23 Ekim 2010 Cumartesi

Kürtçe savunma devleti ürküttü

    KCK adı altında açılan davada yargılanan Kürt siyasi kadrolarının Kürtçe savunma yapacaklarını açıklamaları ve bu tavrın kısa sürede birçok cezaevindeki tutuklu tarafından benimsenmesi devleti ürküttü. Ana dil talebinin “nerden çıktığını anlamayanlar” için hatırlatmak gerekir ki, Diyarbakır zindanlarında insanlık tarihinin az görülür işkencelerine karşın mahkemelerde Kürtçe savunma yapılmıştır.

    Ayrıca unutulmamalıdır ki Kürt devrimci aydını Vedat Aydın’ın katledilme süreci Ankara DGM’de yaptığı Kürtçe savunma ile başlamıştır. Aydın bu davada bu tavrından ötürü mahkemeden de ceza almıştır.

    Bu anlamda bugün Türk mahkemelerinin Kürtçe savunma hakkını yasaklamaları hükmü olmayan geçersiz bir karardır. Kürtler nezdinde hiçbir bağlayıcılığı da yoktur.

    Kuşkusuz ilk defa bu kadar sayıda toplu bir Kürtçe savunma yapılması AKP Hükümeti’ni korkutmuştur ancak, Türk Devleti’nin soyunduğu kültürel soykırım politikalarının teşhiri açısından bu gereklidir.

    Başbakan Tayyip Erdoğan, “kimse bizden anadilde eğitim beklemesin” derken, devletin bu hesabını dışa vurmaktadır. Devlete göre TRT 6 açılmıştır; özel kanallarda Kürtçe kullanımına izin verilmiştir Kürtler bununla yetinmelidir. Devletin ve AKP'nin bugünkü durum dışında bir Kürt politikası yoktur.

    KCK adı verilen davada Kürtçe savunmanın reddedilmesi bu politikanın gereğidir. Davaya ısrarla bir ad aranmasının ve davanın ısrarla illegal bir örgüt davası gibi gösterme çabasının altında yatan aslında bu dava yoluyla yargılanan ve mahkum edilmek istenenin onurlu Kürtlük olduğu gerçeğidir.

    Onurlu siyasal Kürt duruşunun yargılanma yoluyla mahkum edilmek istendiği davada amaç KCK adıyla davayı bir örgüt davası olarak gösterip tutuklamaları da uygulamaları da meşrulaştırmaktır. Oysa Kürt halkı nazarında KCK’lı olmak bir ayıp değil ulusal bir tercihtir. Bu nedenle bu davada bu gerekçeyle mahkum olacakların da Kürt Halkı tarafından bağırlara basılacakları kesindir.

    Mahkeme bireylerin hangi dilde savunma yapacağı konusunda karar veremez. Bu nedenle mahkemenin Kürtçe savunma yapılamaz kararı yok hükmündedir; yani batıldır.

    Mahkeme heyetinin Kürtçe savunma taleplerini reddederken öne sürdüğü, “Poliste ve savcılıkta Türkçe ifade verildi” gerekçesi davanın kendisi kadar hukuksuzdur. Bu durum modern hukuk açısından heyetin kararı için argüman olamaz. Aksine bu karar mahkeme heyetinin evrensel hukuktan uzaklaşarak resmi ideolojinin iknak siyasetine göre karar aldığının deşifre olmasıdır. Mahkeme kararını evrensel hukuk normlarına göre değil ilkel Türk milliyetçi ideolojisinin güneş dil teorisine bağlı kalarak almıştır.

    Bu nedenle Kürtçe savunmanın reddedildiği bu mahkemenin meşruiyeti olamaz. KCK davasında bazı cezalar verseler bile AİHM’den Kürtçe diliyle savunma temelinde yeniden yargılanma kararı çıkması kesin gibidir.

Kürtler’in Türk mahkemelerde Kürtçe savunma yapmaları kutsal bir görevdir. Bu tavır insanlık tarihi açısından Mahatma Gandi’nin sivil itaatsizlik eylemleri kadar meşrudur.

    Türk devleti hem TRT6’da Kürtçe konuşuluyor diyecek, Kürtçe konuşma serbesttir propagandası yapacak, hem de mahkemelerde Kürtçe konuşulmaz diyecek. Halbuki yasakların kaldırılması gereken temel kurumlar mahkemelerdir. Savunma hakkı kutsaldır. Mahkemede kimin ne konuşacağı belirlenemez. Bu uygulama olsa olsa çok açık ve kaba faşist rejimlerde olabilir.

    Türk devleti faşist bir devletten daha kötü bir uygulamayı Kürtler üzerinde uygulamaktadır. Çünkü Kürtler üzerinde sadece egemenlik politikası değil, sistemli bir kültürel soykırım politikası yürütülmek isteniyor.

    Tüm Kürtler ve demokrasi güçleri Kürtçe savunmayı sahiplenmelidir. Kültürel soykırım politikasına buradan bir gedik açılmalıdır. Bunun için yapılması gereken günlük hayatı da Kürtçe örgütlemektir. Kürt halkının yanı sıra dostları da bir iki kelime de olsa günlük hayatlarına Kürtçe’yi katmalıdır. Hiç bilmeyenler en basitinden başlangıç olarak teşekkür etmek, kusura bakma demek için Kürtçeyi kullanmaya başlayabilirler.

Musluman ve Devrimci -1

    Başlıkta Kürt yerine Türk, devrimci yerine de sol ya da sosyalist diyebilirsiniz, ama sorunun özü değişmez: bu ülkede yıllardan beri sola ve genel olarak özgürlük mücadelesine karşı kullanılan önemli bir silah olan İslam’a daha doğrusu İslam’ın devlet ve hükümetler tarafından dayatılan çeşidine karşı ne yapacağız?

    Türk solu, herkesin de bildiği gibi ateist bir soldur. Kimsenin dinine karışmama anlayışını, din ile ilgilenmeme anlayışına kadar uzatmıştır. Oysa ki, din ile ilgilenmek için dindar ya da sadece inanıyor olmak gerekmez. İslamiyet hem Türk hem de Kürt halkının kültürünün önemli bir parçasıdır ve bu kültür devlet ve hükümetler tarafından yıllardan beri değişik biçimlerde kullanılmaktadır.

