5 Ocak 2011 Çarşamba

İktidar Tarihsel-Toplumsal ve Kurumsal İlişkiler Toplamıdır


Uygarlık, iktidar ve devlet kavramları gerek kendi içlerinde, gerek iç içelikleri kapsamında çözülmesi en güç sosyal ilişkiler kategorisini oluşturur.
Uygarlık, iktidar ve devlet kavramları gerek kendi içlerinde, gerek iç içelikleri kapsamında çözülmesi en güç sosyal ilişkiler kategorisini oluşturur. Uygarlık, tanımlanması konusunda tartışmaların halen devam ettiği bir konudur. İktidarın nerede başlayıp nerede bittiği, ne zaman ve nasıl oluştuğu ve sonlanması gerektiği daha da karmaşık bir tanımlamadır. Günlük dilde içilen su ve teneffüs edilen hava kadar adından bahsedildiği halde, tanımında görüş birliğine en ez varılan konuların başında gelmektedir. Sadece çok sırlı, karmaşık konular olduğundan ötürü değil, öyle kalmaları arzulandığı ve uğruna çok ideolojik faaliyetler yürütüldüğü için böyledir. Bir şeyden korkulması için ilk şart, çok sır ve karmaşıklık içinde bırakılmasıdır. Eğer içyüzleri açığa çıkarsa, herkesin alay konusu olurlar. Korku etkeni olmaktan çıkarlar. Böylelikle örtbas ettikleri çıkar gruplarının emelleri de boşa gider. Halk arasında bu konuda çokça öykü anlatılır.
Uygarlık önce kendi mitolojik öyküleri ile başlatılır. Çıkar klikleri veya artık-ürün tekelleri bu öyküler bağlamında olmadan, zorbalıkla ancak birkaç defalık talan gerçekleştirebilirler. Kalıcı ve kabul edilebilir olmaları için mutlaka mitolojilere, din ve hukuka ihtiyaçları vardır. Günümüzde ise, tüm bu etkenlerle birlikte üç (S)lerin, seks, spor ve sanatın popülerleştirilip medyada sunulmasıyla, toplumların zihnen ve duygusal olarak daha da şartlandırılarak yürütülmesiyle kalıcılık ve kabul edilebilirlik kesinleştirilmeye çalışılır. 
Uygarlık tarihini başlıca üç ana döneme ayırıp taslak halinde her dönemi nitelemeye çalıştım. Bilimcilik yöntemlerine pek itibar etmediğimi, sınırlı olmak kaydıyla yararlı olabileceklerini, ama dogmatikleştirildikçe özgür yaşam şansını tehdit edebileceklerini özenle belirttim. Sosyolojik yorum yöntemini (bilimcilikle, pozitivizmle) dogmatikleştirmeden uygulamaya özen gösterdim. Yorumlarım ana hatları ve çok sayıda örneklemeyle her tür tartışmaya açık olarak sunulmuştur. Tekrarlara çok düştüğüm halde, çok gerekli olmadığı durumlarda bu alışkanlığa düşmemeye de dikkat edeceğim.
Kapitalist (uygarlık, medeniyet ile birlikte aynı anlamda olan) moderniteyi yeniçağın (M.S. 16. yüzyıldan günümüze) resmi, zafer kazanmış modernlik (çağdaşlık) olarak çözmeye çalışmakla birlikte, çağımızı tümüyle kapitalizme mal etmeme ve anti-modernitesi konusunda da çok kapsamlı eleştiriler getirdim. Sosyolog Antony Giddens’in modernlik tanımına katılmakla birlikte, ‘üç sürdüremezlik’ konusundaki yorumlarını olduğu gibi paylaşmadığımı belirttim. Üç sürdüremezlik kapitalizm, ulus-devlet ve endüstriyalizmdi. Üçünün de kökenleri itibariyle uygarlığın ilk başlarından itibaren gelişim halinde olduklarını, en güçlü hallerine ise kapitalist moderniteyle eriştiklerini çok kapsamlı yorumlarla ve örnekleriyle sundum. Bu bölümde daha çok yapacağım, resmi modernitenin resmi olmayan moderniteyi, çağdaşlığı, demokratik modernite, medeniyet, uygarlık veya çağdaşlık olarak adlandırıyorum. Hepsi aynı anlamdadır iktidar ve devlet ilişkilerini daha somut nasıl biçimlendirdiğine ilişkin olacaktır. 
1- Pozitivist sosyologlar (A. Giddens ve benzerleri) uygarlık tarihinin her döneminde ve tekil tiplerinde kendilerini örneksiz yorumlayarak sosyoloji yaptıklarını sanırlar. Örneğin İngiliz uygarlığını ve devletini tarihte benzeri olmayan bir tür nevi şahsına münhasır bir devlet ve uygarlık olarak tanımlamak ve çözümlemek için binlerce araştırma yapmaktan geri durmazlar. Denizlerde kum, bunlarda araştırma! Aslında bu bilim denilen çalışmada çok ince bir saptırma gerçekleştirilmektedir. Benzetme yaparsak, ağaçlardan ormanı görünmez kıldırmak! Milyonlarca ağacı inceleme konusu yapmakla ormanı tanımlayamayız. Bu yöntemin doğru sonuç vermeyeceği başından bellidir. Ama on binlerce genci bu tip sosyal bilim yapıyorlar savıyla düzenin gerçek karakterini göz ardı ettirmek için kullanmak pek fena bir politika sayılmaz. Sosyal bilimler veya genel adlandırmayla sosyolojinin içeriği böyle boşaltılmakta ve anlamsızlaştırılmaktadır. 
Doğru olan, İngiliz devleti, iktidarı ve uygarlığı da beş bin yıldır temel kategorik özellikleri belli olan (sınıf-kent-ekonomik tekel olarak devlet) bir gelişmenin 10. yüzyıldan itibaren yeniden canlanan kentler etrafında gelişen sınıfların en önce kral ve aristokratlar olarak, 16. yüzyıldan itibaren de burjuvazi olarak ekonomik devlet tekelleri halinde yumaklaşarak, kendini çeşitli ideolojik örüntülerle sırlayıp görünmez kılarak veya zor anlaşılır kılmak için yüzlerce simgesel değerle bezeyerek günümüze kadar süren ana nehir olan uygarlığın hegemonik temsilcilerinden biridir. Eminim bu bir cümlelik tanım, İngiliz ilişkiler yumağını on binlerce araştırmadan daha iyi anlaşılır kılar. Sümer rahiplerinin yıldız hareketlerine dayalı on binlerce tabletlik toplum yorumlarıyla, kapitalist modernitenin on binlerce bilimci rahibinin yorumları arasında özde (yani gizledikleri temel çıkar grupları bakımından) pek fark yoktur. Sadece araştırma yöntemleri, zaman ve mekânları farklıdır. 
Açık ki ve önemle açıkladık ki, zaman ve mekân farkı, evrensel olarak oluşum denilen değişim ve gelişme demektir. Toplumlar da zaman ve mekân farkına bağlı olarak değişir ve gelişirler. Bazen geriye evrimler hali de mümkün olmak üzere. Özgünlük halini eleştirmiyorum; evrende özgün olmayan gelişme, değişme yoktur. Her değişme özgünlük anlamına gelir. Aynen tekrar sadece bir dogmatik inanç değeridir. Tüm doğasal olaylarda anlamı olmayan bir dil oyunudur ‘aynen tekrar’ kelimeleri. 
Bu anlamda elbette kapitalist modernitenin de çok önemli özgünlükleri vardır. Bu özgünlükler Antony Giddens’in tanımıyla üç önemli alanda gerçekleşmişlerdir. Bu bağlamda ‘süreksizler’ olarak kavramlaştırmak da öğretici olabilir. Kapitalizmi özgünlükleri içinde bir özelliğiyle yorumlayıp örneklediğimiz için tekrarlamayacağım. Fakat iktidar kavramı ve onun daha somut ve hukuki bir ifadesi olarak ulus-devlet konusunda özlü ve kısa bir özetleme gerekli ve hayli öğretici olacaktır. 
2- İktidar sosyal bilimlerin çok bahsettikleri, fakat özünü çarpıtmakta yarıştıkları konuların başında gelir dedik. Sadece kasıtla ilgili bir eleştiri değildir söylenen. Kapitalist modernitenin en özgün yanlarının başında geleni, her bireyin kendini iktidarlı sanma, öyle kılınma halini hiçbir uygarlığın başarmadığı kapsam ve özellikler içinde başarması yeteneğidir. Üzerinde en çok durulması gereken konu budur. Fransız sosyolog M. Foucault’nun zihnini en çok işlettiği ve altından tam kalkamadığı konu da budur. Lenin ‘Devlet ve Devrim’de devleti tanımak istedi. Ama en çok yanıldığı noktanın devlet olduğu da daha sağlığında ortaya çıkmıştı. İktidarı ise hiç tanımak bile istemedi. Güçlü ve kurnaz adamın çeşitli uygarlık maskeleri takarak günümüze kadar taşıdığı bu ‘efsunlu taşı’ kullanarak, sosyalizm gibi tamamen demokratik moderniteyle inşa edilmesi gereken temel toplumsal çalışmanın ‘sosyalist iktidar’la başından beri boşa çıkarıldığını anlayamadı. 
M. Bakunin’in şu anlama gelen bir sözünü çok anlamlı bulurum: “En demokrat adamın başına iktidar tacını giydirin, yirmi dört saat içinde en alçak bir diktatör olacaktır” veya “ahlakı bozulacaktır.” İktidarın sosyolojisini yapmak, halen en temel bilimsel bir görev olarak çözümlenmeyi gerektiriyor. İktidarın ne olduğu kadar, ne kadar gerekip gerekmediği en çok toplumsal bilinmezi olan bir konudur. Bazı zihniyetlere ve altında gizledikleri çıkar gruplarına göre, mutlak iktidar mutlak çözüm demektir. Tam Asur görüşü bu olsa gerek: Hedefin tümden canını almak. İktidarı tam bir hastalık hali olarak görenler de vardır. Özellikler anarşistler, pasifistler böyledir. Bunlara göre vebadan kaçar gibi her tür güç ve otoriteden kaçmak gerekir. Aslında bu anlayış iktidara teslim olmanın objektif biçimidir. 
Demokratik uygarlık sisteminin getirdiği tanım ve çözüm niteliksel olarak farklıdır. Her toplumsal grubun savunma hakkı kutsaldır. Grubun varlığına ve varlığıyla bağlantılı değerlerine yönelik her saldırıya karşı savunma gücü olmak, vazgeçilmez bir hak olmanın da ötesinde bir varlık nedenidir. Savunma gücüne klasik anlamıyla iktidar denilemeyeceği kanısındayım. Demokratik savunma gücü veya otoritesi demek daha uygun düşmektedir. Bir bitki olarak gülün bile dikenleriyle kendini savunmak istediğini göz önüne getirdiğimizde, bu demokratik otorite paradigmasına ‘gül teorisi’ demek isterim.
a- İktidarı uygarlık bağlamında artık-ürünü elde etmeye, arttırmaya ve ele geçirmeye yönelik her tür toplumsal faaliyet olarak işlevselleştirmek en uygun tanımdır. İdeolojik faaliyetlerden askeri faaliyete, uyutma masallarından soykırımlara, eğlence oyunlarından dinsel ritüellere kadar toplumsal artık-ürün ve değerleri sızdırmaya yarıyorsa, son tahlilde o faaliyetlere iktidarsal faaliyetler demek mümkündür. İktidar bu anlamda çok kapsamlı bir toplumsal faaliyet alanıdır. Özellikle uygarlıksal toplumlarda iktidar sürekli derinliğine ve genişliğine artık-ürün oranında artma eğilimindedir.
Artık-ürün ve değer kavramına açıklık getirirsek, iktidarın mahiyeti daha iyi anlaşılır. Kişi ve grupların maddi ve manevi yaratımlarını, kazanımlarını, bir bütün olarak kültürel değerlerini güç kullanarak ele geçirme eylemine ve kurumsallaştığı ölçüde de ‘iktidar sanatı’ olarak duruma baktığımızda, ‘ele geçirilen’ ve ‘ele geçirenin ne olduğu somutluk kazanır. İktidar kendisinin olmadığı halde sürekli bir şeyleri güçle ele geçirme, kendine ait sayma, asimile etme, mülkleştirme, yurtlaştırma, aksi durumlarda yine zorla kendisinden atma, sürgün etme, yurtsuzlaştırma, işsizleştirme, mülksüzleştirme, genel olarak maddi ve manevi açıdan değersizleştirme eylemi ve sanatıdır. Bunu sadece ekonomik artık-ürün ve değerle sınırlandırmak çok dar bir yaklaşım olur. Bu konuda ele geçirme asıldır. Fakat buna giden yolda binlerce başka değerler de iktidar güçlerince ele geçirilir ki, toplamına iktidar demek daha gerçekçidir. 
Demokratik otoritenin temel işlevi ise, ilgili kişi ve grubun varlığını ve varlığına dolaylı ve dolaysız bağlı olan maddi ve manevi değerlerini savunmak, ele geçirilmesine göz yummamak, ele geçirilmişlerse tekrar kendisine mal etmek gibi her bakımdan pozitif, gerekli, haklı, vazgeçilmesi zor durumlarla ilgilidir. Demokratik otorite, bu içerik temelinde eyleme geçme sanatıdır. Özünde ele geçirilmeyi önleme gücü ve onun sanatsal eylemi demek daha doğrudur. Anayurdunun ele geçirilmesiyle ele geçirilmesinin önlenmesi açısından güç kullanma etkinlikleri veya sanatları (ordu-savaş) arasında ontolojik (varlıksal) fark vardır. İkisi birbirine zıt kavramlardır. Toplumda bu durumların karşılığı iyi-kötü, günah-sevap, doğru-yanlış, haklı-haksız, güzel-çirkin gibi birçok temel kavram ikilemleriyle ifade edilir. 
b- İktidarı bakış açılarına göre birçok açıdan bölümlemek, tasnif etmek mümkündür.
1- Siyasal İktidar: En çok kullanılan iktidar biçimidir. Devletin ve izdüşümlerinin (parti ve sivil toplumun devleti esas alan örnekleri) yönetim, yürütme işlevini ifade eder. Çok büyük belirleyici ve tarih boyunca en çok üzerinde durulan ve kullanılan bir iktidar biçimidir.
2- Ekonomik İktidar: Artık-ürün ve değerleri ele geçirme eylemini yürüten tekel güçlerini ifade eder. Tarih boyunca birçok biçimleri uygulanmıştır.
3- Toplumsal İktidar: Temel toplumsal kesimlerin birbirleri üzerinde kurdukları güç eylemini, geleneğini ifade eder. Aile, sınıf, cinsiyet, etnik kökenli birçok önemli ayrımları vardır. Bazılarını ayriyeten ele almak gerekir. Ailede baba, sınıfsallıkta artık-değeri ele geçiren, cinsiyette erkek, etnisitede ezen, hâkim olan etnisite iktidarı temsil eder.
4- İdeolojik İktidar: Yönetici zihniyet anlamındadır. Bilim ve kültür ilişkilerinde gelişkin olan kişi ve gruplar ideolojik iktidar konumundadır.
5- Askeri İktidar: İktidarla en önde özdeş kurumdur. İktidarın en aşırı, en anti-toplumsal, en anti-insani biçimidir. Bütün iktidarların anasıdır (daha doğrusu babasıdır) o.
6- Ulusal İktidar: Ulus çapında uygulanan merkezi iktidarı ifade eder. Bir ve bölünmez olarak kendini ifade etmeye özen gösterir. Ulusal egemenlik de denilebilir.
7- Küresel İktidar: Hâkim uygarlık ve modernitenin hegemon konumunu veya imparatorluğunu ifade eder. Günümüzde kapitalist modernite bu iktidarını ABD önderliğinde küresel ekonomik tekel ve ulus-devletlerle kullanmak durumundadır. Bu tip bölümlemeler daha da çoğaltılabilir.
3- İktidar tarihsel-toplumsal ve kurumsal ilişkiler toplamıdır. Tarihen ve toplumsal gelişmenin en hayati dokuları, alanları üzerinde konumlanır ve gelenekselleşmeye çalışır. Geleneksellik kurumsallık anlamını da taşır. İktidarlar en kurumsallaşmış, özen gösterilen, hatta protokole bağlanan toplumsal ilişkiler alanıdır. İlgililerince çok işlevsel kılındıkları için, kurumlaşma ve biçimlenmesini çok iyi protokollere bağlamak, sürekliliği ve temsiliyeti açısından hayatidir. Örneğin sultanlık iktidarlarının inşası, devir ve teslim edilmeleri, ele geçirilmeleri muazzam örüntülerle, simgelerle, protokollerle düzenlenmiştir. Kılık kıyafetlerinden yemeklerine, evliliklerinden ölümlerine kadar her ilişkinin binlerce yıl önce gelenekselleşmiş biçimleri vardır. Bu nedenlerle herkes dilediği güçle iktidar olamaz. Eşkıya veya despot oldu derler. Gerçi iktidarın en açık ve gerçek özünü eşkıyalık ve despotizm ifade eder. Ama yüceltilmiş, kutsanmış iktidar kurumu “maske düştü, kel göründü” denmemesi için, bu açık iktidar biçimlerine şiddetle karşı çıkmayı kendi kurumsal sürekliliği ve saygınlığı açısından zorunluluk görür. Meşruiyetinin ancak bu gelenek ve sembollerle önemli oranda sağlandığının bilincindedir.
Daha önceki savunmamda dile getirdiğim bir benzetmeyi de hatırlatmalıyım. İktidar, uygarlık toplumunun tarihsel bir nitelik kazanmış çıkar tekelleri yumağının, dağın zirvesinden düştükçe büyüyen ve şiddetlenen kartopuna benzetilebilir. Tarihte öyle bir akış düzenine sahiptir.
4- İktidar bulaşıcı bir hastalığa benzetilerek de daha iyi anlaşılabilir. Yani iktidar bulaşıcıdır. Başlangıçta ‘güçlü ve kurnaz adam’ın tek başına önce av hayvanları, sonra birikimli ana kadınlar üzerinden yürüttüğü bu toplumsal hastalık; önce hiyerarşik ataerkil düzende rahip (anlam sahibi kişi) + yönetici (tecrübesiyle toplumu idare eden) + askeri komutan (gücü tekelinde tutan) üçlüsünce kurumsallaştırıldı. Sınıf ve kent inşasıyla devletleştirildi. Fakat şunu hemen belirtelim ki, devlet iktidarının kurulmasıyla güçlü ve kurnaz adamların hiyerarşik ataerkil düzeninin ortadan kalktığı sanılmasın.
Bu sefer iktidar formülünü şöyle geliştirebiliriz: İktidar = güçlü ve kurnaz adam + hiyerarşik ataerk + devlet. Bu üç esaslı kurum, iktidar toplumunu ifade eder. Çok sayıda alt ve üst kat inşalarıyla birlikte bu düzene genel bir kategori olarak uygarlık diyoruz. Zemin katta ekonomi vardır, üst katta ise tanrılar konseyi. Sümerler uygarlığı böyle inşa ettiler. Biçimi değişti, ama özü hep artarak anlamını korudu. Zemin katta tarih boyunca köle, serf ve işçi başta olmak üzere, artık-üründe kullanılan insan malzemesi yer alır. Zanaatkâr, çiftçi ve diğer serbest meslek sahipleri diye tabir edilen kesimler de esas olarak bu zeminde icra-eylem ederler. Üst katta mitolojik tanrılar, tek tanrılar (bazen gölgeleri olan sultan veya elçileri olan peygamberler, şaman ve rahipler de oturabilir), yöneten fikir ve yasalar (Eflatun’un ideası) yer alır.
İlk ve ortaçağlarda iktidarlar daha çok bu temel kurumlar ve özellikle devlet biçiminde icra edilirken, kapitalist modernite çağında tüm toplum iktidara bulaştırıldı. Diğer bir deyişle tüm toplum kendini iktidar sahibi sanma hastalığına bulaştırıldı. Çok önemli ve Antony Giddens’in ‘süreksizlikler’ dediği kurumlar aracılığıyla iktidarın yaygınlaşması, bir hastalık hali olsa da, esas olarak kapitalist moderniteye özgüdür. Bu konuda bazı ideoloji ve kurumlar belirleyici rol oynar. Bu hususları bundan sonraki kısımda ele alacağım. 
