30 Eylül 2010 Perşembe

Luluların Tarihteki Yeri



Lulular, Yukarı Mezopotamya'da yaşayan, tarihi bilinen en eski toplulukların başında gelmektedirler. Ariyenik toplulukların devamcılarıdırlar. Ariyen dil ve kültürün yayılmasında ve gelişiminde diğer proto-Kürtler gibi Lulular da önemli rol oynamışlardır. Bilindiği gibi Aryen dil ve kültürü bir tarım kültürüdür. Uygarlığın beslendiği, üzerinde kurulduğu bir kültürdür. Bu kültürün filizlenip, geliştiği çekirdek bölge ise Yukarı Mezopotamya yani bugünkü Kürdistandır. Toplumsallığın ilk kez bu coğrafyada şekillendiği bilimsel araştırmalarla da kanıtlanmıştır. Özellikle etimolojik, etnolojik ve arkeolojik çalışmalar sonucunda kesinlik kazanmış ve genel kabul gören bir husustur. Kürtlerde bu kültürün hem öncesinde hem de sonrasında hep bu coğrafyada yaşamışlardır. Yani Kürtlerin ataları bu coğrafyada klandan toplumsallığa geçmiş ve günümüze kadar bazı değişimlere uğrayarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Kürtlerin ataları olarak kabul görülen otantik topluluklardan biride Lululardır.

Luluların, Kürtlerin ataları olduklarına dair güçlü bulgular ortaya çıkarılmıştır. Özellikle bazı doğubilimcilerin bu konudaki araştırmaları sonucunda ortaya çıkardıkları tespit ve bulgular Kürtler ile Lulular arasındaki bağı işaret etmektedir. Ayrıca Luluların Kürtlerin ataları olduklarına dair birçok tarihçi de aynı görüşleri paylaşmaktadırlar. Bu konuda etimolojik alanda da önemli saptamalar yapılmış ve Lulular ile günümüz Kürtler arasındaki bağ büyük oranda aydınlatılmıştır. Özellikle bugünkü Kürtçenin Lorca lehçesini konuşan Kürtler ile Lulular arasındaki bağ üzerinde durulmuş ve önemli bulgular da elde edilmiştir. Bu lehçenin bin yılları aşkındır bugünkü Doğu Kürdistan'ın bazı bölgelerinde konuşulduğu bilinmektedir. Konuyla ilgili tarihçilerin bu bağın kurulmasında neden olarak gösterdiği en önemli gerekçe Kürtçenin lorca lehçesini konuşan Kürtlerin yaşadığı coğrafya olan Doğu Kürdistan (Kırmanşah, Hemedan ve Loristan bölgesi) Luluların da M.Ö 2500'lerden, M.Ö 612'lere kadar (bu tarihle beraber Medlerin hakimiyeti altına girmişlerdir) aynı adla bu coğrafyada yaşamış olmalarıdır. Sonrasında ise aynı coğrafyada günümüz Kürtçenin Lorca lehçesini konuşan Kürtler olarak tarih sahnesinde yerlerini almışlardır. Bunlar önemli bulgulardır. Dolayısıyla Luluların Kürtlerin ataları oldukları hususunda aydınlatıcı tespitler olmakla beraber Kürt halkının tarihsel gerçekliğinin ve uygarlık tarihindeki yerlerinin bilinmesinde katkı sağlayıcı gerçekliklerdir.

Luluları daha iyi tanımak için kuşkusuz kronolojik tarihini ve oluşum özelliklerini yakından incelemek gerekir. Fakat buna geçmeden önce Luluların tarih sahnesine nasıl ve hangi şartlarda çıktıklarına ve tarih sahnesine çıktıkları dönemde bölgedeki siyasi oluşumların nasıl olduğuna kısaca bakmakta yarar vardır.

LULULARIN TARİHTEKİ YERİ

Luluların tarih sahnesinde görülmesi M.Ö 2500 ile 2000 yılları arasına denk gelir. Bu dönemde Lulular, bir kabile konfederasyonu olarak şekillenmekte, Bölge siyasetinde etkili olmaya ve güçler arası dengede (siyasi, ekonomik ve askeri) varlığını hissettirmeye başlamıştır. Luluların doğuşunu tetikleyen veya kabilesiyle oluşumdan, konfederasyonlaşmaya erişmelerinin asıl nedeni Gutilerde de görüldüğü gibi köleci Akad İmparatorluğunun emperyalist-kolonyalist yayılmasıdır.

Bu tarihte uygarlık merkezi halen Mezopotamya'dır. Ve bunun öncülüğünü de Sümerlerin ülkesini işgal eden Sami kökenli Akadlar yapmaktadırlar. Akadların h‰kimiyet alanı ise aşağı Mezopotamya'dır. Yukarı Mezopotamya'da Aryenik kültürlü toplulukların bir kolu olan Hurilerin devamcıları proto-Kürtler yaşamaktadırlar. Dolayısıyla Aşağı Mezopotamya'da uygarlığa (köleci uygarlık) öncülük eden ve sürekli yayılan, h‰kimiyet alanını genişletmek isteyen (ilk h‰kimiyetini geliştirmek istediği coğrafya Kürdistan'dır. Bunda yeraltı ve yer üstü kaynakların bolluğu en önemli saldırı gerekçesi olarak gösterilebilir) Akad Devleti; diğer yandan, yani karşısında ise Yukarı Mezopotamya'da neolitik kültürü sürdüren özgürlükçü kabileler yaşamaktadırlar. Her iki tarafta birbirine zıt yapıya sahiptirler. Yukarı Mezopotamya ile Aşağı Mezopotamya'da yaşayan bu topluluklar arasındaki bu zıtlık özellikle ekonomik, ticari ve siyasi olarak yansımaktadır. Biri kısa bir süre önce uygarlık merkezini eline geçirmiş ilk çağın kölecilik sistemine öncülük yapmakta olan köleci bir devlet. Dolayısıyla ekonomik, mimari, askeri ve siyasi öncülükleri de elinde bulunduran ve gittikçe daha çok merkezileşmekte olan bir sistem. Yukarı Mezopotamya'da ise daha neolitik kültürü aşamamış (ki uygarlığı doğuran bu neolitik özlü topluluklardır. Neolitik kültürün mek‰nı ise genel olarak Yukarı Mezopotamya olarak bilinen ama özelde Verimli Hilal olarak adlandırılan günümüz Kürdistan coğrafyasıdır. Uygarlığın temel ihtiyaçları asıl burada icat edilmiş ve Aşağı Mezopotamya'ya taşınmıştır) köleci uygarlığın zoruna ve zihniyet yapısına yabancı olan, genelde h‰kimiyet altına girmemekle direnen komünal özgürlükçü topluluklar yaşamaktadırlar. Ayrıca Akadlıların elindeki nitelik olarak daha gelişkin olan ekonomik, askeri, mimari, siyasi ve ticari gelişmeler ise bu topluluklarda fazla güçlü değildi. Fakat doğal kaynakların fazla olması ve doğudan-batıya geçiş güzerg‰hı olması sebebiyle coğrafyanın önemi de ortadadır. Kürdistan'ın bu özelliğinden dolayı daha o zamanlardan günümüze kadar sürekli üzerinde savaşlar yaşanmış, işgallere uğramış ve birçok kez katliamlar yapılmıştır. Fakat buna rağmen Kürt halkı bu coğrafyadan sökülüp atılamamıştır. Yeri geldiğinde fiziki, daha çokta kültürel olarak hep direnmiştir. Lulularda o dönemde Akadlara karşı yok olmamak için hem fiziki (konfederasyonlaşarak) hem de kültürel anlamda direnmişlerdir. Yani sürekli bir çatışma, saldırı ve karşı saldırı durumu ortaya çıkmıştır. Özellikle Akadlar sürekli bu kabilelerin üzerlerine saldırılar düzenlemekte kendilerine bağlamak istemektedir. Bununla hem coğrafya olarak h‰kimiyet alanını genişletmek istemektedir, hem de bu h‰kimiyetiyle beraber daha çok köle sahibi olmayı hedeflemektedir. Çünkü köle sayısı arttığı oranda gücüde büyümektedir. Özellikle yeni kent ve sarayların yapımında insan gücüne fazlasıyla ihtiyaç duymaktadır. İşte böyle bir durumda bahsettiğimiz bu kabilelerin yaşam alanları ekonomik kaynakları tehdit altına girmektedir. Bu tehdit geliştikçe kabileler arası bir uzlaşma ve merkezileşmenin önemi doğmuştur. Bununda bir üst basamağı kabileler arası konfederasyon olarak önem kazanmıştır. Luluların aşiretselliği aşıp konfederasyonlaşmaya erişmelerinin altında yatan öğe budur. Yani karşı taraf saldırdıkça onlar daha çok savunma ve karşı saldırıya geçmişlerdir. Bu da doğallığında bir merkezileşmeyi doğurmuştur. Dolayısıyla artık Lularda kendilerini koruyacak güçtedirler. Çok fazla zorlandıklarında ise Kürdistan'ın erişilmez dağlarına çekilmişlerdir. Bu sadece Lulular için geçerli değil, diğer proto-Kürtler ve çevre toplulukları olarak adlandırılan, uygarlık dışında kalan tüm topluluklar içinde geçerlidir. Aslında bu durumun özünde meşru savunma anlayışı yatmaktadır. Bu topluluklar içinde geçerlidir. Aslında bu durumun özünde meşru savunma anlayışı yatmaktadır. Bu topluluklara karşı saldırılar yapılmadıkça, yaşam alanları tehdit edilmedikçe, merkezi uygarlık güçlerine karşı saldırılar gerçekleştirmezler. Ama karşı taraftan saldırı geldiği zamanda meşru savunma haklarını da kullanmışlardır. Ve genelde de başarılı olmuşlardır. En azından bin yıllarca varlıklarını bu biçimde sürdürmüş ve günümüze kadar gelebilmişlerdir. Meşru savunma anlayışı özellikle Lulularda daha yoğun yaşanmıştır.

MERKEZİLEŞME VE İTTİFAK

Lulular tarih sahnesine çıktıkları dönemde onlarla aynı coğrafyada ve yakın coğrafyalarda birçok topluluklar vardı. Bunlardan en çok bilinenlerden bazıları şunlardır: Elamlılar, Gutiler ve merkezi uygarlığı temsil eden Sümerler ve hemen sonrasında Akadlar, Nil Vadisinde Mısırlılar öne çıkan siyasi güçlerdir. Ayrıca Lulular tarih sahnesine çıktıkları dönemde kölecilik (genelde Akadlar ve Mısırlılar öncülüğünde yapmaktadır) kurumsallaşan bir sistem haline gelmeye başlamıştır. Dolayısıyla yayılma çabası içerisindedir. Bu amaçla Akadlar emperyalist saldırılarını yukarıda da belirttiğimiz gibi Kürdistan üzerine yapmaktadır. İlk önemli saldırılar Akad Kralı Naram-sin öncülüğünde M.Ö.2300'lerde Luluların ülkesine yapılmıştır. Bu dönemde Lulular henüz merkezi bir yapıya sahip değillerdi. Dağınık bir yapı söz konusudur. Dolayısıyla bu saldırılara karşı öyle güçlü bir direnişleri de gelişmemektedir. Ve ülkeleri büyük oranda Akadların h‰kimiyeti altına girmiştir. Her ne kadar topluluk olarak, bu gibi bir h‰kimiyete alışık olmasalar da ülkelerini bu işgalden kurtaracak askeri güçleri de pek güçlü değildir. Bunu yapabilmeleri için birincil koşul, birlik ve beraberliklerini sağlamaları, dolayısıyla merkezi bir oluşuma erişmeleri gerekiyor. Bu durum ilk başlarda oluşmuş değildir. Fakat Lulular bu yönlü bir arayış ve çaba içerisinde de olmuşlardır. Özellikle emperyalist saldırılar arttıkça onlarda merkezileşmeye önem vermiş, birlik ve beraberliklerini kurmaya çalışmışlardır. Ayrıca Kürdistan'ın diğer bölgelerinde yaşayan proto-Kürtlerde bir diyalog ve ittifak çabaları vardır. Bunun en belirgin örneği bir başka Kürt oluşumu olan Gutiler ile Luluların Akadlara karşı yapmış oldukları ittifaktır. Bu dönemde Lululara Lasipap öncülük etmektedir. Bir nevi Luluların ilk kralıdır. İttifak çalışmalarını Lulular adına Lasipap yürütmektedir. Bu ittifakla güçlürini birleştiren Gutiler ile Lulular Akadlara karşı saldırıya geçmişlerdir. Büyük çatışma ve saldırılardan sonra Gutilerin öncülüğünde Akadların büyük bir yenilgiye uğratmış, yeryüzündeki varlıklarına son vermişlerdir. Bu süreçle bağlantılı Luluların ülkesi de işgalden kurtulmuş ve güçlü bir konfederasyon haline gelmiştir. Bununla beraber h‰kimiyet alanları da genişlemiştir. Dolayısıyla bu süreç Lulular için rahat bir dönem olmakla birlikte özellikle siyasi, sosyal ve askeri olarak da en parlak süreçleridir.

Gutilerin, Akadları yendikten sonra kurdukları devletin yönetiminde Lulular ikincil konumdalar (ki bir akraba topluluğu olarak Gutilerin Akadları yenmelerinde Luluların rolü büyüktür) bu devletin yönetiminde Gutiler daha çok yer almaktadırlar. Zaten Aşağı Mezopotamya'da kurulan bu devlet Gutilerin öncülüğünde ve adıyla anılmaktadır. Lulularda yönetimde yer almakla beraber daha çok kendi öz yönetim yerleri olan günümüz Doğu Kürdistan'da ki, (buna Loristan Bölgesi de denilirdi) h‰kimiyetlerini korumaya ve ülkelerini geliştirmeye çalışmışlardır.

ORTAÇAĞ VE GÜNÜMÜZ BENZERLİĞİ

M.Ö 2150'lerde Gutilerle beraber kurdukları konfederasyon yıkılınca Gutiler tekrak ana yurtlarına (Zagros eteklerine) dönmüşlerdir. Lulular ise bu devlet döneminde olduğu gibi bu devlet yıkılınca da anayurtlarından ayrılmamışlardır. Fakat siyasal açıdan onlar için yeni bir dönem başlamıştır. Yaklaşık yüz yıldır rahat oldukları dönem artık geride kalmıştır. Özellikle Gutileri yenip 3. Ur Hanedanlığını kuran son Sümer topluluklarıyla aralarından yoğun çatışmalar başlamıştır. 3. Ur Hanedanlığının Kralı Şulgi öncülüğünde Lululara karşı birçok saldırı düzenlenmiştir. Lulular ilk başlarda bu saldırılara karşı güçlü direnişler ve bazen onları yenilgiye uğratsalar da genelde yenilmişlerdir. 3. Ur Hanedanlığından sonra Babil ve Asurların tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte artık Luluların ülkesi tamamıyla savaş merkezi haline gelmiştir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi özellikle yer altı ve yerüstü kaynakların bolluğu Kürdistan'ı sürekli işgalle karşı karşıya kalmasına sebep olmuştur. Kürdistan üzerinde sadece Lulular veya diğer proto-Kürtler ile bu güçler arasında savaşlar yaşanmıştır. Kürdistan'ın stratejik konumundan dolayı diğer egemen güçler asarında da sürekli paylaşılamayan bir coğrafya konumunda olmuştur. Özellikle Sümer, Akad, Babil, Asur, Elam ve Mısır gibi imparatorluk veya güçlü devletlerin Kürdistan üzerinde büyük mücadeleleri ve savaşları olmuştur. Tıpkı Ortaçağ ve günümüzde olduğu gibi.

Buna rağmen Luluların güçlü bir merkezi yapısı sürekli olmasa da kendi ülkelerinde kalmayı başarmış ve ülkelerini de koruyabilmişlerdir. Luluların en çok sığındığı yer Kürdistan'ın korunaklı-erişilmez dağları olmuştur. Kürtlerin dağlarla ilişkisi o tarihlerden günümüze kadar hep devam etmiştir. Ne zaman başları belaya girmiş veya yok olmak ile karşı karşıya kalmışlarsa ilk sığındıkları yer Kürdistan'ın dağları olmuştur.

Lulular özgünlüklerini M.Ö 612'ye kadar koruyabilmişlerdir. Özellikle Asurluların çok kanlı saldırıları olmasına rağmen güçlü kültür ve sahip oldukları coğrafi yapılarından dolayı varlıklarını koruyabilmişlerdir. En son M.Ö 612'de yarı imparatorluk seviyesine gelen Medlerle birleşip Asurları yenmişlerdir. Med İmparatorluğunun yönetimi bir saray darbesiyle Pers Hanedanlığının eline geçmesiyle ve onlarında yenilmesiyle; Luluların bin yıllardır yaşadıkları coğrafyada (Doğu Kürdistan'ın bazı bölgelerinde) varlıklarını statüsüz bir biçimde sürdürmüşlerdir. Bunların bugünkü modern Kürtçenin Lorca lehçesini konuşan Kürtler olduklarını yukarıda belirtmiştik.

Lulu ismine Sümer ve Akad kaynaklarında rastlanmıştır. Yani adlandırma onlar tarafından yapılmıştır. Ve genelde 'Dağlılar' anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla Lulu isminin ve Lulu kral isimlerinin kelime kökenine bakıldığında günümüz Kürtçesinde bir anlam ifade etmemesi normaldir. Ayrıca Loristan ve Lor isimleri de Lululardan kalma isimlerdir.

Luluların yaşadığı coğrafya Zagros dağlarının etekleri olmakla birlikte, genelde Doğu Kürdistan ve Loristan bölgeleridir. Bu coğrafik alanları zaman zaman farklı alanlar da kapsamıştır. Özellikle siyasi ve askeri olarak güçlü oldukları M.Ö 2000 yıllarında Kürdistan'ın birçok bölgesinde h‰kim konumdaydılar. Ama genelde yaşam alanlarının ana merkezi Kırmanşah, Hemedan ve Loristan dolayları olmuştur.

Luluların dini yapısının nasıl olduğuna ilişkin elimizde çok fazla bulgu olmamakla beraber özellikle neolitik kültürü daha tam olarak aşamadıkları ve bu kültürü derinliğine yaşadıklarından dolayı ana tanrıça kültürü yoğun yaşanmaktaydı. Dolayısıyla dağ tanrıçası Ninhursag'a taptıklarını söylemek yanlış olmaz. Aryen dil ve kültürlü toplulukların, özelde ise Hurilerin taptıkları en büyük tanrıçanın Ninhursag'a tapıyorlardı.

Lulularla ilgili birçok yazılı belge bulunmuştur. Bunlardan bazıları Akad ve Asur dilinde yazılmışlardır. Bazıları da Luluların kendi diliyle yazılmıştır. Özellikle Lulu Kralı Anubanni dönemine ait birçok yazılı belge bulunmuştur. Bu yazıtlardan birisinde Lulu Kralı Anbanini kendini Lulu ülkesinin kurtarıcısı ve egemen olduğu bölgeleri saymaktadır. Bu saydıkları yerlerin tam olarak nereler olduklarına ilişkin elimizde yeteri bilgi yok.

Başka bir yazılı belgede Akad Kralı Naramsi'nin Lulularla yaptığı savaşı kazandığı ve bunun şerefine görkemli bir dikili taş dikerek kutladığı yazılmaktadır. Bundan yaklaşık 13 yüzyıl sonra (M.Ö 880) bir Asur Kralı olan 2. Asur Naspin, Luluların ülkesine yaptığı seferleri ve Lululara ait birçok yerleşim yerini ele geçirdiğinden söz etmektedir.

Yine bir Asur yöneticisi olan Nasirpala ait yazılı belgelerde Luluların sanatsal özelliklerinden bahsetmektedir. Ayrıca Asurlu yöneticilerin lululu zanaatk‰rları ülkelerine götürüp hünerlerinden yararlandıklarına bu belgelerde yer verilmiştir. Fakat Lululu zanaatk‰rların zorla mı, yoksa gönüllü temelde mi Asur ülkesine gidip çalıştıkları anlaşılamamıştır. Bununla beraber bu tarihlerde zanaatk‰rlık artık nitelik ve nicelik olarak tam bir sektör haline gelmişti yani artık zanaat işlemeciliği bir ülkeyle sınırlı kalmıyor. Ülkeler arası bir sektör özelliğine kavuşmuştur. Dolayısıyla Lulu zanaatk‰rlar ekonomik ihtiyaçlar temelinde Asur ülkesine gidip çalışmış olabilirler. Bilindiği gibi Asur ülkesi (özellikle başkent Ninova) o dönemin en gelişkin ülkesiydi. Bütün güzellikler burada toplanmıştı adeta. Çevre ülkelerin aristokratları, tüccarları, zanaatk‰rları için tam bir çekim merkeziydi. Lululu zanaatk‰rların bu temelde Asur ülkesine gittiklerini söyleyebiliriz. Luluların el zanaatçılığı da gelişkindi. Özellikle altın, gümüş işlemeciliği kendilerine yetecek nitelikteydi. Ayrıca Lulu ülkesinin ticaret yollarının geçtiği bir yerde olması sebebiyle ticaretle de uğraşmışlardır.

Luluların dil yapısı Hurrice kökenlidir. Bu dil tarihsel olarak en eski dil olmakla beraber bütün proto-Kürtlerin anadil kaynağı konumundadır. Bu dil Hint-Avrupa dil grubuna girmektedir. Ayrıca bu dil grubuna ana kaynaklık eden dillerden biri olduğu biliniyor. Huri dil yapısı daha tam olarak çözümlenmemiştir. Bu dilin çözümlenmesiyle birçok tarihsel gerçekliğin gün yüzüne çıkacağı açıktır. Kürt halkının tarihteki yeri ve önemi de daha iyi görülecektir.

Murat KALMAZ *
*Edirne F Tipi Cezaevi

Hanedanlar Zamani-1(Dizi Yazisi)


Osmanlı düzeni (1280-1923)

Osmanlı İmparatorluğu'nun tarih öyküsü, belki diğer imparatorlukların en karışık ve karmaşık olanıdır. Bu tarihin olayları içinde yalnızca Osmanlı hanedanı değil, imparatorluğa egemen olan ve onun egemenliğinde olan çeşitli halklar (Türkler, Kürtler, Araplar, Yunanlılar, Sırplar, Ermeniler, Yahudiler, Bulgarlar, Macarlar, Arnavutlar) ve daha pek çok azınlık vardır. Tarih aynı zamanda Osmanlı uyruğu olan belli başlı dini grupların, Müslümanların, Yahudilerin ve Hıristiyanların da tarihidir.

Osmanlılarla Avrupa ve Asya'daki komşularının ilişkileri, modern zamanlarda 'Doğu Sorunu' (K. Marx) olarak adlandırılacak karmaşık savaş, fetih, diplomasi ve toprak rejimleri (feodalite) sorunlarını da içerir. Yine Osmanlı tarihinde bu çok uluslu ve çok kültürlü imparatorluğun politik, idari ve sosyal kurumlarının (daha önce Med, Pers, Hurri ve Hitit, Roma) da tarihsel bir sentezi bulunmaktadır.

Osmanlı düzeninin başlıca temel taşı padişahtı. Yönetenlerin ve yönetilenlerin ortak bağlılık duydukları nokta yalnızca o idi. Bu düzenin içindeki her halkın bağlılığını elde etmesinin belirli yolları vardı. Önce padişah yönetici sınıf üyelerinin efendisi idi, onların yaşamları ve malları kendisine aitti. Yönetici sınıfın aksine padişahın reayası (korunan sürüsü) ise yaşam ve malları ile din ve gelenekleri görünüşte güvence altına alınmıştır. Tabii ki çeşitli bahane ve provokasyonlarla buna pek uyulmadığı zamanlar da vardı.

Hıristiyan uyruklara karşı sultanlar, Bizans imparatorlarının yerine geçmiş hünk‰r olarak egemenlikleri için yasal bir hakka sahiplerdi. Ayrıca önceki Osmanlı hükümdarlarının güneydoğu Avrupa'nın Hıristiyan prenslerinin kızları ile evliliklerini de öne sürebilirlerdi. Müslüman olmayan halkların liderlerinin de padişaha bağlılıkları, bunların halkları üzerinde, Hıristiyan devletlerinde olandan daha çok dinsel ve siyasal (laik) güce sahip olabilmelerine dayanmakta idi.

Osmanlı hükümdarı Müslüman uyruğunun bağlılığını da çeşitli yollardan güvence altına almıştı. Sultan olarak, Selçuklulardan beri halifeler tarafından kabul edilen bir makama sahipti. O zamanların meşruiyetine göre, İslam topraklarını, özellikle muhafazakar iktidarcı Sünni İslam'a yönelik Şii tehlikesine ve diğer 'kafir' ülkelerden gelecek tehlikelere karşı korumak ve yayılma (fetih) savaşlarını yönetmek karşılığında sultana şeriatın kapsamadığı konularda yasama hakkı bağışlanmıştı. Zor ve fetih merkezli yayılmadan dolayı doğrusu şeriatın kapsamı ve yorumu da epey daraltılmıştı. Güncel hukuk sistemi için de aynı şeyler söylenebilir.

Kürtler ve Araplar gibi Özerk Müslüman toplumlara karşı sultanlar imamlar olarak; İslam dininin liderleri ve koruyucuları; kutsal yerlerin ve haccın koruyucuları ve gaziler olarak da öncülük ediyordu. Bu meşruiyete dayalı haklarını kullanan padişah, Divan-ı Hümayun'a, baş vezire ve diğer yöneticilere, yerel prens ve beylere verilen bir yetkiyle onlar tarafından yazılmış olsa da, kendi ağzından çıkmış gibi yazılan fermanlarla yasama hakkına sahipti.

Bu çok farklı, çok kültürlü toplumları bir arada tutan ne idi? Düzenin ve nizamın en sağlam bağlayıcı gücü, İslam'ın ümmet inancı, ekonomik ilişkiler ile eylemlerde ortaklık sonucu; iş bölümü, Müslüman ve Müslüman olmayan halkları bir araya getiren tüm toplumun özerk yaşam temelinde kapsayıcı ve birleştirici altyapısı idi. Bu toplumsal özerkliklerin daralması süreçlerinde ortaya çıkan isyanlar ve kaosların da sebepleri bir hayli önemli idi.

OSMANLI TOPLUMU VE YÖNETİM

Osmanlı düzeninin bakış açısının toplumsal dayanakları eski anavatandan (Orta Asya'dan), etnisite geleneğinden, Sasaniler tarafından geliştirilen (Ki Med-Pers devlet ve saray, protokolleri ve yönetim düzeni idi) ve Abbasilerin hizmetinde olan yine İranlı bürokratlar tarafından Selçuklulara aktarılan ve esasta Bizans'tan büyük çapta devralınan birikim, kavram ve deneyimlerden gelmektedir. Osmanlı siyasal örgütün felsefi temeli uyruklar için adalet ve güvenlik konularını vurgulayan El-Gazali ve Nizam-ül Mülk'ün yazılarından alınmıştır. 15. yüzyıl Osmanlı tarihçisi Mustafa Naima bu görüşü 'Hakkaniyet Çemberi' (Eski Sümer ve Hurrilerde 'Halk Çemberi') olarak sunmuştur. Onun belirttiğine göre; asker olmadan devlet ya da mülk (h‰kimiyet) olmaz; askere sahip olmak servete ihtiyaç gösterir; servet uyruklardan toplanır; uyruklar ancak adaletle refaha kavuşabilirler; şu halde mülk ve devlet olmadan adalet olmaz. Böylece servetin hükümdar ve devleti desteklemek ve uyruklar içinde adalet sağlamak için üretilmesi ve kullanılması siyasal örgütlenmenin ve uygulamanın temeli olarak görülmüştür.



Buna uygun olarak toplum da iki gruba bölünmüştür. Yaşamlarında asıl amaçları sanayi, ticaret ve tarımla uğraşarak ve hükümdara vergi ödeyerek servet üretmek olan büyük halk kitleleri; ve kendileri servet üretmeyen, vergi ödemeyen, lakin hükümdarın gelirini toplamak ve bunlarla kendilerini olduğu kadar onu ve ailesini geçindirmek için padişahın aracısı olarak görev alan küçük bir yönetici grubu bulunmakta idi. Devlet yönetimi örgütlenmesi zaman içinde çeşitli biçimler almıştır. Ordu, hükümdar ve devletin korunması kadar, servet kaynaklarının savunulması ve genişletilmesi görevini üstlenmiştir.

Hükümdarın yönetici sınıfının üyeleri olmayan bütün uyruğu onun reayası (korunan sürüsü) idi. Sultanın kendilerini koruması karşılığında bunlar yönetici sınıfın geliştirdiği ve savunduğu serveti üretirlerdi.

Osmanlı'nın hizmetine giren Bizans ve klasik İslam devletlerinin yönetici sınıfı üyeleri ve en son olarak da devşirme yoluyla toplananlar yönetici sınıfa hakim olmuşlardır. Kökenleri ne olursa olsun, bir insanın Osmanlı yönetici sınıfının tam üyesi olabilmesi için; İslam dinini kabul edip uygulaması; hükümdara ve onun hükümdarlık görevlerini üstlenmek ve gelirlerini toplamak için kurulan devlete sadık olması ve Osmanlı yaşam biçimini oluşturan karmaşık davranış, görenek ve dil sistemini (Osmanlıca, Arapça, Farsça ve Türkçe karışımı) bilip uygulaması gerekirdi. Avrupa feodalitesinden farklı olarak reaya üyeleri, yönetim niteliklerini geliştirip yönetici sınıfa yükselebildikleri gibi, yönetici sınıftakiler ya da çocukları reaya durumuna düşebilirdi.

Toplumsal katmanlar, kişisel davranış ve insanın aile, mevki, din, sınıf, rütbe ve servetin toplamıyla belirlenen bir 'had' (sınır) kavramına sıkı sıkıya bağlı idi. Bu 'had' içinde geleneksel davranış kuralları ve yasaları zorlamaları dışında hiçbir sınırla bağlı olmadan istediğini yapabilirdi. Ancak başkasına 'had' dine müdahale korkusuyla bunun dışına çıkamazdı. Böyle bir davranış kabalık ve cahillikle nitelemekle kalmayıp, toplumdaki yerini kaybetmeye kadar bir dizi yaptırım uygulanırdı.

Farklı toplumların lider ve temsilcilerinden, yönetici sınıftan olan her kişinin, toplumsal durumunun ve yerinin doğrudan doğruya ve hayati belirtisi olan özel ve özerk bir kimliği ve onuru vardı. Kendi 'had'di ile sınırlanmış olan hakların çiğnenmesi bu onura karşı gelmek olduğundan, bu yalnızca kişisel bir hakaret değil, aynı zamanda toplumsal kimliğine saldırı idi.

Osmanlı düzeni içinde kişiler arasındaki ilişkilerin pek çoğu güçlü bir insanla daha zayıf arasında karşılıklı anlaşmadan doğan zımni bir ilişki olan 'intisab' (bağıl) yoluyla yürümekte idi. Güçlü olan yerinden olursa, intisab destekçileri de birlikte sürüklerdi. İnsanlar arasındaki bu sadakat bağı, Osmanlı toplumunun ve politik yaşamının temel özelliği idi. 16. yüzyıldan itibaren devşirmeler iktidara geçtikten sonra atama ve terfilerde hep bu kişisel bağlar ve sadakatler göz önüne alınmış, günümüze kadar sürmüş, yetenek ve beceriklilik geri plana itilmiştir.

OSMANLI DÜZENİNDE ZİHNİYET

İslami bilgilerde uzman olanlara 'ulema' denilirdi. Bunlar 'efendi' olarak da anılırdı. İlmiye kurumunun temeli, halka temel bilgiler veren cami ilkokulları (mektep) ve yönetici sınıf ile bağlı halkların hanedan gençlerinin ve ulemanın yeni üyelerini yetiştiren yüksek eğitim kurumları olan medreseler idi. İlk Osmanlı medresesi Orhan Bey tarafından 1331'de İznik'te kurulmuştu. 16. yüzyılda ise yüzlerce medrese vardı ve başlarında da Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'da kendi adına taşıyan cami civarında kurulmuş, 'Medrese-î Semaniye' bulunuyordu. Bunlar sekiz dereceli bir eğitimin en üst düzeyindeydiler. Eğitim küçük kentlerdeki 'haşiye-i tecrit' medreseleri ile başlıyor, 'miftah', 'kırıklı', 'hariç', 'dahil' ve 'Sahn-ı Seman' düzeylerinden geçiyordu. Fatih Külliyesinin parçası olan 'müsile-i Sahn' ve 'sahn-ı seman' medreselerinde en yüksek bilgi düzeyine erişiliyordu. İlk 'yedi düzey'de okuyanlara 'Suhte' ya da 'softa' (din öğrencisi' deniliyordu. 'Sahn-ı Seman' medreselerine girenlere 'danişmend' (bilge insan, bilgin insan) diye onurlandırılıyordu.

İslam'da dört Sünni hukuk ekolu (mezhebi) bulunmasına rağmen, resmi olarak Ebu Hanife'ye ait olan kabul edilmekte idi. Mahkemelere yalnızca Hanefi kadılar atanırdı. (Bugün de mevcut hükümetin Alevi hukukçuları ayıklamakla meşgul olması dikkat çekicidir.) Ancak imparatorluğun diğer Müslüman halklarında, özellikle Kürdistan, Suriye ve Mısır'da, yerli toplum ve dini liderler diğer hukuk ekollerini kabul edebilirdi. Belirli davalara genel ilkeleri uygulayan ulema sınıfı ilk başlarda 'müctehid' (doğru hukuk bilgisi elde etmeye çalışan) diye anılırdı. Ve bunların kararlarından İslam hukuku ve evren bakış açısının çeşitli ekolleri (okulları) doğmuştu.



Osmanlı düzeninde zihniyet ve bilgi tekeli için, özellikle İstanbul'da toplanan yeni aydın ulema büyük bir yönetim gücü anlamına geliyordu. Ancak bağlı özerk halkların yönetim merkezlerinde de gelişmiş bir eğitim vardı. Diyarbakır, Bitlis, Bağdat, Konya, Avrupa'da da Üsküp, Saraybosna önemli merkezlerdi.

Arap bilim ve kültüründen bir geçiş dönemi olan Fatih zamanında, Alaeddin Tžsi, Hocazade Müslihiddin Mustafa Efendi ve Mevlana Abdülkerim Efendi gibi zamanın büyük bilginleri önemli rol oynamıştır. Fatih'in öğretmenlerinden biri olan Hocazade Müslihiddin Mustafa Efendi, 'Hanedanlar Çağında' skolastik kuramın temsilcisi idi. Fatih Sultan Mehmet, onun skolastik kuramını teşvik ederek Selçuklular döneminde İbnî Rüşt ile Gazali tarafından başlatılan felsefe ile din arasındaki eski İslam kavgasını canlandırmış, İran'dan konuyu sarayda tartışmak üzere Nasiriddun Tžsi'yi getirmiştir. Nasuriddin İbni Rüşt'ün din ile felsefenin bağdaştırılabileceğini ve mutlak tanrı düşüncesinin insan aklının almaya yeterli olduğu tezini savunuyordu. Diğer yandan Hocazade ise Gazali'nin tutumunu benimseyerek mantığın tıp ve matematik gibi gerçek bilimlere uygulanabileceğini, bunun dini konulara uygulanmasının ancak yanılgıya götüreceğini, bu yüzden dini bilimlerin mantık ve felsefenin iddialarına karşı savunulması gerektiğini ileri sürmekte idi. Sonunda Osmanlı Uleması, Padişahın da desteğiyle Hocazade'nin düşüncelerini kabul etti. Ve bilime doğru giderek daralan skolastik görüşü benimsedi. Bugün de iktidarın benimsediği görüş budur. Doğrusu tarihsel olarak sisteme hakim olan mantık, o eski zamanlardan bu yana skolastik görüştür.

Düzenin yeniden yapılanması ile ilgili günümüzün geçiş sürecinde, hükümetin zihniyetini belirleyen Osmanlı düzenidir. Birçok alamet vardır. Osmanlı'da memuriyet satın alınırdı. Sonra hem ödediği parayı geri çevirme, hem de k‰ra geçmek için bahşiş (rüşvet) alınırdı. Belki bugün memuriyetler satın alınmıyor, lakin bahşiş ve yüklenicilerden de komisyon mutlaka alınıyor. Farklı fikirlere tahammülsüzlük, sınav skandalları, üniversitelerin tamamen skolastik bir anlayışın tahakkümünde olması, 'cemaat ilmin'in esas alınması, hukuksuzluğun ayyuka çıkması gibi birçok işaret sayılabilir.

'Bir halk, şayet siyaset biliminde eğitim genel değilse, tüm sosyal kurumlardan bağımsız değilse, yurttaşların yüreklerinde uyandırdığınız coşku aklın emrinde değilse, kesin ve kalıcı bir özgürlüğe sahip olamaz.' (Condorcet) Ve bu geçiş süreci, mevcut anlayış ve zihniyetle kesin ve kalıcı bir özgürlüğü esas almıyor, lakin sadece 'uyruk' ve 'korunan sürü' zihniyetini esas alıyor.

Fethi SUVARİ *
*D Tipi Kapalı Cezaevi C1/12 DİYARBAKIR

Bedri Adanır'a Özgürlük !!!

Diyarbakır adliyesi, bugün Aram Yayınevi sahibinin duruşmasına ev sahipliği yapacak. Bu duruşma da daha öncekilerden çok farklı olacağa benzemiyor açıkçası.
Devlette tabular aynı, korkular aynı, paronayalar aynı...
İddianameyi okurken hem çok şaşırdım (çünkü Bedri'yi tanıyordum) hem de gayet doğal karşıladım. (Çünkü devleti ve Kürt'lere reva gördüğü adalet sistemini tanıyordum.)
Tutuklanan şahıs bir yayınevi sahibi idi. Hem de Kürt! Hem de Kürtçe kitaplara da yer veriyordu yayınevinde!
Öyle ya bu durumda yapılacak suçlama da belli...
Bastığı kitaplar ile toplum içerisinde örgüt propagandası yapıp, örgütün görüşlerini yayarak kökleşmesini sağlıyormuş...
Savcı ise iddiasının sonunda Bedri ADANIR'ın 'yeterince' tutuklanması için üst mahkemeye yazı yazarak, yayınevinin politikasını değiştirmediği gibi, satılan kitapların ucuz olmasını tutuklanmasına bir neden olarak göstermişti...
'Demokratik ülkeler', orta çağ zihniyeti ile intikam alan Diyarbakır adliyesinin yaptıklarını görüyor mu? Bilemem ama 43 kez propaganda ile yargılanan Bedri'nin çığlığını da duyuyor olmalılar.
43 kez propaganda. 43 haber. 43 röportaj. 43 fotoğraf. 43 harf. Çizgi, nokta, virgül. Bunlar ne kadar bölüyor düşünmek gerekiyor. Noktalarda, virgüllerde suç arama tekniği ve buna göre yargılamaların olduğu bir coğrafya...
Yayıncı ve muhalifsen al sana neden. Bandrol yokmuş, ucuz kitap satıl(a)mazmış. Neden bastığın 60 adet kitaptan 5 tanesi toplatılmış. Yayınevi politikasını neden değiştirmiyor...
Ve tüm bunlara uydurulmuş bir yargılama (Minareyi çalan kılıfını hazırlar misali). Senaryo yine aynı. Ülkenin bölünmez bütünlüğü!..
Sanıklar hep aynı! Bu coğrafyanın insanları, düşünürleri, savunucuları, gerçek sahipleri. Yani bu coğrafyanın esmer çocukları...
Tablo değişmiyor ki yayın politikası değişsin. Buradaki insanlar zengin değil ki pahalı kitap alsınlar. Burada yeterli eğitim var mı ki gazete ve dergilere ihtiyaç duyulmasın. Kaldı ki dünyanın en eğitimli ülkelerinde gazete ve dergi üretim ve okunma oranı çok çok yükseklerdeyken!..
Tutuklanma kararı alınırken sunulan gerekçeler tamamen deli saçması!
Düşünün ki bir ülkede, sistemi sorgulayan bir insanın, alternatif yaşam ve çözüm modelleri sunmaya çalışan bir yayınevinin ne gibi cezalarla karşı karşıya kaldığını!
Maruz kaldığı uygulamalar ile mağdur olan ve hapishanede olan onlarca gazeteci ve yayıncı var. 166 yıl 6 ay ceza alan Vedat Kurşun örneği dünyada bir ilktir mesela! (katledilenlerden bahsetmiyorum) Ve Türkiye tarihinde kara bir leke daha! Bu yayıncıların çoğu bu ülkenin ve bu coğrafyanın dili ile yayın yapıyorlar. Türkçe ve Kürtçe. Yani kullanılan dil ortak.
Hawar gazetesi ise kültür, edebiyat ve haber alanında yayın yapıyor. Ülkemizde ortak bir yaşamı savunan Aram Yayınları genelde edebiyat ve düşünce dizileriyle karşımıza çıkıyor. Ben okuduğumda bölünmedim aksine her iki dilde yayın yapan ve bizlere ortak duyguları yaşatan Bedri'ye 43 kez teşekkür etmek geldi içimden!
Umarım Aram Yayınevi sahibi Bedri ADANIR bir an önce özgürlüğüne kavuşarak bizleri, ülkemizi bu utançtan kurtarır.

Not: Mahkeme, Diyarbakır Adliyesi 6. Ağır Ceza Mahkemesinde bu gün yapılacaktır. Katılabilecek herkesi Bedri Adanır'a destek amaçlı orada bekliyoruz...

Bengül YAGIBASAN