     Biraz eskilere gidersek…

    “Camiye bomba attılar” söylemi yıllarca sosyalistlere karşı saldırı vesilesi olarak kullanılmıştır.

    Camiden çıkan kalabalığın ilericilerin toplantılarını basması, derneklerini ve gazetelerini tahrip etmesi bir dönem sıradan olay denilebilecek kadar yaygınlaşmıştı.

    Ocak 1969’da İstanbul Taksim Meydanı’nda 6. Filo’ya karşı yürüyüş düzenleyen devrimci gençlere saldıranlar –güçlü bir dini kökene sahip olan- Komünizmle Mücadele Dernekleri üyeleriydi. Fettullah Gülen o yıllarda bu hareketin başkanıydı.

    Türk ordusunun PKK’ye karşı savaşta “bunlar Allahsız kitapsızdır” içerikli bildiriler dağıttığını okuyucu hatırlayacaktır.

    Türkiye Hizbullah’ının çok sayıda Kürt aydını ve aktivistini öldürdüğünü de eklemek gerekir.

    Önceki hükümetlere göre daha İslamcı olan ve günlük yaşamında daha fazla İslamlaştırılması gerektiğini savunan –ve bunu da değişik biçimlerde uygulayan- AKP iktidarında, dinin, özellikle Kürt özgürlük hareketine karşı kullanılmasında yeni bir aşamaya geçiliyor.

    Aşama hem yenidir hem de Cumhuriyet’in kurulduğu yıllardan beri  uygulanan politikanın yeni koşullardaki devamıdır.

    Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri Kürt halkı arasında tarikatçılığın her çeşidini desteklemişlerdir. Burada amaç, dini duyguların olabildiğince güçlü tutulmasıyla ulusal bilincin uyanmasının engellenmesi ya da geciktirilmesidir.

    Resmi İslamiyet, şimdiki durumda, Kürt ve Türk halklarının demokratik haklar temelinde birlikteliğini değil, dini temelde birlikteliğini sağlamayı amaçlamaktadır.

    Bunun da pratikteki görünümü, “hepimiz Müslümanız” vurgusu olacaktır.

    Türk milliyetçiliği temelinde sağlanması artık mümkün olmayan bu “resmi birliktelik”, bu kez, milliyetçilikle bezenmiş resmi İslam temelinde sağlanmaya çalışılacaktır.

    Benzer bir durum –farklı oranda da olsa- bütün ülke için söz konusudur. Milliyetçiliğe yapılan vurgunun biraz azaltılması ve bunun yerinin cemaatçilikle doldurulması söz konusudur.

    Türk toplumunu birlikte tutan bağların gevşemesi, Cumhuriyet’in temel paradigması olan “milli birlik ve bütünlük”ün zayıflaması, cemaatçilikle takviye edilecektir.

    BU GELİŞMEYE KARŞI NE YAPILABİLİR?

    Tehlikeye işaret etmekle yetinmenin ve dahası “din devletine gidiyoruz” feryatlarını yükseltmenin fazla anlamı bulunmuyor. Tehlikeyi görmek, ona karşı gerekenin yapılabilmesi anlamına gelmez.

    Öncelikle bir konuda açık olmak gerekir: Türkiye ve İran tarihsel ve toplumsal yapı bakımından birbirinden oldukça farklı ülkelerdir. Türkiye’nin İran olması söz konusu değildir.

    Bizde söz konusu olan, din devleti kurulması değil, günlük yaşamın daha fazla dinselleştirilmesi ve resmi İslam’ın işçi hareketinden özgürlükçü Kürt hareketine kadar, toplumu ileriye doğru değiştirmek isteyenlere karşı baskı unsuru olarak kullanılmasıdır.

    Buna karşı ne yapılacaktır, soru budur!

    Tehlikeyi görmek, ona karşı olmak, ama neyin nasıl yapılabileceği konusunda da yeterince açık olmamak, büyük oranda hareketsiz kalmayı da birlikte getirir.

    Bu ülkenin sol güçleri, BDP de defalarca belirtildiği gibi sol bir güçtür, kendi İslamlarını oluşturmaya yönelmelidirler.

    “Kendi İslamını oluşturmak” bize yabancı bir belirlemedir ve İslam coğrafyasındaki sol güçlerin sonuçsuz kalmış bazı girişimleri dışında örneklere de sahip değildir.

    Benzeri örnekleri, iki din arasındaki farklılıkları da unutmamak koşuluyla- Hıristiyan coğrafyasında görmek mümkündür.

    Kurtuluş Teolojisi olarak da adlandırılan akım, Hıristiyanlıkla sosyalizmi birleştirir ve 1968’de Latin Amerika’da ortaya çıkar. Bu yıllarda çok sayıda ülkeye yayılmış olan gerilla savaşlarına –sınırlı oranda da olsa- papazlar da katılır.

    Resmi Hıristiyanlık –Papalık ya da Vatikan- bu akıma karşı şiddetli bir savaş açar.

    Kurtuluş Teolojisi gelişememiş olmakla birlikte bölgedeki etkisini de kaybetmemiştir.

    Buradan hemen şu sonuç çıkarılabilir:

    Hıristiyanlık gibi İslam da fazlasıyla genel bir belirlemedir. Hangi Hıristiyanlık ya da hangi İslam sorularının sorulması gerekir.

    Tıpkı Hıristiyanlıkta olduğu gibi İslam’da da mücadele edilmesi gereken İslam vardır, birlikte yürünebilecek özelliklere sahip İslam vardır.

    Bu ülkede solun önemli eksikliklerinden bir tanesi, Müslüman devrimci’nin ortaya çıkmamış olmasıdır.

    Yıllarca bu iki kelime, yan yana getirilmesi mümkün olmayan, birbirini dışlayan kelimeler olarak düşünülmüştür.

    Son yıllarda bunun tersini düşünenler ise, konuya faydacılık ya da günlük gelişmelere göre şekillenen temelde yaklaşmanın ötesine geçemediler.

    “Yetmez ama evet”çilerin “Müslüman demokrat”larının Müslüman oldukları açık, ama sürekli olarak yeniden gördüğümüz gibi, demokratlıkla ilgileri bulunmuyor.

    Günlük politika temelinde şekillenmiş bir başka temelsiz yaklaşım Filistin’deki Hamas’a karşı gösterilir. Din devletini amaçladığını kuruluş belgesinde açıkça ifade etmiş olan Hamas, ilerici bir güç olarak değerlendirilir.

    Emperyalizme ve onun bölgedeki temsilcisi İsrail’e karşı savaşmak ilericilik için yeterli olsaydı, neredeyse on yıldır NATO’ya karşı savaşan Taliban’ın da aynı kategoride değerlendirilmesi gerekirdi.

    Müslüman ve sol bir güç kendiliğinden ortaya çıkmaz.

    Müslüman bir sol, mevcut olan solun Müslümanlaşmasıyla da oluşmaz.

    Solun, kendi değerleriyle uyumlu, en azından bunlara ters olmayan bir İslam’ın ortaya çıkması için çaba göstermesi gerekir.

    Bunun nasıl hayata geçirilebileceğini gelecek yazıda ele almaya çalışacağım.

Marksizm 2010 İçin Hariçten Gazeller, Birinci Gazel: Marksizme Veda

    Sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada Marksizm genel olarak eski entelektüel gücünü ve çekiciliğini yitirmiş bulunuyor.

    Burada onun politika ve toplumsal hareketler üzerindeki iyice azalmış olan etkisini kastetmiyoruz. Çünkü bir görüş, bir düşünce pekâlâ geniş kitlelerce bilinmemiş kalabilir, politik olarak etkisiz olabilir ama yine de entelektüel bir güç ve çekiciliğe sahip olabilir.
Durum çok daha fecidir; Marksizmdeki entelektüel güç, yaratıcılık, açıklayıcılık, kapsayıcılık, radikallik yitirilmiş bulunuyor.

    Bu tür krizler ancak çok derinlere giden metodolojik, kavramsal, teorik yenilenmelerle aşılabilirler. Bu da ister istemez, doğrudan hayatla bağlantılı gibi görünmeyen temel kavramlara, metodolojik sorunlara yönelmeyi ve oralarda yoğunlaşmayı gerektirir. Yani Almanların “Grundlagenforschung” (temellere yönelik araştırmalar) dedikleri türden bir çaba ve yöneliş gereklmektedir.

    Ne var ki, bu gün Marksistlerin ya da en azından bu iddiada olanların, yazdıklarına çizdiklerine baktığımızda, tam tersine bir durumla, temel ve genel sorunlardan uzaklaşmayla karşılaşıyoruz. Aslında bu durumun bizzat kendisi, Marksizmin ve Marksistlerin içinde bulunduğu krizin bir görünümüdür de.

    İçinde bulunulan durumun fecaatini ve rezaletini birkaç fırça darbesiyle olsun göstermeyi deneyelim.

    İçerik her zaman son duruşmada biçimi belirler. Bu nedenle şimdilik içerikleri bir yana bırakıyoruz.

    Eskiden sosyalistler, uzun uzun tüm kavramların anlamlarını didik didik eden yazılar yazarlardı. Bu içeriğe uygun olarak deneme, polemik, teorik analizler temel yazı biçimleriydi. Tabii buna bağlı olarak da böyle yazılar haftalık ya da aylık teorik ve politik yayınlarda, kitap ve broşürlerde yayınlanırlardı.

    Bir zamanlar, o gerçek yükselişin yaşandığı altmışlı yıllarda, Aydınlık, Ant, Türk Solu veya hatta Doğan Avcıoğlu’nun Yön’ü gibi, en ciddi teorik tartışmaların yapıldığı, yeni sorunların ilk kez ortaya atıldığı dergiler vardı. Bugün böyle bir dergi yok[1].

    Bugün “teorik tartışma”ların, “polemik”lerin yerini aktüel politikaya ilişkin değerlendirmelerden oluşan “politik analiz”ler almış.
Temel biçim deneme, polemik, teorik analiz değil; “söyleşiler” veya kısa “köşe yazıları”. Teoriden kopuş, genel ve temel sorunlardan kaçış, içerikteki bu çürüme, biçimlerde böyle yansıyor.

    Bugün Türkiye’de Sosyalistlerin “teorik tartışma organı”, Radikal İki veya Taraf’ın kimi köşe yazarları veya Her Taraf köşesidir[2]

    Express ya da Yeni Harman’ın sayfalarındaki söyleşiler temel “politik analiz”lerin yapıldığı yerler oluyor.

    Kanımızca sadece bunlar bile durumun fecaatini göstermeye yeter.

    Eskiden solculara solcuların dünyasından haberler veren magazin dergileri yoktu. İnsanlar şu veya bu kişinin ne yaptığından ziyade, kavramlarla, analiz araçlarıyla ilgilenirdi. Yüzeysellik değil; derinlik makbuldü.

    Ama artık tam tersine dönmüş bulunuyor ihtiyaçlar. Post Express örneğin böyle bir ihtiyaca cevap veren bir dergidir. Artistlerin veya meşhurların ne yaptığını izlemeye yarayan magazin gazete, dergi veya ilavelerinin sola ve sosyalistlere yönelik bir versiyonu kabul edilebilir. Birinde Bratt Pitt, diğerinde Noam Chomski.

    Eskiden, yani teorik sorunların tartışıldığı o “eski ve güzel zamanlarda”, bu türden dergiler yoktu. Kanımızca, böyle dergilerin varlığı bile Marksizm’deki ve Marksistlerdeki krizin bir görünümü olarak değerlendirilebilir.

*

    Kediye göre budu, hala az çok eski devrimci ve Marksist geleneklere bağlılığını sürdürmeye çalışan ve doktriner denebilecek olanlara bakalım. Öyle söylenenlerin içeriğine bile değil, sadece niteliklerine, biçimlerine ve konularına bakalım.

    Kurtuluş, “doktriner”, teoriye iyi kötü değer veren bir hareket sayılabilir. Bizlerin 68 Dev-Genç’inin kahramanlık döneminin ve ilk dönem Mahir’inin bir devamı[3] gibi görülebilir.

    Bu geleneğin önde gelen teorisyeni Mahir Sayın’ın son birkaç yılda yazdıklarına bakmak bile feci durumu gösterir.

    Bir broşür var: “Kurtuluş’ta Olanlar ve Olmaması Gerekenler” diye, örgüt içindeki bir taciz olayı ile ilgili. Örgüt içi tüzüksel ve hukuki bir sorunu, politik ve ideolojik mücadelenin bir aracı olarak kullanmaya yönelik bir metin.

    Böyle bir konuda, üşenmeden bir broşür yazan bir Mahir Sayın’ın, Marksizm’deki Yapı ve Özne çelişkisi, bir Din ve Üstyapılar teorisinin yokluğu veya bir Ulus teorisinin olmaması veya sorunları gibi, teorik ve politik sorunlarla ilgili bir tek yazı yazmamış olması veya tesadüfen bir yerlerde yazılmış olanlar hakkında bir fikir ifade etmemesi bir rastlantı mı?Hayır! Bizzat birinin varlığı ve diğerinin yokluğu aynı madalyonun iki yüzüdür ve tam da krizin bir görünümüdür.

    Yine aynı Mahir Sayın’ı, bir de son tevkifata bulaştırılma çabalarında başta Hürriyet, basında izledik.Elbette bu komploya karşı kendisini savunmasına bir şey denemez. Türkiye sosyalistlerin biraz bilen bilir ki, bir Mahir Sayın ile söz konusu örgüt veya kişiler bir araya gelmezler ve gelemezler. Bütün bunlar bir yana biz buradaki konumuz açısından bu sorunu bir yana koyuyoruz şimdilik.
Bu tevkifat vesilesiyle, Askeri Bürokratik Oligarşi ve İslamcı Burjuvazi arasındaki çatışmanın çatlakları birden bire birkaç günlüğüne de olsa Mahir Sayın’ın ramp ışıkları altına çıkmasına yol açtı.

    Aslında bir sosyalist için, bir devrimci için bu olağanüstü bir olanaktır. Böylece bütün yürüyen tartışmanın, problem koyuşun yanlışlığı sergilenip, bambaşka bir bakış açısı ve tavır alış, koyulabilir, duyurulabilir. Belki bir yerlerde birilerinin kafasına bir iki soru işareti takılabilir.

    Pek bunca yıllık Mahir Arkadaşımızın yazdıklarına ve söyleşilerine bakınca ne görüyoruz. Sorunu bütünüyle egemen medyanın ve ideolojinin, catışan güçlerin kavramlarıyla ele alıp tartışıyor. Bir söylediği ile iki satır altta çelişiyor.

    Örneğin, bir yandan “Hanefi Avcı’yı savunur durumda bırakıldım” diye şikâyet ediyor, aynı metnin içinde “Burada Hanefi Avcı  yazdığı kitapla Türkiye üzerine yapılmak istenilen planları bozmuştur. En azından planları ortaya çıkarmaya çalışmıştır” diyerek Hanefi Avcı’nın fiili bir savunmazsını yapıyor.
Ama teorik bakımdan daha kötüsü de var. Ulusalcıların diliyle konuşuyor ve örneğin “cemaat”ın bir yapı oluşturduğundan söz ediyor.

    Mahir Sayın, nasıl olur da ulusalcıların diliyle ve dünyayı algılayışıyla böyle sorunsuz olabilir hafıza kaybına mı uğradı acaba diye düşünmeden edemiyor insan.

    Bırakalım sosyalist olmayı, hatta demokrat olmayı bile, sıradan bazı evrenselleşmiş hukuk normları bakımından, cemaat olmak niye bir suç olsun? Aynı görüşte ve yaklaşımda olanların bir yapı oluşturmaya çalışmaları niye bir suç olsun? Olaya böyle bakınca niyetler üzerinden bir mahkumiyet verilir. Evrenselleşmiş hukuk normlarında ise niyetler üzerinden cezalandırma veya mahkumiyet yapılamaz ve yapılmamalıdır ve normal bir “hukuk devleti”ni savunmak bile buna karşı olmayı gerektirir. Ortada eğer bir yapı var ise, ancak nesnel, somut veriler üzerinden yapılabilir.

    Kaldı ki, Mahir sayın bir sosyalisttir en azından bir sosyalist olarak da en radikal ve tutarlı demokrat olmak zorundadır. Bu durumda, bir cemaat tarafından ele geçirilebilir olan bu günkü merkezi ve tayinlerle belirlenen son derece keyfi devlet cihazına karşı çıkmak ve demokratik bir programı açıklamak için bu olanaktan yararlanılabilir.

    Bu gibi demokratik olmayan devlet cihazları, yapıları gereği ele geçirilebilirdirler. Cemaatin elinde değilse, Kemalistlerin elindedir.
Zaten çatışma tam da budur ve demokratik bir karakteri bu nedenle bulunmamaktadır. Politik İslam Devlet’in yapısının bu merkezi ve ele geçirilebilir karakterini hiç sorgulamamakta, bugün nüfusun ve oyların çoğunluğuna dayandırdığından, çoğunluk milletvekiline sahip olan politik İslam’ın ele geçirmesini liberallerin de yardımıyla demokratikleşme gibi koymaktadır.

    Yani cemaatin ele geçirmesine değil, devlet cihazının ele geçirilebilir olmasına, dolayısıyla cemaatin ele geçirmediği yerlerin de CHP’nin ve askeri bürokratik oligarşinin ele geçirmiş bulunduğunu vurgulaması gerekir ve cemaatin yapı oluşturması gibi kavramları kullanmaması gerekir.

    Yani örneğin, Valilik, Kaymakamlık vs. gibi merkezden atanan bütün makamların kaldırıldığı, bunların yerine bütünüyle seçilmiş yöneticilerin bulunduğu; memurların tayin, terfi vs. işlemlerinin , bütünüyle devletten bağımsız memur sendikalarının nesnel kriterlere göre tuttuğu sicillere göre belirlendiği; memurlar hakkında her vatandaşın hiçbir izin almadan dava açabildiği bir sistem örneğin ele geçirilemez ve onda yapı oluşturulamaz.

    Hatta bizler böyle bir sistemi savunmak, bir anlamda “ele geçirme” ele geçirme, yapı oluşturma özgürlüğünü savunmak demektir. Elbette o yöneticilerin seçiminde farklı partiler, yarışacaklar ve çoğunluğu kazanarak bir süre için ele geçirecekler ve böylece politikalarını uygulayacaklardır.

    Biz ele geçirmeye karşı değiliz, aksine demokratik bir şekilde ele geçirilebilir olmasından yanayızdır. Ama demokratik olmayan mekanizmalarda ancak bu şekilde ele geçirmeler olabilir.
Şimdi Mahir Sayın’ın, bırakalım sosyalist olmasını bir yana, bir demokrat olarak, problemi ve tartışmaları bu yöne çekmek için yararlanması beklenir veya umulurken, o ne yapmaktadır? Kemalistlerin ya da Cemaatin diliyle (çünkü AKP veya Cemaat da Kemalistlerin devleti ele geçirmişliğinden şikayet etmektedir.)
Ayrıca tartışmanın bu noktaya çekilmesi, bizzat bu taleplerin ileri sürülmesi ve tartışmanın cemaat olmaya ve cemaatlerin ele geçirmesine değil, merkezden tayinlerle ele geçirilebilir olma özelliğine, devletin bizzat bu gerici ve anti demokratik yapısına yöneltilmesi, cemaatin veya politik İslam’ın, yani burjuvazinin, demokratik olmayan özelliklerini en iyi biçimde gösterir ve onun oyununu bozar. Bütün bu çatışmayı aynı zamanda sınıfların mücadelesi ile açıklamış olur.

    Mahir Sayın arkadaşımız ise, babasının komiser olduğundan ve hangi mantıkla hareket ettiğinden yola çıkarak Avcı’yı savunur duruma düşüyor ve ondan sonra da bir de Avcı’yı savunur duruma düşmekten şikayet ediyor. Kendi düşen ağlamaz!İşte en doktriner sayılabilecek hareketlerden biri olan Kurtuluş’un önde gelen teorisyenlerinden altmışından sonra “Sınıf”ı keşfeden sevgili “hayır”cı Mahir Sayın arkadaşımızın durumu böyle.

*

    Adaletsiz davranmayalım ve “Hayır”cı sevgili Mahir sayın’dan sonra, “yetmez ama evet”çi sevgili Doğan Tarkan’a gelmeden, bizim gibi “boykot”çu sevgili Ertuğrul Kürkçü arkadaşımızı atlamayalım.
Bütün bu yukarıda yazdığımız biçimsel özellikler aynen Ertuğrul Kürkçü’nün yazılarında da görülebilir.

    Bir zamanlar Ertuğrul Kürkçü, örneğin 12 Eylül geldiğinde hapishanede, hücrelerde, bu rejimin karakteri üzerine Faşizm mi, Askeri Diktatörlük mü, Bonapartizm mi, Tiranlık mı, Kemalist Diktatörlük mü diye tartışmalar yapıldığı “o eski ve güzel” zamanlarda, hapishanelerin o fizik olarak en zor koşullarında bile onlarca sayfalık “Bir Siyasi Hükümlünün Notları”nı yazarak, bin bir güçlükle dışarıya çıkararak bu tartışmalara katılırdı.

    “Zaman sana uymuyorsa sen zamana uy” derler. Sevgili Ertuğrul Kürkçü arkadaşımız da “Marksizmin Marksist Eleştirisi” gibi “Marksizmi eleştirenleri” değil “Marksizmi” okuduğundan olsa gerek, kalın kitaplarla uğraşmıyor ve artık “politik analiz” ve “Söyleşi” biçimleriyle faaliyet yürütüyor.

    Çalıştığı Bianet’teki yazıları aynen teorisyeni ve önderi olduğu politik Sosyalist Emek Hareketi’nin organlarında da yayınlanıyor. Ya da orası için yazdıkları Bianet’te de. Bu özdeşlik bile durumun vahametini gösterir kanımca.

    Bu anlamda, Radikal İki veya Her Taraf veya Yeni Harman veya Post Express gibi yine “solun teorik tartışma” organları arasında sayılabilir, Ertuğrul Kürkçü’nün ekmeğini kazandığı Bianet de. (Doğrusu böyle işi Allah her kuluna nasip etmeli, yabancılaşmamış emek oranı yüksek sevdiğiniz uğraş, ekmeğinizi kazandığınız iştir.)
Sosyalist Demokrasi adlı sitede, Ertuğru Kürkçü’nün “Sosyalistleri Kişiliksizleştirme Komplosu” (Metnin içinde “Hanefi Avcı ve Sosyalistleri kişiliksizleştirmek için bir komplo” olarak geçiyor! Metindeki Avcı başlıkta av olmuş anlaşılan.) olarak yayınlanan yazının altında “Ertuğrul Kürkçü’nün 21 Eylül komplosuna ilişkin görüşleri söyleşi biçiminde alındı. Başlık Sosyalist Demokrasi tarafından eklendi” yazıyor. (Yani yine aynı biçimler: hem “politik analiz” hem de yine biçim olarak “söyleşi” veya söyleşiden oluşturulmuş “köşe yazısı”.)

    İçeriğine hiç girmeyelim. “Sosyalistleri kişiliksizleştirme” ne demek? Bir sosyalist sorunu bu kavramlarla mı tartışmalı?[4]
Kişilik başkalarının komplolarıyla değil, kişilerin kendi davranışlarıyla ortaya çıkar ya da yokmuşa döner.
Sorunu “kişiliksizleştirme” olarak koymak bizzat sosyalistlerin kendini “kişiliksizleştirmeleri”nden başka bir şey mi ki?
Sizin duruşunuz sağlam temellere sahipse, sağlam bir stratejiniz varsa, gereken taktik esnekliklere de bir parça dikkat ederseniz, size yönelik en büyük “kişiliksizleştirme” operasyonları bile tersine döner, sizi kişiliksizleştirmeye çalışanların kişiliksizleşmeleriyle sonuçlanır. Ama sorunu kişiliksizleştirme gibi kavramlarla tartışmanın kendisi bir kişiliğin yitirilmesiyle, yani sosyalist ve demokratik hedef, program ve stratejilerin yok oluşuyla sonuçlanır.
En büyük “kişiliksizleştirme” Abdullah Öcalan’a uygulandı. Uçakta gözlerinin açtığında söylediklerinden İmralı’da mahkemedeki savunmalarına kadar her şey müthiş bir “Kişiliksizleştirme” operasyonu değil miydi? Ne oldu? Öcalan’ın yaptığı stratejik dönüş ve orada sağlamca durması, bu operasyonu tersine çevirdi. Bugün Türkiye’yi fiilen Öcalan yönetiyor. O zamanlar bitti diyenler, şimdi Öcalan’a yöneltmiş bulunuyorlar bir kulaklarını.

    Sorunu cemaatlere değil, “cemaat”lerin kayırmacı etkisine ve mücadelesine uygun yapıya yöneltip, bu fırsattan yararlanarak devleti ve onun yapısını gündeme getirip tartışmaya sokmuyorsan veya bunun yerine kişiliksizleştirme operasyonlarını bozmaktan söz ediyorsan, zaten kendini kişiliksizleştirmişsin demektir. Kimse seni kişiliksizleştiremez sen öyle davranmadıktan sonra.
*
    Şimdi bu zamanın ruhunun Marksizm 2010 “festivali”[5]ne nasıl yansıdığına bakalım.

    Marksizm, yani Tarihsel Maddecilik, yani Diyalektik Sosyoloji, yani Toplum denen varoluş biçiminin, varoluş sürecinin değişimini ve hareketini inceleyen bilim, kendisine Marksist diyenler ve Marksizm adına festivaller, düzenleyenler için bile artık konu olmaktan çıkmıştır.

    Bir olguyu, olayı vs. Marksist yöntemle ele alıp açıklamak ve ona göre davranış koymak, zaten bir Marksist’in her zaman yapması gereken bir şeydir. Su içerken, uyurken, soluk alırken bile bir Marksist, verili durumda ezilenlerin kurtuluşuna azami katkının nasıl ve hangi davranışla yapılabileceğine göre düşünüp davranır. Bu işin alfabesidir. Dolayısıyla Marksist yöntemle bir düşünce veya davranışı ele almak veya öyle davranmak özel bir gündem, festival veya sempozyum veya konferans konusu olmaz ve olamaz. Marksizm gerektiğinde cepten çıkarılıp kullanılan ve ondan sonra kılıfına sokulup tekrar cebe koyulan bir gözlük değildir.
Yani diyelim ki, a veya b konusunda bir toplantı, bir tartışma vs. var. Bir Marksist’in görevi o konuda Marksist’çe bir tavır almaktır. Ya da Marksist’den böyle davranması beklenir. Ama böyle bir konuda elbette Marksistlerin yanı sıra Marksist olmayanlar da olacaktır. Zaten Marksistin görevi Marksist olmayanların ne gibi yanlışlar, metodolojik hatalar yaptıklarını göstererek o yanlışlar ile belli bir egemenliği veya savunma arasındaki ilişkiyi göstermektir.
Ama Marksizm adlı bir konferans veya festival ya da başka bir şey düzenleniyorsa, yani konunun kendisi Marksizm ise, bu kendiliğinden ve otomatik olarak, Marksizmin kendisi üzerine bir toplantı anlamına gelir.

    Yani konusu Marksizm olan bir toplantı veya tartışma veya “festival”de Marksizm’in sorunları görüşülecek demektir: Marksizmi ve onun sorunlarını sorun edenler de elbette Marksistler olur ve Marksistler de Marksizmi Marksist olarak ele almalıdırlar her şey gibi.

    Peki bu Marksizm “festival”inde öyle mi? Hayır.

    Örneğin, toplantının en Marksist gibi görünen “Kemalizm, Stalinizm ve Türk Solu” konusunu ele alalım.
Bu konuda pek ala, bir liberal, bir pozitivist, bir Stalinist, bir Kemalist de bir şeyler söyleyebilir. Marksistin görevi bu kavramları, bunların ilişkilerini Marksist bir yöntemle ele alıp diğerleri karşısındaki alternatif açıklamayı sunmak olabilir.
Ama böyle bir konu, Marksizm üst başlıklı, Marksizmin sorunlarının tartışıldığı bir toplantısının konusu olamaz.
Marksizm başlıklı, Marksizmin srunlarını sorun eden bir etkinlikte, örneğin Marksist teoride Rejim biçimlerine veya ideolojilere ilişkin kavramlar ve bunların iç tutarlılığı ve gerçeklikle ilişkisi ve bunun sorunları, vs. gibi konular tartışılabilir.

     Türkiye Kutuplaşıyor mu?”;Azınlıklar Nasıl Azınlık Oldu?”;Barışa Ne Kadar Yakınız?” gibi bütün tartışma konuları, konusu Marksizm olan bir “festival”in konuları değil; örneğin “Türkiye’de Demokrasi Mücadelesi ve Sorunları” gibi bir “festival”in konuları olabilirler.

    Diğer başlıklar da öyledir. Türkiye yerine Dünya koyulabilir. Fark etmez.

    Marksizm başlıklı bir “festival”in konusu Marksizm olur. Dolayısıyla, Türkiye’nin veya Dünya’nın değil, Marksizm’in sorunlarının tartışılması gerekir.Ve elbette ki Marksizmi ve onun sorunlarını sorun edenler elbette Marksistler olabileceğinden, bütün konuşmacı ve tartışmacıların en azından Marksist olması beklenir.
Görüldüğü gibi, Marksizmin sorunları değildir bu “festivalin” dolayısıyla da Doğan Tarkan’ın ve DSİP’in sorunları.
Onların sorunları Türkiye’nin sorunlarıdır.Türkiye’nin sorunları sorunları olamaz mı? Elbette olabilir ama o zaman da bunları öyle bir başlık altında tartışmak gerekir.

     Türkiye’nin veya Demokrasi mücadelesinin sorunlarını Marksizmin sorunlarıymış gibi bir başlık altında tartışmak, aslında sıradan, kaba milliyetçi bir problematiği, (çünkü Türkiye’yi ve ondaki demokrasi mücadelesini sorun etmek eni sonu Türk ulusunun çıkarlarının en iyi nasıl savunulacağını soru etmektir özünde)  Marksizm’in bir sorunuymuş gibi koymak olur.Ama Türkiye veya Demokrasi mücadelesinin sorunlarını Marksizm’in sorunları gibi tartışmak ve prezante etmek, aslında Marksizm’e karşı bir tahrifat, bir ideolojik mücadele demektir.Çünkü Marksizm bir bilimdir ve bilimlerin ulusu olmaz. Halbuki, tartışılan konuların hepsi bir ulusun sorunlarını çözmeye yöneliktir. Bu fiilen Marksizmin sorunlarını gündemden düşürüp bir ulusun sorunlarını gündeme almaktır. Marksizmin sorunlarını ve bunlar üzerine tartışmayı, gündemden düşürmek, bir susuş kumkumasına getirmektir. Ve daha da kötüsü bunu Marksizm başlığı altında yapmaktır.

    Bu davranışlarıyla arkadaşlar aslında artık bir Marksist değil, birer milliyetçi olduklarını fiilen ve zımnen itiraf etmiş oluyorlar.
Çünkü ideolojik egemenlik denilen şey tam da budur. İdeolojik egemenliğin özü verilen cevaplar değil, sorulan sorulardır. İdeolojik egemenlik neyin tartışıldığında ve tartışılmadığında ortaya çıkar.
DSİP ve Doğan Tarkan, Marksizm’in sorunlarını gündeme almayarak, gündemden uzaklaştırarak; Türkiye’nin ve Türkiye’deki Demokrasi mücadelesinin sorunlarını Marksizm’in sorunlarıymış gibi gündeme alarak tam da milliyetçiliğin ve milletlerin ideolojik hegemonyasının basit bir aracı haline gelmektedir.

*

    Peki, Marksizm’i tartışsaydı neleri tartışmak zorunda olurdu?
Bu sorunun cevabıyla daha iyi anlaşılabilir hasıl egemen ideolojinin bir koç başı işlevi gördükleri.

   Türkiye’nin veya Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin sorunları var da Marksizm’in sorunları yok mu?Aksine bir yığın yüz elli yıldır birikmiş sorunu var. Ve aslında, demokrasi mücadelelerinin ve sosyalizm mücadelelerinin  bu günkü cılızlıklarının ve açmazlarının kökeninde de tamı tamına bu sorunlar var.
En bilinen genel olarak Marksistler arasında kabul görmüşlerden başlayalım.

1)      Yapı ve Özne çelişkisi. Yani Marksizm’in temel metinlerinde (Önsöz ve Manifesto, Üretici Güçler-Üretim İlişkileri ve Sınıflar) devrimi açıklarken iki farklı açıklama ilkesine dayanması ve bunların birbiriyle çelişkisi. Bu tıpkı, Genel Görecelik ile Kuantum fiziğinin çelişkisi gibi bir çelişkidir Marksizm’de. Bu çelişki ve bunu çözmek için teorik ve kavramsal çerçeve önerileri, Marksizm üzerine bir konferans veya haydi biz de “festival” diyelim, gündemi olabilir.

2)      Dünyadaki Marksistleri çoğu, Marksizm’in bir Üstyapılar Teorisi olmadığını söylemekte ve kabul etmektedir. Örneğin bu bir konu olabilir.
3)      Dünyada dinsel akımlar ve onların politik parti olarak örgütlenmişlikleri var ve politik mücadelede çok önemli bir yer kaplıyorlar. Marksizm’in Din Kavramı, teorisi ve politik İslam vs. bir konu olabilir
4)      Örneğin, büyük harflerle bir Marksist Ekonomik Kriz Teorisi yoktur. Bu alandaki girişimler ve bunların sorunları bir konu olabilir.
5)      Marksist bir Ulus Teorisi yoktur. Bu alandaki girişimler ve bu teorik sorunlar.
Bütün bunlar uzatılabilir. En genel ve temel olanlardan (Yapı ve Özne) çok spesifik olanlara kadar (Örneğin Avustralya’da neolitik devrimin hiçbir zaman gerçekleşmemesinin nedenleri ve bunun Marksist evrim kuramı bakımından ortaya çıkardığı sorunlar gibi) bir yığın konu gündeme gelebilir.
Ama bütün bu konularda esas olan, Marksizm’in kavramlarının dakikleştirilmesi, geliştirilmesidir.
İşte bütün bu ve benzeri konuların hiç birisi yoktur bu Marksizm başlıklı etkinlikte[6].
Esas korkunç olan budur. Ama bu korkunç olanın kimse tarafından korkunç bulunmaması ve bütün korkunçluğun “yetmez ama evet[7]” gibi, son duruşmada “taktik” düzeyde sayılabilecek bir ayrım üzerinde yoğunlaşılması daha da korkunçtur.

*

Ve konu Marksizm olmayınca, Türkiye ve Demokrasi olunca, sadece tartışma konuları değil, tartışmacılar da değişiyor otomatikman.
Artık Marksistlerin yerini, bu amaçları paylaşanlar alıyor.
Ve bu paylaşanlar içinde neredeyse demokratlar bile yok, liberal kategorisine girebilecek olanlar bulunuyor.
Başlığı Marksizm adlı bir toplantıda tıpkı Marksizm ve sorunları gibi Marksistler de bulunmamakta, ama Bejan Matur’lar, Ferhat Kentel’ler, Cemil Ertem’ler vs. bulunmaktadır.
Liberal yeni öz hala eski biçimin kabuğu içindedir.
Yakında o kabuğun da kırıldığı görülürse kimse şaşırmamalı.
Marksizm başlığı, yani bu “kabuk” da artık bir yüktür.
Toplantılar artık “ismiyle müsemma” değildir. “Zarf ile mazruf” çelişmektedir.
Gerisi sadece bir zaman sorunudur.
Bu muhtemelen son Marksizm başlıklı toplantı olabilir.
Ve böylece bir kez daha Marksizm’in doğruluğu ve metot gücünü kanıtlar.
Ne diyordu Marks?
Üretici güçler gelişmelerini belli bir aşamasında o güne kadar içinde geliştikleri üzerim ilişkileriyle çelişkiye düşerler….
Üretici güçler yerine, dayanılan toplumsal tabakalar, programlar, ideolojiler, yöntemler vs. getirilebilir. Üretim ilişkileri yerine de, biçimler, söylemler, terminolojiler vs.
Yeni öz kendine uygun biçimleri bir şekilde bulacak ve eski kabuğu kıracaktır.
Aslında yukarıda görüldüğü gibi, yayın organları, yazı biçimleri vs. içinde bu çoktan gerçekleşmiş bulunuyor.
*
Peki, bir Marksist’in Türkiye’deki demokrasi mücadelesi veya Türkiye’nin sorunları konusunda söyleyeceği sözü yok mudur?
Elbette vardır ve bunları zaten yıllardır yazıyoruz.
Bu vesileyle, bu Marksizm “festivali” öncesinde ve sırasında, zaman ve güç buldukça, bir Marksist olarak kendi görüşlerimizi ve bu konularda eskiden yazdığımız yazılarımızı yayınlayarak liberallerle, kendi topraklarında, onların istedikleri koşullarda da savaşacağız.
Kıytırık ulusalcılarla uğraşacaklarına haydi gelsinler de bizimle uğraşsınlar.
23 Ekim 2010 Cumartesi

Demir Küçükaydın



[1] Bu yönde, ortak bir dergi çıkarılması yönünde yaptığımız çeşitli öneriler hep yankısız kaldı. Çünkü kimsenin söyleyecek sözü yoktu.
[2] Doğan Tarkan’ın söyleşisinden beri, yine Zaman’ın da en azından solun bir kesimi için böyle bir noktaya terfi etmesi olasılığı bulunmaktadır.  Bejan Matur Marksizm başlıklı bir toplantıya konuşmacı olarak davet edildiğine göre olmayacak şey değil.
[3] Küçük silahlı radikal hareketler Mahir’in ikinci döneminin devamcısı sayılabilirler. Dev-Yol’un ise o geleneği bayraklaştırmış olmasına rağmen o gelenekle bağı neredeyse yok gibidir. O aslında 74 sonrasında ortaya çıkmış, şehir orta sınıflarındaki radikalleşmeyi yansıtan ve faşistlere karşı öz savunma ihtiyacının ortaya çıkardığı başka bir harekettir.
[4] Bu “kişiliksizleştirme” kavramı da yine egemen medyadaki “itibarsızlaştırma” ile akraba. Egemen medya bu kavramla tartışıyor andıçları veya Avcı’nın kitabını vs. Mahir Sayın’ın söyleşilerinin sunuşlarında da bu kavram geçiyor bir çok yerde. Bizim yıllardır Psikolojik Savaş dediğimiz. Bu “itibarsızlaştırma” veya “Kişiliksizleştirmenin” en büyük hedefi ise Kürt özgürlük hareketi, PKK ve Öcalan olmuştur.
[5] Bu “festival” kavramı da  yine “Zamanın ruhu”na uygun. “Sempozyum”, “tartışma”, “açık oturum”, “Konferans” gibi kavram ve biçimler çok “asık suratlı” bulunuyor olsa gerek. Zaman’daki söyleşisinde D. Tarkan “yumruk” sevimsizdi değiştirelim diyordu. Aslında bu değişiklik “Festival” kavramıyla çoktan başlamış bulunuyor.
Ancak, burada bilinmeyen ve anlaşılmayan eski ama her zaman taze bir derinden işleyen yasa vardır. “Yumruk” ve “Festival” aynı madalyonun iki yüzüdür. Dün yumruk gibi devrimci aksesuarlara veya sembollere ihtiyaç duyanlar bu gün de “festival” gibi kavram ve tanımlamalara ihtiyaç duyarlar. Daima bugünün “festival”cileri dünün “yumruk”çularıdır. Ya da tersine, bu günün festivalcileri, ilk radikalleşme ve politikleşme dalgasında yine en hızlı yumrukçular olurlar.
DSİP’in hikayesi, aslında eski ama hep yeni, bu hikayenin yeni bir versiyonundan başka bir şey değildir. Bir uçtan bir uca. Bir zamanlar, bu arkadaşları 1918 senesine bile getiremezdik tartışmalarda. 1917 devrimi ve  “İşçi Sınıfı” der dururlardı. Hiç bir başka sorunu gündeme almazlardı.
Bir özeleştiri metodolojik temellere dayanmayınca, kökten bir eleştiri olmayınca hep böyle yüzeyde, bir uçtan diğer uca savrulmalara yol açar. Bu savrulmalar aslında metodolojik düzeyde değişmeyen özün görünümleridirler. Ve bütün bunların temelinde de, Ekonominin Sınıflar, Sınıfların Politika, Politikanın politik partiler, Politik partilerin kitle ile ilişkisini vs. tek yanlı, mekanik ele alışlar yatar.
[6] Bu konularda sadece bu etkinlikte değil, genel olarak Marksist’in diyen Türkiyelilerde hemen hemen hiçbir şey yoktur. Yani Marksizm’in sorunları Marksistlerin sorunları olmaktan çıkmıştır artık. Bu konuları konu edinen neredeyse sadece bizim yazı ve kitaplarımızdır. Bu da bir rastlantı değildir. Çünkü bu konuları tartışmaya, yani Marksizm’i ve onun sorunlarını sorun yaptıkları an bizim tartıştıklarımızı tartışmak zorunda kalırlar ama bu aynı zamanda başka bir gündemin başa alınması, bir suskunluğun bozulması anlamına gelir.
[7] “Yetmez ama evet” bugün taktik bir ayrılık değildir. Çünkü, bizzat Marksizm adlı toplantının konularının gösterdiği gibi, artık Demokrasi ya da Türkiye’yi esas sorun edinen, amaçları farklı bir çizgidir bu. “Yetmez ama evet”de yansıyan artık taktik bir ayrılık değil, programatik ve stratejik bir ayrılığın taktik bir ayrılıkmış gibi ortaya çıkmasıdır. “Yetmez ama evet”i eleştirenlerin çoğu kendileri de, Türkiye ve Demokrasiyi sorun edenlerdir. Bunların arasındaki ayrılıklar taktikseldir veya stratejiktir. Yani Türkiye ve Demokrasiyi hedef almakta ama farklı stratejiler izlemektedirler. Biz ise bunların ikisiyle de ayrıyız.