20 Ocak 2011 Perşembe

Demokratik Özerklik üzerine 9



 

lX-Türkiye Cumhuriyeti'nin idari yapısında, Demokratik Özerklik modeli ile reform

"Demokratik Özerklik" modeli olarak, Türkiye'de Kürt sorununun çözümünü de içine alacak tarzda önerdiğimiz bu projenin yaşamın gerçeklerine çarparak geçersizliğini ilan etmemesi için ilk şartın; bu çözüm formülasyonunun, ulusal sorunu yaşayan halkların tarihsel ilişkilerin oluşturduğu zemin ve koşullardan güç alması gerektiğini belirtmemizdi. Bu nedenle tarih boyunca Türk-Kürt ilişkilerine genel hatlarıyla da olsa göz attığımızda; Türklerin Anadolu'ya ilk girişinden itibaren her iki halkın da birbirlerinin haklarına ve özyönetimlerine saygı temelinde bir ilişki tarzı geliştirdiğini, bu tarzın Osmanlılar döneminde de 300 yıl boyunca Kürt beyliklerinin bağımsızlığa yakın ÖZERK yönetimleriyle devam ettiğini ve bu anlayışın nihayet Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kuruluş aşamasında da özellikle 1921 Anayasası'nın ruhuyla yaşatıldığını göstermeye çalıştık. Bu yaklaşımdan her kopuşun, tıpkı 19. yüzyıl boyunca ve Türkiye Cumhuriyeti ve 1924 Anayasası'nın kabulünden günümüze kadar süren 200 yıllık bir Kürt sorunu ve kanlı çatışma süreçlerine yol açtığı, yaşanan acı gerçeklikten de anlaşılmaktadır. Özcesi bin yıllık Türk-Kürt ilişkilerinin yaklaşık 800 yılı uzlaşı ve barış içinde geçerken; son 200 yıllık savaş ve çatışma sürecinin özünde, Kürtlerin en doğal haklarının ve kendi kendilerini yönetme iradelerinin hiçe sayılması bulunmaktadır. Bu tarihi gerçek bilince çıkarılmadan Türkiye'de Kürt sorununa gönüllü birlik ve eşitlik temelinde demokratik, barışçıl bir çözümde ne yazık ki bulunamaz. İşte bu tarihi gerçeği göz önüne alarak hazırladığımız, şüphesiz ki tartışma ve müzakereye de açık olan "Demokratik Özerklik" projemizin, her iki halkın tarihsel ilişki ve geçmişleriyle uyumlu olduğunu düşünmekteyiz.

 

Tekçi bir yönetim anlayışıyla toplumu da faşizan bir  tarzda tek tipleştirmeyi hedefleyen uygulamalar, çağın toplumsal ihtiyaçlarına cevap olmak bir yana, sorunların da nedenidir. Katı merkeziyetçi olarak örgütlenmiş olan ulus-devletin siyasi-idari mekanizmaları, demokratik cumhuriyete değil, oligarşik bir yapılanmaya denk düşmektedir
Esas olarak, 1924 Anayasası'nın İttihat ve Terakki zihniyetinden kaynaklanan Türkçü ve katı merkeziyetçi ulus-devlet sistemi; Osmanlı İmparatorluğu'ndan devralınan etnik, kültürel ve inançsal tüm farklılıkları gözardı ettiği gibi, Türkiye'de yaşayan tüm kesimlerin özgürlük, eşitlik talepleriyle sosyal ve ekonomik sorunlarını da çözümsüz bırakan, büyük dengesizlikleri ortaya çıkarmış bulunmaktadır. Temelde Türkiye'de yaşayan, başta Kürtler olmak üzere tüm farklılıkları yok sayan, hatta bunun da ötesinde zor yöntemleriyle asimile ederek kültürleri ortadan kaldırmayı, resmi ideoloji olarak benimseyen yönetim anlayışı, hiçbir temel sorunun çözümüne de olanak sunamamakta, tersine engellemektedir. Tekçi bir devlet yönetimi anlayışıyla toplumu da faşizan bir tarzda tek tipleştirmeyi hedefleyen mevcut uygulamalar, çağın toplumsal ihtiyaçlarına cevap olmak bir yana, sorunların ve krizlerin de nedenidir. Katı merkeziyetçi olarak örgütlenmiş olan ulus-devletin siyasi-idari mekanizmaları, demokratik cumhuriyete değil, oligarşik bir yapılanmaya denk düşmektedir. Aslında Anayasa'nın başlangıç kısmında cumhuriyetin temel nitelikleri olarak zikredilen "Sosyal, demokratik, laik bir hukuk devleti olma" ifadesi, hiçbir dönemde gerçek anlamıyla yaşam bulmamıştır. Söylemde etnik bir temele dayanmadığı iddia edilen "Türk milliyetçiliği" anlayışı bir yana; aslında askeri, idari ve yargısal devlet örgütlenmesinin tamamında Türk etnisitesini esas alan bir zihniyetin hakim kılındığı tartışmasızdır.