Şüphesiz iktidarın tüm topluma bulaştırılması sadece çok güçlendiği anlamına gelmez. Aynı zamanda çaresizleştiği, zavallılaştığı, çözülme sürecinin son haline ve hızına yaklaştığı anlamına da gelir. Herhangi bir şeyin son haddine varması halinde iki şey olur: Ya ilgilisi olan, o son halinde ona yapılması gerekeni yapar; ya da ilgilisi bir şey yapmaz ise o şey çürür. Örneğin bir elma en olgun, kırmızı haline geldiğinde onu dalından koparmak, yapılması gerekendir. Bu yapılmaz ve belli bir süre daha geçerse elma çürür; kurtlar girer, parçalanır, biter. Benzetme kabadır, ama iktidarlar için de geçerlidir. Kapitalist moderniteyle iktidar olgusu zaten kurulurken bir hastalık hali iken, çürüme aşamasına gelmiş sayılır. Kokuşmaktadır. Bakunin’in deyişiyle en sağlam, en ahlaklı adamın kendisine bulaşması halinde hasta edecek kadar çürümüştür. 
Bu yargı aslında şöyleydi: “İktidar en demokrat adamın başına tacını koyduğunda, yirmi dört saat içinde en alçak diktatör yapar.” Doğrudur. Çürüme halindeki iktidarı en ezilen kadının başına bir taç gibi koyun, o da yirmi dört saat içinde diktatör kesilecektir. Bu çürümenin, hastalığın önüne geçmenin yegâne yolu, bir sistem olarak demokratik moderniteyi inşa etmekten geçer.

F- Kapitalist Modernite ve Ulus-Devlet
Ulus-devlet kavramı en karanlıkta bırakılmak kadar, en çok çarpıtılan kavramların da başında gelmektedir. Gerçek işlevini, ana rolünü belirlemekten ısrarla kaçınılmaktadır. Daha çok propagandif amaçlı kullanıldığı söylenebilir. Özellikle faşizm ve milliyetçilikle ontolojik bağının görünmez kılınmasına özen gösterilir. Tıpkı faşizm ve milliyetçiliğin resmi moderniteyle ilineksel bağının göz ardı ettirilmesi gibi. Sadece burjuva liberallere özgü bir tutum değildir bu. Sosyalistler de ulus-devlet konusunda ya savunmacı görünürler, ya da çok önemsizmiş gibi sıradan cümle ve kelimelerine indirgeyerek geçiştirirler. Hâlbuki ulus-devlet çağımızı kavrama ve değiştirmenin kilit kavramlarındandır. Antony Giddens’i eksik de bulsam, önemini ortaya koyması açısından bu konuda aydınlatıcı buldum.
Şimdiye kadar sergilemeye çalıştığım konular bir anlamda ulus-devlet tanımı ve işlevi için bir ön hazırlık olarak da değerlendirilebilir. Kapitalizmin doğuş etkenlerini, modernite, iktidar, ulus ve devlet kavramlarını taslak düzeyinde dahi olsa tanımlamadan, ulus-devletin rolünü belirlemek fazla çözümleyici olamayacaktır. Yahudi meselesini ana başlıklar biçiminde taslak halinde sunmaya çalışmam da konuyla yakından bağlantılıdır. Günümüz toplumsal sorunlarını çözümlemek için ulus-devlet çözümlenmesi nasıl kilit bir kavramsa, ulus-devlet meselesini çözümlemek için de Yahudi meselesini uygarlıklar bağlamında tarihsel-toplumsal olarak en azından tanımlama düzeyinde ele almak hayli öğretici ve örnekleyici değer sunmaktadır. Yahudi meselesini ve ulus-devleti çözümlemeden, Yahudi soykırımını anlamlandırmak çok eksik ve hatalı, dolayısıyla çok yanlış olacaktır. Bugünkü Ortadoğu trajedisi, ortaya konulan çözümlemeleri fazlasıyla doğrulamaktadır. 
1- Ulus-devlet kapitalist tekelciliğin gerçekleştiği formdur. Daha 16. yüzyılda Hollanda ve İngiltere’de, İspanya ve Fransa imparatorluk emellerini kırmak için gerekli olan devlet formu bir nevi pro ulus-devletti. Hollanda Prensliği ve İngiltere Krallığı ulus-devlete doğru evrilerek üstünlük sağlamaya çalışacaklardı. 1649 Westphalia Konsensüsüyle devletlerarasında ulusal faktör öne çıkınca, ulus-devlet doğrultusundaki gelişmeler hızlandı. Devletlerin ekonomi-politika olarak merkantilizmi esas almaları, ulusal pazar etkenini öne çıkaran diğer güçlendirici, hızlandırıcı bir faktör oldu. Ulusal dil, sanat, tarih çalışmaları artık devletin inhisarında giderek daha çok yer aldı. Uluslararasındaki çeşitli anlaşmazlıklar ve savaşlar artık milliyetçilik ve ulus-devlet tipi iktidar olmadan yürütülemez oldu. Napolyon savaşları bunda öncü rol oynadı. Fransa’yı ulus-devlet yapmadan savaş yürütülemezdi. Süreci yakından gözlemleyen Alman ideologları, Alman milliyetçiliği ve ulus-devletçiliği için gerekli tüm ipuçlarını Napolyon şahsında keşfetmişlerdi. Hızla geliştirilen Alman milliyetçiliği, bir an önce Almanya’nın birleştirilmesinde ve modernitenin aradığı devleti ortaya çıkarmada kaldıraç rolünü oynayacaktı. Daha sonra Hitler’i doğuracak olan süreç, 19. yüzyılın başlarında ilk adımlarını atacaktı. 
Aslında konu daha derinliklidir. Kapitalist modernitenin (uygarlığın) temelleriyle ilgilidir. Merkezinde ekonomik tekelin zafer arayışını barındıran bu hareket sadece ulusal gelişmeyi çarpıtmayacaktı; bütün ulusu ulus yapan etkenleri milliyetleştirmek zorundaydı. Dinin ulusallaştırılması olmadan, ekonomik tekelin pazar hâkimiyeti zordu. Kültür ve sanatın ulusallaştırılması benzer tekelci konumla bağlantılıdır. Savaşların ulusallaştırılması son ve en önemli faktörü oluşturacaktı. Tüm bu etkenlerin ulusallaştırılması ulusal ruhu doğuracak, o da milliyetçilikle sonuçlanacaktı. İdeologların ulus ve devlet çalışmaları gerekli fikri temelleri çoktan hazırlamıştı. Çok açık ki, bu etkenlerin hepsi ulusal pazar ve bu pazar üzerinde büyük kavga yürüten ve kendini ölümüne dayatan tekelci kapitalizmdi. 
2- Endüstri devrimi tüm bu süreçlere ivme kazandırdı. Büyük ticaretten sonra ve giderek ondan daha fazla artık-değer üreten sanayileşme, bu niteliğiyle temel uluslaştırma konusunu teşkil edecekti. Ulusal sanayi ulus çapında tüm kapitalistler için en çok kâr demekti. 19. yüzyıl bu açıdan belirleyicidir. Endüstriyalizm bir ideoloji olarak ulusallıkla yakından bağlantılıdır. Milliyetçiliğin 19. yüzyılın en gözde ideolojisi ve siyasal eylemcisi haline gelmesini endüstriyalizmden ayrı düşünmek olası değildir. Ticaret burjuvazisi hacim olarak bir ulusu tek başına taşıyamaz. Merkantilizm tek başına ulusu sürükleyecek ekonomik tekel niteliğinden uzaktır. Endüstri tekelleriyle hacim olarak çok genişleyen burjuvazi, artık tüm ulus adına konuşma hakkını kendinde görmeye başladı. Kendi tarihini yeniden yazdı. Felsefi eğilimini netleştirdi. Ulusal kültürü tarihinin bir parçası haline getirdi. Ulusal ordu ve ulusal eğitime damgasını vurdu. Ulusal sanayi burjuvazisiyle kapitalizmin ulus çapında hâkimiyeti, zaferi kalıcıydı.
Burjuva devrimi denen kavram tüm bu süreçleri barındırdığında anlam ifade eder. Yoksa tekil İngiliz, Fransız ve benzeri devrimler sanıldığının aksine öyle planlı burjuva devrimleri değildir. Burjuvazinin yaptığı, bu devrimleri kendi çıkarına kullanmak oldu. Endüstri devrimini de bir burjuva sınıf zaferi olarak görmek hatalıdır. Bu devrim de tarihin büyük birikiminin sonucudur. 
Bencil ve tekelci burjuvazinin her alanda yaptığı gibi bu alana da el koyması, kendini, kârlarını dayatmasıydı söz konusu olan. Nasıl ekonomi sınıf olarak burjuvaziyi gerektirmeyen bir toplumsal alansa, sanayi de sanayi burjuvazisini peşinen gerektirmeyen bir ekonomik alandır. Ticaret tekellerinin yaptığı, ticarete göre tarihsel olarak çok daha fazla kâr getiren bu alana el koymaktı. Gerçek devrimin sahiplerinden hiçbiri burjuva değildir. Ne teorik olarak, ne de pratikte endüstri devriminin hazırlıklarında burjuvazi vardır. Endüstri devrimi ekonominin tarihsel-toplumsal gelişmenin ritmi içinde yaptığı en önemli sıçramalardan biriydi. Tıpkı neolitik dönemin tarım devrimi gibi. Tarihin her döneminde gelişen ekonomik üretim, özü ekonomik tekel olan devleti ve işbirlikçilerini yeni verimlilik alanı üzerinde de en ihtiraslı, gözü kara, gerektiğinde güç kullanmaktan çekinmeyen yeni tekeller haline getirecekti. Ulus-devlet esas olarak bu tekellerde maddi temelini bulacaktı. Bulamazsa da oluşturacaktı. 
3- 19. yüzyılın ortaları tarihin dönüm noktalarındandır. Ya burjuvazinin merkezi ulus-devleti kazanacaktı, ya da toplumun bu yeni tekel ve aristokrasi dışında kalan tüm kesimlerinin demokratik konfederatif hareketi. 1640 ve 1688 İngiliz Devrimleriyle 1789 Fransız Devriminde ihtilal güçleri arasında bariz bir ayrım olmasa da, bu iki eğilim esas rol oynuyordu. Fransa Devrimindeki komüncülerle İngiliz Devrimindeki Leveller demokrat eğilimin temsilcileriydi. Bu eğilimler sonra tasfiye edileceklerdi. 1848 Devrimleri tam anlamıyla halk devrimleriydi. K. Marks ve F. Engels’in 1848’e kadar Komünist Lig ve Manifesto çalışmaları yerinde ve tarihi adımlardı. Devrimlerin burjuvazinin ihanetiyle ve her tür gerici güçle uzlaşması sonucu yenilgiye uğramaları ilk stratejik kayıp oldu. Halkların baharı kısa sürdü ve tekrar karakış bastırdı. Burjuvazinin devrimciliği de anlık çıkarlarıyla bağlantılıydı. Başarsaydı, siyasi iktidarı erkenden ekonomik tekele dönüştürebilecekti. Her şeyi kaybetmektense, eldekini korumasını ve sınırlı kazanımlarla yetinmesini bildi. Eski krallık yanlıları ve aristokrasi de umduğunu bulamamıştı. Bir nevi denge gücü olarak ulus-devlet bu süreçte daha da güçlenecekti. Ekonomik ve siyasi tekellerin merkezi ulus-devlet ittifakı daha sonraki süreci belirleyecekti. 1861 ve 1870, İtalyan ve Alman ulus-devletinin resmi ilanıydı. Sıra diğer ulus-devlet ilanlarına gelecekti.
Yeni devrim dalgası umdukları gibi gelmeyince, Marks Londra’ya çekildi. Kapitali incelemeye koyuldu. Enternasyonal denemesi, bir dernek çalışmasıydı. Alman komünistleri merkezi ulus-devleti esas almakla (Marks ve Engels dâhil) objektif olarak yenilgiyi kabul etmiş oluyorlardı. Bunalım teorileriyle kapitalizmin düşüşüne göre program, örgüt, strateji, taktik dersleri giderek topluma karşı kapitalizmle aynı modernite kalıpları içinde (endüstriyalizm ve ulus-devleti meşru görme) uzlaşarak, ekonomizm denilen tekelden pay alma hareketine dönüştü. Ekonomizm, sanayi tekellerinin ekonomik ve ulus-devlet programının kabulü anlamına gelir. Sovyet Devrimi de daha öncekiler gibi tekelci devlet kapitalizmi + ulus-devlet programının aleti olmaktan kurtulamadı. Zaten Çin Devrimi de uzun kargaşadan sonra aynı rotada Çin ulus-devleti + Çin tekelci kapitalizmi + küresel tekel uzlaşmasıyla aynı akıbeti paylaşmaktan kurtulamadı. 
Ulusal kurtuluş devrimleri dediğimiz kategori daha sığ modernist zihniyet bağlantılı devrimler olup, sanayileşme ve ulus-devleti azami programları olarak belirlemişlerdi. İçlerinde çok sayıda reel-sosyalist örnekler olsa da, ortak program aynıydı. Yüz elli yıllık bilimsel sosyalizm adıyla yürütülen hareketin temel başarısızlık nedeni, Aydınlanmacı moderniteyi aşamaması ve demokratik moderniteyi teorik, programatik, stratejik ve taktik olarak oluşturup yürütecek gücü gösterememesidir. Daha doğrusu, bu niyeti bile taşımamasıdır. Bütün göstergeler bu hareketin küçük burjuva karakterli, dar ufuklu, zafer sarhoşluğu kadar düzene kolay teslim olan özelliklerinde birleşmektedir. 
Anarşistler bu süreci protesto etmişlerdi. Ama özellikle Bakunin, Proudhon ve Kropotkin’in önemli eleştirileri ve program önerilerinin kendilerini örgütleyememeleri, ideolojik darlıkları ve toplumu yüzeysel tanımaları, ayrıca bireysel eylem anlayışları nedeniyle siyasi alternatif haline gelemediler. Tarihsel sürece müdahaleleri istenen başarıyı getiremedi. Her iki akımın esas zafiyeti ise, Aydınlanmacı felsefeyi olduğu gibi benimsemeleri ve pozitivist bilimciliğe dogmatik bağımlılıklarıydı. Başarısızlık ideolojik nedene daha çok bağımlıydı. 
Murray Bookchin, 1850’lere kadar Avrupa’da kent ve köy emekçilerinin demokratik konfederasyon eğilimlerinin çok güçlü olduğunu, sosyalistlerin merkezi ulus-devlet anlayışına teslim olmasıyla bu şansın hepten kaybedildiğini söylerken, toplumsal alanda olup bitenlere daha doğru teşhis koyar gibidir.
4- Alman ulus-devletinin 1870’te ilanındaki büyük tehlikeyi büyük filozof (kendisini kapitalist çağın en güçlü muhalif peygamberi olarak tanımlamak yerinde bir tespittir) Nietzsche ilk fark edenlerdendi. Sosyal-demokratlar dâhil tüm aydınlar bu gelişmeyi alkışlarken, o bundan insanlığın büyük kaybını görüyordu. Yanılmıyorsam yorumlarının özü şöyledir: “Tanrılaşan devlet, karıncalaşan emekçiler ve bireyler, karılaşan, iğdiş edilen toplum.”
Proudhon’un vatandaşlık eleştirisi daha çarpıcıdır. Sanki günümüzdeki bireyi çok önceden görmüş gibidir. Max Weber modernite etkisindeki toplumu ‘demir kafese kapatılmış toplum’ olarak tanımlar. Çok daha ürkütücü tanımlar roman dünyasında yapılmıştır. Toplum ulus-devlet kapanına kıstırılınca benzeri yorumlar artacaktır. Fakat tüm bu eleştiriler, öngörüler toplumun somut bir çözümünden ve özgürlük programından uzaktır. 16. yüzyıldan 20. yüzyılın sonlarına kadar halklar, aydınlar tarihin hiçbir dönemiyle kıyaslanmayacak direniş de gösterdiler. Geçici birçok başarı da elde ettiler. Fakat kapitalizmin finans tekeller çağındaki küresel hegemonyası bütün gücüyle ayaktayken, demokratik modernite eğiliminin büyük çözümleme yetersizlikleri, program, strateji, örgüt ve eylem hattındaki yanlışlık ve eksikliklerinden kurtulamadığını kanıtlamaktadır.
5- Modernitenin üç ana unsurunu eşit ağırlıkta çözümlemek, bu temelde alternatif olarak demokratik modernitenin ana unsurlarını büyük entelektüel, aydınlanma ve toplumsal her tür hareketle yürütmek her uygarlık döneminin vazgeçilmez, ertelenmez görevidir. Kapitalizmin eleştirisi haddinden fazla eksik, yanlış da olsa yapıldığından, okun ucunu ulus-devlete yöneltmek, bunu endüstriyalizmin eleştirisiyle tamamlamak, üçüncü tekelci finans çağında demokratik, özgür ve eşitlikçi toplum mücadelesindeki önemini ağırlaştırarak korumaktadır. Kendi payımıza düşeni sunmaktayız.
Ulus-devletin gerek oluşturulmasındaki, gerek sürdürülmesindeki zamk görevinin her türden milliyetçilik tarafından yürütüldüğünü belirlemek artık zor değildir. Bu durumda milliyetçiliği özgün rolü olan ideolojik bir unsur olarak değerlendirdiğimize dikkati çekerim. Pozitivist-laik ideolojinin dinselleştirilmesi demek daha uygun düşer. Sistemin doğuş aşamasında pozitivist ve laik yaklaşımlar demokratik modernite zihniyetinden çok uzak da olsalar, geleneksel dogmatizmin aşılmasında olumlu rol oynadılar. Bilimsel yorumun gelişmesinde payları vardır. Fakat sistem, 19. yüzyılın ortalarından itibaren bir yandan siyasi ve ekonomik zaferini sağlamış olması, diğer yandan demokratik eylemin devam eden tehdidi nedeniyle her uygarlıkta rastlandığı gibi ideolojik yönden dinselliğe kaydı. Bu ihtiyacı da fazlasıyla milliyetçilik yerine getiriyordu.
Ulus-devlete ilişkin giriş kabilinden bu ön açıklamalardan sonra, konunun önemine binaen daha somut ve ayrıntılı bir çözümlemeyi denemek hayli öğretici ve gerekli olmaktadır. 
a- Daha kapsamlı tanımlarsak, kapitalist modernite döneminde toplumun tüm bütünlüğüne yayılmış iktidar aygıtlarının ve vatandaş denilen bireylerin hukuki çerçeve içindeki birliğine ulus-devlet demek mümkündür. Buradaki belirleyici kavram, toplumun tümüne yayılmış iktidar olgusudur. Daha önceki tüm devletlerin meşruiyeti kendi kurum ve kadrolarıyla sınırlıydı. Ulus-devlette bu sınır aşılır. Vatandaş denilen veya devletin kendi ideolojik, kurumsal ve ekonomik çıkarlarına göre oluşturmak istediği bireylerin, sanki devletin hak ve görevleri olan birer üyesiymiş gibi devletleştirilmesi, ulus-devletin özüdür. Vatandaşın oluşturulması, ulus-devletin en çok önem verdiği konuların başında gelmektedir. Bunun için ideolojik, siyasi, ekonomik, hukuki, kültürel, cinsiyet, askerlik, din, eğitim, medya gibi birçok unsurdan yararlanmaya çalışılır. 
1- En etkili ideolojik araç milliyetçiliktir. Yeni din değerindedir. Milliyetçilik ulus-devlete, ‘tanrının yeryüzündeki hali’ gibi kutsallık atfetmektedir. Devlete ölümüne bağlanmak, onu en üst değer olarak benimsemek yeni dinin gereğidir.
2- Siyasi iktidarın çekiciliği ve etki gücü, bireyi vatandaş kılmak için yoğunca kullanılır. Siyasi partiler özellikle bu amaçla rol ifa eder. İktidara kapılanmak, “Devlet benimdir” demek birey için güvenlik ve itibarın en kestirme yoludur.
