2 Ekim 2010 Cumartesi

Avrupa’da Kürt Kadınları


Göçmen kadın sosyal danışmanı psikolog Anna Maria Roht, İsviçre’de yaşayan göçmen ve Kürt kadınlarının sorunlarını değerlendirdi: 1990’lı yılların başında mülteci olarak Avrupa’ya gelen Kürt kadın ile farklı uluslardan Avrupa’ya gelen kadınların buradaki sosyal yaşamları ya da sorunları büyük oranda benzerlikler taşıyor. İçe dönük dışa kapalı bir yaşam biçimi doğal olarak kadını dar bir yaşam alanı içine kitliyor. Dil sorunu başta olmak üzere gelenek ve göreneklerin ağır basması, erkeğin geldiği ülkede olduğu gibi her konuda baskın gelmesi ve ailede reis olarak kabul görmesi, sosyal ve ekonomik ilişkilerde atıl olması, üretim ilişkilerinde yer alamaması, çocuklarıyla arasındaki iletişim kopukluğu veya karşılıklı anlayışın gelişmemesi gibi birçok sorun var.


Birinci kuşak yabancı kadını zorlu bir yaşamla karşı karşıya kalıyor. Yalnızlık, sorunlarını bölüşebileceği ortamlarda yoksun olması, herhangi bir sosyal aktivitede bulunamaması zamanla psikolojik sorunlara yol açıyor ki, bu ve benzeri sonuçlar intihara kadar sürüklüyor. Madalyonun ikinci yüzü diyebileceğimiz dış etkenleri de sıralamakta yarar var. Çeşitli nedenlerden dolayı Avrupa’ya göç etmiş birinci kuşak kadınlara ilişkin yaşadıkları ülkelerde ciddi bir uyum politikası uygulanmadı. Onları sosyal alanlara çekecek projeler hemen hemen hiç gerçekleşmedi, kadının dışa dönük yüzü görmezden gelindi ve onlar bir nevi kendi kaderleriyle baş başa bırakıldı. Birinci kuşak, aynı zamanda yoğunluklu olarak Avrupa’daki yabancı kadınların ilklerin oluşturdu. Kendi kıyafetleri, dilleri, yaşam biçimleriyle tuhaf karşılanan kadınlar, büyük ölçüde dıştalandı ve yok sayıldı.

Avrupa’da uygulanan psikolojik ırkçılık, milliyetçilik ve ötekileştirme önce birinci kuşak kadınlar üzerinde uygulandı ya da bu kesim üzerinde başladı. Bu sonuçlar sözkonusu kadını tam bir cendereye itti ve kadının bütün dünyası evi oldu. Evde gördüğü şiddet, psikolojik baskı, yalnızlık vs. tam anlamıyla cezaevi koşullarını yarattı. Gerçekten bu koşullar çok ama çok zordur. Buna dayanmak ve dayanarak yaşamak ne kadar kötüyse, bir o kadar da büyük bir başarıydı. Ben buna herşeye rağmen Avrupalı kadında olmayan fedakarlık diyorum. Kürt kadını kendisine bir dünya yaratmayı başarabildi.

Politik Kürt kadını daha sorunsuz
Genel anlamıyla Avrupa’da yaşayan değişik uluslara mensup birinci kuşak kadınların karşılaştığı sorunlar ve çıkmazlar böyleyken, aynı kuşağa ait birinci ve ikinci kuşak Kürt kadınlarında birçok açıdan farklılıklar görmek mümkündür. Kürtlerin politik sorunları doğal olarak kadını da etkiledi. Bu sorunlara bağlı olarak Kürt kadınındaki arayışlar onları yan yana durmayı sağladı. Her ne kadar içe dönük bir yaşam biçimi birinci kuşak Kürt kadını içinde geçerliyse, politik sorunlardan dolayı ortaklaşma, dayanışma, birbirini sahiplenme, otokontrol, sosyo politik ilgi alanları gibi birçok faktör kadının kendisine olan güvenini arttırdı. Örneğin diğer uluslardaki kadınlar için kullandığım ‘cezaevi’ tabiri birinci kuşak Kürt kadını için yukarıdan sıraladığım nedenlerden dolayı aynı oranda geçerli değil. Sorunlarını bölüşebilmeleri, kendi aralarındaki sosyal ilişkilerde taviz vermemeleri, hayatı yaşadıkları sorunlardan dolayı adını koymasalar da politik, siyasal düşünmeleri, kız çocuklarının savaşcı olması ve onlara manevi bir güç vermesi, erkekle aralarında bir hukuğun oluşmasına vesile olması, aile içindeki misyonunun güçlü olması gibi birçok faktör, Kürt kadınlarını diğer birinci kuşak yabancı kadınlardan ayrı değerlendirilmesi gereken bir kaç başlıktır.

Dinamizm onları farklı kılıyor
Elbetteki karşılaştıkları sorunlarda ciddi bir değişiklik yok ama Kürt kadınındaki iç dinamizm onları farklı kılıyor. Örneğin İsviçre’de diğer uluslara mensup birinci kuşak kadınların psikolojik sorunları ve bu sorunlardan dolayı tedavi oranı her yüz kadında onaltı iken, bu rakam birinci kuşak Kürt kadınlarında üç civarındadır. Hatta birinci ve ikinci kuşak kadınlara göre aynı kuşaklara mensup Kürt erkeklerin psikolojik sorunları ve bununla ilgi gördükleri terapi Kürt kadınlarına göre daha yüksektir. En azında psikolojik sorunlardan dolayı emekliye ayrılmış erkeklerin oranı ile kadınların oranı arasında uçurumlar görmek mümkündür. Bu nedenleri ve sonuçları göz önünde bulundurduğumuz zaman, genel anlamıyla Kürt kadınının Avrupa’da yaşadığı sorunlar büyük ölçüde diğer uluslardaki kadınlarla bir benzerlik teşkil etse de, Kürt kadınının bu sorunları bakış acısı ve sorunlara çözüm gücü bulabilmeleri onları farklılaştırıyor. Sonuç olarak Bir, iki ve üçüncü kuşak Kürt kadını Kürt siyasetinin verdiği manevi güç ve bunun getirdiği sosyalleşme önemli bir çıkış noktasıdır. Örneğin bir Kürt kadını yüzlerce kadın ve erkeğin katıldığı toplantıları yönetebiliyor, seminerler verebiliyor. Ben hiçbir yabancı kadın topluluğunda bunu görmedim. Bu çok önemli. Bunun aynı toplumdaki kadınlar ve erkekler üzerindeki etkileşimi çok çarpıcı mükemeliyettir.

Kürt kadınının yaşadığı sosyal kırılma
İsviçre Kadın Sığınma Evleri Danışmanı sosyolog Monica Birigitta, İsviçre’ye gelen göçmen kadınları değerlendirdi: Birinci kuşak Kürt kadınlarına ilişkin çok fazla bir şey söyleyemeyeceğim. Çünkü birinci kuşağa mensup kadınlar ciddi oranda içe dönük yaşıyor. O dünyalarda ne gibi sorunların olduğu, akademik tespitler ve araştırmalarla açımlanabilinir. Bizimkisi bu konuya ilişkin ancak yapabildiğimiz olay ve olgulardan yola çıkarak tespitler olabilir.

İkinci ve şimdiki üçüncü kuşağa ilişkin size bazı şeyler aktarabilirim. Yabancı kadınlar özelde ise Kürt kadınları önemli ölçüde bir sosyal kırılma ya da tam anlamıyla kendisiyle barışık olmayan bir sendrom yaşıyorlar diyebilirim. Bunun en önemli nedeni; kültür, inanç, dil, gelenek ve göreneklerin taşıyıcısı oldukları, çocuk eğitiminde veya sorumluluğunda erkeğe göre daha fazla misyon yüklenmeleri gibi birçok etken ve bu etkenlerin altında hakim olmadıkları farklı bir topluma ve farklı bir ülkeye yerleşmeleri onlarda köklerinden koparılmış bir hissi güçlendiriyor. Evet özellikle Ortadoğu ve Asya kadınlarını yaşadıkları coğrafyadan kopardınız mı, bu onlar için bir yıkım oluyor. Aynı coğrafyada kökleri üzerinde yükseldikleri için birçok konuda fazla kaygı duymuyorlar. Ama aynı kadını, farklı ve kendileri açısından keşf edilmemiş bir topluma koyduğunda, bu onlara özellikle taşıyıcılık konusunda büyük sorumluluklar yükler. Hakim olmadıkları bir alanda yapacak çok şeyleri olmadığı için ve kendi değerleri eriyip gittikçe sendromsal dönemler veya nöbetler baş gösteriyor. Bence en önemli sorun budur. Yoksa aile içi şiddet, boşanma, erkek egemenliği, kuşaklar çatışması, içe dönük yaşam, sosyal alanlara kapalı olmaları gibi birçok sorun genel anlamıyla yerli ve yabancı kadınların yaşadığı temel sorunlardır. Bu sorunlardan biri diğerinden ağırlıklı olabilir ama bu genel anlamda önemli değişiklikler içeremez.

Kuşaklar arası sağlıklı geçişler olumlu
Üçüncü kuşak Kürt kadınları, birinci ve ikinci kuşağa göre birçok avantaja sahip. Çünkü onlar burada yetişiyor ve burada büyüdükçe birinci ve ikinci kuşak yani anneleriyle aralarındaki mesafeyi açıyorlar. Bu olumlu mudur yoksa olumsuz mudur? Olumludur, çünkü onların üzerinde annelerinden olduğu gibi bir toplumsal baskı yok, özgüvenleri daha güçlüdür, kadercilikten ziyade real bir yaşam biçimini benimsiyorlar ve buna benzer tüm etkenler üçüncü kuşağı buradaki yaşama daha aktif katıyor. Ortadoğu dolayısıyla Kürtlerde ve Asya toplumlarında önemli bir yere sahip büyük aile olgusu ve aile değerleri hızla yıpranmaya başlıyor.

Aslında birinci ve ikinci kuşak Kürt kadınların diğer topluluklardaki kadınlarda olduğu gibi sorunu üçüncü kuşakları ve onların yaşadığı yaşam biçimleridir. Çünkü yüz yıllardır taşıyıcı oldukları bir kültürün kendilerinden sonra erimesini görmeleri, onları psikolojik olarak ciddi anlamda tehdit ediyor. Her şeye rağmen bu Kürtler de yavaş ilerliyor. Bunun en önemli nedeni Kürtler geldikleri coğrafyanın sorunlarını kendileriyle birlikte getirdiler ve bu sorunları diri tuttular. Doğal olarak yaşamlarının içinde büyüyen üçünücü kuşak gençler, bir nebze de olsa anneleri dolayısıyla kökleri üzerinde yan yana durabilme gücünü gösterdiler ve bu tüm sorunlara rağmen devam ediyor. Bunu olumlamamak sosyolojiye ters düşer. İyi ve sağlıklı geçişler olduktan sonra bu yaşam biçiminin devam etmemesi mümkün değil. Eğer bu ve benzer konularda birinci, ikinci ve üçüncü kuşak kadın ve erkeklere konu hakkında eğitimler verilirse, projeler üretilirse ve en önemlisi geçiş aşamaları karşılıklı empati içinde gerçekleşirse, Kürt toplumu dolayısıyla kadınları büyük başarıya imza atmış olurlar. Ki, bunu devletlerin entegrasyon politikaları bile başaramaz. Kürtlerdeki sosyal gelişimi göz önünde bulundurunca bunun mümkün olduğunu gözlemleyebiliyorum. Bence geleceğe yönelik çıkış yolu buradan geçiyor. Önemli olan kocaman bir toplumda bireylerin yaşadığı bir kaç olumsuz örneği toplumsal gelişimin önüne koymamaktır ve bu olumsuzlukları tedavileriyle birlikte büyütmemektir.

Birinci kuşak kadınlar daha cesaretliydi
Elif Gölgeli, İsviçre’de yaşayan birinci kuşak Kürdistanlı kadınlardan biri. 1976’da İsviçre’nin Basel şehrine geldiğinde henüz 22 yaşındadır. Kırk yıldır İsviçre’de yaşayan Gölgeli, ilk günlerin zorluklarını anlatırken derinlere dalıp, duygulanmaktan kendisini alamıyor. Geldikten kısa bir süre sonra ona bir otelde iş bulunmuş. Dil ve yol bilmeyen Gölgeli, o günlerini şöyle anlatıyor: „İnsan görmekten korkuyordum. Birileri bana bir şey sorar diye korkuyordum. Her şeye yabancıydım. Kimseyle konuşmuyorum, kimsenin benimle konuşmasını istemiyorum. Bir süre sonra sesimi unuttu. O günlerde hiç olmadığı kadar köyümü, ailemi, dilimi ve yaşıtlarımı özledim. Hiç unutmuyorum, bana memlekette bir Yılmaz Güney kartpostalı geldi. Tek tanıdık oydu burada benim içim. Günlerce bakıp ağladım Yılmaz Güney’e.“

Yaşamın her alanında zorluklar çektiğini belirtelen Gölgeli, zaman zaman psikolojik sorunlar yaşadığını ama derdini kimseye açamadığını dile getirmeden geçemiyor. 1980’lere doğru Kürt ailelerin gelmeye başladığını söyleyen Gölgeli, onlarla yan yana gelip memleket anılarını paylaştıklarını belirterek, „benim için en güzel anlar bu anlardı. Hep dayanışma içindeydik. Birbirimize değer veriyorduk ama sabah olduğunda herşey yeniden başlıyordu ve biz hafta sonunu büyük bir özlemle bekliyorduk“ şeklinde konuşuyor.

İlk Kürt derneğinde kadın izi
Maraş katliamı ve ardından gerçekleşen 12 Eylül askeri darbesiyle otuz, kırk aileye yakın bir Kürdistanlı kitlesinin Basel’e geldiğini belirten Gölgeli, eşi Hıdır Gölgeli’nin 1979 sonunda kendisine dernek önerisinde bulunduğunu belirterek, şunları söyledi: „Ben de ‘iyi olur. Bir araya geliriz. İnsanlar birbirlerine yardım eder’ dedim. Hemen yer aramaya koyulduk. Sadece hafta sonları açabileceğimiz bir yer bulduk. Ben oraya çok emek verdim ama çok iyi de oldu. Çünkü insanlarımız dolup taşıyordu ve yalnızlığımız bir nebze de olsa burada azalıyordu.“

1981 yılında derneğin dar geldiğini ve daha geniş bir dernek bulduklarını belirten Gölgeli, „o dönem şehit Sabri Dirlik geldi. Onun gelmesiyle derneğin Kürt siyasetine evrildi. Eşim Hıdır Gölgeli artık yabancılar arasında Kürt temsilcisi olarak tanınıyordu ve biz Kürt mücadelesi için çalışıyorduk. İnsanlar çok büyük ilgi gösteriyordu“ şeklinde konuştu.

Derneklerle kadınlar dışarı çıktı
Derneğin en çok da kadınlar için yararlı olduğunu belirten Gölgeli, bu konuda da şunları dile getirdi: „Çünkü biz bir yere çıkamıyorduk. Ama dernek olunca hem dışarı çıkıyorduk hem de kadınlar olarak biraraya geliyor, sohbetler edip hasret gideriyorduk. En güzeli de 1981’de bir restorantta yirmi kişiyle birlikte ilk Newroz gecemizi yaptık. Çok güzel oldu. Çok değerliydi benim için.“ Gölgeli, kadınların kendi aralarındaki sosyal bölüşümün aslında Berxwedan gazetesiyle başladığını da sözlerine ekliyor. Köln’e eşiyle birlikte gidip gazete getirdiklerini ve dağıttıklarını belirten Gölgeli, „derneğe gelenlere okuyorduk sonra da tartışıyorduk. Her şey, herkes için ilginç ve yeniydi. Özelikle kadınlar buna çok çok seviniyordu“ diyor.

Birinci kuşak kültürlerine bağlıydı
Günümüz ikinci ve üçüncü kuşak Kürt kadınlarına ilişkin sorduğumuz soru, Gölgeli derinden çektiği bir „of“ ile karşılık buluyor. Bugün kadınların fazla zorlukla karşılaşmadığını belirten Gölgeli, son olarak şunları belirtiyor: „Emeğin değerini, bölüşümü ve fedakarlığı bilmiyorlar. Bizim çektiğimiz acıların ondan birini görmediler. Herşeyden önce burdaki kadınlar cesur ve kendilerine inanan kadınlar değil. Biz yol yolak ve dil bilmediğimiz halde bir kuyuya atıldık ve çıkmasını bildik. Eski kadınlar çaresizdi ama korkak değillerdi. Emeğin değerini biliyorlardı ve kültürlerine daha çok bağlıydılar.“

Hazırlayanlar: ALİ ONGAN-SELMA AKKAYA-DENİZ BİLGİN

Asıl Karargah, Philedelphia'da ..

"Komplonun esası Avcı'yı susturmaktır"
  
14 Eylül tarihinde işlerim dolayısıyla İsviçre’ye gitmiştim. 21 Eylül’de yapılan tutuklamaların basına yansımalarını görünce şaşkınlıktan küçük dilimi yuttum. Özellikle Samanyolu TV edepsiz bir kolaj yaparak ya da polisten alıp yayınlayarak müthiş bir terör örgütünün İstanbul polisi tarafından ortaya çıkarıldığını haber veriyordu. Legal bir partinin başkanı ve yürütme kurulu üyeleri, dergi çevrelerinden insanlar yazarlar terörist diye tutuklanıyor ve benim de operasyonu önceden öğrenerek yurt dışına kaçtığım anlatılıyordu. Hem de nasıl?

Emniyetçi Hanefi Avcı’nın, Necdet Kılıç’a, onun Doğan Fırtınaya, Fırtına’nın da bana haber vermesi sonucu ben operasyondan haberdar oluyorum ve “örgüt arkadaşlarımı durumdan haberdar etmeden” operasyondan bir hafta önce yurt dışına legal yollardan firar ediyorum! Beni adım adım izlemekte olan İstanbul polisi ise normal yollardan çıkış yaptığım Sabiha Gökçen Havaalanı’na kadar izimi süremediği için olsa gerek, üzerinde Salih Mahir Sayın yazan kimliğimle uçup gidiyorum.

Mesele ne imiş? Devrimci Karargah denilen örgütü yönetmekte imişim ve Hanefi Avcı’da bu örgütle ve benimle bir biçimde ilişkili ki, beni uyarıyor. Ama “ben değişik partilere/örgütlere dağılmış” arkadaşlarımı uyarmıyorum! Ben kaçıyorum onlar tutuklanıyor. Hepsinden komik olanı da H.Avcı beni kurtarmak için(!) kendini böylesine riske atarak tutuklanmayı bekliyor? Madem kaçmak gerekli bir yol, kendisi neden kaçmıyor ve susturulmasına izin veriyor? Benden başka önemi olan hiç mi başka insan yoktu ki onlara haber verilmiyor?

Bunlar normal aklın yanıtlayabileceği sorular değil. Bu ancak telaş içerisinde senaryo hazırlayan Terörle Mücadele Dairesi görevlilerinin kendilerini ikna edebilir. Ama işin ilginç yanı bu akıl kabul etmez senaryoyu hukuk okumuş savcı ve hakim de kabul ediyor ve 13 kişi bir çırpıda tutuklanırken dört gün sonra onlara Hanefi Avcı da ekleniyor. Demek ki, H. Avcı’nın iddiaları doğru Cemaat devlet kurumları içerisinde öylesine yan bir hiyerarşi oluşturmuş ki, en akıl almaz senaryolarla bile insan tutuklanabiliyor. H. Avcı da “tutuklanmam iddialarımı doğrulamıştır.” demişti.

Her şeyden önce beni bir araya getirdikleri SDP benim daha önce ayrıldığım ve aramızdaki sorunların çözülmemiş olduğu bir parti. Bunu dünya alem bilir. İkincisi benim Devrimci Karargah adlı örgütle polisin de çok iyi bildiği gibi uzak yakın hiçbir ilişkim, elemanlarıyla tanışıklığım, görüşlerine yakınlığım söz konusu değildir ve onlara benzer görüşleri 40 yıl önce eleştirmişimdir. Ama aradan şunu söyleyeyim, mücadele biçimlerini doğru bulmayacak olsam da ezilenlerin oligarşiye karşı gösterdikleri her türlü tepkinin de meşru olduğunu kabul ederim. Dolaysıyla bu örgütle sorunum meşruiyet meselesi değildir. Sorunum benim on yıllardır savunduğum farklı bir sosyalizm ve mücadele anlayışındadır.

Daha bitmedi. Benim Hanefi Avcı ile bırakalım aynı örgütünün içinde veya yakınında durmayı, sanırım aynı caddeden bile geçmişliğim tartışılabilir. Kurtuluşçulara işkence yapmış eski bir emniyetçi olması dolaysıyla varlığımdan haberdar olabilir ama işkencecim bile olmamıştır! Bense onu, Susurluktan beri Emniyet içerisinde cereyan eden işler konusunda açıklamalar yaptıkça, siyasal islamcı kesimin kurumları ele geçirme çabaları arasında atama ve tasfiyeler yapılırken, izleme şansına sahip oldum.

Bu kadar alakasız duran insanların nasıl oldu da yolları böyle bir davada kesişti?

Basında yer alan haber ve senaryolardan derleyebildiğim sonuç şu:

Necdet Kılıç, daha önce işkencecisi olan Hanefi Avcı’nın işkence yaptığı insanlardan özür dilemesi sonucu onunla tanışıyor. Ve bu ilişki daha sonra örgütsel bir ilişkiye dönüşüyor. Bu örgütsel ilişkiye dair bahsi geçen tek bir olay ve bol miktarda da Avcı’nın bir kadınla olan ilişkisi, telefon alışverişleri geçiyor. Bahsi geçen tek örgütsel ilişki, Avcı’nın 21 Eylül 2010 tarihinde yapılacak olan Devrimci Karargah operasyonunu haber alıp örgütü bu operasyona karşı uyarması. Bu uyarı Necdet Kılıç üzerinden M. Sayın’a ulaşıyor ve o da gerçek kimliğiyle Sabiha Gökçen Havalanından polisinin gözü önünde fi-rar e-di-yor... Burada artık kavramlar birbirine tahammül edemeyip dağılıp gidiyorlar.

Bu durumun bir tek mantıklı izahı olabilir emniyet benim gitmemi istedi ki, arkadan, “örgütün lideri elimizden kaçtı, ah bir kaçırmasaydık ne sırlar dökülecekti ortaya bir bilseniz!” diyebilmek için buna izin vermiş olabilirler. Senaryo bu olsa bile, H.Avcı’nın bana bilgi ulaştırdığı ne ile kanıtlanmaktadır? Benim, bana iletilen haberden haberim yok! Bu haber ne zaman gelmiş? Avcı bu işi ne zaman tespit etmiş de beni uyarmış? Eğer Hanefi Avcı operasyonu kitabını yazmadan önce ya da tam yazdığı sıralarda, Temmuz Ağustos aylarında tespit etmiş ise ve beni bu tarihte uyarmış ise, ben hala Türkiye de ne arıyorum? Ağustos ayının 14’ün de ben Kuşadası’ndan Sisam adasına üzerinde ismim olan kimliğimle günübirlik gidip geldim. Biliyorsam neden geri geldim?

Eğer Hanefi Avcı bu operasyonu, operasyona hemen yakın tarihlerde tespit etmiş ve bildirmiş de, ben de, operasyondan 1 hafta önce “firar” etmiş isem yine cevapsız bir soru ortada kalır. Ben o zaman nereden bilip de Eylül’ün 2’sinde Pegasus havayollarından kesin bilet aldım?

Komplonun esası Avcı’yı susturmaktır

Nereden bakarsanız ipe sapa gelmez bir senaryo. Bütün mesele, H. Avcı’yı susturabilmek için bir örgüt bağlantısı uydurma ihtiyacından kaynaklanmaktaydı. Bunun için de büyük bir olay varmış havası yaratabilmek için birkaç çevreyi birden işin içine çekecek ama kendisi de sansasyona uygun bir isim bulunması yoluna gidildi. Bence pek bilinemeyecek olan nedenlerle ortaya çıkışıyla çökertilmesi arasında çok zaman geçmediğini basında izlemiş olduğum Devrimci Karargah ismi bu iş için uygun bulundu ve ben de bu örgütün “üst düzey yöneticisi” yapılmak suretiyle oynanmak istenen oyun sahnelenmeye başlandı. Artık gerisi zor değildi. Necdet Kılıç eski bir Kurtuluşçu olarak beni tanırdı ve Hanefi Avcının dinleniyor olması -Avcı bu durumu bakanlığa şikayet ettiğini ve hiçbir yanıt alamadığını daha önce gazetecilere anlatmış- dolaysıyla polis tarafından dinlenildiği için de benimle olan ilişkisi kolayca bulundu. Zaten çok aranması gereken bir ilişki de değildi. Aynı çevrenin insanlarının birbirleriyle bir biçimde ilişkilenmiş olmaları kadar doğal ne olabilir.

Mersin 1980 öncesi Kurtuluş hareketinin nispeten kalabalık olduğu bir yerdi. Mersinli Kurtuluşçular her yıl adına pilav günü dedikleri bir günde bir araya gelir ve yer içer, sohbet ederler. Beni de başka insanlar yanında hep çağırdılar ama gitmek nasip olmamıştı. Bu yıl yine bu davet Necdet Kılıç tarafından bana iletildi ve Ekim’in 2’sinde başka eski arkadaşlarımızın yanında ben de yapılacak olan yemeğe katılacağımı bildirdim. O da biletimin rezervasyonunun yaptırdı. “Kaçacak” olan insanın yaptığı masraflara bakmak gerekiyor!

Sosyalistler ilk kez devletin böyle bir komplosu ile yüz yüze gelmiyorlar. Bütün tarihlerde direnişçiler zalimlerin komplolarıyla uğraşa uğraşa ilerlemişlerdir.

28 Şubat sürecinde de Çevik Bir’in ünlü “andıç”ının muhatabı olmuştum. O zamanlar Ergenekoncular muhalif gördükleri kimi politikacı ve gazetecilerin itibarını düşürmek, esasında da öldürülmelerini sağlamak üzere bir liste hazırlamışlar. Ve Akın Birdal bu listenin infaz edilmeye kalkışılan ilk ismi olmuştu. Daha sonra Fehmi Koru da benim için “Mahir Sayın iyi ki, yurt dışındaymış o zaman!” diye yazmıştı. Yani yurt içinde olsa o da A.Birdal’ın akibetine uğrardı demek istemiş olmalı.

O zaman bizleri andıçlayan Çevik Bir gün geldi rezil olup insan yüzüne çıkamaz oldu. Şimdi iş o ortaklarının bir kısmı da çevirdikleri tezgâhların hesabını vermeye uğraşıyor. İt iti ısırmaz derler ama bunlar ısırıyorlar birbirlerini de.

Hanefi Avcı ne yapmıştı da bu muameleyi hakketti?

AKP Hükümeti Ergenekoncuların hesabını görüyorum diyerek tüm muhaliflerini, ayağına takılan ne varsa bu vesileyle temizlemek ve totaliter bir devleti kurmanın çabalarını sekiz yıldır sürdürmektedir. Bu parti ABD emperyalizmi tarafından Ortadoğu’da Genişletilmiş Ortadoğu Projesi çerçevesinde öngörülen ılımlı islam modelinin misyon partisi olarak seçilmiştir. Her ne kadar bu proje bugün artık geçerliliğini yitirmiş olsa da AKP öngörülen misyonun sağladığı avantajla Türkiye’nin gelecek yıllarını da ipoteği altına almaya çalışmaktadır. Yapmak istediğinin emperyalist çıkarlarla tam bir örtüşme içinde olması, uluslararası sermayenin ihtiyaç duyduğu taşların bağlı köpeklerin serbest olduğu totaliter bir rejimi demokrasi kılığı altında kurması ABD emperyalizminin de doğrudan desteğini almaktadır.

12 Eylül darbesi yapıldığı zaman, geleneksel tarımın yıkılacağı, kırlardan şehirlere büyük bir göçün başlayacağı, şehir hayatının muhafazakârlaşacağı biliniyordu. Sermaye için örgütsüz, uysal ve ucuz işgücü oluşturacak bu kitleler zaman içerisinde önceki on yıllarda olduğu gibi toplumsal altüst oluşun da nedeni olabilirdi. Onun için bunların bulundukları ideolojik ve politik formasyon içerisinde örgütlenmeleri ve kendisini yeniden üretmesi sağlanmalıydı. Katil Evren’in şehir şehir gezerek, babasının imam olduğunu, kendisinin de sübhanekenin yanında elhamı bile bildiğini anlatması, konuşmalarının içerisine kimi ayetleri olur olmaz yerleştirmesi işte bu muhafazakâr yapının temellerini atmak içindi.

12 Eylül samanlığında beslenen ve kendini yeniden üreten bu muhafazakârlığın önüne daha o tarihlerde Fethullah Gülen geçirilmişti. Birbirini izleyen gerici-muhafazakâr hükümetler döneminde bir yandan muhafazakârlık böyle bir önderlik etrafında beslenirken diğer yandan da Kemalist militarist gelenek özellikle Kürt halkının özgürlük mücadelesine karşı bilenerek geliştirilmeye çalışıldı ve nihayet Türkiye toplumu laik-dinci çatışma aralığına sıkıştırıldı. Halk bu kısılma içinde bir o yana bir bu yana savrulurken işbirlikçi sermaye de varoluşunun en mutlu tarihlerini yaşadı.

Üstü bu tür yapay bölünmelerle örtülmeye çalışılsa da Neoliberalizmin yarattığı çelişkiler öylesine derindi ki, ideolojik hegemonyanın yetmeyeceği noktalara ulaşılacağı kuşkusuz beklenmekteydi. Hele Kürt halkına karşı sürdürülen kirli savaşın yarattığı öfkenin günün birinde gelişen genel muhalefetle birleşerek bir patlama noktasına ulaşabileceği korkusu durumu daha da ağırlaştırmaktaydı. Onun için askeri rejimin geride kalmaya başladığı yakın tarihte demokrasi örtülü totaliter bir rejimin inşa edilmesi gerekiyordu. Ne var ki, çağdaş dünya demokrasiyi daha yüksek bir değer olarak öne geçirmekte ve yığınların rejimin şeklini belirlemede daha etkin roller oynaması, Güney Amerika deneyinde görüldüğü gibi her gün daha öne çıkmaktaydı. Bunun önüne geçmede kullanılan en belli başlı yöntem, totatliter/faşist rejimlerin karakteristiğini oluşturan varolan kurumların kendi hiyerarşilerinin dışında bir kere daha totaliter yapılanmalar tarafından denetlenmesiydi. Bu durumda kurumun belli bir denetime tabi olan (hukukun denetleyebileceği) normal hiyerarşisi müdahaleci örgütlenmenin araya soktuğu denetleyici öğelerle kesintiye uğratılmakta ve kuruma totaliter örgütlenmenin istediği denetlenmesi mümkün olmayan keyfi davranış biçimlerinin dayatılabilmesi olanaklı olabilirdi.

İşte H.Avcının fark ettiği/bildiği bu gelişme idi. Polis teşkilatı imamlar tabir edilen kişiler etrafında oluşturulan yan bir hiyerarşi ile denetim altına alınmıştı. İşin daha vahimi, Avcı bu iddiasının askeriye, yargı ve diğer kurumlar için de geçerli olduğunun altını çiziyor ve doğrulaması da adı geçen kurumların içinden geliyordu. Avcı belli bir meslek mensubu olarak belki sadece kurumunun işleyişini o kuruma ait kurallara dayandırmak için böyle bir adımı atmış ve onun için de kitap yazarak bu gelişmeyi açığa çıkarıp engelleyebileceğini sanmış olabilir.

Avcı’nın bu işe girişirkenki motivasyonun üzerine bin bir türlü hikayeler anlatılmakta ve kamuoyu bununla uyutulmaya çalışılmaktadır. Bunlar ne olursa olsun bizim için analiz açısından hiçbir öneme sahip değildirler. O farkında olsun veya olmasın onun nesnel olarak yaptığı iş Türkiye için geçerli tüm bir neoliberal projeye, özünde ABD emperyalizminin tekerine çomak sokmaktır. İşte bu suçların en ağırıdır ve o şimdilik susturulmak üzere tutuklanmıştır. Ama şunun da çok muhtemel olduğuna artık kuşku duymuyorum: Bu geçici susturmayla yetinmeyip ebedi olarak susturulabileceği de birileri tarafından kulağına fısıldanmıştır.

Biz de komplonun ana karargahını deşifre edelim

Asıl Karargah, karşı devrimci karargah RT Erdoğan’ın karşısında elpençe divan durduğu, referandum başarısındaki katkıları dolaysıyla selamlar gönderdiği Philedelphia’nın ağlayan adamının etrafında kurulmuştur. Bana ne zaman Türkiye’ye dönüp polise ifade vereceksin diye soranlara önce bu soruyu kendi patronlarına sormaları gerektiğini hatırlatmak isterim. Bense komployu biraz açıklığa kavuşturalım, Avcı gibi konuşmaya başlamadan susturulma riskinin engellerini biraz aşalım, bedeli ne olursa olsun orada olacağım.

Türkiye AKP eliyle karanlık günlere sürüklenmektedir. AKP’nin demokrasi palavrası tutmuş ve sosyalist safları delecek kadar etkili olmuştur. Zaten şovenler, sosyal şovenler deryası olan Türkiye’de bu korku yüzünden bir kez daha Ergenekonlara sığınanları yine onların günahlarının cezası olarak görmekten kendimi alamıyorum. RTE ne zaman çözüm ve barış dese, işler bir anda daha çözümsüz hale gelmekte, savaş tehlikesi kat be kat artmaktadır. Şimdi Anayasa oylamasında elde ettiği güvenoyu ve yeni yasal kolaylıkların sağladığı imkanla ile geleceği garanti etmiş olmasın güvencesi içinde önce Kürt halkına, ve o dolayımdan da Tüm Türkiye halklarına, ABD, Barzani, Irak ve hatta İran’ı da dahil ederek yeni bir cehennemi dönem hazırlamakta olduğuna kuşku duymuyorum. Planın da şu kadar basit olduğuna kuşku duymuyorum: Barış ve Kürt halkını tanıma diyerek PKK gerillasını Türkiye dışına çıkarmak ve mazlum Tamil halkına karşı sürüdürlen kanlı saldırıların verdiği cüret ve umutla müttefikleriyle birlikte üzerini çullanıp orada boğmak. Özgürlük hareketinin deneyiminin böyle adi oyunları yutma sınırını çoktan aşmış bulunduğuna inanıyorum.

Karargah operasyonunu işte bu gelişmelerin ön sayfası, onların hazırlığı ve ittifaklarını dağıtmak olarak okuyabilirsek gerçeğe daha yakın düşer ve bu oyunu boşa çıkarmak için yapılması gerekenleri daha iyi görürüz.

Karargah davası tüm sosyalistlerin, devrimcilerin, demokratların ortak çabalarıyla birleşik bir karşı çıkışa dönüştürülmeli ve komplo üreticilerinin suratına çarpılmalıdır.

Mahir Sayin
 
Birgün Gazetesi