Öte yandan, sorunların artık yerelde, yani sorunun yaşandığı yerde ve sorunu yaşayanlarca tartışılıp çözüldüğü çağdaş demokrasilerle kıyaslandığında, Türkiye ağır hantal, bürokratik ve yerele uzak katı merkeziyetçi idari yapısıyla tıkanmış durumdadır. Doğusu, batısı, kuzeyi ve güneyi ile değişik kültürel, sosyal, siyasal ve ekonomik sorunlarla boğuşan Ankara, bu sorunları çözmeye muktedir bir iradeye sahip olmadığı gibi, bunu gerçekleştirecek gücü de kalmamıştır. Bu temelde Türkiye'deki siyasi-idari yapılanmanın köklü bir reformla ele alınarak yenilenmesini kaçınılmaz görmekteyiz. Dünya genelinde yaşanan deneyimler ve halihazırda Ortadoğu'da  yaşanmakta olan fiili durumlar da göz önünde bulundurularak; her ulus için ayrı bir devlet talep etme gibi felsefik ve konjonktürel gerçeklikten uzak ve halkların birbirini boğazlamasına kadar gidebilecek kanlı bir süreci tetikleyecek siyaset anlayışı yerine halkların özerk, demokratik iç örgütlenme ve birliğini esas alan, demokrasiyi başkentteki genel bir meclise hapsetmeyen, halkın tartışma ve karar mekanizmalarına katılımını kolaylaştıran, toplumun temel bütün sorunlarını en iyi bir şekilde ve yerinde çözüme kavuşturacağı bir siyasi ve idari yapılanma modelinin, Türkiye'de kendini büyük bir ihtiyaç olarak dayattığı inancındayız. İşte bu düşünceden hareketle ve yeni bir anayasa hazırlığını da dikkate alarak; ülke bütünlüğü içinde halkın yerelde söz ve karar sahibi olmasını sağlayacak ve tüm farklılıkların kendini özgürce ifade edebileceği düzeyde ÖZERKLİK kazanması temeline dayanan modelimizin çağdaş kavramlaştırılışını, "DEMOKRATİK ÖZERKLİK" olarak tanımlamaktayız.


DEMOKRATİK ÖZERKLİK

 

Toplumun kendi öz örgütlenmesiyle birlikte ele alınması gereken 'Demokratik Özerklik' uygulaması, özünde 'az devlet, çok toplum', başka bir ifadeyle 'az yasak, çok özgürlük' anlayışının sistematize edilmiş modeli olmaktadır
Demokratik özyönetim anlamına gelen Demokratik Özerklik, esas olarak demokratik cumhuriyetin içinin doldurulmasıdır. Demokratik Konfederal tarzda örgütlenen toplumun, Devlet+Demokrasi formülüyle, özerk olarak kendini yönetmesidir. Bunun, özünde devlet dışında bir sivil toplum organizasyonu olduğu unutulmamalıdır. Ortaya koyduğumuz "Demokratik Özerklik" projesi etnisiteye ve katı coğrafi sınırlara dayanmıyor. Demokrasiye dayanıyor. Değişik toplumsal kesimlere dayanıyor. Sadece Kürdistan'a ilişkin değil; Ege, Karadeniz, Orta Anadolu'ya ilişkindir. Tüm Türkiye'yi kapsayan bir projedir. Demokratik Özerklik yönetiminde önemli olan, toplumun yönetim iradesidir. Toplum devletin belli yetkilerini üstlenerek, kendi yönetim anlayışını geliştirir. Bir başka tanımla, toplum merkezi devleti sınırlayarak, kendi yetkisiyle kendini yönetecektir. Burada önemli olan devletin sınırlandırılmasıdır. Buna, merkezi otoritenin yetkilerini topluma, yerele devretmek de denilebilir. En geniş anlamıyla da Türkiye'de 1919-1922'nin yeniden güncellenmesi olmaktadır. Çünkü bu yıllar arasında Türk-Kürt ilişkileri veya devlet-toplum ilişkilerinde Demokratik Özerkliğin tarihsel kökleri vardır.

Yine önemle vurgulamak gerekir ki, "Demokratik Özerklik"te, devlet karşıtlığı yoktur. Kürtler güvenliklerinden spora kadar tüm yaşam alanlarında, devlete ihtiyaç duymadan ve devlet dışında kendi toplumsal özgürlüklerini geliştireceklerdir. Siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel örgütlenmelerini gerçekleştirip kendi iç güvenliklerini güvenceye alacaklardır. Üstelik bunun için devletin bunları kabul etmesi de beklenmeyecektir. Çünkü bu proje demokratik bir ulus inşasının ete kemiğe bürünmüş halidir. Demokratik ulus bir ruh ise, Demokratik Özerklik onun somutlaşmış, bedenleşmiş halidir. Zaten Demokratik Özerkliğin Kürt toplumu açısından anlamı da budur.


Mutlaka toplumun kendi öz örgütlenmesiyle birlikte ele alınması gereken "Demokratik Özerklik" uygulaması, özünde "az devlet, çok toplum", başka bir ifadeyle "az yasak, çok özgürlük" anlayışının sistematize edilmiş modeli olmaktadır. Bunun içindir ki, toplumun tüm sorunlarının çözümünün devletten beklenmediği, sivil ve bağımsız toplum örgütlenmeleri aracılığı ile toplumun kendi sorunlarına bizzat kendilerinin çözümler geliştirdiği daha pratik, daha demokratik ve daha katılımcı bir sistemdir. Ekonomiden çevre sorunlarına kadar, sağlıktan eğitime, kültür ve sanattan kadın özgürlüğüne ve gençliğin özgürce örgütlenmesine kadar, toplumsal yaşamın her alanında öz yeterliliği esas alan özerk birimlerle, toplumun kendi Demokratik Özerklik sistemini kendi iradesiyle inşa etmesidir.


Şüphesiz ki böyle bir sistemde, devleti tanımama gibi bir yaklaşım yoktur. Örnek olarak Kürtler açısından yaklaştığımızda; devlet+demokrasi formülü gereği, devlet de olacak ama diğer yandan örgütlü, demokratik Kürt ulusu da olacaktır. Tıpkı İspanya devleti ve Katalan ulusunun ilişkilenme tarzında olduğu gibi. Kürtler devletin varlığını tanıyacak, kabul edecek. Devlet de Kürtlerin demokratik ulus olma haklarını tanıyacak ve kabul edecektir. Yani Kürdistan'da demokratik sivil toplumun oluşumuna engel olmayacaktır, demokrasiye duyarlı davranacaktır, sorunun özü budur. Özellikle bu model sadece Kürtler veya Kürdistan için değil, tüm Türkiye toplumu için önerilmektedir. Bu sistemde Kürtler kendi spor, eğitim, sağlık, dini örgütlenmeler, meclis ve belediyelerini kendileri yönetecek, bu alandaki sorunlarını demokratik tartışma ve karar süreçleriyle kendileri çözecektir. Hatta kendi öz savunması bile olacak; Özerk Katalonya'da olduğu gibi Özerk Kürdistan'da da jandarmaya, polise ihtiyaç kalmayacaktır. Kendi ihtilaflarını kendisi çözecek mekanizmalara sahip olacaktır. Yani Kürtler demokratik bir şekilde kendi kendini örgütleyip savunacaktır. Bu temelde "Demokratik Cumhuriyet, Özerk Kürdistan" formülünün ve Demokratik Özerklik anlayışımızın özü tam da budur.


Kuşkusuz ki bu sistemin barış içinde işlerlik kazanması, devletin demokratikleşmesiyle yakından bağlantılıdır.   

 

MUHTARİYETTEN ÖZERKLİĞE

Devlet, katı merkeziyetçi yaklaşımından uzaklaşarak sivil toplumun demokratik örgütlenmesine yer açacak bir demokratik anayasanın toplumsal mutabakat temelinde oluşumuna zemin sağlamalıdır. Siyasi-idari sistemini 1921 Anayasası'nın ruhu ve yerinden yönetimi esas alan adem-i merkezi bir yaklaşımla yeniden oluşturmalıdır. Demokratik Toplum Kongresi, Demokratik Toplum Partisi ve şimdi de Barış ve Demokrasi Partisi'nin; Türkiye'nin siyasi-idari yapısında demokratikleşmeyi sağlamak amacıyla önerdiği köklü reformu dikkate almalıdır. Demokratik tartışmaya ve demokratik müzakereye açık olan modele göre;

