5 Ocak 2011 Çarşamba

Marks Niçin ve Nasıl Bir Milliyetçiydi? - Milletler ve Miliyetçilik Üzerine (01)

Kendini sosyalist ve demokrat olarak niteleyenlerin çoğu, milliyetçiliği olumsuz bir “şey” olarak görürler ve kendilerinin de milliyetçi olmadıklarını düşünürler.
Ne var ki, bütün bu kendilerinin milliyetçi olmadığını düşünenlerin bilmediği, anlamadığı ve kolay kolay da anlayamayacağı gerçek şudur ki, bu milliyetçi olmadığını düşünen sosyalist ve demokratların hepsi milliyetçidir.
Sanılanın aksine, milliyetçi olmamak çok zordur.
İnsan milliyetçi olmadığını, hatta milliyetçiliğin düşmanı olduğunu düşünürken bile, milliyetçiliğin ne olduğunu bilmiyorsa, tam da bunu bilmediği için milliyetçi olur.
Bunun da çok basit iki nedeni vardır.
1)     Milliyetçiliğin ne olduğunu bilmemek, nötral bir durum değildir; miliyetçiliğin ne olduğun bilmeyenler otomatik olarak milliyetçidirler.
2)     Milliyetçiler milliyetçiliğin ne olduğunu, dolayısıyla da kendilerinin milliyetçi olduğunu anlayamazlar.[1]
Bugün yeryüzünde milliyetçiliğe düşman veya karşı olduğunu düşünenlerin hepsi de milliyetçidir, çünkü milliyetçiliğin ne olduğunu bilmezler.
Komedi olan şudur ki, tam da milliyetçi oldukları için milliyetçiliğin ne olduğunu bilemezler.
Ve trajedi olan şudur ki, milliyetçiliğin ne olduğunu bilmedikleri için de kendi öznel yargılarına rağmen milliyetçilidirler, hem de genellikle en gericisinden.
Bu durumdan çıkabilmek gerçekten çok zordur[2].
Neden ve Nasıl?
Bu yazılarda tam da bunu açıklamaya çalışacağız.
Ama geçici olarak şöyle bir imge, belki bu zorluğun çapı hakkında bir fikir edinmeyi sağlayabilir: Bir insanın bir kuyunun dibihde olduğunu, ama bir kuyunun dibinde olduğunu bilmeden, bir kuyuya düşmemek için hep önüne baktığını varsayalım. Bu insan kuyuya düşmemek için yere baktığı sürece, bir kuyuda olduğunu kavrayamaz. İşte kendilerinin milliyetçi olmadığını düşünen, hatta milliyetçiliğin düşmanı olduklarını düşünen sosyalistlerin durumu budur. Milliyetçi oldukları için milliyetçi olduklarını göremezler.
Ama imgeler yetmez, bu durumu kavramlarla da açıklamayı deneyelim, hem de bizzat Marks örneği üzerinden. Çünkü Marksizmin bu zorluğu aşabilmesi için 150 yıl gerekti[3].
Eğer Marks’ın neden ve nasıl bir milliyetçi olduğu gösterilirse, belki kendilerine Marksist ve Sosyalist diyenlerin de bir parça olsun yukarı bakmaları ve kuyunan ağzını görmeleri, yani aslında birer milliyetçi olduklarını görmeleri sağlanabilir.
Bilindiği gibi bugün dünyadaki Marksistler, sosyalistler hatta demokratlar, milliyetçi olmadıklarını ifade ederken, bunun en özlü ifadelerinden biri olarak Marks’ın “Başka bir ulusu ezen bir ulus özgür olamaz[4]  sözünü zikrederler.
Bu yazıda, Marks’ın bu veciz sözünün nasıl olup da milliyetçiliği, hem de gerici bir milliyetçiliği savunduğunu ve ifade ettiğini göstereceğiz.
Ama bunun için önce Marks’tan ve bu sözden biraz uzaklaşalım[5]. Oku ileri fırlatmak için yayı gerelim; ileri sıçramak için geriye gidip hız alalım.
*
Milliyetçi olmadığını düşünenler neden milliyetçidirler?
Çünkü bu milliyetçi olmadığını düşünenler, milliyetçiliğe karşı olduklarını söyleyenler, milliyetçilerin milliyetçilik anlayışına sahiptirler.
Bu anlayışa göre milliyetçilik, başka milletlerin varlığını veya bu milletlerin haklarını inkar etmek, onları baskı altına almaktır
Somutlarsak, bu anlayışa göre, örneğin bugü Türkiye’de Kürtlerin varlığını ve ayrılma hakkını inkar ediyorsanız veya inkar etmiyorsanız bile örneğin Kürtçe eğitim ve Kürtçe konuşma gibi haklarını reddediyorsanız milliyetçisinizdir.
Yine bu anlayışa göre, örneğin, Kürtlerin diyelim ki anadilde eğitim haklarını, bölgesel özyönetim haklarını hatta ayrılma haklarını tanıyorsanız milliyetçi değilsinizdir.
Türkiye’deki sosyalistlerin büyük bölümü, pratikte değilse bile ilke düzeyinde, ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanımakta, bu ilkeye bağlı olarak da Kürtlerin ayrılma hakkını da savunmaktadırlar veya öyle yaptıklarını düşünürler. (Bunu kendi kabul ettikleri ilkeler çerçevesinde ne kadar yaptıkları ayrı bir konu.) Dolayısıyla da enternasyonalist olduklarını ama milliyetçi olmadıklarını düşünürler.