3- Devletin ekonomik tekel niteliği sanayi devrimiyle daha yaygınlaştığı ve sanayi tekelciliği çok geliştiği için, neredeyse toplumun yarısı devlet kurumlarında işçi-memur olarak istihdam edilir. Kendi başına bu durum toplumun büyük kısmını ulus-devlet üyesi, yani vatandaşı olmak için yarış durumuna sokar. Özel denilen tekelleri ulus-devlet tekellerinden ayırmak güçtür. İkisi arasında çok sıkı birlik, ortaklık hali mevcuttur. Devlet tekelinin nerede başlayıp nerede bittiği ile özel tekelin yeri arasında ayrım yapmak güçtür. Özel tekeller kârın yarısından çoğunu devlete verirken, devlet de bir nevi modern iltizamlar olarak kendilerine sınırsız kolaylıklar sağlar. Dolayısıyla özel tekellerin bireyi vatandaşlaştırması devletten bazen daha da gericidir. Çünkü işsiz bırakma bahanesiyle istediği kıvamda eğitmesi çok kolaylaşır. Sendikaların son dönemlerinde tutuculaşıp ulus-devletçi kesilmesi de bu gelişmelerle bağlantılıdır. İşçilik reel-sosyalizmle adeta ulus-devletin militanı haline getirilir.
4- Hukukun vatandaşlıkla ilişkisi çok somuttur. İşini yürütmek isteyen her birey nüfus kimliğine sahip olmak zorundadır. Kimlik zaten kendi başına devlet vatandaşlığı anlamına gelir. Devlet üyesi olunduğunun simgesel ifadesidir.
5- Tarih boyunca canlı tutulan iktidar ve devlet bilinci, yani geleneği vatandaşlık biçimlenmesine açık ki önemli katkılarda bulunur.
6- Cinsiyetin etkisi babanın aile ocağında devletin temsilcisiymiş gibi algılanmasından ileri gelir. Evde her erkek kadınlar karşısında devlet demektir. Bu algılanma toplumun bütünlüğü açısından da geçerlidir. Ulus-devlet bu algıyı daha da eğitip kendisine uyarlamaya çalışır.
7- Askerlik Kurumu ulus-devletin en temel değer olarak bireyin kimliğinin beyin ve duygularına kazılarak yeniden yetiştirildiği devlet kurumlarının başında gelir. Her ulus-devlet kurumunun benzer işlevi vardır. Ama hiçbiri askeri kurumun rolüne erişemez.
8- Din, ulus-devlet sürecinde milliyetçiliğin en çok kullandığı, direkt ulus-devlet dinine dönüştürüldüğü araç konumundadır. Din hem ulusallaştırılarak, hem milliyetçileştirilerek, ulus-devlet döneminde toplumsal kurum olarak ahlaki özüne en ters düşmüş konuma düşürülür. Seküler milliyetçiliğin dışında kalan toplum kesimlerini dini milliyetçilikle, eski tanrının yeni haliyle bilinçli veya kendiliğinden kulu halinde bütünleştirerek bir nevi kendi iç ihanetini de yaşamış olur. Din-laiklik çatışması bu ihanetle yakından bağlantılıdır.
9- Eğitim ilkokuldan üniversiteye kadar bireyi vatandaş kılmakta en etkili modernite kurumudur. Askeri kurumlarla bu konuda yarış halindedir. Kapitalist modernite için en aptallaştırılmış, tüm tarihsel-toplumsal gelişim ve değişimin farklılaşarak oluşturulan değerlerini önce dinciliğin, sonra milliyetçiliğin süzgecinde, resmi ideolojinin potasında yoğrulan vatandaş yetiştirmek bu kurumların öncelikli hedefidir. Bu konudaki softalık ortaçağ skolâstiğini fersah fersah geride bırakmıştır.
10- Medya modernizmin en etkili beyin ve yürek yıkama aracıdır. Bu aygıtlar iletişim teknolojisinin sunduğu olanaklardan yararlanan ulus-devlete dilediği vatandaşı yetiştirmekte büyük kolaylıklar sağlamaktadır. Özellikle üç (S)lerin, seks, spor ve sanatın popülerleştirilerek, özünden boşaltılarak topluma sunulmasında ve böylece en aptal, banal, afyonlanmış vatandaş oluşumunda medya başat rol oynamaktadır. Ana başlıklar halinde daha da çoğaltabileceğimiz bu araç ve yöntemlerle tarihin hiçbir döneminde görülmemiş bir vatandaş tipi yetiştirilmektedir. Esas yaşam hedefi bir araba + aile (karı veya koca bulmak, bir iki çocuk sahibi olmak) + daire sahibi günlük standart tüketici olabilmektir. Toplumsallığın anlamı en sufli (bayağı, aşağılık) bireyci ihtiraslar için rahatlıkla bir tarafa bırakılır. Hafızasızlaştırıldığı için tarihten de kopmuştur. Tarih sandığı, milliyetçi ulusal klişelerdir. Felsefesizdir ya da en dar faydacılık dışında bir mutluluk felsefesinin olabileceğine hiç inanmaz. Görünüşte moderndir. İçerikte ise en kof, içi boşaltılmış, en karanlık emeller (faşizm) için koşmaya hazırlanmış ‘vatandaş sürüsü’, ‘kitle toplumu’ bireyi, daha doğrusu BİREYSİZLİĞİ söz konusudur.
Faşizme gidişte bu vatandaş tipinin oynadığı role ilişkin çok sayıda değerli roman yazılmıştır. Bu konuda çok ünlü yazarlar vardır. Özellikle soykırım çözümlenmesine dayanan bu romanlar çok öğreticidir. Son dönemlerde post modernizmin etkisi altında yapılan ‘yurttaş’ eleştirileri de oldukça aydınlatıcıdır. 
Demokratik modernitenin önündeki en temel engellerin başında bu tip vatandaşı üreten ulus-devlet ve toplumu gelir. Dolayısıyla demokratikleşmenin başta gelen görevlerinden biri, bu tip bireysizliği (çünkü gerçekte birey yok sayılmaktadır) doğuran ulus-devlet ve toplumunu çözümleyerek, demokratik uygarlığı inşa edecek eşitlikçi, özgür, demokrat bireyleri (özgür yurttaşı) yetiştirmektir.
b– Ulus-devletle faşizm arasındaki ontolojik bağı görmek çok önemlidir. Faşizm konusunda yapılan en temel hatalardan biri, ulus-devlet sistematiğiyle bağını ya hiç görememek, açıklayamamak, ya da mızrak çuvala sığmadığında bir iki kalem darbesiyle geçiştirmek olmuştur. Hâlbuki taslak halindeki bu çözümlememiz bile faşizmin Aydınlanma ideolojisi ile (pozitivist laik ideolojiler dâhil) olan kökten akrabalığını ortaya koyabilmiştir. Resmi modernitenin temel iktidar biçimi ulus-devlet olduğu gibi, yeni dini de milliyetçiliktir. Ulus-devlet milliyetçiliğinin süzgecinden geçen toplumlar, sürekli faşizm üretmeye hazır toplumlardır. Faşizmi ulus-devletsiz düşünmek mümkün değildir. Tabii ulus-devleti de ekonomik tekelciliğin (ticaret + sanayi + finans) yoğunlaşmış ifadesinden ayrı düşünmek mümkün olmadığı gibi.
Hitler faşizminin kökenlerini Alman ideolojisinde görmek zor değildir. Alman burjuvazisi için tek çıkış yolu, ulus-devlet olarak tekelci yoğunlaşmaydı. 19. yüzyıl boyunca hem ideolojik, hem maddi alanda bu devlet tipini üretmek Alman burjuvazisi ve ideologlarının en önemli işi ve başarısı olmuştur. Hikâyesi uzundur. Anlatacak durumda değilim. Bunda Yahudi sermayesinin ve ideologlarının da payı elbette küçümsenemez. Almanya’da Yahudi ve Yahudicilikle Alman milliyetçiliği ve faşizmi arasında diyalektik bağ olduğunu yüzlerce araştırma doğruladığı gibi, teorik yaklaşımımız da bu ilişkiyi kanıtlamıştır.
Alman modeli daha sonra tüm milliyetçilikler ve ulus-devlet hareketlerinde esin kaynağı olmuştur. Sosyalistler başta olmak üzere, tüm anti-faşistlerin en büyük zaafı, ulus-devlet + tekeller (devlet ve özel tekel) + faşizm arasındaki sistematik bağı görmemeleridir. Dahası da genel olarak kapitalist moderniteyle faşizm arasındaki ontolojik bağı çözememeleridir. 
c- Ulus-devlet ve Sovyetler Birliği meselesi önemini halen koruyan ve çözümünü bekleyen diğer bir konudur. Daha Marks ve Engels döneminde işçi sınıfı için temel mücadele çerçevesinin Alman merkezi ulus-devleti olarak benimsenmesi tüm yanlışlıkların anası olmuştur. Almanya’da 19. yüzyıl ortalarına kadar çok güçlü olan kent ve köy isyanlarına dayalı demokratik konfederatif oluşumlar gerici bulunarak merkezi ulus-devletin desteklenmesi, bizzat Marks ve Engels’in görüşleri arasındadır. Bu konuda Bakunin ve Kropotkin’in eleştiri ve görüşleri bence güncelliğini halen korumaktadır. Marks ve Engels’in bu saptamaları, Birinci ve İkinci Enternasyonal’in düşük doğum gibi gerçekleşmesinin temel nedenidir. Objektif olarak Alman sanayi burjuvazisiyle yapılan bir ittifak vardır. Zaten bu husus açıkça yazılmıştır. Sonuç, ulus-devlet içinde erimedir. Marksizm’in yüz elli yıllık öyküsü, bu hatanın kurbanı olma öyküsüdür.
Sovyetler deneyimi ve günümüz Çin’i bunun en kanıtlayıcı örnekleridir. Rusya’da daha 1920’ye varmadan Sovyetlerin demokratik yapısı sona erdirilmiştir. Geriye ulus-devlet modeliyle tek ülkede sosyalist inşa yolu kalmıştır. Bunun için tüm muhalifler tasfiye edilmiş, demokratik güçlerin başında gelen köylülük yok edilmiş, aydınlar susturulmuştur. Ortaya çıkan, modern ‘Firavun Sosyalizmi’dir. Demokratik modernite akıllara bile gelmemiştir. Daha doğrusu engellenmiştir. O demokrasi de yine düşük doğum halinde 1990’lardan sonra gündeme gelecektir. Aynı dönemin Hitler faşizmi karşısında Stalin faşizmi demeyi doğru bulmam. İkisi farklı kanallardan gelen hareketlerdir. Ancak SSCB örneği Sovyet deneyiminin sosyalizm olmadığını, demokratik uygarlığı esas almayan bir sosyalizmin gerçekleşemeyeceğini en çarpıcı biçimde sunan tarihsel bir deneyimdir.
Mao’nun demokrasiyle ilgilendiği olmuştur. Sovyetleri eleştirisi önemlidir. Kültür devrimi bir şeylerin yanlış gittiğinin kanıtıdır. Ancak Mao’nun ne bilinç seviyesi, ne de dayandığı araç ve yöntemler Marksçı yanılgıyı ve Sovyet deneyimini aşacak güçte olmamıştır. Bugünkü Çin bu konuda çok şeyi açıklıyor.
Çoğu reel-sosyalist çizgide gelişen ulusal kurtuluş hareketleri, daha başında ulus-devleti azami programları saymışlardır. Gerçekleştirdikleri bu modelin ancak ABD, AB, IMF, Dünya Bankası gibi ana kapitalist tekellerle işbirliği halinde ayakta durabildiği göz önüne getirildiğinde, antidemokratik ve gittikçe tutuculaşan yapılarına şaşmamak gerekir.
En hazin örnek Saddamlı Baas sosyalizmidir. Anlamak isteyenler için altın değerinde bir örnek olaydır.
Sosyal-demokratların ‘refah devleti’ zaten ulus-devletten farklı bir şey değildir. Yine dünyada bu konuda da önderlik eden Alman sosyal-demokratları, ekonomizmleriyle kendi ulus-devletlerine Hitler’in verdiği zarardan daha çok kâr sağlayarak muhkem yerlerini hala korumaktadırlar. Ama dünya demokratik hareketini de ‘iğdiş edip’ kendi burjuvalarının yedeğine verme karşılığında!
d– Ulus-devletin en vahim sonuçlarından biri de kültürel miras üzerinde yol açtığı tarihte eşi görülmemiş yıkım, tasfiye ve asimilasyon hareketidir. Ulus-devletin en ayırt edici özelliklerinden biri, hâkim bir ulus-etnisitesine dayanarak, kendi dışındaki tüm diğer etnisiteleri binlerce yıllık kültürleriyle (tek dil, tek ulus, tek vatan, tek devlet Hitler’in baş sloganıydı) yok sayması ve buna dayalı yıkım, tasfiye ve asimile etmedir. Tarihte hiçbir baskıcı ve ideolojik gücün başvurmadığı bu hareketler ulus-devletin yapısıyla ilgilidir. Tek tekli başlayarak hep birbirine benzeyen vatandaşlar ve kurumlardan ibaret tek renkli, ya simsiyah ya bembeyaz bir çöl yaratılması esas kültür politikasıdır. Darwinizm, yani biyolojizm topluma da uygulanmak istenmiştir. Pozitivizmin en vahim günahlarından biri de bu alana yöneliktir. En güçlü kültürün diğer tüm kültürleri eritmesini evrim kuralı saymaktadır. Tabii insanın milyonlarca yıllık evrimi yok sayılarak ya da yok edilerek!
Günümüzde kültürün gittikçe sığlaşması, büyüleyiciliğini kaybetmesi, sır veremez duruma düşmesi, ilham verici olmaktan çıkması, kültürel gelenek üzerinde ulus-devletin yürüttüğü buldozer hareketi dolayısıyladır. Binlerce dil, on binlerce kabile, aşiret, kavim, arkeolojik miras, farklı yaşam biçimi, yani kültürler hep bu tek kültür soykırım politikasının kurbanı olmuşlardır. Bunun nerede duracağı da belli değildir. Tek tip ve renkten ibaret ulus-devlet, ulus-birey ve ulus-toplumun kültürü sadece faşizm üretmekle kalmaz; yaşamı çölleştirerek sadece savaşacak hedef arayan bir canavarlaşma sürecine sokar. Sonuç içinden çıkılmaz etnisite, din, dil ve diğer kültür savaşlarıdır. Günümüz bu savaşlarla çalkalanmaktadır. Hitler bu savaş kültürünün başlangıcı ve simgesel değeridir. Günümüz bu simgeselliğin gerçeğe dönüşmüş halini yaşamaktadır. Yine öğrenmek isteyenler için altın değerinde olan Irak ve bu ülkede olup bitenler ortadadır. 
Ulus-devlet sadece İkinci Dünya Savaşında olduğu gibi devletlerle ve öne çıkmış kültürlerle bir siyasi, askeri savaş hareketi değildir. Tüm tarihsel-toplumsal geleneğe ve gelecekte umut vaat eden, farklı olan her yeni oluşuma karşı kütlesel bir sosyal savaş hareketidir. Ulus-devletin kuruluş mantığında, ekonomik, sosyal ve siyasal hedefinde olan tek ulus, tek devlet, tek dil, tek yurt gibi devam eden tekli dizelerin varlığı sürekli, bazen gizli bazen açık, bazen kanlı bazen demagojik, her cephede süren kalıcı savaş halinden başka anlama gelmez!
e– Ulus-devlet siyasi alanda da tek tipleşmeye özen gösterir. Farklı ulusal kimliklere yer olmadığı gibi, farklı siyasi oluşumlara da yer vermez. Merkezi devletten, diğer deyişle üniter yapı olarak da adlandırılan devletten kasıt, demokratikleşmenin temel koşullarından olan kendi farklılıkları temelinde siyaset yapmayı olanaksızlaştırmaktır. Bunu devletin bütünlüğüne tehdit sayar. Yerel yönetimlere asgari yetkilerin tanınmasını bile bu kapsamda kuşkuyla değerlendirir. Merkezi bürokrasi ana gücünü ve gövdesini oluşturur. Ulus-devlet modern bürokrasinin yarattığı devlettir. Tüm toplumu demir kafeste gözaltında tutar. Partiler ve sivil toplum konusundaki temel şartı, devlet politikalarıyla özdeş hareketleridir. Dolayısıyla demokrasinin vazgeçilmez bir ilkesi olan çoğulculuk gereği farklı siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik örgütlenmelerin gelişmesi tehdit nedeni olarak hep takipte tutulur. Seçenek oluşturmalarına, böylelikle yönetimde yer bulmalarına olanak tanınmaz. Ulus-devlet, yapısı gereği siyasi çoğulculuğa karşıt olduğundan antidemokratiktir. Ulus-devlet kapsamında demokrasi ve sosyalizm anlayışlarının (reel sosyalizm ve diğerleri) bir türlü gelişememeleri ve tasfiye olmaları, belirttiğimiz gibi ulus-devleti ya savunmalarından ya da ona teslim olmalarından kaynaklanmaktadır. Ulus-devlet ve demokrasinin, farklı birimler olarak ilkeli bir uzlaşmaya varmaları halinde, demokrasiye açık bir yapıdan bahsedilebilir.
f- Ulus-devlet sadece birey bazında tek tipleşmeyi yaratmakla kalmaz; tüm toplumsal bütünlüklere de tek tipleşmiş bir zihniyet ve duygu dünyasını aşılar. Böylelikle kendi iktidarını hem tüm topluma yayar, hem de tek tip toplumu, ulus-devlet toplumunu yaratmış olur. Korporatif (faşizmin toplum modeli) bir toplum oluşturmayı hedefler. Toplumun iktidarlaşmasını yanlış anlamamak gerekir. Tersi doğrudur. Ulus-devlet tüm toplum gözeneklerine kendi ajan kişi ve kurumlarını yerleştirerek, iktidarını derinliğine ve genişliğine çoğaltmayı esas alır. Güdülen toplum ancak bu yöntemle gerçekleşir. Yani iktidarın topluma yayılımı, tüm topluma karşı savaş anlamına gelir. Yoksa toplumun iktidarlaşması anlamına gelmez. M. Foucault bu noktayı önemser. Karısı üzerinde egemen erkeklik bir ajanlık kurumu olarak bu rolü oynar. Toplumsal cinsiyet seks politikalarıyla bir veba hastalığı gibi topluma yayılarak toplumla savaşılır. Özellikle kadın derinliğine köleleşir. Erkekleşmeyi özgürlük sanması yenilmiş kadınlıktır. Hem de en derinliğine!
Toplumda spor ve sanatın işlevi de artık ulus-devletin hizmetinde toplumla savaşın etkili ajan kurumları haline dönüştürülmüştür. Özellikle popüler kültür ve spor programları bu amaçla genişçe kullanılmaktadır. Seks, spor ve sanat alanlarının bilinçli olarak küresel sermaye tarafından içi boşaltılarak en etkin toplumsal ajan kurumlarına dönüştürülmeleri, son dönemin en etkili topluma karşı savaş hareketleri olmalarına yol açmıştır. Bu değerlendirmeyi sunarken, şüphesiz kendi öz varlıkları itibariyle cinsel, sportif ve sanatsal etkinliği mahkûm etmiyoruz. Tersine, toplumun esenliği için büyük bir etik değer temelinde bu alanların toplumun hizmetinde kullanılmaları demokratik uygarlığın temel görevlerindendir.
Spor sağlıklı toplum için bir eğitim aracı iken, ulus-devletler bağlamında devletin şan ve şeref aracına indirgenmiştir. Sanki savaştaymışçasına, spor sadece bir yenme ve yenilme ikilemine sıkıştırılarak iktidarın savaş aracına dönüştürülüyor. Özellikle futbol sporu ulus-devletler için bu amaçla bir iktidar tekeli olarak kullanılmaktadır. Spor hem ulus-devletleştirilmiş, hem topluma karşı etkili savaş alanına dönüştürülmüştür. 
Sanat hem devlet hem özel tekellerin el attıkları ikinci önemli bir toplumsal savaş alanıdır. Özellikle pop kültür ve arabesk kültürü toplumun eğlence kültürü tarafından tutsak edilmesinde etkili rol oynamaktadır. Adeta bir starlar ordusu toplumu ateş altına almış gibidir. Klasik sanat gözden düşürülüp, halk kültürü popülerleştirilme yoluyla binlerce yıllık esas fonksiyonundan uzaklaştırılmakta ve imha edilmesinde tersine rol oynayan bir araca dönüştürülmektedir. Seks veya cinsellik tarihte hiç olmadığı kadar toplumla savaş nesnesine dönüştürülmüştür. Seks kadar hiçbir araç topluma karşı savaşta etkin rol oynayamaz. 
Kaos ve Özgürlük Sosyolojisi’nde kapsamlı tartışmayı umduğum bu konuda parantez içi bir not olarak şu kadarını belirteyim ki, her erkek için cinsel eylem bir iktidar eylemine dönüştürülmüştür. Cinsel eylem yaşamın ve cinsin devamı için biyolojik işlevinden çıkarılıp veya saptırılıp, toplumsal ve siyasal alanda erkek egemen iktidarın sınırsız çoğalma ve yayılma işlevine dönüştürülmüştür. Cinsel eylem iktidar eylemine dönüştürülmüştür. Tüm homo ve hetero vb. cinsel ilişki biçimlerinde iktidar ilişkisi belirleyici rol oynamaktadır. Tarihsel temeli yaygın bulunmakla birlikte, hiçbir toplum ve devlet biçiminde ulus-devlet ve toplumunda olduğu kadar sistemli, yaygın ve iktidar amaçlı (dolayısıyla köleleştirme amaçlı) derinliğine ve genişliğine çoğaltılıp uygulanmamıştır. Toplumsal cinsiyet, toplumsal ve siyasal iktidar olayı ilişkisi ve olgusudur.
Ulus-devlet hem aile içinde, hem dışında cinselliğe yönelik yürüttüğü politikalarla tam bir iktidar sapıklığına yol açmıştır. Kadın kendini seks metası olarak, erkek ise cinsel iktidar aracı kılarak, hem kendilerini hem toplumu sadece ahlaki buhrana sürüklemiyorlar, iktidar savaşının kurbanı haline de getirmiş oluyorlar.
Medya bu üç alanda da savaşın en etkili aracı konumundadır. Hiçbir araç tekellerin kontrolündeki medya kadar topluma karşı savaşta tahripkâr rol oynamamıştır. Demokratik uygarlık tarafından kullanıldıklarında da şüphesiz çok etkili demokratikleşme aracı rolünü oynama konumundadırlar.
Ulus-devletin hapishane, hastane politikaları da özenle oluşturulup, kendi iktidarını güçlendirmede ve toplumu tutsak kılmada etkili rol oynarlar. Hapishane ve hastane yollarına düşenler, iktidar karşısında maddi ve manevi birçok değerlerini yitirmeyle karşı karşıya kalırlar.
Ulus-devlet kılcal damarlarına kadar kendi iktidarını topluma dayatırken, aslında sonun sonuna geldiğini itiraf etmiş olmaktadır. Bu duruma gelmiş iktidar son noktada yere çakılmaktan kurtulamaz. Gerekli olan, demokratik uygarlığın etkili demokratikleştirme, örgüt ve eylem anlayışını toplumun tüm bütünlüklerinde, yani alanlarında yayıp uygulamaktır. 
g- Ulus-devlet esas olarak orta sınıfa oynar. Sınıf temeline ortayı alır. Başka tür gelişmesi teorik olarak mümkün olsa da, pratikte gerçekleşemez. Ulus-devlet orta sınıfın modern tanrısıdır. Kendi zihniyet ve tutkularında bu tanrıya hep kavuşacağını (görev ve çıkar sağlayarak) hayal ederek yaşar. Eskiçağ tanrılarına toplum nasıl içyüzünü bilmeden tapınıyor idiyse, günümüz modern orta sınıfı da tanrısını aslında (kapitalist modernite bağlamında) tanımamaktadır. Fakat ondan başka seçeneği olmadığının da farkındadır. Ya bürokrasisinde, ya tekellerinde (mesleki formasyon gereği) görev almak kurtulmuşluk anlamına gelir. Toplumu kendisinden ibaret sayar. Çok bencil bir sınıftır. Liberaller orta sınıfı demokrasinin temel şartlarından sayarlar. Ancak tersi doğrudur. Orta sınıflar demokrasinin değil, faşizmin malzemelerini derlediği depodur. Nasıl ki faşizm ve ulus-devlet ilişkisi yapısalsa, faşizmle orta sınıf ilişkisi de yapısaldır. Faşizmin kapitalist tekelin yapısal ilişkisi olması, orta sınıfa ilişkin bu yargıyı değiştirmez. İstisnalar olması sadece esas eğilimi doğrular.
Liberal demokrasi esas olarak orta sınıfa oynarken, en büyük demokrasi oyununda gerçek demokratik toplum güçlerine üstünlük sağlayarak demokrasinin içeriğini boşa çıkarmayı hedefler. Liberal burjuvazi, liberal demokratlar ancak güçlü demokratik gelişmeler ortamında sol kanat olarak olumlu kılınabilir. Dikkat edilmesi gereken, orta sınıf sapkınlığıdır. Kapitalizm toplumun demokratikleşme mücadelesi karşısında orta sınıfı kullanmada büyük deneyim kazanmıştır. Tavizler vererek, hayaller uyandırarak, toplumun alt zeminine karşı sürekli korkutarak iç politika yürütmeyi esas alır. Ulus-devlet bu anlamda orta sınıfın yoğunlaşmış savaşıdır. Yine bu anlamda ulus-devlet orta sınıfın savaş ilahıdır. Öyle anlar, öyle hayal eder, öyle tapınır. Bu tanrı ve yoğunlaştırdığı savaşına karşı demokratik güçlerin kendi öz zihniyet ve eylemlerini yaratmaktan başka seçenekleri yoktur. Bu tanrıya karşı tek seçenek ise, özgür yaşamın kendini en kutsal seçenek kılmasıdır! 
h- Ulus-devleti değerlendirirken, bazı devlet biçimleriyle karşılaştırmak ve kendi içinde farklı modellerini tanımak aydınlatıcı olacaktır. Ulus-devletin kavram ve kurum olarak cumhuriyetle bir tutulmaması önemlidir. Her cumhuriyet ulus-devlet değildir. Hatta krallıklar da ulus-devlet olabilir. Cumhuriyetlerden bazıları ulus-devlete dönüşebilir. Cumhuriyet daha çok demokrasiye açıktır. Toplumla ilişkileri ulus-devlet tarzında değildir. Tekellere karşı daha mesafelidir. Cumhuriyet bir ittifak, uzlaşma rejimi iken, ulus-devlet tek taraflı dayatma ve toplumu dilediği gibi oluşturma rejimidir. Cumhuriyet kendi ittifaklarına ve toplum dengesine dikkat ederken, ulus-devlet her tür ittifak ve dengeyi bozarak tekleşmeyi, merkezi otoriteyi azamiye çıkarmayı; farklı siyasi, toplumsal, ekonomik ve kültürel değerleri, anlayışları eritmeyi hedef alır. Cumhuriyet paylaşılabilir. Birçok farklı görüşler, kültürler, etnisiteler, siyasal oluşumlar, yerel, bölgesel yönetimler cumhuriyet çatısında yer bulabilirken, ulus-devlet zihniyet ve yapı olarak bu farklılıklara, bütünlüklere karşıdır.
Ulus-devleti modelleştirmede sıklıkla üç örnekten bahsedilir.
Fransa örneği ilk ulus-devlet modelidir. Ulus-devletin doğum yeri Fransa’dır. Yaratıcısı ve tanrısı Napolyon’dur. Siyasal kimliği esas alırlar. Siyasal ve hukuksal alan güçlendirilerek, Alman tipi bir faşizme kaymama noktasında daha geleneksel bir yaklaşımları vardır. Irk ve hâkim etnisite konusunda bağnaz değildirler. Fransa dilini ve kültürünü paylaşan herkes Fransız ulus-devletinde yer alabilir. Türkler bu modelden esinlenmiştir. Dünyada izleyicileri vardır. 
Alman modeli kültürü esas alır. Alman ulusuna özgü kültür hem vatandaşlığın, hem ulus-devletin şartıdır. Faşizme daha çok eğilim arz etmesi, Alman ulus-devletinin bu temelde gelişmesiyle bağlantılıdır. Dünyayı etkilemiştir. Türkler bu uygulamadan da etkilenmiştir. Almanlar bu modeli aşmaktadır.
İngiliz örneği en esnek olanıdır. İngilizler ne Fransızlar gibi siyasi birliği, ne de Almanlar gibi kültür birliğini esas alırlar. Farklı siyasal oluşum ve kültürlere daha açık bir ulus-devlet örneği sunar.
i- Ulus-devleti zamanlama açısından ele almak, değişim ve gelişimini anlamak açısından önem taşır. Kapitalist modernitenin temel devlet formu olduğunu sıkça vurgulamakla tarihsel gelişimi içinde ele almadan rolünü tam anlayamayız.
Hollanda ile İngiltere’nin, İspanya ve Fransa’nın imparatorluk emellerini kırmak için daha etkili devlet arayışları ulus-devlet tipini gündeme getirmişti. Hem mali ve siyasi açıdan, hem de özellikle ordunun yeniden inşası, eskinin siyasi ve askeri yapısı karşısında üstünlüğünü gittikçe daha çok kanıtladı. Önce deniz üstünlüğünü sağladılar. 16. yüzyılın sonlarında hâkimiyet, dolayısıyla denizlerde hegemonya Hollanda ve İngiltere’ye geçmişti. 1700’lerin başlarında Fransa’yla İspanya’da hanedanlık üzerine girilen savaşlarda karada da üstünlüklerini kanıtladılar. Fakat Fransa ve Avusturya hanedanları imparatorluk emellerini bir türlü terk etmiyorlardı. Bu onlara çok pahalıya mal oldu. Ulus-devlet şansını kaybediyorlardı. Ayrıca mali açıdan devlet yapılanmaları çok daha pahalıydı. 
Hollanda ve İngiltere, imparatorluk emelleri karşısında siyasi olarak ulus-devlet inşalarına destek verdiler. Özellikle Prusya Devletini güçlü bir ulus-devlet halinde Avusturya ve Fransa’nın karşısına çıkarmaları etkili bir politikaydı. Diğer etkili bir politika olarak Avrupa’nın tüm muhaliflerini, bu arada ulus-devlet arayışçılarını sürekli destekleyerek rakiplerini yıprattılar. Çünkü ulus-devletlerle baş etmeleri olanaksız gibiydi. Westphalia Antlaşması bu gelişmelerin sonucuydu. Ulus-devlet Avrupa’sı imparatorluk Avrupa’sına karşı giderek zemin kazanıyor ve üstünlük sağlıyordu. Fransa İhtilalinde İngiltere’nin amacı, kendisiyle uzlaşmayan kralı düşürerek muhalifleri yine gündeme sürmekti. Kralla çelişkisi olan herkesi desteklediler. Devrim aslında İngiltere’nin bir anlamda (tamamen değil) komplosuydu. Fakat krallık, daha sonra Cumhuriyet ve Napolyon’la ulus-devlete geçiş hesaplarını bozdu. İngiltere Napolyon karşısında kıl payı kurtuldu. Ayrıca Prusya politikası da benzer sonuç vermeyle karşı karşıyaydı.
Napolyon örneğinin bir benzerini Türkiye Cumhuriyeti’nin inşasında görüyoruz. İngiltere Almancı İttihatçılara karşı İngiliz yanlısı muhaliflerini destekleyince, aynen Napolyon örneğini tekrarlarcasına, Mustafa Kemal Paşa aradan sıyrıldı. Hem Alman hem İngiliz yanlıları kaybetti. İngiltere’nin benzer çok politik deneyimleri vardır. Bu deneyimler dikkatle incelenmeyi gerektirir. Ayrıca Masonlarla birlikte politika yürüttüğünü de unutmamak gerekir.
Ulus-devletin Avrupa çapında zaferi 1861 İtalyan ve 1871 Almanya ulusal birliğiyle birlikte bu iki ulus-devletin doğuşuyla kesinleşti. Bu sefer hegemonya savaşı İngiltere ve Almanya arasına kaydı. 1870-1914 yılları arasında geçen kırk beş yıllık süre her iki taraf için ittifak arayışlarıyla geçti. Birinci Dünya Savaşı Almanya’nın hegemonya emellerine büyük darbe indirdi. İkinci Dünya Savaşı bir nevi intikam savaşıydı. Sonuç Alman ulus-devletinin acı yıkımıydı. 
Rusya 1917 Ekim Devrimiyle Almanya’nın hegemonya boşluğunu doldurmak istedi. Bunun için Sovyetler hızla ulus-devlete dönüştürüldü. Fakat tecrübeli İngiltere’nin ABD ile ittifakı, Rusya’nın hegemonya emellerini tıpkı Fransızlar ve Almanlarda olduğu gibi boşa çıkardı. 1989’da Sovyetlerin resmen çözülüşü hegemonya iddiasının bırakılması anlamına geliyordu. Üç yüz yıllık İngiltere hegemonyası, 1945’le birlikte ABD’ye küçük müttefiki olarak kalma karşılığında devredildi. Sovyetlerin ABD hegemonyasına karşı ulusal kurtuluş hareketlerini destekleme politikası, 1949-1989 dönemindeki soğuk savaşın bir neticesiydi. ABD ve SSCB arasındaki soğuk savaş ulus-devletlerin altın çağıydı. Aradaki gerginlik ulus-devletlerin çığ gibi doğuşlarını hazırladı. 1914’e kadar Avrupa’da tamamlanan ulus-devlet süreci, 1970 başlarında da esas olarak dünya çapında tamamlandı. İkinci Dünya Savaşı Avrupa ulus-devletlerinin ilk ciddi kriziydi. AB bu krizin ürünü olarak doğdu.
Aydınlatılması gereken bir konu, kapitalist modernitenin neden model olarak ulus-devleti geliştirdiğiydi. Tüm anlatımımız bu nedenleri açıklamakla birlikte kısa bir ek, bu modelin imparatorluk tarzı gelişmelere kolay kolay fırsat vermemesiydi. İmparatorluk zafer kazansaydı, kapitalist tekellerin şansı tekrar orta çağlardaki gibi olabilirdi. Bu nedenle canlarını dişlerine takıp, dört büyük imparatorluk emellerine karşı koydular. 1500-1600 yıllarında İspanya, 1600-1870 yıllarında Fransa, 1870-1945 yıllarında Almanya, 1945-1990 yıllarında Rusya’nın imparatorluk emelleri (buna Osmanlı ve Avusturya İmparatorluklarını da eklemek gerekir) ancak ulus-devlet politikalarıyla boşa çıkarılmıştı. 
Her ne kadar ulus-devletlere ulusal burjuva unvanı yakıştırılıyorsa da, açığa çıkan gerçeklik ulus-devletin esas olarak uluslararası bir dünya-sistemi peşinde koşan kapitalist tekellerin eseri olduğudur. En sıkı ulusçu geçinen Türkiye örneği bile ancak İngiltere’nin onayı ve ABD müttefikliği ile yürütülebildi. Uluslararası kapitalist sistem olmadan, ulus-devletin doğuşu ve gelişimi düşünülemez. Buna Sovyet ve Çin ulus-devletleri de dâhildir. Kurulması ve ayakta kalması etkenlerinin başında, sermayenin kâr güvencesine en iyi politik karşılık olması gelir. Ne zamanki bu özelliklerini yitirdiler, o zaman yavaş yavaş dönüştürülerek önce İngiltere, sonra ABD hegemonyası altında varlıklarını sürdürmeye çalıştılar. Dünya-sistemin (kapitalist modernite ve hegemonun) politikası olmadan, hiçbir ulus-devlet uzun süre ayakta kalamaz. Çünkü bu, sistemin mantığına aykırı olurdu. Aykırı olan çok zor yaşar veya yıkılır. Sovyetlerin ve Çin’in bile ayakta kalabilmek için ABD’yle ne kadar uzlaşmaya ihtiyaç duydukları açığa çıkan diğer bir kanıtlayıcı örnektir.
Bu durumda Saddam Hüseyin’in trajik sonunu daha iyi anlayabiliriz. Sistemi tanımadı veya tanımak istemedi. Ayakta kalmak için tek bir şansı vardı, o da Irak’ı çok kapsamlı bir demokratik sisteme dönüştürmekti. Bu şansını ulus-devlet tanrısına olan çok güçlü inancı nedeniyle kullanmadı. İdam sehpasında eski tanrının sözlerinin yazılı olduğu Kuran’ı elinde tutarken, sistemin yeni tanrısı karşısında imdadına yetişmediği ve kurtarmaya gücünün yetmediği de hazin bir biçimde ortaya çıkmıştı. Fakat sistemin tanrısı, yani Leviathan da Irak bataklığında iyice debeleniyor. Tüm Ortadoğu coğrafyasında zor durumdadır. 
Avrupa kendisine yeni tanrı arayışındadır. Muhtemelen kendisi için daha barışçı, hukuka yer veren bir tanrı inşa edecektir. AB, dört yüz yıllık uluslaşma ve ulus-devlet tarihi boyunca yaşadığı korkunç savaşların en sonuncusu olan İkinci Dünya Savaşı başta olmak üzere, tüm savaşçı geçmişine tepki olarak geliştirilmeye çalışılıyor. Ulus-devletin açığa çıkmış muazzam tahrip edici yanlarını evrimci yöntemlerle yeni bir Avrupa vatandaşlığı temelinde ekonomik, sosyal, siyasal, tarihsel alanda geliştirdiği yeni fikir, inanç ve kurumlarla aşmaya çalışıyor. Bu bir nevi özeleştirisel yaklaşımdır. Dikkatle izlenmesi gereken bir süreç olup, nasıl sonuçlanacağı önceden kestirilemez. ABD ise Irak’ta bir nevi ulus-devlet uygarlığının 16. Louis’i (Fransız İhtilalinde giyotinle öldürülen kral) olan Saddam ve rejimini yıkarak, işine gelmeyen ulus-devlete tavrını radikalce ortaya koydu. Daha çok ulus-devleti federatif tarzda (ABD’nin kendi yapısı) yeniden inşa yöntemini deneyebilir. 
ABD’nin hegemonya ile imparatorluk arasında sıkışması zorlu bir süreçten geçtiğinin kanıtıdır. Ulus-devletleri zayıf bir hegemonyayla idare etmek zordur. Örneğin Türkiye ile ilişkiler gibi. İmparatorluk halinde tecrit olabilir. Roma’nın çöküşü akıllardadır. Fakat ondan başka imparatorluğa cesaret edebilecek başka bir gücün bulunmaması şansı sayılır. Her şey bir çıkmazla karşı karşıya kalındığını gösteriyor. Klasik ulus-devlet hegemonya ile ancak 21. yüzyıl başlarına kadar zorbela var olabildi. AB ilk ama oluşum halinde bir adımdır. Geleceği net değildir. BM sistemi ulus-devletin sanki aynası gibi çıkmazı gösteriyor. Sorun çözme yeri değil, adeta ağırlaştırma organıdır. Diğer bölgesel, kıtasal birliklerin de ulus-devlet engelini aşmaları beklenmediğinden, çözüm olanakları yok gibidir. Ulus-devlet hem içte hem dışta toplumsal sorunların çözüm modeli olmaktan çoktan çıkmıştır. Kaldı ki, kuruluşlarında işgallere karşı ve ilk sermaye birikimleri için uygun bir model olsalar da, günümüzde hem içte bastırdıkları tüm tarihsel, toplumsal, kültürel, etnik, çevre, feministik ve siyasal boyutlu sorunların yeniden başkaldırmaları, hem de uluslararası anlaşmazlıklar karşısında tıkayıcı bir model oldukları yüzlerce örnek olayla açığa çıkmış bulunmaktadır.

Hiç yorum yok: