dalga Haçlı Seferleri yoluyla ve bu seferler sonrasında İtalya’nın bazı kentlerinde ortaya çıkacaktı.
Son dalga eski bağımlı dünyanın modern kapitalist dünyaya uzun süren geçişi ile ilgilidir. Bu dalga ciddi olarak Avrupa’nın Atlantik kesiminde Amerikaları fethi ve Amerikalar ile karşılaşmasından sonra başlamış ve 1500 ile 1800 yılları arasında geçen üç yüz yıl boyunca merkantilizm biçiminde devam etmiştir.  Dünyaya yavaş yavaş egemen olmuş olan kapitalizm bu son toplumsal-teknolojik yeniliğin ürünüdür. Atlantik Avrupası’nda ve Orta Avrupa’da ortaya çıkmış olan tarihsel kapitalizmin Avrupai (“Batılı”) biçimi, ABD’deki ve daha sonra da Japonya’daki dölleri kendine özgü özellikler kazanarak gelişti. Bu özelliklerin en önemlisi önce köylülerin daha sonra da periferideki halkların, küresel kapitalizm sistemine bağımlılar olarak eklemlenmiş olan bu halkların mülksüzleştirilmesine dayalı bir sermaye birikimi tarzıdır. Bu tarihsel tarz bundan dolayı merkez ülkeleri ile periferi ülkeleri arasındaki çelişki ile kopmaz bağlarla bağlıdır ve bu çelişki bu sermaye birikimi tarzını sonsuzca inşa eder, yeniden üretir ve derinleştirir.
Tarihsel kapitalizm nihai biçimini on sekizinci yüzyılın sonlarında “makine fabrika”yı icat ettiği gibi yeni sanayi proletaryasını da yaratmış olan İngilizlerin Sanayi Devrimi ve modern siyasetin doğmasını sağlamış olan Fransız Devrimi ile almıştır. Kapitalizm on dokuzuncu yüzyılda kısa bir süre içinde doruk noktasına ulaşarak olgunlaşmıştır. Kapitalist birikim bundan sonra kesin biçimini almış, toplumu yöneten temel yasa haline gelmiştir. Bu tarz sermaye birikimi başlangıçtan itibaren yapıcı bir işlev yerine getirmiştir ve toplumsal emek üretkenliğinin çok büyük miktarlarda ve sürekli olarak birikmesini mümkün kılmıştır. Ancak bu birikim tarzı aynı zamanda yıkıcı bir işlev de yerine getirmiştir. Marx, sermaye birikiminin zenginliğin iki temelini, yani metanın yabancılaştırması yoluyla insanı ve doğayı mahvettiğine işaret etmiştir.
Ben kapitalizm üzerine yürüttüğüm çalışmalarda sermaye birikiminin yıkıcılığı konusunda özellikle üçüncü bir boyut üzerinde durdum: bu boyut, Marx’ın biraz gözden kaçırmış olduğu periferideki boyunduruk altına alınmış halkların maddi ve kültürel bakımdan mülksüzleştirilmesidir. Bu ihmalin nedeni kuşkusuz Marx’ın çalışmalarını yürütmekte olduğu o kısa dönemde Avrupa’nın hemen hemen sadece içte sermaye birikimine yoğunlaşmış gibi görünmüş olmasıdır. Marx işte bundan dolayı bu mülksüzleştirme dönemini geçici “ilk sermaye birikimi” evresi olarak görmüştür. Ben ise, tersine, bu mülksüzleştirme döneminin sürekli olduğunu belirtmiş bulunuyorum.
Ne var ki kapitalizmin kısa süren olgunlaşma döneminde ilerletici bir işlev yerine getirmiş olduğu reddedilemez bir gerçektir. Kapitalizm, maddi düzeyde olduğu kadar buna eşlik eden yeni politik ve kültürel bilinçlilik düzeyinde de sosyalizmin ve komünizmin kendi yerini almasını mümkün ve zorunlu kılan koşulları yaratmıştır. Bazılarının kabul ettiği, sosyalizm (ve hatta komünizm) üretim güçlerinin gelişmesini hızlandırdığı ve üretim güçlerini “eşitlikçi” bir gelir dağılımı ile bağlantılandırdığı için daha üstün bir “üretim tarzı”dır fikri doğru değildir.
Sosyalizm, insan uygarlığının gelişmesinde daha yüksek bir aşama olarak başka bir şeydir. Bundan dolayı, on dokuzuncu yüzyıl Avrupa’sında görüldüğü ve 1848’de Komünist Manifesto’da ifade edilmiş olduğu gibi işçi sınıfı hareketinin sömürülenler arasında kök salmış ve sosyalizm için mücadeleye yoğunlaşmış olması bir rastlantı değildir.  Sosyalizm uğrunda mücadelenin tarihteki ilk sosyalist devrim biçimini yani 1871’de Paris Komünü biçimini almış olması da bir rastlantı değildir.

 Tekelci Kapitalizm: Uzun Süren Gerileme Döneminin Başlangıcı

Kapitalizm on dokuzuncu yüzyılın sonlarında uzun bir gerileme dönemine girdi. Gerileme kavramı ile anlatmak istediğim sermaye birikiminin yıkıcı boyutlarının artık giderek artan oranda kapitalizmin ilerletici, yapıcı boyutu üzerinde üstünlük kazanmış olmasıdır. Kapitalizmin bu niteliksel biçim değiştirişi on dokuzuncu yüzyılın sonlarında yeni üretim tekellerinin kuruluşu ile birlikte gerçekleşmiştir. Bu yeni üretim tekelleri artık merkantilist dönemde olduğu gibi ticaret ilişkilerinin yürütüldüğü alanların ve fethedilen sömürge alanlarının da dışına taşmış durumdadır. Bu yeni tekeller 1870’lerde, Paris Komünü’nün yenilgisinden kısa sonra başlayan kapitalizmin ilk uzun süreli yapısal krizine verdiği yanıt olmuştur. Genel hatlarını Hilferding ve Hobson gibi tanınmış şahsiyetlerin ortaya koymuş oldukları tekelci kapitalizmin ortaya çıkışı klasik, serbest rekabetçi kapitalizmin ve aslında kapitalizmin kendisinin “gününü doldurmuş” ve “eskimiş” olduğunu göstermiştir.   Çanlar artık mülksüzleştirenlerin zorunlu ve mümkün olan mülksüzleştirilmesi için çalmaya başlamıştı. Kapitalizmin bu gerilemesi yirminci yüzyıl tarihine damgasını vurmuş olan ilk savaşlar ve devrimler dalgasında somutlaştı. Lenin, tekelci kapitalizmi “kapitalizmin en yüksek aşaması” olarak tanımlarken işte bu nedenle haklıydı.
Fakat, Lenin iyimser bir bakış açısıyla bu ilk uzun krizin sonuncu kriz olduğunu çünkü gündemde bir sosyalist devrimin bulunduğu kanaatindeydi. Tarih daha sonra gösterdi ki kapitalizm, iki dünya savaşı gibi bir bedel ödeyerek bu krizin üstesinden gelmiş ve hatta Rusya ve Çin’deki devrimlerin ve Asya ve Afrika’daki ulusul kurtuluş mücadelelerinin yol açtığı aksamalarını aşabilmiştir.  Ancak kısa süreli (1945-1975) tekelci kapitalizm canlanışını 1970’lerde başlayan ikinci ve uzun süreli bir yapısal sistem krizi izlemiştir. Sermaye bu yeni olumsuz gelişmeye benim “yaygınlaşmış tekelci kapitalizm” ibaresiyle tanımladığım biçimini almış olan ir niteliksel bakımdan yeni değişim ile yanıt vermiştir.
Kapitalizmin “uzun süreli gerilemesi”nin bu yorumundan birçok önemli soru ortaya çıkmıştır. Bu sorular gündemde olan “devrim”in özellikleri ile ilgilidir. Tarihsel tekelci kapitalizmin “uzun gerileme” dönemi sosyalizm ve komünizme “uzun geçiş” dönemi ile eşanlamlı olabilir mi ve bu geçiş dönemi hangi koşullarda gerçekleşebilir?
Atlantik merkantilizminden olgunlaşmış sosyalizme geçiş biçiminin başlangıcı diyebileceğimiz 1500 yılından sermaye tek taraflı birikim mantığına karşı mücadelelerin başlangıcı olan 1900 yılına kadar Batılılar (Avrupalılar, sonra Kuzey Amerikalılar ve daha sonra da Japonlar) oynanmakta olan oyunun ustası olma konumlarını sürdürdüler. Tarihsel kapitalizmin yeni dünyasının yapılarını tek başlarına Batılılar şekillendirdiler.  Fethedilmiş ve boyunduruk altına alınmış periferinin halkları ve ülkeleri dünyanın bu yeniden şekillendirilmesine karşı bütün güçleriyle mücadele ettiler ancak yenildiler ve bağımlılık konumlarına kendilerini uyarlamak zorunda bırakıldılar.
Avrupa-Atlantik dünyasının egemenliğine nüfus patlaması eşlik etti. 16. yüzyılın başlarında nüfusu gezegenin nüfusunun yüzde 18’ini oluşturan Avrupalılar yirminci yüzyılın başlarında dünya nüfusunun yüzde 36’sını oluşturuyordu. Oranı aynı soydan gelip Kuzey ve Güney Amerika’ya ve Avustralya’ya göç edenler yükseltti. Bu kitlesel göç olmasa idi tarihsel kapitalizmin köylü dünyanın hızla ortadan kalkışına dayalı birikim modelinin gerçekleşmesi mümkün olmazdı. Fethedecek bir “Amerikalar”ı olmayan sistem içindeki periferi ülkelerinde bu modelin yeniden üretilememesinin nedeni işte budur. Sistem içinde başkalarına “yetişmek” mümkün olmadığı için periferi ülkelerinin başka bir kalkınma yolunu tercih etmekten başka seçenekleri yoktur.

Başlangıç Adımını Atma Görevi Periferi Halklarına ve Ülkelerine Geçmiştir

Daha önce de belirttiğim gibi 1871 Paris Komünü hem kapitalist merkezin parçası olan bir ülkede cereyan eden ilk sosyalist devrimdir hem de son sosyalist devrim olmuştur. Yirminci yüzyıl “periferi halklarının uyanışı” ile birlikte tarihte yeni bir sayfanın açıldığı yüzyıldır.  Bu yeni sayfanın ilk satırlarında İran (1907), Meksika (1910-1920), Çin (1911) ve 1905’te “yarı periferi ülkesi” olan Rusya devrimleri yer alır. Periferi halklarının ve ülkelerinin bu uyanışını 1917 Devrimi, Arap-Müslüman Nahda’sı (Uyanış-çev.), Jön Türk anayasası (1908), 1919 Mısır Devrimi ve 1885’te Hindistan Kongre si’nin (Hindistan Ulusal Kongresi adlı parti-çev.) kuruluşu daha ileri evrelere taşımıştır.
Tarihsel kapitalizmin ilk uzun süreli krizine (1875-1950) tepki olarak periferi ülkelerin halkları 1914-1917 yılları arasında özgürlükleri için mücadele etmeye başladılar ve Rusya, Çin, Vietnam, Küba gibi ülkelerde sosyalizm ve Hindistan ve Cezayir gibi ülkelerde de ulusal kurtuluş bayrağı altında seferber oldular. Bu ülkelerde değişik derecelerde ilerletici toplumsal reformlar gerçekleştirilmeye çalışıldı. Bu ülkeler, o döneme kadar (eski) “klasik” emperyalizm boyunduruğunun yasaklamış olduğu sanayileşme yoluna girdiler, emperyalizmi periferideki halkların, ulusların ve devletlerin ilk bağımsızlık çabaları dalgasına “intibak” etmeye zorladılar.  1917’den itibaren “Bandung Projesi”nin (1955-1980) istiminin tükendiği ve Sovyetizmin çöktüğü 1990 yılına kadar sahneye egemen olan çabalar bu saydıklarım olarak kaldı.
İhtiyarlamakta olan tekelci kapitalizmin bu iki uzun krizine uzun süreli Kondratief krizleri açısından bakmıyorum.  Ben bunları hem tarihsel küreselleşmiş kapitalizmin çöküşü hem de muhtemel bir sosyalizme geçiş süreci olarak görüyorum. 1914-1945 yılları arasında geçen dönemin de “İngiltere’nin hegemonyası”nın yerini almak amacıyla yürütülmüş “30 yıllık” bir istisnai savaş olduğu kanaatinde değilim. Bu dönem, bence, emperyalist merkezlerin periferi ülkelerinin (Doğu ve Güney ülkeleri) ilk uyanışına karşı yürütülmüş olan uzun bir savaş dönemidir.
Periferi halklarının uyanışının ilk dalgasının yorgun düşmesinin birçok nedeni vardır. Bu nedenler arasında hareketin içsel sınırlılıkları ve çelişkileri ve emperyalizmin dünya sistemini yönetmekte yeni yöntemler bulmak konusunda başarı sağlamış olması da yer alır. Emperyalizm, sistemi teknolojik buluşların denetimi, kaynaklara ulaşım, küreselleşmiş mali sistem, iletişim ve bilgileşim teknolojisi ve kitlesel imha silahları aracılığıyla yönetmeyi başarmıştır. Bununla birlikte kapitalizm birinci krizden tam bir yüzyıl sonra 1970’lerde başlayan ikinci bir uzun süreli kriz içine girdi. Bu krize sermayenin tepkileri bir öncekinin aynı oldu: sermayenin yoğunlaşması güçlendirildi. Sermayenin yoğunlaşması ise tekelci kapitalizmin yaygınlaşmasına, (“liberal”) küreselleşmeye ve parasallaştırmaya yol açtı.  Ne var ki ABD, Avrupa ve Japonya’dan oluşan Üçlü’nün yeni kolektif emperyalizminin zafer anı kısa sürdü (1990-2008 ikinci “altın çağ”, 1890-1914 yılları arasında yaşadıkları ilk “altın çağ”ın yankısı olarak kaldı). Zira yeni bir kaos, savaşlar ve devrimler dönemine girildi. Periferi uluslarının krizden daha önce başlamış olan ikinci uyanış dalgası bu kez emperyalist Üçlü’nün gezegenin askeri denetiminin dışındaki egemenlik alanlarını korumasına izin vermeyi reddedecekti.   Washington’daki siyasi yapı bu stratejik hedefe öncelik vererek, Batı’daki naif çoğunluk eğilimi olan “başka dünyacılık”tan farklı olarak,  mücadelede tehlike içinde olanın ve çağımızın belirleyici çelişkisinin ne olduğunu çok iyi bildiğini göstermiştir.

Genelleşmiş Tekelci Kapitalizm Kapitalizmin Son Aşaması Mıdır?

Lenin, tekellerin emperyalizminin “kapitalizmin en yüksek aşaması” olduğunu belirtmişti. Ben, emperyalizmi “kapitalizmin sürekli aşaması” olarak tanımlıyorum. Çünkü küreselleşmiş tarihsel kapitalizm merkez/periferi kutuplaşmasını yaratmıştır ve bu kutuplaşmayı yeniden üretmekten ve derinleştirmekten vazgeçmeyecektir. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında ortaya çıkan ilk tekel kurma dalgası kapitalist üretim tarzının temel yapılarında niteliksel bir değişimi içeriyordu. Lenin bu süreçten sosyalist devrimin gündeme girmiş olduğu sonucunu çıkardı. Rosa Luxemburg da gündemdeki seçeneklerin “ya sosyalizm ya barbarlık” olduğu fikrine ulaştı. Lenin, elbette gereğinden fazla iyimserdi. Emperyalist rantın ve bu rantın transferinin devrimin Batı’dan (merkezlerden) Doğu’ya (periferiye) geçişi üzerinde yıkıcı etkilerde bulunabileceğini dikkate almamıştı.
Yirminci yüzyılın son otuz yılı içinde gerçekleşmiş olan sermayenin ikinci merkezileşme dalgası benim “yaygınlaştırılmış tekeller” adını verdiğim sistemin ikinci bir niteliksel değişimini ortaya çıkardı. Tekeller bundan sonra modern ekonominin zirvelerini denetlemeye başlamakla kalmadılar üretim sisteminin tamamı üzerinde dolaysız bir denetim kurdular.  Küçük ve orta ölçekli girişimciler, örneğin çiftçiler ve hatta tekel olmayan büyük işletmeler üretim ve üretim sonrası işlemleriyle birlikte fiilen mülksüzleştirildiler, taşeron firmalar haline getirildiler ve tekellerin katı denetimine sokuldular. Bu en yüksek merkezileşme aşamasında sermayenin canlı bir organik yapı olan burjuvazi ile bağları koptu. Bu son derece önemli bir değişikliktir. Çünkü belirli bir bölgede kök salmış olan ailelerden oluşan tarihsel burjuvazi yerini anonim bir oligarşi/plütokrasiye bıraktı. Bu oligarşi/plütokrasi sermayelerine farklı kişilerin sahip olmasına rağmen bütün tekelleri denetleyebilmektedir.  Son on yıllar içinde icat edilmiş olan mali işlemlerin çokluğu yabancılaştırmanın bu üstün biçimlerinin kanıtlarıdır: spekülatörler artık sahip olmadıkları şeyleri bile satabilmektedirler. Öyle ki mülkiyet ilkesi günümüzde önemsizden bile daha az olan bir konuma indirilmiştir.
Toplumsal üretkenliği olan emek elliğini yitirdi. Yüksek düzeydeki yabancılaşma paraya zaten üretkenlik erdemi atfetmişti. Oysa “para küçük insanlar yaratır”. Yabancılaşma oranı günümüzde yeni zirvelere tırmanmış bulunmaktadır: artık “zaman paradır” gerçeği yaşanmakta olduğu için zaman kendi değeriyle “kâr üretmektedir”. Sistemin yeninden üretiminin gerektirdiklerine yanıt veren yeni burjuva sınıfının statüsü, orta sınıfların üst katmanlarına mensup kişiler ya da “işleri”nin karşılığında oldukça yüksek ücret alan ayrıcalıklı kişiler olsalar bile “ücretli hizmetkârlar” durumuna indirilmiş bulunmaktadır.
Durum böyle olunca kapitalizmin başarılı olduğu söylenebilir mi? Hayır, söylenemez. Çünkü bu sorunun yanıtı tekellerin devletleştirilmesi gerektiğidir. Bu, tekellerin işçiler ve vatandaşlar tarafından yönetilmesinin olasılı bir toplumsallaştırılmasına giden kaçınılmaz ilk adımdır. Öte yandan küçük ve orta ölçekli işletmelerin çalışabilmesi için gerçek alanı yeniden yaratabilecek yeni bir makro ekonominin oluşturulmasının biricik yolu da budur. Bu alan yaratılmadıkça soyut sermayenin egemenliği altına girme mantığı dünya ölçeğinde demokrasi ve uygarlığı çökerterek “yaygınlaştırılmış ırk ayırımcılığı” yaratmaktan başka bir sonuç ortaya çıkaramaz.

Marxism’in Üç Kıtadaki  misyonunun gerekliği ve önemi

Benim tarihsel kapitalizm yorumumda sermaye birikiminin tarihsel biçiminin yaratmış olduğu merkez/periferi çelişkisi şeklindeki kutuplaşmasına özel önem vermekteyim. Bu bakış açısıyla tarihsel Marxizm’in geliştirmiş olduğu “sosyalist devrim” ve daha geniş bir ifadeyle sosyalizme geçiş konusundaki değişik bakış tarzları ele almaktayım. Önümüzdeki “devrim” -ya da geçiş- kaçınılmaz olarak tarihsel gelecek tasarılarının (vision-çev.) üzerine temellenmiş olanlardan olmayacağı gibi kapitalizmi aşmak için geliştirilmiş stratejilerden de farklı olacaktır.
Yirminci yüzyılın en önemli toplumsal ve politik mücadeleleri, doğrudan kapitalizmi hedef almak yerine, daha çok emperyalizme karşı yürütülmüş hareketlerdi. Bundan dolayı konu mücadelelerin çekim merkezinin değişiminin en azından potansiyel ve kaçınılmaz olarak kapitalizmi sorgulamak olup olmadığıdır.
Marx’ın teorisi, “dünyayı değiştirmek” uğruna yürütülen toplumsal ve siyasi eylem (en geniş anlamıyla sınıf mücadelesi) için gerçekliğin “bilimsel” olarak doğru ve anlaşılabilir biçimde kavranmasını gerekli kılar. Temel gerçekliğin, yani sermayenin toplumsal emeği sömürerek ürettiği artı değerin gerçek kaynağının ortaya çıkarılması bu mücadelenin olmazsa olmaz unsurudur. Marx’ın bu temel ve yalın katkısından uzaklaşılırsa iki yönlü bir başarısızlıkla karşılaşılır.  Eğer sömürü teorisi (değer yasası) herhangi bir şekilde dikkate alınmazsa gerçekliğin yorumunu sadece görünen gerçekliğe indirger ve bu teoriyi sadece metalaştırmanın gereksinmelerine boyun eğmek ile sınırlayan bir düşünce biçimi haline getirir. Oysa bu sınırlamayı sistemin kendisi zaten yaratmaktadır.  Aynı şekilde kapitalist sistemin emek değer teorisine dayalı eleştirisinden bu şekilde uzaklaşmak dünyayı değiştirmek uğrunda gerçekleştirilecek strateji ve mücadeleleri de etkisizleştirir. Bu yabancılaştırıcı ortamda teoriden böyle bir uzaklaşma olsa olsa hiçbir gerçek dayanağı olmayan “bilimsel” olma iddialarının ötesine geçemeyecek fikirler üretebilir.
Ancak Marx’ın ortaya koymuş olduğu fikirlere yapışıp kalmak da yeterli değildir. Bu yeterli olmayışın nedeni sadece “gerçeklik”in kendisinin değiştiği ve Marx ile başlamış olan gerçek dünyanın eleştirisinin geliştirilmesinde dikkate alınması gereken hep “yeni” unsurların var olması değildir. Bunlardan daha önemli olan neden Marx’ın Kapital’de ifade etmiş olduğu fikirlerinin, hepimizin bildiği gibi, tamamlanmamış olmasıdır. Marx, kaleme almayı planlamış fakat gerçekleştirememiş olduğu altıncı ciltte kapitalizmin küreselleşmesini incelemeyi tasarlamıştı. Bu görev, günümüzde de başkalarının çalışmalarını gerekli kılıyor. Tarihsel kapitalizmin küre üzerindeki yayılımı yaklaşımı sıkı sıkıya bağlantılı olan (merkez/periferi kutuplaşması aracılığıyla) eşit olmayan gelişmenin yerini değiştirerek (restore-çev.) “küreselleşmiş değer yasası” formülasyonunu savunmaya cüret etmemin nedeni budur. Bu formülasyonda “emperyalist rant”ın sermayenin üretimi ve dolaşımı ve artı değerin dağılımı süreçlerinin tamamı ile bütünleşmiş olduğunu savunuyorum. Mücadelenin kökeninde bu emperyalist rant yer almalıdır: emperyalist merkezlerde yürütülen sosyalizm mücadelelerinin sönmüş olmasının nedenini bu yaklaşımla açıklıyorum. Öte yandan kapitalist/emperyalist küreselleşme sistemine karşı periferi ülkelerinde yürütülen mücadelelerin anti emperyalist boyutlara sahip olmasını da bu emperyalist ranttır açıklar.
Marx’ın bu konuya ilişkin metinlerinin yorumuna burada dönmek istemiyorum. Eleştirel kavrayışı ve inanılmaz teorik zekâsı ile bir dev olduğu kuşku götürmez Marx en azından bu konuda çözümlenmesi gereken çok önemli konularla karşı karşıya kalıyor olduğunu en azından sezgileriyle fark etmiş olmalıdır. Bunu, Marx’ın İngiliz işçi sınıfının İrlanda’nın sömürgesel sömürülmesi konusundaki şovenist tutumunun felakete yol açan sonuçları hakkındaki gözlemlerine dayanarak söylüyorum.
Marx bundan dolayıdır ki ilk sosyalist devrimin İngiltere’den ekonomik bakımdan daha az gelişmiş fakat siyasi bilinç bakımından daha ileri seviyede olan Fransa’da gerçekleşmiş olması karşısında hiç şaşırmamıştır. Marx da Engels gibi Almanya’nın “geriliği”nin, burjuva ve sosyalist devrimleri tek bir potada eritip kaynaştırarak gelişmeye doğru ilerlemenin bir kendine özgü biçimini mümkün kılacağını ummuşlardı.
Lenin daha da ileri giderek tekelci kapitalizme geçişte niteliksel bir değişimin olduğunu belirtti ve buradan hareketle gereken sonuçları çıkardı: kapitalizm artık tarihin kaçınılmaz ilerletici bir evresi olmaktan çıkmıştır ve artık (kendisinin kullandığı kelimeyle) “çürümüş” bulunmaktadır. Başka bir ifadeyle kapitalizm “eskimiştir” ve (benim yorumumla) “bunamıştır”. Öyle ki gündeme girmiş olan sosyalizme geçiş hem zorunludur hem de mümkündür. Lenin, bu çerçevede bir periferi ülkesinde (“zayıf halka” olan Rusya’da) başlamasını tasarlamış ve gerçekleştirmiştir. Bundan sonra bir Avrupa devrimi eklentisinin gerçekleşmediğini görünce devrimin antiemperyalist mücadelenin hedefleri ile kapitalizme karşı mücadelenin hedeflerinin birleştirilebileceği Doğu’ya kaydığı sonucuna varmıştır.
Fakat bu koşullarda sosyalizme geçiş sürecinde uğrunda mücadele edilecek karmaşık ve birbiriyle çelişkili hedefleri ayrıntılı bir şekilde formüle eden Mao oldu. “Marxism”in  (ya da daha doğru bir ifadeyle tarihsel Marxism’lerin) gündemine yeni bir tartışma konusu çıktı. Bu yeni tartışmanın nedeni on dokuzuncu yüzyılın en yalın siyasi bilinci içinde var olmayan ve dünyayı periferideki halkların, milletlerin ve ülkelerin çıkarları doğrultusunda değiştirme çabalarının yer değiştirmiş olması idi.
Emperyalist ranttan aşırı kârlar biçiminde “sadece” egemen merkezin tekelleri yararlanmıyor, bu rant emperyalizmin apaçık sınıfsal yapısına ve işçilerin sömürülüyor olmasına rağmen toplumun bir bütün olarak yeniden üretiminin de asıl kaynağını teşkil ediyordu. Perry Anderson bu konuyu  incelerken “Batı Markxism’i”nin “yenilginin ürünü” (sosyalist perspektiften uzaklaşmanın ürünü) olduğunu açıkça ifade etmiştir. Bu Marxism esas olarak “akademik” çalışmalara ağırlık verip herhangi bir siyasi sonuç yaratmadığı ve “dünyayı değiştirmek” hedefinden vazgeçmiş olduğu için o dönemde reddedilmiştir. Sosyal demokrasinin liberalizme kayması ve dünyanın emperyalizmin egemenliği altına girmesi sürecinin hizmetinde ABD’nin “mutabakat” ideolojisini ve Atlantikçilik tutumunu benimsemesi sonucunu doğurdu.
Sosyalizm yönünde uzun bir yola girmiş olan bir dünyayı ifade etmek için yeterince açık olmayan bir ifade olan “başka bir dünya”nın dünya nüfusunun sadece (!) yüzde 80’inin yaşadığı periferi ülkelerindeki halkların sorunlarına bir çözüm bulunmadığı takdirde imkânsız olduğu apaçık bir gerçektir. Bundan dolayı “dünyayı değiştirmek” bu çoğunluğun yaşam koşullarını değiştirmek demektir. Değişimden yana eylemde bulunan güçleri mümkün olduğu kadar etkili hale getirmek için dünyanın gerçekliğini inceleyen Marxism kaçınılmaz olarak üç kıtada, yani Afrika, Asya ve Latin Amerika’da belirleyici işlev üstlenmiş bulunmaktadır.
Bunun önümüzdeki mücadele alanı ile ilişkisi nedir? Ben bu soruya (“bunamış”) emperyalist tekelci kapitalizmin (daha da bunamış olan) yaygınlaşmış tekelci kapitalizm haline gelişinin incelenmesi önerisi ile cevap veriyorum. Bu biçim değiştiriş 1970’lerde başlayıp henüz içinden çıkılamamış olan sistemin ikinci uzun krizine verilen niteliksel bir yanıttır. Bu değerlendirmeden hareketle iki sonuca ulaşmış bulunuyorum: (1) Emperyalist sistem, kendisini, periferideki “uyanış”ın ilk dalgasının kazandığı zaferin ortaya çıkarmış olduğu sanayileşmeye yanıt olarak Üçlü’nün bu kolektif emperyalizmi haline getirmiştir. Yeni emperyalizm, bu süreç içinde dünya sisteminin yeni denetim araçlarını da uygulamaya başlamıştır. Bu yeni araçların üzerinde yükseldikleri ortam esas olarak gezegenin ve kaynaklarının askeri yöntemlerle denetimi, oligopollerin yeni teknolojilere el koyarak kendilerini yüksek düzeyde koruma altına almış olmaları ve dünya mali sistemi üzerinde denetim kurmalarıdır. Her şeye tek başına egemen bir oligarşinin ortaya çıkışı ile birlikte çağdaş kapitalizmin sınıf yapısında da bir değişim gerçekleşmiştir.
“Batı Marxizmi” yaygınlaştırılmış tekelci kapitalizmin ortaya çıkışı ile yansıyan kesinleşmiş değişimi göz ardı etmiştir. Batı’nın yeni radikal solu içinde yer alan entelektüeller artık üretim sisteminin tamamına egemen hale gelmiş olan oligopollerin yoğunlaşmasının belirleyici sonuçlarını ölçümlemeyi reddettikleri gibi bu oligopollerin n siyasi, toplumsal, kültürel ve ideolojik hayatın bütün yönlerine egemen duruma gelmiş olduklarını da görmezden gelmektedirler. “Sosyalizm” (ve dolayısıyla “komünizm”) kelimelerini kelime haznelerinden çıkarmış olan Batılı entelektüeller artık mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmeleri ile ilgilenmemekte kendilerinin “insani yüzlü” olarak tanımladıkları “başka bir kapitalizm”i gelecek tasarısı olarak sunmaktadırlar. Bu tutumun doğal sonucu “post” söylemlere, yani post modernizm, post Marxizm söylemlerine kaymak olmuştur. Örneğin, Negri, benim çağımızın en önemli sorunu kabul ettiğim bu kesin değişim ile ilgili tek bir kelime bile etmemektedir.
Aslında gerçeklikten koparılmış yanıltıcı hayallerden ibaret bu kaçıkça saçmalıklar ile yeni bir dil oluşturuldu. Fransızca le peuple (ya da daha doğrusu les classes phopulaires), İspanyolca el pueblo (los clases populares) kelimeleri “herkes” kelimesinin eşanlamlısı değildir. Le peuple baskı altına alınmış ve sömürülen sınıflar demektir ve bundan dolayı, sermaye ile olan ilişkilerinin biçimlerine bağlı olarak, bu sınıfların farklı oluşlarına da vurgu yapar ve sınıfların bu özellikleri etkili somut stratejiler inşa etmelerini ve bu sınıfların değişimin aktif unsurları haline gelmelerini mümkün kılar. Le peuple ile İngilizcedeki people kelimelerinin anlamları farklıdır. İngilizce people, İspanyolca les gens (herkes) ve la gente kelimeleri ile eşanlamlıdır.  Avrupalı entelektüeller bu Yenidil (Newspeak-çev.) ile, Marxism’in dikkate aldığı ve Fransızca ya da İspanyolca formüle edilmiş olan bu kavramları göz ardı eder ve bu kavramların yerine Negri’nin kullandığı “çokluk” gibi bir bulanık kelimeyi kullanırlar.
Bizim yaşadığımız çağın koşulları ile herhangi bir benzerliği olmayan bir çağda yaşamış olan Spinoza’nın kavramına başvurarak, kavrama hiçbir şey eklemediği gibi kavramın anlamını belirsizleştiren bu “çokluk” kelimesine sözüm ona bir çözümleyici güç atfetmek felsefi sayıklamadan başka bir şey değildir.
Yeni Batılı radikal solcuların yeni moda siyasi teorisi yaygınlaştırılmış tekellerin egemenliğinin emperyalist karakterini de göz ardı eder ve onun yerine Negri’nin “İmparatorluk” gibi içi boş bir kavramı koyar. Bu Batılı merkezcilik, en uç yorumunda emperyalist rant hakkında herhangi bir fikir ileri sürmez. Oysa emperyalist rant yorumu dikkate alınmazsa ne toplumsal yeniden üretim mekanizmaları ne de bu mekanizmaların yol açtığı karşı çıkışlar anlaşılabilir.
Mao ise, tersine, emperyalizme karşı mücadelelerin yorumlanabilmesi açısından baştan aşağı devrimci ve “gerçekçi” (bilimsel ve kolay anlaşılır) bir bakış açısı sunmuştur. Bu bakış açısı, uzun sosyalizme geçiş yolu üzerinde birbirini izleyecek adımlar için sonuç alıcı stratejiler geliştirmeyi mümkün kılmaktadır. Mao, bu amaçla gerçekliğin halklar, milletler ve devletler gibi üç boyutunun hem farklılıklarını hem de birbirleriyle bağlantılarını ortaya koyar.
Halk (halk sınıfları) “devrim istiyor”. Bu demektir ki komprador egemen blok ile onun hizmetindeki devlet aracılığıyla uygulanan emperyalist kapitalizmin egemenlik sisteminin yeniden üretimini mümkün kılan sınıfa karşı boyunduruk altındaki ve sömürülen farklı sınıfları bir araya getiren bir egemen blok oluşturmak mümkündür.
Milletlerden bahsetmek, emperyalist egemenliğin (yerine istediğiniz kavramı kullanabileceğiniz) “uluslar”ın onuru olduğunu ve bu ulusların periferideki toplumların tarihi içinde oluşmuş olduğu gerçeğini reddediyor olmasına gönderme yapmaktır. Emperyalist boyunduruk “Batılılaştırma” ve ucuz hurdalığın büyütülmesi amacıyla uluslara kendine özgü özelliklerini kazandıran her şeyi düzenli olarak yok etmiştir. Bundan dolayı bir halkın kurtuluşu mensubu olduğu milletin kurtuluşu ile doğrudan bağlantılıdır. Mao’nun “Bütün ülkelerin işçileri birleşin”’ sloganını daha kapsamlı olan “Bütün ülkelerin, ezilen halkların işçileri birleşin!” sloganı ile değiştirmiş olmasının nedeni budur. Ulusların “kurtuluş” istiyor olması halkın mücadelesi ile çelişkili değil bu mücadelenin tamamlayıcı parçası olarak değerlendirilmiştir. Bundan dolayı söz konusu kurtuluş, geçmiş konusunda kültüralist yaklaşımın desteklediği bir yanılsama olan geçmişin yeniden kuruluşu değil, tersine, geleceğin keşfedilmesidir. Böyle bir kurtuluş sahte “modernite”nin doğal olmayan yollarla ithaline değil milletin tarihsel mirasının köklü bir şekilde dönüştürülmesine dayanarak gerçekleşir. Miras alınan ve dönüşümün sınamasından geçmiş olan kültür burada siyasi kültür olarak anlaşılmaktadır. Siyasi kültür ise gerçek kültür soyut olamayacağı için herhangi bir anlam taşımaz ve tarihsel bir sabit değildir. Öte yandan “dinsel” ve çok sayıda başka biçimi kapsayabilecek olan “kültür” kavramını tek bir biçimi ifade edecek şekilde kullanmamaya dikkat edilmelidir.
Devlete yapılan göndermenin temelinde, devletin, halk nezdinde olduğu kadar ulus nezdinde de meşruiyetinin dayanağı olan egemen blok ile ilişkilerinde gücünün göreceli özerkliğinin zorunlu kabulü yatar. Devletin bu göreceli özerkliği devlet varlığını sürdürdüğü sürece, yani en azından bütün bir komünizme geçiş süresi için göz ardı edilmemelidir. Ancak bundan sonradır ki artık bir “devletsiz toplum”dan söz edebiliriz. Bundan önce böyle bir “devletsiz toplum”u aklımızdan geçiremeyiz. Bunun nedeni sadece henüz dünyaya egemen olan emperyalizmin sürekli saldırganlığı karşısında halkın ve milletin ileriye doğru attığı adımların korunma altına alınması zorunluluğu değildir. Aynı zamanda ve belki de hepsinden daha önemli neden “uzun geçiş süreci içinde ilerlemek için…..üretici güçleri geliştirmek” de zorunluğudur.  Başka bir ifadeyle, hedef, emperyalizmin periferi ülkelerinde engellemekte olduğu şeylere ulaşmak ve tarihsel kapitalizmin dünyaya yayılışı ile sıkı sıkıya bağlantılı olan dünyanın kutuplaşmasının yarattığı mirası yok etmektir. Program, merkezdeki kapitalizmi taklit ederek o ülkelere “yetişmek” değildir. Yeri gelmişken belirtmeliyim ki “yetişmek” zaten mümkün değildir ve daha önemlisi arzu edilen hedef de değildir. Bu program “gerçekleştirilme sürecine halk sınıflarının hakikaten katıldıkları modernleşme ve sanayileşme” gibi iki farklı kavramın kabulünü dayatır ve bu sınıflar ileriye doğru götüren yol üzerindeki her evrede yarar sağlamalıdırlar. Bundan dolayı üretim güçlerin gelişmesinin sonunda sosyalizme “zorunlu” geçiş için gereken koşulları yaratacağı zamana kadar beklemelerini savunan genel kabul görmüş bakış açısını reddetmeliyiz. Üretici güçler sosyalizmin inşası imkanının doğduğu andan itibaren geliştirilmelidir. Devlet iktidarı “kalkınma” ve “sosyalizm”in birbiriyle çelişme halindeki gereksinmeleri arasındaki çatışmanın fiilen merkezinde bulunur.
“Devletler bağımsızlık istiyor.” Bu talep iki yönü itibariyle ele alınmalıdır: halk sınıfları karşısında bağımsızlık (özerkliğin aşırı biçimi); kapitalist dünya sisteminin baskılarından bağımsızlık. “Burjuvazi”,  daha geniş tanımıyla daima burjuva tarzı bir evrimden yana olan devletin kumanda konumlarındaki yönetici sınıf, hem ulusaldır hem de komprador. Koşullar egemen emperyalizm karşısında özerkliğini artırmaya elverişli ise bu egemen sınıf özerkliğini artırmayı tercih eder. Ancak koşullar buna elverişli değil ise egemen sınıf emperyalizmin gereksinmelerine “komprador”ca boyun eğmeyi tercih edeceklerdir.  Dayanağı bir halk bloku olsa bile  “yeni yönetici sınıf”ın (ya da “yönetici grup”un) konumu hâlâ belirsizdir. Zira, en azından kısmen bir “burjuva” eğilim tarafından ortaya çıkarılmıştır.
Uzun sürecek (sosyalizme-çev.) geçiş yolunda ilerlemenin başarısının ön koşulu gerçekliğin halklar, milletler ve devletler olarak üç seviyede doğru bir şekilde yorumlanmış olmasıdır.  Bu, bir halkın kaydettiği ilerlemelerin tamamlayıcılığını, milletin kurtuluşunu ve devlet gücü ile elde edilmiş başarıların güçlendirilip güçlendirilmemesi sorunudur. Ne var ki halk etkeni ile devlet etkeni arasındaki çelişkilerin artmasına izin verilirse o güne kadar elde edilmiş olan başarılar sonunda yok olmaya mahkûmdur.
Bu seviyelerden herhangi biri diğerleriyle doğru bir şekilde birleştirilmezse bir tıkanma olur. Soyut “halk” kavramının tek itibarlı varlık olduğu ve soyut “hareket”in iktidarı üstlenmekten kaçınmayarak dünyayı değiştirebilecek güç olduğu tezleri naif olmaktan öteye gidemez. Hegemonik blokun toplumsal içeriğinden bağımsız olarak görülen “ne pahasına olursa olsun” ulusal kurtuluş fikri siyasi İslam, Hinduism ve Budizm’e yönelme örneklerinde olduğu gibi düzeltilmesi neredeyse imkansız bir kültürel bakımdan geçmişe bağlanma yanılgısına yol açar ve aslında herhangi bir şeyi gerçekleştirebilirliği yoktur.  Bu yaklaşım iktidar kavramını doğurur. İktidar, halkın çıkarları doğrultusunda “başarılar elde etme”ye elverişli olarak değerlendirilir. Oysa aslında iktidar halk olmaksızın uygulanacaktır. Bu koşullarda otoritaryanizme ve yeni bir burjuvazinin cisimleşmesi sürecine geçilir. “Kapitalistsiz kapitalizm”den “kapitalistli kapitalizme” evrimleşmiş olan Sovyetizm sapması bunun en trajik örneğidir.
Periferideki halklar, uluslar ve devletler emperyalist sistemi kabul etmedikleri için “Güney fırtına bölgesi”, yani sürekli ayaklanma ve isyanlar bölgesidir. Tarih, 1917’den başlayarak periferideki halkların, ulusların ve devletlerin bu isyanları ve (var olan emperyalist kapitalist sisteme hâkim olan eğilimlerden bağımsızlık anlamında) bağımsızlık mücadelelerinin tarihinden ibarettir. Üretici güçlerin yeterince gelişmemiş olmasına ve sınırlılıklarına ve çelişkilerine rağmen, sistemin merkezinde nispeten daha kolay toplumsal düzenlemelerin yapılabildiği bir dönemde çağdaş dünyanın en belirleyici değişikliklerini işte bu mücadeleler gerçekleştirmiştir.
Güney ülkelerinin ikinci bağımsızlık mücadelesi dalgası başladı. “Yeni kurulmakta olan” ve başka ülkeler, halkları gibi Üçlü’nün egemenliğini sürdürmeye çalıştığı kolektif emperyalizm ortamında mücadele etmektedirler. Washington’un askeri müdahaleleri ve Nato müttefikleri de başarısızlıklarla karşılaşmışlardır. Dünya mali sistemi çökmektedir ve yerine özerk bölgesel sistemler kurulma süreci içindedir. Oligopollerin teknolojik tekeli dağıtılmış bulunmaktadır.
Güncel konu doğal kaynaklar üzerinde denetimi yeniden kurmaktır. Yabancıların sömürgeciliğini izleyen iç sömürgeciliğin kurbanları olan And ulusları günümüzde kendilerini siyasi düzeyde hissettirmektedirler.
Mücadele içindeki radikal solun halk örgütleri ve partileri Latin Amerika’da bazı liberal programları yenilgiye uğratmış bulunmaktadırlar ya da bazı ülkelerde bunu başarmak üzeredirler. Her şeyden önce köklü bir antiemperyalist içeriği olan bu mücadeleler uzun sosyalizme geçiş yoluna girme potansiyeline sahiptirler.
Bu iki olasılı gelecek birbiri ile nasıl bir ilişki içindedirler? İnşa edilmekte olan “başka dünya” her zaman belirsizler taşımıştır: içinde en iyiyi de en kötüyü de barındırır ve her ikisi de “muhtemel”dir. Tarihte, belirli bir tarihsel olaydan önce bize bir belirti sunan yasalar yoktur. Periferi halklarının, uluslarının ve devletlerinin ilk mücadele dalgası yirminci yüzyılda başladı ve 1980 yıllarına kadar sürdü. Bu dalgayı üç bileşeninin birbirini tamamlayıcılıkları ve çelişkileri üzerinde yeterince düşünmeksizin sadece bileşenlerini incelemenin bir faydası yoktur. Periferideki ikinci mücadele dalgası başlamış bulunmaktadır. Bu dalga öncekinden daha etkili olacak mı? Öncekinden daha ileri evrelere ulaşabilecek mi?

Kapitalizmin Krizi Sona Eriyor Mu?

Kapitalist sistemin iktidarı elinde tutan  oligarşileri günümüzde, tıpkı 2008 mali krizinden önce olduğu gibi sistemi yeniden kurmaya çalışmaktadırlar. Bu oligarşilerin bunu başarabilmeleri için kendilerinin üstün iktidarlarına meydan okuyamayacak bir “mutabakat” aracılığıyla halkları ikna etmeye ihtiyaçları vardır. Bu oligarşik iktidarlar, iklim sorunu başta olmak üzere ekolojik sorunlar konusunda güzel sözlerden ibaret bazı uzlaşmalara gitmeye, egemenliklerinin görünümüne ekolojinin korunması ile ilgili bir renk katmaya çalışmaktadırlar ve hatta “yoksullukla savaş” gibi toplumsal reformlar “iyi yönetişim” gibi siyasi reformlar gerçekleştireceklerine dair imalarda bulunmaktadırlar.
Ancak halkı yeni bir mutabakata ikna etme oyununda yer alma çabaları bu mutabakatın kavramları daha iyi ve açık bir şekilde ifade edilse bile başarıya ulaşamayacaktır. Çünkü bu, ölümcül yanılsamalar yaratacak bir oyun olmaktan öte bir şey değildir. Zira küresel sistemin krizinin ortaya çıkarmış olduğu karşı koyuşlara verilen yanıtların öncelikle emekçilere fayda sağlayacak iktidar ilişkilerine geçişi, periferi halklarının çıkarları doğrultusunda bir uluslar arası ilişkiler sistemini gerekli kılar. Birleşmiş Milletler’in düzenlediği bütün küresel konferanslar tahmin edildiği gibi bu yönde hiçbir sonuç doğurmamıştır.
Tarih bu yeniden kurma girişiminin küresel kapitalist sistem için zorunlu bir gereklilik olduğunu göstermiştir. Yaşlanmakta olan kapitalizmin ilk uzun süreli krizine yanıtı 1914 ile 1950 yılları arasında gerçekleşti. Bu dönemde periferi halklarının çıkarlarına karşı olan çatışmalar emperyal güçlerin egemenliğini kurması şeklinde çözüldü. Bu arada farklı derecelerde de olsa halkı oluşturan sınıfların yararına iç toplumsal ilişkiler (düzenlemeleri-çev.) gerçekleştirildi. Küresel kapitalizm güçleri bu şekilde İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin üç sistemi için ortamı hazırladılar: o dönemin gerçekten var olan sosyalizmi, Bandung’un (Bandung Konferansı’nın-çev.) ulusal ve halka dayalı rejimleri ve Kuzey ülkelerinde toplumsal demokratik uzlaşma. Bu ortamın yaratılması periferi halklarının bağımsız mücadelelerinden dolayı zorunlu hale gelmişti.
Kapitalizmin ikinci uzun süreli krizi 2008 yılında yeni bir evreye geçti. Amansız bir uluslar arası çalışmalar ortamı başlamış ve elle görülür gözle tutular hale gelmişti: periferi halklarının  anti emperyalist içerikli mücadeleleri yaygınlaştırılmış tekellerin egemenliği için bir tehdit oluşturacak mıydı ve  egemen sınıfların krize yanıt olarak uyguladıkları tasarruf politikalarının kurbanlarının toplumsal mücadeleleri ile bu mücadeleler arasında bağlantı kurulacak mıydı? Başka bir ifadeyle egemen iktidarlar sistemi buhrandan kurtarmaya dönük bir strateji uygulamaya çalışırken halklar kendilerini kriz halindeki bir kapitalizmden kurtaracak bir strateji izleyecekler miydi?
Egemen iktidara hizmet eden ideolojilerin istimi tükenmiştir. Bu ideolojiler,“krizden sonraki dünya” ile ilgili içi boş açıklamalar yapmaktadırlar. CIA yalnızca sistemin yeniden kurulması öngörüsünde bulunabilmektedir ve “ortaya çıkmakta olan pazarlar”ın liberal küreselleşme sürecine katılımlarının ABD’ye değil Avrupa’ya zarar vereceği tahmininde bulunmaktadır. CIA derinleşen krizin, şiddetli uluslar arası ve toplumsal çatışmalardan başka bir yöntemle “aşılamayacağı”nı kabul edemez. Bu krizin nasıl bir gelişme göstereceğini hiç kimse bilmiyor: bu kriz iyi yönde, sosyalizme geçiş yönünde gelişebileceği gibi çok daha kötü bir yönde, dünya çapında ırk ayırımcılığı yönünde de gelişebilir.
Periferi ülkelerindeki iç parçalanmışlığın aşılması ve bu mücadelelerin savunma aşamasının ötesine geçmesi (kazanılmış hakların korunması) için bu ülkelerdeki toplumsal mücadelelerin siyasi bakımdan radikalleşmesi gerekiyor.“Hareketler”in sosyalizme götürecek uzun yola girmek için gereken hedefleri belirleyerek gerçekten yetkinleştirilmelerini ancak bu radikalleşme sağlayabilir.
Bu hareketlerin güçlendirilebilmeleri için somut projelerini gerçekleştirilebilir kılacak bir makro politik ve ekonomik koşullar çerçevesinin var olması gerekir. Bu koşullar nasıl yaratılacaktır? Bu noktada devlet gücü gibi son derece önemli bir konuya gelmiş bulunuyoruz. Yenileştirilmiş ve hakikaten halkçı ve demokratik bir devlet günümüz dünyasının küreselleştirilmiş koşullarında etkili politikalar uygulayabilir mi?  Bu soruya soldan verilecek olumsuz yanıt devleti tuzağa düşürerek genel bir siyasi değişiklik ortamında minimal bir küresel mutabakata ulaşmayı amaçlayan girişimleri yaratmıştır. Oysa bu yanıt ile olumlu sonuçlar ortaya çıkamaz. Muhtemelen bölgesel düzeylerde yürütülecek uygun eylemlerle pekiştirilmiş ulusal düzeyde gelişmeler üretmekten başka bir çözüm yoktur. Periferi ülkelerindeki hareketlerin kapitalizmin ötesine geçmeyi gündemlerine koyarak farklı toplumsal temeller üzerinde nihai yeniden inşa sürecinden önce dünya sistemini dağıtmak ve bağlantılarını koparmak gibi bir hedefleri olmalıdır. Bu ilke, sırası gelmişken belirteyim, Asya ve Latin Amerika’da bu doğrultuda hareket etmeye başlamış olan Güney ülkeleri için geçerlidir. Kuzey ülkelerine gelince, Avrupa (ve yuro) kurumlarının dağıtılması gerektiği ne yazık ki radikal sol tarafından bile henüz öngörülmemektedir.

Enternasyonalizm İşçiler ve Halklar için Vazgeçilmezdir

Yirminci yüzyılda ilk kurtuluş dalgasının hızını kaybetmesinin nedeni Güney’in uyanışının sağladığı gelişmelerin sınırlı kalmış olması ve çelişkilerin bu sınırlılıktan dolayı şiddetlenmiş olmasıdır. Kuzey halklarının (burada belirtilmesi gerekiyor) desteklediği ya da en azından kabul ettiği açık savaş açma boyutuna kadar ulaşmış olan merkezdeki emperyalist devletlerin sürekli düşmanlığı bu çelişkiyi büyük ölçüde pekiştirmiştir. Emperyalist ranttan faydalanmaları Kuzey’deki halk güçlerinin enternasyonalizmi reddetmesinde kesinlikle önemli bir etken olmuştur. Bazen oldukça güçlü bir başka tutumu benimsemiş olan komünist azınlıklar çevrelerinde etkili alternatif bloklar oluşturmayı başaramamışlardır. Sosyalist partilerin genel bir tutum olarak “antikomünist” kampa katılmaları da emperyalist kampın kapitalist iktidarlarının başarı kazanmasında büyük rol oynamıştır. Gelgelelim, bu partiler yirminci yüzyılın ilk mücadele dalgasının kırılmasından hemen sonra “ödüllendirilmediler. Tekelci kapitalizm müttefiklerini başından savdı. Bu partiler yenilgilerinden ders çıkarıp radikalleşeceklerine bizim iyi bildiğimiz “sosyal-liberal” konumlara kayarak teslim olmayı tercih ettiler. Emperyalist rantından Kuzey’in toplumlarının yeniden üretilmesindeki belirleyici rolünün kanıtıdır. Böyle bir kanıta ihtiyaç olup olmadığı ayrı bir konudur ama bu ikinci teslimiyet trajediden çok komedi olarak yaşanmıştır.
Enternasyonalizmin yenilgisi geçtiğimiz yüzyılda sosyalizm deneyimlerinde otokrasiye doğru otoriter kaymalarda da rol oynamıştır. Rusya’da ve Çin’de devrim süreçleri sırasında  özgün ve yaratıcı demokrasi biçimlerinin ortaya çıkmış olması bu ülkelerin demokrasi için yeterince “olgunlaşmış” olmadıkları yargısının doğru olmadığını göstermiştir. Gelgelelim, emperyalist ülkelerin, halklarının da desteğini alarak gösterdikleri düşmanlık zaten güçlüklerle dolu olan koşullarda demokratik sosyalizm uygulamalarının hayata geçirilmesini daha da güçleştirmiştir. Bu, periferi kapitalizminin mirasının bir sonucudur.
Periferideki halkların, ulusların ve devletlerin yirmi birinci yüzyılda ikinci uyanış dalgası bundan dolayı daha az iyi olan ve hatta daha güç koşullarda başlamış bulunmaktadır. (Anlamı yaygınlaştırılmış tekelci kapitalizmin iktidarının gereksinmelerine teslimiyet olan) ABD’nin “mutabakat” adı verilen ideolojisi; yerleşik düzen karşıtı demokrasi potansiyelinin etkililiğini yok eden “başkanlık” rejimlerinin benimsenmesi; sahte ve uzaktan yönetilen bireyciliğin ve (erdemlilik kabul edilen) eşitsizliğin her türünün övgüye tabi tutulması; ikincil NATO ülkelerinin Washington yerleşik düzeni tarafından uygulanan stratejiler içinde bir araya getirilmesi- bütün bu koşullarda emperyalist küreselleşme blokunun ayrılmaz parçalarından biri olan Avrupa Birliği’ne doğru hızla ilerleyişin ortamını hazırlamıştır.
Bu koşullarda bu askeri projenin çökmesi üç kıtanın halkları, milletleri ve devletlerinin mücadelelerinin üstlenmiş olduğu ikinci kurtuluş dalgasının başarıya ulaşması için birinci derecede önemi olan bir husustur ve bu başarının ön koşuludur.  Bu gerçekleşinceye kadar bu mücadelelerin günümüzde ve gelecekte gelişme kaydetmesi garanti altına alınamaz. 21. yüzyılın sorunları 20. yüzyılınkilerden farklı ise de bunun böyle olması 20.. yüzyılın ihya edilebilirliğinin imkânsızlığı anlamına da gelmez.
Bu trajik senaryo her şeye rağmen tek olasılık değildir. Sermayenin işçilere karşı saldırısı sistemin merkezlerinde devam etmektedir. Genellikle bilinen bir gerçektir ama burada da belirtmeden geçmek istemedim, bu, sermayenin periferi halklarına karşı elde ettiği zaferlerle güçlendiği zamanlarda sistemin merkezlerindeki işçi sınıflarının mevzilerine de cepheden saldırabileceğinin kanıtıdır. Bu koşullarda artık mücadelelerin radikalleşeceğini tahmin etmek yanlış olmayacaktır. Avrupa siyaset kültürünün mirası henüz varlığını sürdürmektedir ve bu miras küreselleşmenin gereksinmelerini karşılayacak bir enternasyonal bilincin yeniden doğuşu için elverişli ortamı yaratacaktır. Bununla birlikte bu doğrultuda bir gelişmenin karşısına emperyalist rant engeli çıkacaktır.
Emperyalist rant tekellerin tek istisnai kar kaynağı olmakla kalmaz. Bu rant toplumun bütün olarak yeniden üretiminin de önkoşuludur.  Aslında demokratik olmayan mevcut “demokratik” seçim modelini her ne pahasına olursa olsun korumaya çalışan halkın bu unsurlarının dolaylı desteği, orta sınıfların ağırlığı halk sınıflarının radikalleşmesinin yaratacağı potansiyel gücü ortadan kaldırabilir. Bundan dolayı üç kıtaya yayılmış olan Güney’deki gelişmeler geçen yüzyıldaki gibi sahnenin en önünde yer almaya devam etmesi muhtemeldir. Ancak bu gelişmeler etkilerini göstermeye ve emperyalist rantın alanını dikkate alınabilecek derecede sınırlamaya başladığı andan itibaren Kuzey halkları yaygınlaştırılmış emperyalist tekellerin gereksinmelerine boyun eğdiren stratejilerin başarısızlığını anlamakta daha elverişli bir konuma geçeceklerdir. Radikal solun ideolojik ve siyasi güçleri bundan sonra halkların ve işçilerin dayanışması temeli üzerinde yükselen büyük kurtuluş hareketi içinde yerlerini alacaklardır.
Bu yeniden doğuşun gerçekleşmesini yürütülecek ideolojik ve kültürel savaş belirleyecektir. Bu mücadelenin stratejik hedefi, bence, İşçilerin ve halkların Beşinci Enternasyonali’nin kurulması olmalıdır.

 Samir Amin 
 Çeviri: Oktay Etiman

Hiç yorum yok: