13 Ekim 2010 Çarşamba

Kapitalist Sistem Ulus-Devleti Evrimci Yöntemle Aşabilir mi?

Kapitalist modernitenin neden model olarak ulus-devleti geliştirdiği aydınlatılması gereken bir konudur. Bunun nedeni, bu modelin imparatorluk tarzı gelişmelere kolay kolay fırsat vermemesiydi. İmparatorluk zafer kazansaydı, kapitalist tekellerin şansı tekrar orta çağlardaki gibi olabilirdi. Bu nedenle canlarını dişlerine takıp, dört büyük imparatorluk emellerine karşı koydular. 1500-1600 yıllarında İspanya, 1600-1870 yıllarında Fransa, 1870-1945 yıllarında Almanya, 1945-1990 yıllarında Rusya’nın imparatorluk emelleri ancak ulus-devlet politikalarıyla boşa çıkarılmıştı.

Her ne kadar ulus-devletlere ulusal burjuva unvanı yakıştırılıyorsa da, açığa çıkan gerçeklik ulus-devletin esas olarak uluslararası bir dünya-sistemi peşinde koşan kapitalist tekellerin eseri olduğudur. En sıkı ulusçu geçinen Türkiye örneği bile ancak İngiltere’nin onayı ve ABD müttefikliği ile yürütülebildi. Uluslararası kapitalist sistem olmadan, ulus-devletin doğuşu ve gelişimi düşünülemez. Dünya-sistemin (kapitalist modernite ve hegemonun) politikası olmadan, hiçbir ulus-devlet uzun süre ayakta kalamaz. Sovyetler’in ve Çin’in bile ayakta kalabilmek için ABD’yle ne kadar uzlaşmaya ihtiyaç duydukları açığa çıkan diğer bir kanıtlayıcı örnektir.

Bu durumda Saddam Hüseyin’in trajik sonunu daha iyi anlayabiliriz. Sistemi tanımadı veya tanımak istemedi. Ayakta kalmak için tek bir şansı vardı, o da Irak’ı çok kapsamlı bir demokratik sisteme dönüştürmekti. Bu şansını ulus-devlet tanrısına olan çok güçlü inancı nedeniyle kullanmadı. İdam sehpasında eski tanrının sözlerinin yazılı olduğu Kur’an’ı elinde tutarken, sistemin yeni tanrısı karşısında imdadına yetişmediği ve kurtarmaya gücünün yetmediği de hazin bir biçimde ortaya çıkmıştı. Fakat sistemin tanrısı, yani Leviathan da Irak bataklığında iyice debeleniyor. Tüm Ortadoğu coğrafyasında zor durumdadır.

Avrupa kendisine yeni tanrı arayışındadır. Muhtemelen kendisi için daha barışçı, hukuka yer veren bir tanrı inşa edecektir. AB, dört yüz yıllık uluslaşma ve ulus-devlet tarihi boyunca yaşadığı korkunç savaşların en sonuncusu olan İkinci Dünya Savaşı başta olmak üzere, tüm savaşçı geçmişine tepki olarak geliştirilmeye çalışılıyor. Ulus-devletin açığa çıkmış muazzam tahrip edici yanlarını evrimci yöntemlerle yeni bir Avrupa vatandaşlığı temelinde ekonomik, sosyal, siyasal, tarihsel alanda geliştirdiği yeni fikir, inanç ve kurumlarla aşmaya çalışıyor. Bu bir nevi özeleştirisel yaklaşımdır. ABD, Saddam ve rejimini yıkarak, işine gelmeyen ulus-devlete tavrını radikalce ortaya koydu. Daha çok ulus-devleti federatif tarzda (ABD’nin kendi yapısı) yeniden inşa yöntemini deneyebilir.

ABD’nin hegemonya ile imparatorluk arasında sıkışması zorlu bir süreçten geçtiğinin kanıtıdır. Ulus-devletleri zayıf bir hegemonyayla idare etmek zordur. Örneğin Türkiye ile ilişkiler gibi. İmparatorluk halinde tecrit olabilir. Klasik ulus-devlet, hegemonya ile ancak 21. yüzyıl başlarına kadar zorbela var olabildi. AB ilk ama oluşum halinde bir adımdır. Geleceği net değildir. BM sistemi ulus-devletin sanki aynası gibi çıkmazı gösteriyor. Sorun çözme yeri değil, adeta ağırlaştırma organıdır. Diğer bölgesel, kıtasal birliklerin de ulus-devlet engelini aşmaları beklenmediğinden, çözüm olanakları yok gibidir. Ulus-devlet hem içte hem dışta toplumsal sorunların çözüm modeli olmaktan çoktan çıkmıştır.

İsrail-Filistin sorunu bu açıdan derslerle doludur. İkisi de çok katı ulus-devlet modeline bağlıdır. Bir Kudüs sorununu çözmek için ya kenti paramparça etmeleri, ya da birbirlerini sonuna kadar yok etmeleri gerekir. Sistemin kör ve çözümleyici olmayan çıkmazını bundan daha iyi açıklayan bir örnek bulmak zordur. Kaldı ki Irak, Afganistan ve Lübnan’ın durumu ortadadır. Sırada muhtemelen İran ve başkaları vardır. Ne adil ve insani ne de siyasi ve demokratik olmadığından, modelin şansının da olamayacağı her geçen gün daha çok açığa çıkmaktadır.

Ulus-devlet 1970’lerde zirve yaptıktan sonra ve özellikle SSCB’nin dağılmasıyla derin bir krize girmiştir. Krizi, sistemin sorunlarına yanıt verememesi ve gittikçe engel teşkil etmesiyle kapitalist tekelin gözünde eski itibarını yitirmiştir. AB modelinde krizin evrimle aşılması fazla umut vermiyor. Kapitalist modernitenin genel küresel kriziyle bağlantılıdır. Ortadoğu, krizli halin kaosa dönüştüğü alandır. Olup bitenler Üçüncü Dünya Savaşı boyutundadır. Kaos halinin uzun sürmesi beklenebilir. Sistem sahte demokrasi kılıfıyla ulus-devleti yeniden inşa etmeye çalışabilir. Eşitlik, özgürlük ve demokratik güçlerin buna yanıtı olarak demokratik uygarlığın geliştirilmesi en uygun yoldur.

Demokratik Uygarlık Manifestosu kitabından alınmıştır. 

Abdullah Öcalan

Birand: 'PKK Senaryolarını Biz Uyduruyoruz'

Bir süredir PKK’nın tasfiyesi dillerden ve medya sayfalarından düşmüyor.
           
Bu haberlerin bir bölümünü bizler üretiyoruz.
           
Bakanların ziyaretlerinden, Başbakan’ın konuşmalarından, bürokratların özel sohbetlerinden yola çıkarak, bir bölümü doğru, diğer bölümü kendi hayal ürünümüz olan bir senaryo yazıyoruz ve bunun gerçek verilere dayanmayan bir senaryo olduğunu bilmemize rağmen, kendimiz de inanır oluyoruz. Bir süre sonra, daha da ötesine geçiyoruz ve kendi senaryolarımıza dayanarak yorumlar yapmaya başlıyoruz.
           
İşin asıl ciddi ve dramatik yanı, PKK’nın bu şekilde tasfiye edileceğine siyasetçilerimiz, polisimiz, hatta askerimiz dahi inanıyor olmaları.
           
Yıllardan beri aynı yöntemleri kullanıyorlar, başaramıyorlar, ancak hala ısrarı sürdürüyorlar.
           
Türk kamuoyu, PKK’nın, örneğin Barzani istese kolaylıkla Kandil’den indirilebilineceğini sanıyor.
Kimseler çıkıp “Hayır, Barzani böyle birşey yapamaz. Boşuna uğraşıyorsunuz” demiyor.
 
Türk kamuoyu, Türk Silahlı Kuvvetlerinin istese Kandil’i yerle bir edebileceğini, Türkiye - Irak sınırını kapatabileceğini ve buralardan kuş dahi uçurtmayacağını sanıyor.
Kimseler çıkıp “PKK’yı askeri harekatla, Kuzey Irak’ı bombalayarak veya karadan girerek tasfiye edemez” demiyor.
Türk kamuoyu, örgütün üst düzey komuta heyetini İsveç’e veya başka bir ülkeye gitmesine göz yumarak, Suriye ve Bağdat hükümetiyle anlaşarak, İran ile iş birliği yaparak bu işin bitirileceğini sanıyor.
Kimseler çıkıp “Hayır , bunlar da yetmez” demiyor.
Lütfen artık gerçekleri görelim ve kabul edelim.
 
PKK, para kaynakları iyi işleyen, Avrupa’da kendini iyi örgütlemiş, yavaş yavaş terörden uzaklaşıp siyasete girmeye hazırlanan, şu sıralarda taktiksel nedenlerle terörü zaman zaman kullanan, uluslararası bir şirket veya kuruluş, hatta uluslararası bir siyasi parti diye adlandırılabilir.
           
PKK küçümsenmemeli.
           
Avrupa’nın hemen her ülkesinde siyasi temsilciliği var. Gayet iyi çalışan bir medyası, her şeyden önemlisi, desteğini hiç esirgemeyen milyonlarca taraftarı var.
           
PKK, askeri yöntemlerle kısa sürede tasfiye edilemez.
           
Buna karşılık, küçülür, tetikten eli çektirilebilir, kadrolarının önemli bölümünün evine dönüp normal hayata başlamaları sağlanabilir.
           
Bunun da önemli ve tek koşulu vardır...
*                                 *                                 *
TEK YOLU, KÜRT HALKINI MEMNUN EDECEK ÖNLEMLERDİR...
Yanlış anlamaları önlemek için, tekrarlayayım...
 
PKK tipindeki örgütler hiçbir zaman tümüyle tasfiye edilemezler.
Küçülürler, sayıları azalır, ellerini tetikten çekerler ve terörden büyük oranda uzaklaşırlar.
 
PKK’ya, daha fazla askeri önlem veya daha fazla PKK’lı öldürerek pes ettirilemeyeceğini artık görmemiz gerekiyor.
 
PKK’nın hayat borusu, onu yaşatan bölge halkının desteğidir.
 
Bam teli, sürekli dağa çıkan gençler, haber yolladığı anda sokaklara çıkan yüz binlerdir. İşte ne zaman ki, bu hayat borusu kesilir, o zaman bam teline basılmış olur.
Bunun yolu da, Kürt Sorunun da cesur adımlar atmaktan geçiyor.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, genelde terörle mücadeleye öncelik vermiştir. “PKK yok edilsin, ondan sonra Kürt sorununda adımlar atalım, aksi halde boyun eğmiş oluruz” mantığıyla hareket etmiştir. Ayrıca, silahlı mücadele, siyasetten daha kolaydır. Oy kaybı değil, aksine milliyetçi ruhları beslediğinden dolayı, popülarite kazandırır. Riski az bir mücadele şeklidir.
Ancak bu yöntemin artık beklenen sonucu vermediği de ortaya çıkmıştır.
Artık, daha zor ve siyasi yönden risk taşıyan yönteme geçme veya işin güvenlik yanı sürdürülürken, artık Kürt Sorununu çözme konusunda cesur adımlar atma zamanıdır.
Bugün PKK’ya destek verenlerin hayatlarını değiştirecek önlemler alma zamanıdır.
Gençlerin dağa çıkmak yerine, evinde kalıp okuyarak, işe girerek hayatını sürdürmenin daha iyi olacağını gösterecek ortamı oluşturma zamanıdır.
 
PKK’ya destek veren milyonlara, beklentilerinin karşılanmaya başlandığının, bu ülkenin Türkler kadar, onların da sahipler arasında olduklarını hissettirmenin zamanıdır.
 
Kürt kökenli vatandaşlarımıza, siyasetin tüm kapılarının açılması, onları adam yerine koyulduğunu, muhatap olarak kabul edildiklerini göstermenin zamanıdır.
Ne dersek diyelim, Öcalan’ın etkisini görmezden gelmemenin zamanıdır.
Kürt Sorunu da kısa sürede, tümüyle çözülemez.
Taleplerin tamamının karşılanması da imkansızdır.
Ancak, öyle adımlar atılır ki, Kürt kökenli insanlarımız birşeylerin değişmeye başladığını ve artık PKK’nın terörüne gerek kalmadığını görürler.
İşte PKK ancak bu şekilde erimeye başlar.
Zaten bu değişimi hissettikleri anda, ellerini tetikten çekmenin ve terör yerine siyasete başlamanın zamanı geldiğini anlarlar.
İşte reçete budur.
Kendi kendimizi aldatmayı bırakmanın zamanıdır artık...

Asimilasyon

Barış ve Demokrasi Partisi, 2010-2011 ders yılında, okulların açıldığı ilk hafta, anadilde eğitimi yani Kürtçe eğitimi sağlamak için okulları boykot kampanyası başlattı. Bir hafta süreyle çocuklar okula gitmediler. Kürtlerin yaşadığı birçok ilde, yerleşim yerinde bu kampanya etkili oldu.
Barış ve Demokrasi Partisi’nin bu kampanyası bazı Türk yazarları, Türk siyasetçileri, Türk basın mensupları, Türk aydınları tarafından, "Kürt çocuklarına ihanet", "Kürt çocuklarına büyük kötülük" olarak değerlendirildi. "Kürt çocuklarının geleceği ile oynanıyor" dendi. Duvar diplerine dizilen çocukların gözleri önünde babalarına işkence yapılırken, anaları saçlarından sürüklenerek götürülürlerken bu kişilerin sesleri hiç çıkmıyordu. 23 Nisan’larda, evlerini yakan, köylerini yıkan özel timlere, panzerlere taş atan Kürt çocuklarının kolları kırılırken, kelepçelenip karakollara, tutukevlerine gönderilirlerken, yetişkinlerin kaldığı cezaevlerine konulurlarken, yetişkinler gibi ağır ceza mahkemelerinde yargılanırlarken, "terörist" gibi yargılanırlarken… bu kişilerin sesleri yine hiç çıkmıyordu. Çocuklara karşı sistematik olarak sürdürülen devlet terörüne hiçbir tepkileri söz konusu değildi. Ama Kürtçe eğitim gündeme gelince, Kürt çocuklarına sahip çıkmaya, çocukların geleceğini düşünmeye bunun için de, anadilde eğitim gibi, Kürtçe eğitim gibi bir konunun gündeme getirilmemesi gerektiğini dile getirir oldular.
Kürt dilini aşağılayan, yazı dili değildir, kimse kimseyi anlamıyor, 30 kelimeye bile sahip değildir… şeklindeki ırkçı beyanlara da ciddi bir eleştiri getirilmemiştir. Esasında bu tür propagandaları yapanlar, bu propagandaları çoğaltanlar, yaygınlaştıranlar da bu kişilerin önemli bir kısmıdır. Bugün ise yine bu kişiler başta Kürtlerin iyiliğini düşünerek anadilde eğitime, yani Kürtçe eğitime karşı çıkıyorlar.
Ana Sorun Nedir?
Başbakan Recep Tayip Erdoğan; 2008 yılında, Almanya’ya yaptığı resmi ziyaret sırasında, "asimilasyon insanlık suçudur" demişti. Almanya’da yaşayan Türkler için, Türk lisesi açılması isteğinin Alman hükümeti tarafından kabul edilmemesini Başbakan böyle protesto etmişti. Türk lisesi açılması talebini kabul etmemeyi, Alman hükümetinin Türkleri asimile etme niyetine bağlamış, buna tepki göstermişti. Türkiye’deyse, Başbakan, "tek millet, tek dil, tek bayrak, tek vatan, tek devlet" söylemini, Kürtlerin gözünün içine baka baka sürdürüyor.
Eylül 2010 ortalarında, hükümetin, Barış ve Demokrasi Partisi’yle görüşmeleri oldu. BDP, anadilde eğitim talebini bu görüşmeler sırasında da dile getirdi. Okulları boykot kararını savundu. Başbakan, bu görüşmeler sonunda, "kimse benden anadilde eğitim konusunda bir şey beklemesin" dedi.
Başbakan 8 Ekim 2010’da yine Almanya’daydı. A Milli Futbol Takımı’nın, Euro 2012 elemeleri kapsamında, Almanya ile yaptığı maçı, Alman Başbakanı Merkel ile birlikte izliyordu. Başbakan, Almanya’da, Türk lisesi, Türk üniversitesi açmak fikrini bu görüşmeler sırasında da dile getirdi. "Asimilasyon insanlık suçudur" sözlerini bu görüşmeler sırasında da ifade etti.
Birbirine çok zıt değerlendirme, aynı kişide, aynı anda, aynı zamanda nasıl var olabilir? Bu çelişkiler aynı kişide, aynı anda nasıl yaşıyor olabilir? Bu, sadece Başbakan’da görülen, izlenen bir çelişki değildir. Kürtlerin, Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını kabul etmemek, Kürtlerin Kürt kalma, Kürt olarak yaşama mücadelesine karşı çıkmak, Türkiye’deki bütün kişileri, bütün kurumları çifte standartlı yapmıştır. Yargı çifte standartlıdır. Çifte standartlı yargı durmadan hukuksuzluk, adaletsizlik üretmektedir. Üniversite çifte standartlıdır. Çifte standartlı üniversite bilim diye resmi ideolojiyi üretmekte, bunun propagandasını yapmaktadır. Üniversitede akademik yükselmenin temel koşulu, resmi ideolojiye uygun düşünmek, resmi ideolojiye uygun tavır ve davranış sergilemek olmuştur. Kamu yönetimi çifte standartlıdır, "terör" diye diye, "terörü yok edeceğim" diye diye, durmadan devlet terörü planlamakta ve bu planları yaşama geçirme uğraşı içinde olmaktadır. Basın çifte standartlıdır, gerçekleri, yaşanan olayları halka duyurmayı değil, bazı temel gerçekleri gizlemeyi, saptırmayı esas faaliyet olarak yürütmektedir. Sivil toplum örgütlerinin çok büyük bir kısmı çifte standartlıdır. Çifte standartlı tutumlar davranışlar ise, kişilerin ve kurumların çürümesini getirir, bunlar, artık, esas görevlerini yapamazlar. Mahkemeler pek çok davada verdikleri müruru zaman (zamanaşımı) kararlarıyla, Av. Eren Keskin’in vurguladığı gibi suçun ve suçlunun ortakları haline gelmiştir. Bazı temel davalarda dosyalara müruru zaman süresinin bitimine kadar bakılmamaktadır. Veya dosyalar o mahkemeden bu mahkemeye dolaştırılmaktadır. Süre dolunca, "müruru zaman nedeniyle dosya kapatıldı" denilmektedir.
Gerek üniversitede, gerek basında, gerek sivil toplum örgütlerinde istisnalar elbette vardır. Örneğin Türkiye Barış Meclisi’nde de çalışan çok değerli hocalarımız vardır. Ama ana damar böyledir.
Devletin temel bazı toplumsal sorunları yasalarla çözmek gibi bir anlayışı var. ‘Türkiye’de yaşayan herkes Türk’tür’ şeklinde bir yasa yapıldığı zaman, Kürt sorununun çözüldüğüne inanılmaktadır. Bu şüphesiz çok yanlış bir anlayıştır. Toplumsal meşruiyete hiç önem vermeyen bir anlayıştır. Toplumsal meşruiyet elbette önemlidir ve birinci planda gelmektedir.
Başbakan, "asimilasyon insanlık suçudur" derken, evrensel ilkelere dayanmaktadır. Evrensel ilkelere dayananlar doğal olarak kendilerini güçlü hissederler. "Kimse benden anadilde eğitim konusunda bir şey beklemesin" derken, evrensel ilkeleri çiğnemektedir. Evrensel ilkeleri bilerek çiğneyenler doğal olarak çok zayıftır, cılızdır.
Devlet Politikaları
Kürtlere, Kürt diline ilişkin devlet politikalarının ayrıntılı bir şekilde irdelenmesinde yarar var. Kürtler varlık mücadelesi yapıyorlar. Kürt olarak yaşamanın, Kürt olarak ayakta kalmanın mücadelesini yürütüyorlar. Devlet ise, Kürtlerin Kürt olarak ayakta kalmasını engellemek için yoğun bir çaba içinde. Bu, Kürtlere, Kürt diline ilişkin devlet politikalarının temelini, esasını oluşturmaktadır. Kürt dilini bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Kürtlerin mücadelesini "feodaldir", "milliyetçidir", "emperyalist işbirlikçisidir" vs. şeklinde değerlendirmek doğru değildir. Şunca mücadeleye rağmen Kürtler hâlâ ayakta kalma uğraşı içindedir. Buysa, feodal olmaktan, milliyetçi olmaktan, "emperyalist işbirlikçisi" olmaktan çok önce gelen bir durumdur. Bu, kimlik sorunlarını büyük ölçüde çözmüş olan Güney Kürdistan için de söz konusudur. Orada da Feyli Kürtler, Êzidi Kürtler basına verdikleri demeçlerde sık sık, "ben Kürt’üm, biz Kürt’üz" diyorlar, basını bilgilendirmeye çalışıyorlar. Kürdistan Bölgesel Yönetimi Êzidi Kürtlerin ve Feyli Kürtlerin durumlarıyla yakından ilgileniyor. Êzidi Kürtlerin ve Feyli Kürtlerin yaşadıkları alanları da Kürdistan Bölgesel Yönetimi içine almaya çalışıyor.
Dil insanın varoluş haliyle ilgili bir durumdur. Dil kişinin varoluş halidir. Varoluş hali, hukuk ve adaletteki "hak" kavramından çok önce gelir. Bunu, Prof. Dr. Kadir Cangızbay, "dil karın gurultusu gibidir, karın gurultusunu engelleyebilir misiniz?" şeklinde ifade ediyor. Hrant Dink, 28-29 Haziran 2003’de, Ankara’da, Eğitim-Sen tarafından düzenlenen, Uluslararası Katılımlı Anadilde Eğitim Sempozyumunda yaptığı konuşmada bu değerlendirmeye vurgu yapıyor.
Hak, insanlığın, uygarlaşma sürecinde elde ettiği, çoğu zaman da mücadele ile kazandığı bir beceridir. Dil, anadil ise, insanın, doğumla birlikte var olan, insanın ayrılmaz bir parçası olan bir varoluş halidir. İnsanın içine doğduğu bir haldir. Dili kesmek, dili yasaklamak, insanı, o insanın içinde yaşadığı toplumu, doğal ortamı yok etmek, bitirmek anlamına gelir. Bir insanı hadım ettiğiniz zaman toplumu da hadım etmiş oluyorsunuz. 7 yaşına kadar Kürtçe konuşan Kürt çocuklarının, okula başladıklarında, ne kadar büyük travmalarla karşılaştıkları bilinen bir durumdur. Kürtçenin yasaklanması, baskıyla-zulümle yeni bir dil öğretilmeye çalışılması, Kürtlerin ve Kürtçenin aşağılanması bu travmaları derinleştiren, yaygınlaştıran bir durum oluyor.
Hrant Dink, yukarıda sözünü etmeye çalıştığım sempozyumda yaptığı konuşmada, dilin, insanoğlunun uygarlaşmasının, uygarlaşma mücadelesinin cinsel organı olduğunu vurguluyor. Kendini üreten, kendini yenileyen bir organdır dil. Kendini çoğaltan, geleceği döllendiren bir organdır dil. İnsanlığın uygarlaşma sürecinin, geleceği yaratma sürecinin en önemli organıdır (Anadilde Eğitim Sempozyumu, 28-29 Haziran 2003, Eğitim-Sen Yayınları, Mayıs, 2010, s.109-112)
Kürt dilinin yasaklanması, Türk devletinin Cumhuriyet’ten bu tarafa yürüttüğü en önemli devlet politikasıdır. Kararlı, istikrarlı, sistematik bir şekilde uygulanan bir politikadır bu. Bu, aslında İttihat ve Terakki’den beri gelen bir politikadır. Cumhuriyette bu politika daha sistematik bir şekilde saptanmış ve yürürlüğe konulmuştur. Türkiye, Kürt dilini yasaklarken ne yaptığını biliyor, ama Kürtlerin önemli bir kısmının devletin bu en önemli politikasının, uygulamalarının bilincinde olduğu kanısında değilim. 1990’ları düşünelim. Örneğin PKK dille ilgili çalışmaları, talepleri "ilkel milliyetçilik" olarak küçümserdi.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Almanya’da "asimilasyon" insanlık suçudur" derken Türk kültürünün, Türk uygarlığının Almanya’da büyümesini, çoğalmasını istiyor. Bunun, Türk dili aracılığıyla gerçekleşeceğini bildiği için Türk lisesi, Türk üniversitesi kurmaya çalışıyor. Buna engel olan Alman hükümetini insanlık suçu işlemekle suçluyor. Fethullah Gülen’in Güney Kürdistan’da, Afrika’nın çeşitli ülkelerinde, dünyanın çeşitli ülkelerinde kurduğu Türk okullarının amacı da budur. Bu politikanın uygulanmasında Fethullah Gülen devletin başta gelen yardımcılarından biridir. Fethullah Gülen’in bu çalışmalarını en iyi Bülent Ecevit fark etmiştir.
Başbakan, Türkiye’de tek millet, tek dil, tek bayrak, tek vatan, tek devlet derken, "kimse benden anadilde eğitim hakkı beklemesin" derken, Kürtlüğü bitirmekten başka hiçbir şey düşünmemektedir. Bu iki çelişik tutumun aynı anda, aynı yerde, aynı kişide birlikte yaşaması Türk siyasetinin çok önemli bir özelliğidir. Bunun sadece başbakana has bir tutum olmadığı da yakından bilinmektedir.
Hadım
Bu konular üzerinde çalışırken Selahattin Bulut’un "Xadim" isimli eserinden söz etme gereğini duyuyorum (Xadim, Avesta Yayınları, 2008). Selahattin Bulut’un bu eseri Türkçede de yayımlandı (Hadım, Kürtçeden çeviri: Muhsin Kızılkaya, İthaki, 2010). Selahattin Bulut bu uzun hikâyede Jêhat’ın trajedisini dile getirmektedir. Jêhat 12 Eylül döneminde Diyarbakır zindanlarında kalmış, çok ağır işkenceler görmüş, bu işkenceler nedeniyle erkekliği iğdiş edilmiş, erkekliğini kaybetmiş bir Kürt gencidir. 10 yıl cezaevinde kalıyor. Tahliyesi, ailesi tarafından çok büyük sevinçlerle karşılanıyor. Ailesinin, özellikle anası Berfê’nin bütün isteği oğlunu evlendirmektir. Gerek baba, gerek ana oğullarının yemesine, içmesine çok dikkat ederler, güçlenmesini isterler. Ana Berfê, sokaklarından bir kızı da oğlu için gözüne kestirmektedir. Fakat Jêhat’ın evlenmek gibi bir niyeti, düşüncesi yoktur. Jêhat Mardin’i, evlerini terk eder, bilinmezlikler içinde İstanbul’a gider…
Ana Berfê, kocası Halil Bey’e duygularını, endişelerini şöyle anlatır: "Ne bileyim Halil, aklıma binlerce şey geliyor. Son yıllarda hapishaneden çıkan hiçbir genç evlenmedi. Evlenenlerin de çocukları olmadı. Korkuyorum Halil, korkuyorum" (İthaki, 2010, s.22).
Selahattin Bulut, bu uzun hikâyesinde Jêhat’la birlikte pek çok Kürt gencinin trajedisini dile getirmektedir. Kişinin işkencelerle hadım edilmesiyle, bir kültürün yasaklarla hadım edilmesi arasında sıkı bir bağ vardır. Bu ilişki, bu bağ bu eserde de kurulmaktadır.
Kadir Cangızbay Hoca "Karın gurultusunu engelleyebilir misiniz" diye soruyor. Ama karın bölgesinde sıkı bir ameliyat yaparsanız, karın gurultusunu engelleyebilirsiniz. Sağlam bir karına yapılan ameliyatın ise sadece karnı değil bütün vücudu hasta edeceği açıktır. İşte Kürt dilinin yasaklanması Kürt toplumunda böyle bir hastalık yaratmıştır. Devlet, yasaklarla ne yaptığını bilmektedir. Kürt dilinin yasaklanması, Kürtlüğü bitirmenin en etkin yoludur. Daha etkin bir yol da, 1915’de Ermenilere yapıldığı gibi soykırım yaparak o toplumu fizik olarak da bitirmektir. Kürtlerde zamana yayılmış bir soykırım da vardır. Bunun ayrı bir yazıda ele alınması gerekir.
Ruhsal Bölünme
Ayşe Kulin tarafından yazılmış "Türkan, Tek ve Tek Başına" (Everest Yayınları, 2009) isimli bir kitap var. Televizyonda da bir dizi var, "Türkan". Merhum Prof. Dr. Türkan Saylan’ın hayatı anlatılıyor. Bu kitapta ve bu kitaba dayandırılan dizide Türkan Saylan, insanlık için mücadele eden bir kişi olarak, insanlığın kurtarıcısı olarak anlatılıyor. Bu, Türkler için böyledir. Kürtler için ise Türkan Saylan bir insanlık suçlusudur. Kürtlerin Türklüğe asimilasyonunun çok önemli bir halkasıdır. İşte bu noktada Kürtlerle Türkler arasında ruhsal açıdan çok büyük bir kopukluk görülmektedir. Bu kopukluk nasıl meydana geliyor?
Köyler yakılıyor, yıkılıyor, temel geçim kaynakları tahrip ediliyor. Aileler, insanlar mağdur ediliyor, yerlerini yurtlarını terk etmek zorunda kalıyorlar. Kadınlar-çocuklar bu devlet teröründen çok büyük zarar görüyorlar. Aynı dönemde bu insanlara karşı "faili meçhul" denen ama artık failinin kim olduğu açıkça bilinen cinayetler de gelişiyor. Kürt toplumuna karşı geliştirilen bu tür yıkımlara, yoksulluğun sefalete varmasına Prof. Dr. Türkan Saylan’ın ve örgütü Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin en küçük bir itirazı olmamıştır. Devlet terörüne karşı hiçbir eleştirisi söz konusu değildir. Türkan Saylan’la birlikte çalışan öbür profesörlerin de Kürt toplumuna karşı sistematik olarak yürütülen bu yıkımlara karşı hiçbir itirazları, eleştirileri yoktur. Prof. Dr. Türkan Saylan’ın birlikte çalıştığı bürokratik kurumlar, askeri bürokrasi ise zaten bu yıkımların planlayıcısı ve uygulayıcısıdır. Yerlerini yurtlarını terk etmek zorunda kalan, ilişebildikleri mekânlarda yoksulluktan sefalete düşen Kürtler… İşte Prof. Dr. Türkan Saylan, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, öbür profesörler Kürtlerle, Kürt ailelerle böyle bir ortamda ilişki kuruyorlar. Kürt kız çocuklarını alıyorlar, pansiyonlara yerleştiriyorlar. Onlara burs veriyorlar. Türk diliyle, Türk kültürüyle eğitim, asimilasyon böyle başlıyor. Asimilasyon elbette insanlık suçudur. Prof. Dr. Türkan Saylan, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Saylan’ın etrafındaki öbür profesörler insanlık suçunu işlemektedirler.
Türkan Saylan’ın cüzzamla ilgilenmesi elbette takdir edilecek bir tutumdur, ama Kürt dilinin yasaklanması Kürt toplumunda cüzzamdan çok daha beter bir hastalık yaratmıştır. Türkan Saylan’ın ise bu hastalığa karşı küçücük bir ilgisi söz konusu değildir.
Televizyon dizileriyle, kitaplarla, Prof. Dr. Türkan Saylan’ın idealize edilmesi ise Kürt toplumuyla Türk toplumu arasında meydana gelen büyük ruhsal uçurumu göstermektedir. Kürtlüğün Türklüğe asimilasyonunda önemli olan kişiler ve kurumlar idealize edilmektedir, yüceltilmektedir. Bunlar insanlık için, insanlığı kurtarmak için yapılan çalışmalar olarak değerlendirilmektedir. Bu çalışmalarda hiçbir insani amaç yoktur. Bu çalışmalarda evrensel değerlerin savunulması söz konusu değildir. Esas amaç, Türklüğü yüceltmek Kürtlüğü bitirmektir.
Tek parti dönemini, 1950’leri, 1960, 1970’leri ele alalım. Bu dönemde asimilasyon devlet okulları aracılığıyla yürütülüyordu. Askerlik, devlet bürokrasisi elbette asimilasyon sürecinde önemli mekanizmalardı, ama okullar çok önde geliyordu. Günümüzdeyse, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği gibi sivil toplum kurumları da asimilasyonda çok önemli roller oynuyorlar. "Baba beni okula gönder" , "haydi kızlar okula" gibi kampanyalarla artık basının da asimilasyon mekanizmalarında çok önemli bir yeri var. Doğal olarak bu kurumlar insan hakları kurumlarıyla çalışmıyor, devlet bürokrasisiyle, askeri bürokrasiyle birlikte çalışıyor.
Prof. Dr. Türkan Saylan’la birlikte çalışan profesörlerin, yazarların çifte standardı konusunda birkaç şey söyleme gereğini duyuyorum. Bulgaristan’da 1985-1988 arasında Türk isimlerinin değiştirilmesi konusunda bu profesörlerin, yazarların, basın mensuplarının nasıl tepki gösterdiğini yakından biliyoruz. Bulgaristan hükümetini, Türkleri asimile etmeye yönelik politikalarından dolayı "emperyalist", "sömürgeci", "çağ dışı" ,"faşist" gibi kavramlarla eleştirdikleri, suçladıkları hatırlardadır. Kürtler ve Kürtçenin inkârının çifte standartlı düşünceler, tutumlar yarattığını belirtmiştik. Bu durumu profesörlerde de açıkça görüyoruz. Bu profesörler herhangi bir "düşün suçu" davasında mahkemeden gelen talepler üzerine "bu kitapta/yazıda suç unsuruna rastlanmıştır/rastlanmamıştır" şeklinde raporlar yazmaktadırlar. Buysa bilim yöntemi anlayışına ters bir tutumdur. Zira bilim sınırsız bir düşün özgürlüğü ortamında gelişebilecek bir düşün yöntemidir. Yazıda/kitapta suç aramak ise düşüncenin suç olarak algılandığı anlamına gelir. Bilim yöntemi anlayışına ters olan tutum da budur.
Cemaat Okulları
Cemaat okulları da Kürtlüğün Türklüğe asimilasyonunda önemli bir unsur olarak yaşama geçirilmiştir. Cemaat okullarının Türkiye’de, daha çok Kürtlerin yaşadığı alanlarda faaliyet yürüttüğü görülmektedir. Bu okullar da devletin asimilasyon politikalarının önemli bir halkasıdır. Fethullah Gülen’le devlet arasında bir çelişki olduğu doğru değildir. Türkiye’de dinsel gelişmelerin, dinsel akımların arkasında hep devlet vardır, devletin teşviki vardır. Kürt hareketini denetlemek, Kürtlerdeki milli hareketin gelişimini engellemek için, Kürtleri oyalamak için dinin önemli bir işlevi olması istenmektedir.
Eskişehir Emniyet müdürü Hanefi Avcı’nın cemaattan şikayeti inandırıcı değildir (Haliç’te Yaşayan Simonlar, Dün Devlet Bugün Cemaat, Angora, 2010). Devletin dinsel akımlara yol vermesi, dinsel vakıfların, dinsel yayın organlarının teşviki 1980’lerin ortalarında, yani gerilla mücadelesinin gelişim göstermesinden itibaren başlamıştır.
Cemaat okullarında resmi ideoloji, dinsel terminoloji ile birlikte verilmektedir. Milletin, dilin, bayrağın tekliği, Türk milletinin, Türk dilinin Türk kültürünün özellikleri Kürt çocuklarına sistematik bir şekilde şırınga edilmeye çalışılır.
Cemaat okullarında ve öğrencilerin yerleştirildiği pansiyonlarda ağabeyler vardır, ablalar vardır. Devlet terbiyesi Kürt çocuklara bu ağabeyler ve ablalar aracılığıyla verilir. Ağabeyler ve ablalar Kürt çocuklarının okullarda ve pansiyonlarda denetimlerini sağlayan bir kategoridir. Ağabeylere ve ablalara itaat başta gelen bir yaşam biçimidir. İtaat, sadakat, emirlere uyum bu yaşama biçiminin temel özelliğidir. Cemaatta böyle bir yapı da söz konusudur. Ağabeylerin yaptığını yapmak, ablaların yaptığını yapmak çok önemlidir, aksi halde cemaata aykırı olursunuz, cemaattan dışlanırsınız.
Kürt şehirlerindeki cemaat okullarında tahsil gören çocukların hemen hemen tamamı Kürt’tür, ama ağabeyler ve ablalar Çorum, Çankırı, Yozgat, Kastamonu, Balıkesir gibi alanlardan gelmektedir. Türk’tür. Kürt kökenli olan, Kürt şehirlerinden gelen ağabeyler de ablalar da olabilir, ama bunların sayıları çok azdır. Bunlar kanımca "Kürdüm ama Türküm" diyenlerdir, bu şekilde terbiye alanlardır.
Ağabeylerin, ablaların yaptığını yapmak, okullardaki ve pansiyonlardaki Kürt öğrenciler için önemlidir. Ağabeyler ve ablalar Türkçe konuşuyorsa sen de Türkçe konuşmaya gayret edeceksin. Cemaatta mutlak itaat ve sadakat ilişkilerinin egemen olduğu biliniyor.
Kürtlerin asimilasyonu konusunda Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ile "baba beni okula gönder", "haydi kızlar okula" kampanyalarıyla cemaat okullarının ciddi bir farkı yoktur. Bunların hepsi de Kürtlüğü bitirmek için oluşturulan devlet projesidir. Hizbullah da bu projelerden biridir. Bugün, Hizbullah’ın da devlet tarafından kurulduğu kışlalarda eğitildiği, kuranlar ve eğitenler tarafından itiraf edilmektedir. Cemaat okullarının Nurculukla bağlantılı olduğu söyleniyor. Bu okullarda Said Nursi’nin Said Kurdi tarafı tamamen yok sayılıyor, tahrip ediliyor. Kürt yurtseverlerin Said Kurdi yorumuyla Gülen cemaatının Said Nursi yorumları çok çok farklıdır. Gülen cemaatı Said Kurdi’yi Türk milliyetçiliğinin hizmetinde bir Said Nursi olarak değerlendirmektedir.
Bir konu daha var. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Kürt şehirlerindeki teşkilatlarıyla aynı şehirlerdeki cemaat okullarının yöneticileri arasında bir çelişki olduğu kanısındayım. AKP İl örgütleri Kürt sorunu konusunda, Kürtlerin demokratik talepleri konusunda duyarlı olabilir. Bunlar zaten Kürt’tür. Milletvekillerini, hükümeti bu talepler çerçevesinde baskı altına almaya çalışabilirler. Cemaat okulları yönetiminin ise böyle eğilimleri yoktur kanısındayım. Onlar Türk asıllı olabilirler. Resmi görüş doğrultusunda örgütlenmişlerdir. Temel görevleri Kürt milli hareketinin gelişmesini, kökleşmesini engellemeye çalışmaktadır.
AKP Üzerine…
AKP hükümetinin Kürt sorununa karşı, kendilerinden önceki hükümetlere göre çok farklı, olumlu bir çizgide olduğu görülmektedir. Gerek iç dinamikler sonucu, gerek Avrupa Birliği uyum yasaları gibi dış dinamikler sonucu bazı adımlar atılmıştır. TRT Şeş önemli bir gelişmedir. TRT Şeş’den daha iyisini yapmak Kürtlerin önemli bir çabası olmalıdır. Mardin’de Artuklu Üniversitesi’nde Kürtçe derslerin başlaması, Hakkari Üniversitesi’nde, Kürt dili, Kürt edebiyatı üzerinde sempozyumlar düzenlenmesi basında Kürtler, Kürt sorunu konusunda çok yoğun tartışmaların sürüp gitmesi olumludur. Bunlar şüphesiz yeterli değildir.
Gerek Türk toplumunda, gerek Kürt toplumunda önemli toplumsal değişmeler de yaşanmaktadır. Bu değişmelerde hükümetin, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin büyük rolü vardır. Ama Başbakan’ın, Almanya’da, "Asimilasyon insanlık suçudur derken, Türkiye’de Kürtlere karşı bu suçu işlemeye devam etmesi toplumsal değişme süreciyle ve değişimin yarattığı havayla hiç bağdaşmamaktadır.
Hükümet Kürt sorununda olumlu adımlar atmalıdır. Hükümetin kendi iradesiyle tek taraflı olarak atacağı adımlar vardır. Ama bir de PKK önemli bir unsur olarak ortadadır. PKK’yi tasfiye etme anlayışı çok yanlıştır. Bu hem doğru değildir, hem de mümkün değildir. Barış ve Demokrasi Partisi’yle, PKK’yle bizzat görüşerek müzakere sürecini geliştirmek önemlidir.. Soruna, Avrupa’da, ABD’de, Irak’ta, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde, İran’da, Suriye’de değil, burada çözüm aranmalıdır.
Devlet, hükümet, din-cemaat, PKK, Kürtler ilişkilerinin ayrı bir yazıda ele alınması gerekecektir.

  
İsmail Beşikçi

Kürtler Kendi Eğitim Sistemlerini Oluşturyor

KCK Dil ve Eğitim Komitesi birinci konferansını 29 Eylül-2 Ekim 2010 tarihleri arasında gerçekleştirdi. “Dil bedendir, kültür bedendir, coğrafya bedendir, bedeninize sahip çıkın” sloganı ile yapılan konferansa Kürdistan’ın dört parçası ve yurtdışından 60 delege katıldı.

Açılış konuşmasının KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan’ın yaptığı konferansa konsey üyelerinden Sozdar Avesta ve Beritan Dersim’in yanı sıra PAJK koordinasyon üyesi Feride Alkan da katıldı.

KARAYILAN: KÜRTLERLE GÖRÜŞENLER TERCÜMAN TUTSUN

Karayılan açılış konuşmasında anadilin bir halkın her şeyi olduğunu ve dilin yasaklanmasının bir halka işkence yapmakla eş değer olduğunu belirtti. Özellikle 2000'li yıllardan sonra dil çalışmalarına çok stratejik yaklaştıklarını belirten Karayılan, “sadece, siyasi ve sosyal çalışmaların yanında işte dil çalışmaları da yapılsın diye yaklaşmadıklarını” belirterek, “Dilin bir halk açısından önemi tartışmasızdır. Biz de dil çalışmalarına bu düzeyde stratejik olarak yaklaşıyoruz” dedi.

Herkesin Kürtçe dilini yaşamın tüm alanlarında kullanması gerektiğini ifade eden Karayılan, “Kendi dilimizi kullanmak ve yaşamın her alanında geliştirmek için de kimseden izin istemek zorunda değiliz. Halkımız artık kendi dilini kullanarak geliştirecek durumdadır. Kürtlerle görüşenler, konuşanlarda gerekirse kendilerine tercüman tutarlar” şeklinde konuştu.

Kürtçe anadilde eğitim tartışmalarının yoğunca yapıldığı dönemde gerçekleştirilen konferansın sonuç bildirgesi de bugün yayınlandı. Bildirgede, KCK Dil ve Eğitim Komitesi’nin 1. konferansını Kürtçe üzerinde yoğun tartışmaların yapıldığı ve Kürt öğrencilerin Türkiye’de ana dilde eğitim talebiyle okulları bir hafta süreyle boykot ettikleri, Kürt özgürlük hareketinin eylemsizliği uzattığı bir süreçte gerçekleştirmesinin konferansın önemini daha arttırdığı kaydedildi.

DİL FAALİYETLERİ TZPK’DA YÜRÜTÜLECEK

Konferansta özellikle demokratik özerk sistemde dilin önemi ile bundan sonra Kürtçe dil çalışmalarının örgütleme modeli üzerinde duruldu. Yapılan tartışmalarda şimdiye kadar bu yönlü çalışmaların yürütüldüğü ve bu çalışmaların bir düzey kazandığı dile getirildi. Tartışmalar sonucunda bugüne kadar yapılan çalışmaların bundan sonra TZPK (Tevgera Ziman û Perwerdeya Kurdistanê) örgütlemesi altında yürütüleceği kararı alınırken, dil komitesinin de bu çalışmalara öncülük ederek, bu yönlü plan ve perspektifler sunması istendi. Dil ve eğitim komitesinin hazırladığı tüzük ve program da bu konferansta kabul edildi.

Konferansta Maxmur’daki eğitim sistemi de tartışılarak buradaki eğitimin daha da güçlendirilmesi için çeşitli kararlar da alındı.

Konferansın yayınlanan sonuç bildirgesinde de geçmiş süreçte dil çalışmalarına 'taktik düzeyde' yaklaşım sergilendiği belirtilerek özeleştiri yapıldı.

TÜM LEHÇELER İÇİN ÇALIŞMA

KCK Dil ve Eğitim Komitesinin gerçekleştirdiği konferansta Kürtçenin lehçeleri üzerinde de tartışmalar yürütüldü ve tüm lehçelerin eşit oranda geliştirilmesi için çalışmaların yürütülmesi gerektiği dile getirildi.

MAMOSTE MEDYA ONUR ÜYESİ KABUL EDİLDİ

Konferans PKK’nin öncü kadrolarından Ferhat Kurtay’ı Kürtçenin mücadelesinin sembolü, Mamoste Medyayı da onur üyesi olarak kabul ederken, dilin kullanımı ve geliştirilmesi konularında daha birçok karar aldı.

ALINAN KARARLAR

Konferansta dört gün süren tartışmalar sonucunda şu kararlar alındı:

1- Kürt halk önderi Abdullah Öcalan’ın düşüncelerinin yayılması ve tüm eserlerinin Kürtçenin tüm lehçelerine çevrilmesi ve dil ve eğitim üzerine olan görüşlerinin bir kitap halinde hazırlanması.

2- Asimilasyon ve oto asimilasyonun aşılması için demokratik ve özerk Kürdistan’da tüm yaşam dilinin Kürtçe olması, konuşmak, okumak, yazmak, hutbe, dükkan ve iş yerlerinin tabelaları, yine köy, şehir, mahalle, sokak ve Kürtlerin tüm yerleşim yerlerindeki ticari ilişkiler, pazar dilinin Kürtçe olması; Kürdistan’a yabancı birisi geldiğinde Kürtlerin ülkesine geldiğini bu şekilde hissedinceye kadar bu çalışmaların sürdürülmesi... Dil ve eğitim için başlatılan atılımın aralıksız olarak farklı eylemeselliklerle devam ettirilmesi... Bu çalışmaların Kuzey Kürdistan yanında Kürdistan’ın diğer parçalarında da yürütülmesi.

3- Dil ve eğitim sisteminde akademilerin rolü büyüktür. Kürtçenin sorunlarının aşılması için akademilerin açılması... İmkanlar ölçüsünde birkaç yerde dil, eğitim ve Kürtçe edebiyat akademilerinin açılması ve bunların arasında da bir yönetim sisteminin oluşturulması... Bu akademiler aynı zamanda toplumun eğitimi için öğretmenler yetiştirmeli ve ilk okuldan üniversiteye kadar kitap ve materyal hazırlamalı...

4- Demokratik Özerk Kürdistan’ın eğitim sistemi için Maxmur Kampı’nın tecrübelerinin göz önünde bulundurulması...

5- Kürtçenin lehçeleri Kürt halkının zenginliğidir. Bir lehçenin bir diğer lehçeden üstün görülmesi lehçe şovenizmi olarak görülür. Bunun için tüm lehçelerin eşit düzeyde geliştirilmeli ve her lehçe kullanıldığı yerde eğitim dili olmalı. Bunun için de tüm lehçeler arasında anlam kolaylığı yaratılması için ortak alfabeye ihtiyaç vardır. Bunun için gerekli çalışmaların yapılması...

6- Dil sorunlarının çözümü için ulusal dil konferansına ihtiyaç vardır. Bu konferansların yapılması ve başarılı sonuçlar vermesi için gerekli şeylerin yapılması...

7- Konferans gençlere yaşamda dilin koruyucuları olmaları ve geliştirmede öncülük etmeleri konusunda çağrı yapar.

8- Konferansımız aydınlara, emekçilere ve akademisyenlere dil ve eğitim sisteminin oluşturulması için çağrıda bulunur.

9- Konferansımız devlete ve AKP hükümetine inkar ve imha politikasını terk etme çağrısı yapar. Halkımız artık Kürtçe eğitim hakkını verip vermeyeceklerinin beklentisinde değildir. Çünkü halkımız artık kendisi Kürtçenin eğitim sistemini oluşturacaktır.

Türk Ordusunda Askere İşkence Görüntüleri(Video-Haber)

8 Ekim 2010 günü Facebook’a düşen bir görüntü insanın kanını donduran cinsten. Rütbeli iki asker erleri sıraya dizip tekme ve tokatla dayak atıyor.

Paylaşım sitesi Facebook’a düşen bir video büyük bir tepki topladı. Tepkiye neden olan video ise son yıllarda kışlalardaki şüpheli asker ölümleri ile gündemde olan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne (TSK) ait bir görüntü.

ASKERE SIRA DAYAĞI 


Hangi kışlada ve hangi tarihte çekildiği tam olarak belli olmayan görüntüler İzmir’de bir kafeden eklenmiş. Cep telefonundan çekilen görüntülerde rütbeli ya da üst devreden bir asker, 19 eri yatakhanede sıraya dizdikten sonra sırayla hepsine tokat atıyor. Ardından ya kendisi gibi rütbeli ya da emre itaat eden başka bir asker sırayla tokat atıyor. İkinci tokat seansı sırasında yakasında isim künyesi bulunan rütbeli asker tekmelerle askerlere saldırıyor.

TOKATTAN SONRA TEKME 


Bunun üzerine tekmelerle dayak seansı başlıyor. Rütbeli iki asker sırasıyla bütün askerlere tekme atmaya başlıyor. Tekmeler askerlerin karın bölgesinden yüzüne kadar geliyor. Bununla yetinmeyen rütbeliler bu kez askerlerden birisini alıp boğazını sıkıyor ve sonra yere fırlatıyor. Görüntülerde rütbelilerden biri sonra palaska ile askerlere vurmaya başlıyor.

ASKER ETRAFI GÖZETLİYOR 


Görüntülerde rütbeli askerin yakasındaki isim okunmuyor fakat yürüyüş ve konuşmalarına bakılınca sarhoş olduğu tahmin ediliyor. Rütbeli askerler, erlere dayak atarken yatakhane kapısının önündeki bir asker de etrafı gözetliyor. Ve tüm bu dayak süresi boyunca da askerler hazır olda bekliyor.

TUVALET DELİĞİ ÜZERİNDE ŞINAV 


Görüntüler Facebook’ta sadece 5 gün içinde yüzlerce kişi tarafından paylaşıldı. Görüntülere yapılan yorumlarda da bir hayli ilginç. Video’ya yapılan yorumlara göre bu görüntüler TSK’deki uygulamaları anlatmak için az bile geliyormuş.

Nick’i ‘Devlet’ olan (Arapça harflerle yazılmış) bir kişi askerlik anısını anlatıyor. İşte tüyler ürperten bir o anı: “Size bi anımı anlatayım askere gidenler bilir eline cetlis verirler ezberle diye okuma bileni var bilmeyeni var, ezberleyemeyene yaptıkları en kotü cezayı bilirim, tuvalete ayak koyduğumuz yere şınav pozisyonu aldırıp ezberletıolrlardı, 450 kişinn onünde yemediğin hakaret kalmıyodu, çavuşun onbasınn köpegi gibisin ama bunlar acemi birliğinde usta birliğinde yapamazlar”

ASKERE GİDİLMEZ Kİ 


“Böylesi görüntülerin Türkiye’de olduğuna inanamıyorum” şeklindeki yorumların yanı sıra, böylesi bir görüntüden sonra askere gidilmemesi gerektiğini söyleyenler de var.