Türkiye'yi 20-25 bölgeye ayıracak olan bu idari-siyasi sistemde adem-i merkeziyetçilik işletilerek birbiriyle yoğun bir şekilde sosyo-kültürel ve ekonomik ilişki içinde bulunan komşu üç-beş ili kapsayan ve il genel meclislerine benzer bir şekilde seçimle iş başına gelen bir BÖLGE MECLİSİ; eğitim, sağlık, kültür, sosyal güvenlik, kadın, gençlik ve spor gibi hizmet alanlarından sorumlu olacaktır. Örnek olarak İstanbul, Ankara ve İzmir illeri nüfusları itibariyle tek başına bir "BÖLGE" olarak kabul edilecek; bölgelerin birer MECLİSİ, başkan ve yürütme kurulları olacak; devlet bayrağı yanında isterlerse kendi sembolleri de bulunabilecektir. Ankara'dan yönetilmek yerine "yerinde yönetim" veya "özerk yönetim" yaklaşımıyla yukarıda da belirtilen alanlardaki sorunlarını kendileri tartışıp kendileri çözebilecektir. Aynı şekilde, örneğin; Diyarbakır, Elazığ, Bingöl bir BÖLGE; Adana, Mersin, Osmaniye, Hatay bir başka BÖLGE YÖNETİMİ olarak oluşturulabilecektir. Böylece Türkiye'de kurulacak 20-25 BÖLGE MECLİSLERİ, TBMM ile iller arasında işleri kolaylaştıran, halkın yönetime daha fazla katılımını sağlayan ve yerinden yönetilen çağdaş, demokratik siyasi-idari bir yapılanmaya kavuşacaktır. Böylece cumhuriyetin ilk kuruluş aşamasında var olan ve sonradan tasfiye edilen "YEREL ÖZERKLİKLER" demokratik bir işleyişle yeniden yaşamsallık kazanacaktır. Bu aynı zamanda Mustafa Kemal'in 1923 yılı başlarında gazeteci Ahmet Emin Yalman'a ifade ettiği bir nevi YEREL MUHTARİYET'in bugünkü koşullarda güncelleştirilmesi olacaktır. Tıpkı Katalonya gibi sivil davalar, cezai ve sosyal davaların yerel yargıya bırakılması hususu da diğer bir tartışma konusudur. Şüphesiz ki emniyet ve adalet hizmetlerindeki yetki paylaşımı, bölge ve merkezi yönetimler, hatta tüm toplumca tartışılarak birlikte kararlaştırılacaktır. Örnek olarak, başlangıçta asayiş ve trafik hizmetlerinin bölge otoritelerine devri hemen yapılabilecektir. Komşu üç-beş ilden oluşan bölgelerin meclisine "bölge meclisi", meclislerde görev yapacak seçilmişlere de "bölge temsilcisi" denir. Meclis hem meclis başkanını, hem de görevli olduğu eğitim, sağlık, kültür vs. görevli olduğu alanlardaki işleri yürütecek. "Yürütme Kurulu" üyelerini ayrı ayrı seçer. Başkan ve yürütme kurulu üyeleri, meclisin aldığı kararların icrasından sorumludur. Meclisin yetkili olduğu alanlarda "yerel yasa" yapıp yapmama yetkisi, şüphesiz ki bir tartışma ve müzakere konusudur.


Bölge meclisleri nüfus ve gelişmişlik düzeylerine göre, her yıl merkezi hükümetin aktardığı bütçenin yanında, yerel gelirlerden de pay olarak hizmetlerin yürütülmesini sağlayacaktır. Az gelişmiş ve yoksul bölgelere pozitif ayrımcılık uygulanacaktır. Bölge meclisleri her yıl bütçelerinin belli bir kısmını yatırım ve hizmet oranında belediye meclisleri ve il genel meclislerine aktaracaktır.


Bu modelde il valileri, merkezi yetkileri bakımından hem merkezi hükümetin, hem de bölge yürütme kurulunun kendi yetkileri çerçevesinde vereceği kararların uygulamasıyla görevlidir. Bakanlıkların taşra teşkilatları da aynı prosedüre tabi olacaklardır. İl genel meclisleri, belediye ve muhtarlıklar varlıklarını koruyacak, demokratikleştirilecektir.


Bu yapılanma federalizmi ya da etnisiteye dayalı özerkliği ifade etmemektedir. Merkezi yönetimler ile iller arasına kademelendirilmiş demokratik bir yeni idari takviyedir. Bölgelerin her biri o bölgenin tarihten gelen özel adı veya bölge meclisinin yetki sınırları içinde bulunan en büyük ilin adıyla anılacak; devlet bayrağı yanında kendi sembollerini de kullanabileceklerdir.

YARIN: X-Sonuç


Hatip DİCLE
20.01.2011 00:24
 

Hiç yorum yok: