30 Ekim 2010 Cumartesi

Din-Siyaset Ilişkilerinin Tarihsel Bağlamında AKP Politikaları

Yeni_Özgür_Politika ‘’Türkiye’deki AKP İslamı, İslam’ın gerçeğinden fersah fersah uzaktadır. Sözgelimi Başbakan Erdoğan’ın, Kürtlerin anadilde eğitim hakkına izin vermemesi ile, ilk çağlarda Firavunun Mısır halkına ‘benden izinsiz inanamazsınız’ ( Bkz: Taha suresi:71) demesi arasında niteliksel bir fark bulunmamaktadır.’’
Din, bireyi ve toplumu yönlendiren ve yöneten en eski kurumlardan biridir. Bu gün durduğumuz noktadan geriye doğru gittiğimizde, siyaset, hukuk, sağlık, ilim, güvenlik gibi hemen hemen bütün temel hayati kurumların kökeninde dinin var olduğunu; bu hayati kurumların zamanla dinden bağımsız hale geldiğini, anlarız. İnsanlık, neolotik süreçle toplumsallaştıkça din de gelişti. Neolotikle birlikte gelişen tarım toplumunda çiftçiler, hasat ve ekim zamanlarını gökbilim ile uğraşan ruhbanlardan öğreniyorlardı. Bu, zamanla ruhbanların kutsallaşmasını doğurdu. Böylece neolitik süreçle ilk kutsallıklar başladı. Zamanla yöneticiler de kutsallıktan yararlanarak kendi yönetim erklerini kutsal ilan etmeye başladılar. Neolitik süreç ile birlikte gelişen kutsallık ve din, çoğu zaman pagan karakterli bir kutsallık ve din anlayışı idi. Bu süreç giderek Mezopotamya’da Tanrı Krallık (Divine Rihhts of Kings) düzenlerini doğurdu. Mezopotamya-Babil kültür ortamında oluşan site devletlerinin yöneticileri, kendilerini birer Tanrı-Kral olarak ilan ettiler. Tanrı-Krallar, yönetim erklerinin kendilerine tanrılar tanrısı yani baş tanrı tarafından verilmiş olduğunu iddia ediyorlardı. Yönetim erki tanrısallaştırılınca, bunun paralelinde gelişen hukuk da tanrısallaşmıştı. Bu nedenle Tanrı-Kral, istediği kişiyi öldürür, istediği kişiyi de sağ bırakabilirdi.

Bunun tipik bir örneği Kur’anın Bakara suresinin 258. ayetindeki anlatımda yer alır. Bu ayetde, İbrahim peygamber zamanında yaşayan Tanrı Kralın (Nemrut), istediğini öldürme, istediğini sağ bırakma hakkına sahip olduğunu iddia ettiği ifade edilir. Sümer’de icad edilen Tanrı Krallık sistemi, buradan Eski Mısıra intikal etti. Bu bakımdan Kur’anın hem Sümerolojiye ilişkin hem de Eski Mısıra (Ejiptiyoloji) ilişkin anlatımlarına bakmakta fayda var. Sadece bir örnek olsun diye burada Taha suresinin 71. ayetini hatırlatmak istiyorum: Bu ayette Firavunun tebasına, kendisinin izni olmadan inanma hakkı bile vermediği, anlaşılmaktadır.

Paganizm Tanrı-Krallık Sistemini Doğurdu
İlk çağlarda paganizm kökenli dinin Tanrı Krallık sistemini doğurduğu görülür. Aynı zamanda ilk çağlarda pagan dinine ve onun doğurduğu Tanrı Krallık sitemine karşı vahiy geleneği, muhalif bir hareket olarak doğar. Nemrutun Tanrı Krallık sitemine karşı İbrahim peygamber ile gelen Hanif dini, Eski Mısırın Tanrı Krallığına karşı Musa peygamber öncülüğünde gelişen Musevilik dini, Roma Sezarlığına muhalif olarak gelişen İsa peygamber öncülüğündeki ilk Hristiyanlık dini, hep ilk çağların Tanrı Krallık düzenlerine karşı gelişmiş olan sami vahiy geleneği eksenindeki dinlerdir. Yani pagan dine karşı tevhid dinleri..

Vahiy geleneği merkezli sami dinin son güncelleşmesi ise, ortaçağda Hz. Muhammed öncülüğünde gelişti. Mekke aristokratlarına (senadid-i Kureyş) karşı gelişen sami geleneğinin son dini olan İslam dini de özü itibarıyla tıpkı İbrahim, Musa ve İsa Peygamberlerin çağrılarında olduğu gibi Tanrı Krallık karşıtı olarak gelişmişti.

Hıristiyan-Batı Ortaçağında Vahiy Geleneğinde Kırılmalar
Sami vahiy geleneğindeki en çarpıcı kırılmalara Hıristiyan Batı ortaçağında rastlamak mümkündür. İsa peygamberin Matta İncilinde de yer alan ‘’Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya; Sezar’ın da hakkını Sezar’a veriniz” sözü, aslında Roma Tanrı Krallarından Tanrılık vasfını kaldırmaya yönelik olarak söylenmiş bir sözdü. Roma siyasal düzeninin İsa peygamberi çarmıha germesinin asıl nedeni de aslında bu idi. Roma Sezarları, Romalıların kendilerini ‘’Tanrımız” diye çağırmalarını istiyordu. Böyle bir ortamda İsa peygamberin çevresindekilere, Sezar’ın ayrı, Tanrının ayrı olduğunu söylemesi, Roma siyasal düzenini alt üst ediyordu.

İlk Hıristiyanlık Romanın Tanrı Krallık düzeni ile taban tabana zıt iken, Miladi 4. yüzyılda Milano fermanı ile Hıristiyanlık, devlet ile giderek uzlaştı. Hatta zamanla devletin içinde örgütlenerek önlenemez muazzam bir güç haline geldi. Bu defa Roma, Hıristiyanlık ekseninde yeni bir Tanrı Krallık düzeni oluşturmuştu. Bu, daha büyük daha muazam bir siyasi güç temerküzü idi. Bu bakımdan Hıristiyanlığın ilk üç yüz yılı ile, ilk üç yüz yıldan sonrasını iyice ayırt etmek gerekir. Yani ilk Hıristiyanlık ile sonraki Hıristiyanlık, giderek farklılaşmıştır. İkinci Hıristiyanlık, Hıristiyan Batı ortaçağında, kilise merkezli bir Tanrı Krallık düzenini kökleştirmenin aracısı haline çoktan getirilmiş idi. Yani Roma Hıristiyanlık öncesinde pagan bir Tanrı-Krallık düzenine sahip iken, Milano fermanı sonrasındaki gelişmeler ile, bu defa ikinci Hıristiyanlık ekseninde dinsel karakterli bir Tanrı Krallık düzenine geçiş yaptı. Sistemin özü değişmedi. Bu gün adına Bizantizm dediğimiz model, bize Hıritiyan Batı ortaçağından kalmış bir kötü mirastır. Bu miras, hala Türkiye’de de, dinin sivil alan içinde örgütlenmesine imkan ve fırsat vermemektedir. Bu da bir çok krizin ana sebebi haline gelmektedir.

Modern zamanların Hegelyen devlet anlayışını, klasik dönemlerde gelişen ikinci Hıristiyanlığın ürettiği din eksenli Tanrı-Krallığın modernize edilmiş bir hali olarak okumak mümkündür. Nitekim Hegelyen devlet anlayışında, devlet Tanrının kristalize edilmiş halidir. Hobbes’in Leviathan adlı yapıtındaki canavar devlet ise, Parkinson’un dediği gibi, ölümlü bir Tanrı’dır. (Bkz: C. Northcote Parkinson, Siyasal Düşüncenin Evrimi, Çev:Mehmet Harmancı, İst. 1976, s.79) Özcesi, devlet kolay kolay tanrısallıktan arınmak istemiyor. Devlet, ilk çağlarda pagan karaktere bürünerek kendini Tanrılaştırmıştı. Ortaçağlarda ise Peygamberler geleneğini zamanla dönüştürerek dinsel karakterli bir Tanrıya dönüştü. Modern zamanlarda ise, mutlak bir egemen olarak ortaya çıkarak, yine dini kendi emrine amade kıldı.

Müslüman-Doğuda Tarihsel İslamdaki Kırılmalar
İslam’a gelince, benim kanaatim odur ki, Hıristiyanlığın başına gelenler İslam’ın başına da geldi. Hz. Muhammed’den kısa zaman sonra, daha bir asır geçmeden İslam siyasa pratiklerinde çok önemli kırılmalar yaşandı. Emevileşme süreciyle başlayan kırılma önemli bir kırılma noktasıdır. Bu süreçte saltanat düzenine geçildi ve bu süreçten sonraki halife- sultanlar kendilerini giderek mutlaklaştırdılar. Artık din, düzenin sadece bir lejimitasyon aracı haline geldi. Emevileşme sürecinden sonra yazılan, İslam siyaset felsefesine ilişkin hemen hemen bütün kitaplarda, “esultatu minellah” yani sulta (yönetim erki) Allah’tandır, diye yazar. Maverdi’nin “Ahkamu’s-Sultaniyye” adlı eserinde böyle yazar. Tartuşi vs. yazarların kitaplarında da böyle yazar. Bu anlayış daha birçok klasik siyasetmane kitaplarında yazılıdır. Bana göre, klasik İslam-siyaset felsefesi yazarlarının, yönetim erkinin Allah tarafından sultan-halifelere verilmiş olduğunu söylemeleri ile Kuranın Bakara suresinin 258. ayetinde sözü edilen Tanrı-Kralın (Nemrut), kendisini İbrahim peygamberin Rabbi ile kıyaslayarak ben de istediğimi öldürür istediğimi diri bırakırım demesi arasında nitelik açısından fazlaca bir fark yoktur. Nitekim İslam halife-sultanları da istediklerini yargısız öldürebiliyorlar; ta’zir yetkisi adı altında istediği kişilerin kanına girebiliyorlardı. İslam tarihi bu şekilde öldürülen binlerce mazlum insan ile doldur. Sırf düşüncelerinden ötürü katledilen binlerce insan…

Tarihsel İslam uygulamaları ile Kur’anın verileri çoğu zaman büyük açılarla farklılaşmıştır. Kuran’a göre insan teki, insan olması hasebiyle halife (yeryüzünün yöneticisi) iken, halife-sultanlar kendilerini Allahın yeryüzündeki gölgesi (zillulahi fil ard) olarak lanse etmek suretiyle, insanları Allah adına köleleştirdiler.

İslam’ın birincil kaynağı olan Kuranın özüne zıt olarak gelişen tarihsel İslam’ın bu günkü modern temsilcileri, bu gün de hala İslam adına halkları, kölelik durumunda bırakabiliyorlar. Adına İslam ülkesi denen birçok ülkedeki krallık rejimleri ortadadır. Türkiye gibi, demokrasi adını kullanan ülkelerin durumu da ortadadır. Türkiye’deki AKP İslamı, İslam’ın gerçeğinden fersah fersah uzaktadır. Sözgelimi Başbakan Erdoğan’ın, Kürtlerin anadilde eğitim hakkına izin vermemesi ile, ilk çağlarda Firavunun Mısır halkına “benden izinsiz inanamazsınız” ( Bkz: Taha suresi:71) demesi arasında niteliksel bir fark bulunmamaktadır. Bilindiği üzere Firavun Eski Mısır halkına “Ben sizin en büyük Tanrınızım” ( Bkz: Kur’an, Naziat Suresi: 23) diyordu. Bu gün de Başbakan Erdoğan Kürtlere, “Bakın ben sizin en büyük Tanrınızım; o halde benim iznim olmadan siz anadilinizde eğitim hakkına nail olmazsınız” demek istemektedir.

AKP’nin TRT Şeş’i
Başbakan Erdoğan, TRT 6 ile de Kürtleri minnet altında bırakmak istiyor. Bu haliyle de Erdoğan Eski Mısır Firavununu anımsatıyor. Bilindiği üzere Musa Peygamber çocuk iken, Firavunun sarayında kalmış ve orada büyümüştü. Firavun Musa Peygambere bu durumu hatırlatarak onu minnet altında bırakmaya çalışır. Bunun üzerine Musa Peygamber Firavun’a şöyle seslenir: “O minnet diye başıma kaktığın ise, aslında İsrailoğullarını kendine kul etmek içindir.” ( Kur’an Şuara Suresi: 22) Başbakan Erdoğan’ın da böbürlene böbürlene Kürtlere “alın işte biz TRT 6’i sizin için açtık” demesi, Firavunun Musa Peygamberi minnet altında bulundurmaya çabalamasına benziyor. TRT 6, gerçekte Kürtlere yarasın diye değil; Kürtleri kısmen biraz daha genişletilmiş yeni bir çeper içinde köleleştirmek için AKP hükümeti tarafından Firavuni bir mantıkla kurulmuştur.

Diyanetin Aile Imamlığı Projesi
Diyanetin aile imamlığı projesinin temelinde bir şaşılık var. Bir duvar ustası, ilk sıra tuğlaların üstüne koyduğu ikinci sıradaki tuğlalarda, şakül tutmaz da milim bir eğrilik meydana getirirse, o duvar yükseldikçe eğrilik daha belirgin bir halde göze çarpar. İşte Diyanet de böyle eğri büğrü işler yapıyor. Diyanet gerçekten İslam dinine saygı gösteriyorsa, önce kendisini sivil alan içinde konuşlandıracak adımlar atmalı; özerkliğini sağlamaya yönelik adımlar atmalıdır. Diyanet, devletin ve bilhassa AKP ideolojisinin güdümünden kurtulmadıkça, aile imamlığı adı altında resmi ideolojinin borazanlığını yapmaktan başka bir şey yapmış olmayacaktır. Diyanetin aile imamlığı uygulamasının arkasındaki asıl amaç, Kürtlere yönelik asimilasyona payanda olmaktır. Diyanet, Kürtçe Kuran meali konusunda da Kürtlere karşı çok sinsi ve kurnazca davranmakta; Kürtleri aklınca kandırmaya çalışmaktadır. Özcesi, İslam dini Diyanete terk edilmeyecek kadar önemlidir. Diyanet, İslam’ı resmi ideolojinin payandası olarak tepe tepe kullanmak istemektedir.

DOÇ. DR. AHMET İNAN