Üzerinde hiç düşünülmemiş bu kabul aslında baştan aşağı yanlıştır.
Çünkü bu kabul, milliyetçi olmadığını düşünen milliyetçilerin milliyetçilik tanımıdır.
Bunu basit bir akıl yürütmeyle bile görmek mümkündür.
Örneğin Kürtlerin anadilde eğitim hakkını veya ayrılma hakkını sözde değil fiilen de kabul etmek ve savunmak, bırakalım milliyetçi olmamayı gerektirmek bir yana, Türk milliyetçisi olmakla bile çelişmez.
Milliyetçilik, başka milletlerin haklarını reddetmek veya onları baskı altına almak olarak değil de bir milletin çıkarlarını savunmak olarak tanımlandığında bu apaçık ortaya çıkar.
Çünkü pekala Kürtlerin haklarını tanıyarak da Tük milletinin çıkarlarını savunulabilir.
Kürtler ayrıldığı veya kendi iradeleleriyle özgürce Türklerle aynı devlet içinde birleştiği takdirde Türklerin daha özgür, daha demokrat ve daha müreffeh bir yaşam sahibi olabileceği düşünülebilir, ki bu gerçekten de isabetli bir düşüncedir[6].
Böyle bir akıl yürütmeyle  tam da Türk milletinin çıkarlarını savunmak için, Kürtlerin haklarını savunabilirsiniz.
Bu akıl yürütmeden hemen çıkarsanabileceği gibi, Türkiye’nin milliyetçi olmadıklarını düşünen ve buna içtenlikle inanan bütün demokrat ve sosyalistleri aslında birer Türk Milliyetçisidirler.
Çünkü sosyalistler, Kürtlerin ana dilde eğitim hakkını veya ayrılma hakkını, dünyanın en “Enternasyonalist”, en “Marksist”, en “Devrimci” veya en “Demokrat” gerekçeleriyle de savunsalar da, somut sonuçları itibariyle ve pratik olarak, akıllı ve uzak görüşlü bir Türk milliyetçisinin savunabileceklerinden farklı bir şeyi savunmuş olmazlar.
Birisi, enternasyonalist gerekçelerle de olsa fiilen, nesnel olarak sonuçları itibariyle Türk milletinin daha müreffeh, daha demokratik ve özgür yaşamasını savunmuş ve sağlamış; diğeri Türk milletinin çıkarına yönelik  gerekçelerle olsa da nesnel olarak ve sonuçları itibariyle örneğin Kürtlerin özgürlüğünü, baskıdan kurtulmasını, ayrı devlet kurma hakkını, yani Enternasyonalizm veya Marksizm veya devrimcilik adına savunulmuş olanları savunmuş olur.
O halde, genel olarak “ulusal sorun”da veya daha somut olarak “Kürt Sorunu”nda, Türkiye’deki “Devrimci”, “Demokrat” ve/veya “Enternasyonalist”lerin savunduğu her şey, pek ala bir Türk Milliyetçisi olarak da savunulabilir.
Dikkat edilirse, burada milliyetçiliğin tanımları farklıdır, biz bir ulusun çıkarlarını genel olarak savunmayı milliyetçilik olarak tanımlarken, bir ulusun çıkarlarını akıllıca ve uzun vadeli olarak savunanlar veya milliyetçi olmadığını düşünen enternasyonalistler, Marksistler, milliyetçilikten başka ulusları baskı altına almayı ve onların haklarını inkar etmeyi anlamaktadırlar.
Demek ki, milliyetçiliği başka bir ulusun haklarını ve eşitliğini reddetmek olarak tanımlamanın kendisi, bir ulusun çıkarlarını akıllı bir şekilde savunmanın veya “enternasyonalizmin” milliyetçilik tanımından başka bir şey değildir. Yani enternasyonalizmin ve akıllı milliyetçiliğin milliyetçilik tanımları özdeştir. Diğer bir ifadeyle, Enternasyonalistler, akıllı ve uzun vadeli düşünen milliyetçilerle aynı milliyetçilik tanımını paylaşırlar.
O halde milliyetçiliğin karşıtı olduğu, enternasyonalizm olduğu söylenen şey, akıllı ve uzun vadeli olarak bir ulusun çıkarlarını savunmaktan, yani milliyetçilikten başka bir şey değildir.
Kendilerinin milliyetçi değil, enternasyonalist olduklarını söyleyenler, başka ulusları ezmeye karşı olduklarını söyleyenler, farkına varmadan aynı zamanda akıllı bir milliyetçi olduklarını söylemiş olurlar.
En başta söylediğimize  tekrar dönersek: o milliyetçi olmadığını düşünenlerin aslında milliyetçiler olduklarını, ama milliyetçiliğin milliyetçilik tanımıyla milliyetçiliği tanımladıkları için milliyetçi olmadıklarını düşündüklerini söylemiştik.
Bu örneklerle ne demek istediğimiz daha somut ve iyi olarak anlaşılmış olsa gerektir.
Burada Marks’ın sözüne gelirsek: “Başka ulusları ezen bir ulusun özgür olamayacağı” ilkesi, enternasyonalizmin olduğu gibi aynı zamanda akıllı bir milliyetçiliğin; bir ulusun çıkarlarını daha akıllı ve uzun vadeli olarak savunmanın ilkesidir.
Sonuç, Marks’ın sözü, milliyetçilerin milliyetçilik tanımını kabul eder ve çıkarsamasını öyle yapar.
Ergo: Marks bir milliyetçidir.
 
*
Burada küçük bir hatırlatma yapalım.
Biz tam da bu gerçekten hareketle, yani enternasyonalist veya marksist veya milliyetçi olmadığı düşünülen gerekçelerle savunulan her şeyin milliyetçi gerekçelerle savunulabileceği gerçeğinden hareketle ve bizzat bunu gösterebilmek için, bir zamanlar “Bir Türk milliyetçisi olarak” yazılar yazıyorduk. O yazılarda en enternasyonalistlerden daha radikal pozisyonları bir Türk milliyetçisi olarak savunuyorduk.
Hem de bunları, 2000’li yılların başlarında, herkesin Kürt hareketinin ve Öcalan’ın bittiğini düşündüğü; Kürtlerin, PKK’nın ve Öcalan’ın yanında görünmekten korktuğu; bizzat Kürtlerin ve PKK’nın bile çok ciddi bir demoralizasyon yaşadığı bir dönemde, Avrupa’da çıkan Özgür Politika’ya yazdığımız ilk yazılarda yapıyorduk.
Böyle yapmamızın nedeni tam da yukarıdaki açıklamaların dayandığı mantıktı.
“Bir Türk Milliyetçisi” olarak yazarak, sosyalistlere, enternasyonalistlere, aslında sosyalizm, demokrasi ve enternasyonalizm adına savundukları her şeyin bir Türk milliyetçisi olarak da savunulabileceğini göstermeye ve onları milletler ve milliyetçilik üzerine düşündürmeye çalışıyorduk.
Ancak, bu yapmaya çalıştığımız hiçbir zaman anlaşılamadı. Milliyetçiler milliyetçiliğin ne olduğunu anlayamazlar ilkesi burada da yürürlülüğünü sürdürüyordu.
O dönemde yazdığımız yazıların bir derlemesi olan “On Yıl Öncesinden Bugünkü Gelişme ve Tartışmalara İlişkin Yazılar” başlıklı kitap şuradan indirilebilir:
Doğrudan PDF dosyası olarak adresi şöyle:
*
Yukarıda, “Başka bir ulusu ezen bir ulus özgür olamaz” sözünün aslında milliyetçi bir ilkeyi savunduğunu gösterdik.
Şimdi bir adım daha atalım, Marks’a ve ortaya koyduğumuz ulus teorisini yok sayan, okumamakta ısrar eden Marksistlere daha ağır bir ithamda bulunalım.
Başka ulusların varlığını inkar etmeden, başka ulusları ezmeden ve onlar üzerinde tahakküm kurmadan da bir ulusun çıkarlarının savunulabileceği anlayışı, sadece milliyetçi bir anlayış değildir, aslında gerici milliyetçi bir anlayıştır.
Neden ve nasıl?
Bunu anlayabilmek için önce “Gerici Milliyetçilik” dediğimiz şeyin ne olduğunu tanımlayalım.
Aslında bizim görüşümüze göre, milliyetçiliğin kendisi kategorik olarak her biçimiyle gericiliktir. Ama bizim milliyetçilik tanımımıza henüz gelmediğimizden şimdilik bunu bir yana bırakıyoruz. Burada, piyasada yaygın, eleştirdiklerimiz ve muhataplarımızca kabul edilebilir kavramlar içinde konuşuyoruz.
İşte bu genel gericilik içinde nispeten daha demokratik olarak tanımlanabilecek milliyetçilikler de vardır. Bu bağlamda bir açıklama yapalım.
Sık sık gazetelerde ya da politika ve sosyoloji kitaplarında “Alman usulü kültüre, tarihe vs.” dayanan millet anlayışı ile “Fransız usulü” bir toprak parçasında yaşayanlarla tanımlanan millet anlayışının ve kuruluşlarının olduğundan söz edilir[7].
Bu farklı olduğu söylenen millet anlayışları yani milliyetçilikler, aslında sadece nötral bir farklılık şeklinde ifade edilemeyecek, çok temelden, birbirine zıt bir farklılığa karşılık düşerler. Biri daha demokratik, diğeri daha gerici bir millet ve milliyetçilik anlayışını ifade eder.
Diyelim ki, milletlerin tarihte derin kökleri olan, aynı soydan ve dilden gelen insanlardan oluştuğuna dair bir millet ve milliyetçilik anlayışına sahipsiniz. Bu milleti de böyle tanımlamaya yol açar, ama böyle bir millet ve milliyetçilik, otomatikman diğer soydan, dilden, dinden, tarihten olduğu düşünülenleri dışlama ve baskı altına alma sonucunu doğurur. Bu tür gerici bir ulusun ve ulusçuluğun tipik örneği Alman ve Türk milletleri ve milliyetçilikleridir.
Ama ulusu bir toprak parçasında yaşayanlarla ve ortak demokratik ideallerle tanımlayan; dil, din, soy vs. körü olan, ulusu bunlarla tanımlamayan, hatta bunlarla tanımlamaya karşı tanımlayan, bunlara hiçbir politik anlam vermeyen  bir  milliyetçilik ve milletler de vardır. Bunlar milleti dile, soya, dine vs. göre tanımlanmadıklarından, kimseyi dilinden, soyundan, dininden dolayı baskı altına almazlar. Devlet veya ulus, tıpkı gerçekten laik bir ülkedeki devletin dinler karşısında tarafsız ve dinsel farklılıklara kör olması gibi, dil, soy, ırk, tarih vs. farklılıkları karşısında da tarafsız ve kör olur. Bu tür uluslara ve ulusçuluğa örnek olarak Amerikan ve İsviçre ulusları ve ulusçulukları gösterilebilir.
O halde, bir ulusu, dile, dine, tarihe, soya, ırka vs. göre tanımlayan; ulusların böyle birimler olduğunu söyleyen uluslar ve ulusçuluklar, tanımı gereği gerici, demokratik olmayan bir ulus ve ulusçuluk anlayışını yansıtırlar. Biz bu nedenle bu tür ulus anlayışına dayanan ulusçuluğa “gerici ulusçuluk” diyoruz.
Ulusu ve ulusçuluğu böyle tanımlamayı reddeden, böyle dile, dine, soya, ırka göre tanımlamaya karşı tanımlayan ulusçuluklara ise “demokratik ulusçuluk” diyoruz.
Tekrar edelim, bu iki biçim de tarihsel olarak bir karşı devrimi ifade ederler ve her ikisi de gericiliktir; ama gerici milliyetçilik, bir karşı devrim içinde karşı devrimdir; katmerli gericiliktir.
Özetle “gerici ulusçuluk” derken, ulusu bir dil, din, tarih, soy, etni, “ırk” vs. veya bunların bir kombinasyonuyla tanımlayan ulusçuluğu anlıyoruz. Ulusu bunlarla tanımlamayı reddeden, belli bir toprak parçasında yaşayanlarla tanımlayan ulusçuluğa da “demokratik ulusçuluk” diyoruz.
*
Şimdi bu iki farklı ulusçuluğun ilişkisine bakalım.
Bu iki ulusçuluk sadece farklı değildir, birbirine zıttır ve bir arada bulunamazlar.
Nasıl hem Allaha hem de Putlara tapılamaz ise, biri diğerini dışlar ise, demokratik ulusçuluk ile gerici ulusçuluk bir arada bulunamaz, biri diğerini dışlar. Puta tapıldığı an Allah’a tapmanın ortadan kalkması gibi, bir ulus bir dille, bir dinle, bir tarihle vs. tanımlandığı an demokratik, yani bunlarla tanımlanmaya karşı tanımlanmış olma niteliğini yitirir. Bu nedenle bu iki farklı ulusçuluğun olduğu yerde bu farklı ulusçuluklar arasında bir savaş kaçınılmazdır.
Bunun en tipik kanıtı ve örneği, ABD’deki meşhur iç savaştır.
Bu iç savaş, ekonominin ve sınıfların kavramlarıyla açıklanabileceği gibi[8], üstyapının kavramlarıyla da aynı şekilde açıklanabilir.
Güney eyaletleri, ırka dayanan ve ulusu beyazlarla tanımlayan bir ulusçuluğu savunuyordu. Kuzeydekiler ise, ulusun böyle tanımlanmasını reddediyordu. Kuzey ve Güney savaşı, iki farklı ulusun değil; iki farklı ulusçuluğun ve ulus anlayışının savaşıydı: demokratik ulus ve ulusçulukla gerici ulus ve ulusçuluğun.
Amerika’yı Amerika yapan da, gerici ulusçuluğa karşı demokratik ulusçuluğun kazandığı zaferdir[9].
*
İki gerici ulus ve ulusçuluk, ortak çıkarlar varsa ve konjonktür uygunsa bir arada aynı devlet içinde bulunabilir. Ama biri demokratik biri gerici iki ulus ve ulusçuluk bir arada ve aynı devlet içinde bulunamaz.
Yani örneğin bugün Türkiye’de milleti hem Türklük veya Kürtlükle tanımlamaya karşı tanımlayıp, hem de Türklük veya Kürtlükle tanımlayamazsınız, tıpkı hem Allah’a hem putlara tapamayacağınız gibi. Biri varsa diğeri olamaz.
Ama biri Türklükle, diğeri Kürtlükle tanımlanmış iki ulus, ayrı ayrı karar verip aynı devlet çatısı altında birleşebilirler. Ama böyle bir devlet veya ulusta da ulusu Türklükle veya Kürtlükle tanımlamaya karşı bir ulus var olamaz. Tıpkı putlara tapanın aynı zamanda Allah’a tapamayacağı gibi. Bu ikisinden birinin var ve egemen olması diğerinin yok olmasıyla sonuçlanır.
Tekrar edelim, demokratik ve gerici ulusçuluk bir arada bulunamazlar. Ama iki gerici ulus ve ulusçuluk bir arada bulunabilir. Yani ulusu bir dille tanımlayan Kürtler ve Türkler diyelim, aynı devlet içinde bir arada yaşamaya karar verebilirler. Bu uzlaşmayı güçlerin durumuna göre yapabilirler. Ama dikkat edilsin burada birleşenler, kendini dille tanımlamış iki gerici ulus ve ulusçuluktur. Birleştikleri gibi ayrılabilirler de.
Demokratik bir ulus ile gerici bir ulusun ve ulusçuluğun farkını şöyle somut olarak anlatabiliriz.
Gerici ulusçuluğa göre tanımlanmış iki ulusun aynı devlet içinde yaşadıkları bir durumda, okullarda Kürtler Kürtçe derslerde Kürt Tarihi, Türkler Türkçe derslerde Türk Tarihi okur. Türkçe ve Kürtçe, bu uluslarda linguistik, nötral değil, politik kavramlar ve dillerdir.
Ama demokratik bir ulusçuluğa göre şekillenmiş bir ulusta, herkesin istediği dili ana dil olarak seçme ve ana dilinde eğitim hakkı olur. Ortak bir haberleşme diline gerek olup olmadığına veya bunun ne olacağına o demokratik ulusun yurttaşları demokratik olarak karar verebilirler. Ve örneğin İngilizce’yi böyle bir dil olarak seçebilirler. Dilin hiçbir politik anlamı olmadığından, o ulus İngilisce’yi ortak konuşma dili olarak seçtiği için ingiliz ulusu olmaz. Yani dillerin, dolayısıyla Türkçe ve Kürtçe’nın politik bir anlamı yoktur, sadece linguistik, politika dışı bir anlamı vardır. Yani Türkçe Türkçe değildir, Kürtçe Kürtçe değildir. İkisi de birer dildirler.
Ama daha da ötesi var. Demokratik bir ulusçuluğa göre kurulmuş demokratik bir ulusta, herkes kendi ana dilinde, aynı tarihi, yani Kürt ve Türk uluslarının tarihini değil; ulusların tarihi olmadığını anlatan, ulusların tarihi olduğu fikrinin gerici ulusçuluğun bir yalanı olduğuna dair demokratik bir ulusçuluğun anlayışını yaratan tarihi okurlar.
Demokratik ulusçuluk ile gerici ulusçuluk arasındaki uzlaşmazlık çok açıktır. Hem ulusların tarihi olmadığını (yani Kürt ve Türk tarihi diye bir şey olmadığını, bunların uydurma olduğunu) okutup hem de ulusların tarihini, yani Kürt ve Türk tarihini okutamazsınız. Bu ikisi birbiriyle çelişir.
Elbette demokratik bir ulusta ve ulusçulukta, fikir ve örgütlenme özgürlüğü mutlak olduğundan, okulun dışında insanlar, Türkler veya Kürtler olarak bir araya gelebilirler, Kürtlerin ve Türklerin tarihleri üzerine yayınlar yapabilirler vs.. Ama bunların hiçbir politik anlamı olmaz.
Bu tıpkı, okullardaki derslerde Darwin yasalarını, DNA’ları, Fosilleri vs. öğrenip okuldaki dersten çıktıktan sonra Cami’de , Kilisede veya Havra’da İnsan’ı Allah’ın çamurdan yarattığını ve cennetten kovduğunu öğrenmek ve öğretmek gibidir. Demokratik bir ulusçuluk, insanların bu hakkını da garanti eder. Ama bütün bunların politik bir anlamı olmaz. Tıpkı Fenerbahçeli ve Beşiktaşlıların birlikler kurması gibi bir anlamdan fazlasına sahip olmaz bütün bunlar.
Evet demokratik bir ulus ve ulusçulukla gerici bir ulus ve ulusçuluk bir arada var olamaz ama iki gerici ulus ve ulusçuluk bir arada olabilir. Yine okul örneğine dönersek, Pekala Türk okullarında Türk Tarihi, Kürt okullarında Kürt tarihi okunabilir. Tabii konjonktür, bir arada yaşamayı zorluyorsa ve çıkarlar ortaksa birlik olabilir ve sürebilir ama bu tür birlikler ilk krizde bölünmeyle ve gerici ulusların ve ulusçulukların karşılıklı savaşlarıyla son bulur. Balkanlar ve Rusya bunun en açık örneğidir.
Şimdi, Selahattin Demirtaş veya Abdullah Öcalan “biz” derken Kürtleri kastettiği sürece, henüz demokratik ulusçu değiller gerici ulusçulardır. Türk aydınları, sosyalistleri, enternasyonalistleri veya komünistleri, var olan Türklükle tanımlanmış ulusa ve devlete karşı, her hangi bir dille, dinle, soyla, tanımlamayı reddeden bir ulus ve devleti savunmadıkları sürece, Kürtlerin haklarını istedikleri kadar savunsınlar ve kabul etsinler, gerici ulusçulardır.
Yani bugün Türkiye’deki tartışmalar aslında iki gerici ulusçuluk arasında olmaktadır. İki gerici ulusçuluk nasıl birlikte ayrılmadan yaşayacaklarını tartışmaktadırlar. Kürtler “Ben de senin eşitin olayım, Devletin adının Türkiye olmasını, resmi Dilin Türkçe olmasını sorun yapmıyorum” demekte Türkler henüz bunu hazmetmeye hazır olmadığını ifade etmekte ve bunun sonunda bölünmeye yol açacağını söylemektedirler.
Ancak, aynı gerici ilkeye göre bir araya gelmiş iki ulus, ilk zorlukta, çıkar ortaklığı kalktığında  uzun vadede bölünürler. Ve bu ayrılma da muhtemelen, Çek ve slovakların, İsveç ve Norveçlilerin ayrılığı gibi uygarca da değil, gezatalarin üçüncü sayfalarından da görüleceği gibi çok da kanlı olur.
Ama kanlı veya kansız, bu bölünme aynı gerici ulusçuluğa dayanan iki gerici ulusun bölünmesi olur. Bu bölünme insanlığa ve o ulusları oluşturan insanlara hiçbir şey kazandırmaz, ikisi de gericiliğin batağında boğulur.
Ama Türkiye ve Kürdistan’da ulusu Kürtlükle veya Türklükle tanımlamayı reddeden demokratik ulusçuluk ve uluslarla; ulusu Türklük ve Kürtlükle tanımlayan ulus ve ulusçuluklar arasında, tıpkı Amerika’daki iç savaş gibi bir bölünme ve savaş olursa, demokratik ulus ve ulusçuluk yenilse bile, insanlara daha kurtarıcı bir mesaj bırakmış, geleceğin başarılarının tohumunu atmış olur.
Gerçi şimdilik Avrupa Birliği perspektifi ve Kürtlerin, Türklerle birlikte Orta Doğu’dan çıkıp Avrupa’ya katılma hedefi bir Kürt ve Türk ayrılığı ve savaşını uzak bir ihtimal olarak gösteriyorsa da, uzun vadede bir alt üstlük, bir kriz ve bu perspektifin yitirilmesi durumunda Yugoslavya’daki gibi bir savaş kaçınılmazdır.
Yani Türkiye’deki en ciddi Demokratik Hareket olan Kürt hareketi bile aslında gerici bir ulus ve ulusçuluk anlayışından kopmuş değildir. İşin ilginci bu hareket tıpkı sosyalistler gibi, milliyetçi olmadığını düşünmekte ve milliyetçiliğe karşı olduğunu da iddia etmektedir[10].
Bir de karşı tarafa, Türk tarafında ulusçu olmadığını düşünenlere bakalım.
Her hangi bir liberal yazarı alın bakın, şöyle satırlar göreceksinizdir. “Avrupa ya da globalleşme artık ulus devletle bir arada yaşayamıyor. Ulus devletin sonu geliyor. Avrupa Birliği ulus devlete son veriyor.
 Bu gibi satırlarda ifade edilen ulus ve ulusçuluk anlayışı, tam da ulusların bir dil, din, tarih, soya dayandığı anlayışıdır. Yani bir dile, dine, tarihe, dayanmayan bir ulusun veya ulusçuluğun artık ulus veya ulusçuluk olmadığını düşünmektedir. Ama ulusu ve ulusçuluğu böyle tanımlamanın kendisi tamı tamına gerici bir ulusçuluktur: yani ulusları tarihe, dile, soya vs. dayanan birlikler olarak anlamaktadır
Görüldüğü gibi, aslında Türkiye’de bırakalım ulusçu olmamayı bir yana, henüz demokratik bir ulus ve ulusçuluk anlayışı bile yok. Ve gerek entelektüel, gerek politik hayata, Marksistinden liberaline, beyaz Türkünden Kürdüne kadar, bütünüyle gerici bir ulus ve ulusçuluk anlayışı egemendir.
Zaten eğer demokratik bir ulus ve ulusçuluk anlayışı olsaydı, ulusçuluk olmayanı şimdilik bir kenara bırakıyoruz,  şimdi Kürt ve Türk uluslarının ve ulusçuluğunun tarihleriyle alay eden, onun saçmalıklarını ve yalanlarını ortaya çıkarmış zengin bir literatür bulunur, en azından aydınlar ulusların tarihleri olduğu anlayışıyla alay eder bir durumda olurdu.
Böyle bir entelektüel egemenlik uzun vadede, demokratik ulusçu, politik ve sosyal bir harekete temel olur; Kürt ve Türk ulusçularıyla demokratik ulusçular arasında gerçek bir mücadelenin temelleri atılmış olurdu.
O zaman diyelim ki aydınlar veya demokrat veya sosyalist olduğunu düşünenler, “Biz” derken Türkleri veya Kürtleri değil Kendini politik olarak Türklük veyla Kürtlükle tanımlayanlara karşı olanları kastederdi.
Çünkü, demokratik bir ulusçuluğu içselleştirmiş birinin “biz”i, Türkleri veya Kürtleri değil, Demokratik Ulusçuları içerir, yani ulusu Kürt veya Türklük ile tanımlamayı reddedenleri; “Biz”i Türk ya da Kürt ulusu olanlar, onun için “öteki”dir, kendisiyle savaşılacak bir düşmandır.
*
Buraya kadar söylenenleri toparlarsak, bir Türk ulusçusu, pekala Türk ulusunun çıkarlarına daha uygun olacağı için, Kürtlerin üzerindeki baskıya karşı çıkabilir  ve örneğin Kürterin ayrılma hakkını ve kendi özgür iradeleriyle birleşme hakkını savunabilir.
Böyle yapmakla, ulusçu olmaktan çıkmayacağı gibi, bunun için gerici bir ulusçuluk anlayışını terk etmesi gerekmez. Aslında Türk ulusu olarak Kürt ulusunun haklarını tanımak, kabullenmek veya savunmak gerici bir ulusçuluğu akıllıca savunmaktan başka bir şey değildir.
Bunun en somut örneği de bizzat Kürt Ulusul hareketidir. Kürt hareketinin durumu tamı tamına böyledir. Kürt ulusu ve ulusal hareketi, Türk ulusunun varlığını reddetmemektedir. Hatta Türklerin ayrılma hakkını savunduğu bile söylenebilir. Yani Türklerin kendi özgür iradeleriyle Kürtlerle birleşmesinden yanadır aslında bu günkü Kürt ulusçuluğu.Yani başka ulusların varlığını inkar ve onları baskı altına alma yoktur bu ulusçulukta. Ama ulusu bir dille, bir tarihle tanımladığı için gerici bir ulusçuluktur.
Ulusların tarihi olmadığı, demokratik bir ulus olmak için, ulusun tarihle, dille, dinle, soyla tanımlanmasını reddetmek gerektiği anlayışının burada yeri yoktur.
Ama birbirlerini tanıyan ve birlikte bir devlet içinde olabilen her iki ulus ve ulusçuluk da ulusların böyle tanımlanmasını reddeden demokratik ulusçuluk karşısında birer diktatörlüktür ve demokratik bir ulusun varlığını tanımazlar ve tanıyamazlar. Çünkü tanıdıkları an kendileri yok olurlar.
Burada denklemi tersinden, eşitliğin diğer tarafından formüle edersek, Demokratik bir ulus veya ulusçuluk da, ulusu Kürtlük veya Türklükle tanımlamayı reddeder. Ulusu böyle tanımlamayı reddetmekle tanımlar. Demokratik bir ulus veya ulusçuluk da gerici ulus veya ulusçuluk karşısında bir diktatörlüktür.
O halde bu formülü şöyle de ifade edebiliriz: Demokratik bir ulus veya ulusçuluk, ulusu bir dille, bir dinle, bir tarihle vs. tanımlayan ulusları ve ulusçulukları ezmek zorundadır. Aksi takdirde kendisi onlar tarafından ezilir.
O halde, “gerici ulus ilkesine göre tanımlanmış ulusları ve ulusçuları ezmeyen bir ulus özgür olamaz” sonucuna ulaşırız.
Görüldüğü gibi, demokratik bir ulusçuluğun geçerli olması için, Marks’ın formülünün tam tersi doğrudur.
Toparlarsak, “başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz” sözü, gizli bir varsayım olarak, ulusların tarihe, dile vs. dayandığı şeklindeki gerici ulusçuluğun ulus anlayışına dayanır ve ancak böyle bir varsayım üzerinden formüle edilebilir.
Demokratik bir ulus ve ulusçuluk açısından böyle bir formül mümkün değildir.
Çünkü demokratik bir ulus veya ulusçuluk açısından bu denklem ancak söyle ifade edilebilir: Dile, dine, tarihe göre tanımlanmış ulusları ve ulusçuluğu ezen bir ulus özgür olabilir.
Görüldüğü gibi, Marks’ın enternasyonalizmin en özlü ifadesi veya ulusçuluğun panzehiri olarak ifade edilen formülü aslında hem milliyetçi bir formüldür hem de gerici milliyetçiliğin millet anlayışına dayanan bir formüldür.
*
Yukarıda Abdullah Öcalan veya Selahattin Demirtaş’tan gerici ulusçuluğun sınırları içindeler diye söz ederken onların bir demokratik ulusçuluğa kapalı olduğunu söylemek istemiyoruz. Aslında onlar gerici bir ulusçuluğun kavramları içinde gerici bir ulusçuluğa karşı çıkmaya çalışıyorlar. Abdullah Öcalan örneğin bir çok yerde örnek olarak Amerikan ve İsviçre uluslarını örnek gösterir. Sık sık “Anayasal Vatandaşlıktan” veya “Türkiye Ulusundan” söz ederler.
Diğer yandan Marks da, bir yandan böyle milliyetçi ve aynı zamanda gerici milliyetçiliğe dayanan formülasyonlar yapar ama aynı zamandaKuzey’in Güney’e karşı savaşını destekler. Bu çelişkiler aynen bütün Engels, Lenin, Troçki, Kıvılcımlı gibi bayak marksistlerde görülebilir.
Zaten sorun buradadır, bu çelişkili bir durumdur. Birbiriyle uzlaşamayan iki anlayış, iki farklı ulusçuluk bir aradadır. Bir arada omasının nedeni de ulusların ve ulusçuluğun ne olduğunun bilinmemesidir. Ulusların ve ulusçuluğun ne olduğu bilinmediği an genellikle gerici ulusçuluğun ulus anlayışı egemen olur, politik olarak buna karşı olunsa bile.
Marksizm egemen ve yaygın biçimiyle bu çelişkiyi, demokratik ulusçuluk ve ulusluru karşı savaş yönünde aşamadı; aksine gerici ulusçuluk anlayışı demokratik ulusçuluğa dayanan programları Stalinizmin yükselişiyle birlikte tasfiye etti. Bırakalım uluslara karşı savaşı bir yana, en gerici ulusçuluk Marksizm biçiminde ortaya çıktı.
Elbette zındık Marksizm, devrimci ve eleştirel ruhu yaşatan ve resmi marksizmlerce lanetlenip, koğuşturulan, susuşa boğulan Marksizm, Demokratik milliyetçiliği de eleştirip aşarak uluslara karşı mücadeleye de ulaştı ama bütün bunlar bilinmez kaldı ve kalıyor.
Peki Kürt Özgürlük hareketinin evrimi nasıl olacak?
Kürt hareketi bu çelişik durumdan demokratik bir ulusçuluğa doğru mu evrilecek yoksa gerici ulusçuluk anlayışı, demokratik ulusçuluğun ögelerini iyice bastırıp yok mu edecek?
Şu an verili koşullar çok olumsuz sinyaller veriyor. Şimdilik bunu başarabilecek kavramsal araçları yok. Dünyada böyle bir entelektüel bir birikim ve iklim yok. Bizim bu yöndeki çabalarımız hiçbir yankı bulmuyor hem türk sosyalistlerinin hem de gerici Kürt milliyetçilerinin suskunluk ve düşmanlık duvarına çarpıyor. Şimdilik gerici bir ulusçuluğa dayanarak şekillenmiş bir biçim içinde ulusa demokratik ögeleri doldurarak bunu aşmaya çalışıyorlar. Abdullah Öcalaan’ın kitaplarının özü budur. O Kürt ulusuna Demokratik geleneklere dayanan bir tarih yazmaya ve yaratmaya çalışıyor. Ama en demokratik ögelerle de doldursa, yazdığı tarih gerici ulus anlayışının dayandığı bir tarih olmaktan çıkmaz. Şimdilik bu demokratik içeriğin gerici biçimi parçalayacağı yönünde bir ize pek rastlanmıyor. Gelişmeler aksi yönde.
Türkiye’nin sosyalistleri bir mucize olup demokratik ulusçular haline dönüşseler Kürt özgürlük hareketinin önemli bir bölümü de aynı yolu izleyebilir. Ne var ki, Türklerdeki çürüme, Türk sosyalistlerini de iyice sardığı için, Kürt özgürlük hareketinin böyle bir dönüşüm geçirmesini destekleyici değil engelleyici bir işlev görüyorlar. Kürt hareketi el yordamıyla bir şeyler bulmaya, Kürt hareketi olmaktan çıkmaya çalışıyor.
*
Marks’ın öğretisi zorunlu bir koşul veya sonuç olarak ulusçuluğu veya gerici ulusçuluğu içermiyordu. Bunlar onda geçmişin kalıntıları, öğretiyi mantık sonuçlarına götürememenin, yeterince olgunlaşmamanın sonuçları olarak vardılar.
Tıpkı Hegel’in sistemi ve yöntemi arasında olduğu gibi çelişkili bir yan, Marksizm’de de, onun altyapı ve üstyapıya ilişkin kavramları ve teorileri arasında vardı.
Bu nedenle Marks, Altyapının kavramlarıyla Kuzey’i destekler ve iki farklı ulusçuluğun bir arada bulunamayacağını zımnen ifade ederken; aynı Marks, üstyapının kavramlarıyla bununla çelişen ve gerici bir milliyetçiliğe dayanan ve onu savunan formülasyonlar yapmaktaydı.
Egemen Marksizm tıpkı diğer Hegelciler gibi bunun gerici yanını aldı ve geliştirdi, bugün dünyada egemen olan görüş budur.
Ama Tıpkı Marks ve Engels’in Hegel’in yöntemini alırkan yaptığı gibi, onun devrimci ve eleştirel yanını alıp geliştirenler ve o gerici sistemi atanlar da olabilirdi ve olmuştur.
Biz tam da bunu yapmaya çalıştık ve kanımızca yaptık. Bunu yaparken, Marksizm’e yabancı olan kavramları atmamaz, ya da kimi kavramların Marksizmle bir arada bulunamayacağını göstermemiz yetti.
Bu yazıda bunun küçük bir örneğini vermeye çalıştık.
Bugün Türkiye’de ihtiyaç olan şey kendine sosyalist diyen gerici milliyetçiler değil; şurada anlatılan türden demokratik bir milliyetçiliği savunabilecek radikal demokratlardır.
Demokratik veya değil, milliyetçi olmamak ve milliyetçiliğe karşı olmak ise, milletlere karşı olmakla mümkün olur.
Milletler politik olanı ulusal olanla tanımlamış topluluklardır.
Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, politik olanın ulusal olanla tanımlanmasına karşı olmadan; yani en demokratik biçimiyle bile olsa milletlere; dolayısıyla devletlere, sınırlara karşı savaşmadan ve bu savaşı en başa almadan milliyetçi olmaktan kimse kurtulamaz.
Zaten uluslar ortadan kaldırılmadan, bırakalım sınıf farklılıklarını bir yana, insanlığın yok olma tehlikesi ortadan kaldırılamaz.
O halde, bu sonuçları politik olarak şöyle ifade edebiliriz:
Türkiye’de acil olarak, demokratik bir ulusçuluğu savunacak radikal demokratlara ihtiyaç vardır.
Dünyada, uluslara karşı insanlık bayrağını açacak insanlara ihtiyaç vardır.
Sosyalizm değildir insanlığın acil gündemi.
Sosyalist olduğunu düşünenler, Türkiye’de Radikal Demokrat, dünyada da İnsan olmalıdırlar.
Bugün Türkiye’de sorun, Liberaller ve Ulusalcılar karşısında sosyalistlerin birliği değil; gerici ulusçulara ve uluslara karşı demokratik bir ulusçuluğun propagandası ve örgütlenmesidir.
Bugün dünyada sorun, ulusal devletler içinde işçilerin kapitalistlere karşı mücadelesi değil; İnsanların, yani politik olanın ulusal olanla çakışmasını reddedip buna savaş açanların; Türk, Alman, Fransız, Amerikan vs. uluslarına karşı dünya çapında bir hareketinin yaratılmasıdır.
Bunun için de Marks’tan başlamak, Marksizmi ulusçuluktan arındırmak gerekiyor.
Çünkü Marksizm ulusçuluğun ne olduğunu çözemediği için fiilen ulusçu olmuştur.
Demir Küçükaydın
02 Ocak 2011 Pazar

Hiç yorum yok: