14 Eylül 2010 Salı

Sentezsel Sistem: Özerklik


Ulus devletler farklı süreçler sonucu ortaya çıksalar da hepsinin altında yatan temel felsefe aynıdır. Bu felsefeyi birbiriyle yakından ilişkili olan uluslaşma, ulus devlet, ulusal egemenlik, ulusçuluk, ulusal kimlik gibi kavramlar şekillenmektedir.

Ulus inşasında tarihsel olarak pek çok yerde görüldüğü gibi genellikle sert yöntemlerle (Fransa'da Jakoben ulusçuluk ve Türkiye'deki Kemalist ulusçuluk gibi) bastırılarak ulusal kimliklerin homojenleştirilmesi sağlanır. Yöntemsel olarak diğer etnik grup ve kültürler sorun teşkil ettiği ölçüde ulus-devlet tarafından her türlü baskı (soykırım, tehcir vb.) ve asimilasyonla ortadan kaldırılma yoluna gidilir.

Bu mümkün olmazsa ayrımcılık, entegrasyon, özerklik, federalizm veya azınlık statüsü gibi değişik yöntemler kullanılarak aşılır. Fakat en çok rastlanan ve teorik olarak hedeflenen asimilasyondur. Çünkü bir bakıma ulus-devlet heterofobi üzerine kurulmuştur. Bu nedenle asimilasyon etnik grup ya da grupların etnik ve kültürel kimliğini ulusal kimlik içinde eriterek çoğunlukla kaynaşmayı öngörür.

Üniter anlayışın temel ilkesi olan 'Devletin tekliği ve bölünmezliği' teorik olarak hem ülke topraklarının tek elden yönetilmesini (merkeziyetçi), hem egemenliğin tek elde toplanmasını, hem ulusun tekliğini, dolayısıyla kimliğin tekliğini (tek ulus) hem de ulusun tek bir siyasal yapı altında toplanmasını (tek devlet) beraberinde getirmektedir.

Ulus devletin benimsediği tek devlet, tek ülke, tek ulus, tek bayrak olarak ifade edilen bu üniter-tekçi anlayış, ulusal-etnik-dilsel sorunların ortaya çıkmasında önemli rol oynar. Çünkü bu anlayış farklılıkları giderek türdeş bir toplum oluşturma ve bu sayede toplumu denetim altında tutarak kolayca yönetmeyi amaçlamaktadır.

ÇATIŞMA NEDENLERİ

Ulus-devlet ile diğer etnik gruplar arasındaki gerilimin nedenlerinin ulus-devletin şu kurgusal özelliklerinden kaynaklandığı söylenebilir:

1. Aynı dili konuşan, aynı kültür ve tarihi mirası paylaşan, mümkünse aynı soydan gelen ve aynı dine inanan ama her halükarda türdeş olduğuna inanılan ulus-devletin örtüştüğü varsayımı,

2. Devletin ulusçuluk ideolojisi ile sahip olduğu uluslaştırma araçları (zorunlu eğitim, zorunlu askerlik, vatandaşlık, iletişim siyasal katılım, hukuk vb. gibi) kullanıp vatandaşlarını kendi belirlediği ve tüm ulusu kapladığı ileri sürülen ulusal kimlikte tanımlayarak, sadakat ve aidiyetin sadece bu kimliğe yönelmesini istemesi,

3. Devletin meşruiyetini ulusun kendisine verdiği egemenlikten alması.

4. Bu egemenlikten doğan iktidarı ve yetkileri tek elde toplaması, yani üniter-merkeziyetçi karakteri.

Bu özellikler, genellikle 'Devletin ülkesi ve ulusuyla tekliği-bölünmez bütünlüğü' söylemi ile formüle edilir.

Kısacası etnik-ulusal gruplarla, ulus-devletler arasındaki gerilimin nedeni aralarındaki ontolojik ilişkide yatmaktadır. Çünkü bu diyalektik (tez-antitez) bir ilişkidir, ulus-devlet diğer ulusal grupları ortadan kaldırarak, ulusun bir parçası yapmak istediği için tezdir. Halklar ise kendi kimliklerini tam güvenceye almak isterler. Bunun en sağlam yolu ise kendi devletine sahip olmaktadır. Ulus ve self-determinasyon hakkı etnik grupları böyle davranmaya iter. Yani ulusal grupların nihai amacı şartların uygun olması halinde bağlı olduğu devletten ayrılmaktır. Bu nedenle antitezdir.

Bu ilişkiden doğan sentez ise aslında bugün sunulmaya çalışıldığı gibi 'Ulus-devlet içinde, halkların, kültürlerin korunması değil, ulus-devletten farklı belki ulus üstü bir yapı içinde kültürlerin korunmasıdır.' Çünkü ulus-devlet tez olarak çelişkinin bir parçasıdır. O nedenle sentezde yer almaz. Zaten uygulamada ulus-devletin tekelci gücü karşısında halkların korunması da mümkün değildir; nitekim olmadığı da ulus devletlerin uygulamalarında görülmektedir. Sentez, özerk-demokratik yapılanmalarla gerçekleşebilir.

ULUSLARARASI SORUN

Öte yandan etnik grup sorunları sadece ulus-devletlerin iç politikasını ilgilendiren ulusal bir sorun değil, aynı zamanda uluslararası ve bölgesel istikrarı etkilediği ölçüde uluslararası bir sorundur da. Bu açıdan ulusal, kültürel sorunlar kısa sürede uluslararası boyut kazanabilir.

Yine ulusçuluğun çifte karakterine de sentez açısından dikkat etmek gerekir. Çünkü ulusçuluk hem kurulu ulus-devletin ideolojisidir hem de ulusal devlet kurmak isteyen ulusal ya da etnik grupların ideolojisidir. Bu nedenle ulusçu ideolojinin ve self-determinasyon hakkının ulus-devlet diğer etnik-ulusal gruplar ilişkisi bakımından kısırdöngüye yol açtığı bilinir. Birleştiren-güçlendiren tek yöntem ancak demokratik esaslara dayalı bir özerklik modeli olabilir.

Tarihsel gelişim içinde self-determinasyon hakkı, ayrılma hakkını içerecek biçimde yorumlanmış ve uygulanmıştır. Bugün ise iç self-determinasyon türü bir yorumlama var. Bu haliyle etnik ya da ulusal gruplar için self-determinasyon hakkı belli bir bölgede yoğunlaşmış, toplu olarak yaşayan etnik kimliklerin korunması ve eşit siyasal katılımın yanı sıra kendisiyle ilgili konularda karar mekanizmalarında söz sahibi olmaları ve hatta siyasal ve idari özerkliğe sahip olmaları anlamına geliyor.

Bu her iki hak da ulus-devlet siyasetinde kabul görmüyor. Bu hakların bütünleştirici değil, ayrıştırıcı bir işlev gördüğüne inanılıyor. Nitekim bundan dolayı grup yerine bireysel haklardan yanadır. Bunun nedeni, ulus-devletlerin gruplara uluslararası kişilik verilmesini istememesidir. Çünkü bu zihniyete göre etnik grup hakkı ulus-devleti parçalayabilir.

ÇÖZÜM NEREDE?

Günümüzde farklılıklar ulus-devletin sunduğu kimliğe meydan okurlar. Farklılıkların kabulüyle birçok ulus-devlette gerek bireyler gerekse gruplar düzeyinde türdeş bir varlık biçimi ve icat edilmiş bir bilinç durumu olarak 'ulus'a' sadakat azalmakta, farklılık bilinci belirginleşmekte, böylelikle ulus-devletin toplumu tek ve türdeş bir kolektif varlık olarak görme yönündeki geleneksel eğilimi temelsizleşmektedir.

Çünkü çok kültürlülük rejimi farklılıkları ortadan kaldırmaya dönük asimilasyon politikasını reddettiğinde, farkların hoş görülmesinin ötesinde korunmasını ve teşvik edilmelerini istediğine ve bunun için de devlete birtakım yükümlülükler getirdiğine göre, devlet artık eğitimde, ekonomik-sosyal yaşamın diğer alanlarında çok kültürcü-çok uluslu politikalar izleyerek toplumsal dokuyu ulus devletin tek düzeliğinden çıkarmak, türdeş yapısını bozmak zorunda kalmıştır.

Günümüzde üniter yapılı devletlerde değişik adlar altında (İspanya'da özel topluluk-yönetim, İtalya'da bölge, Portekiz'de siyasal bölge, Fransa'da özel statülü bölge, Belçika'da federasyon) ülkenin tekliğini tartışmalı hale getirecek siyasal nitelikli birtakım egemenlik haklarıyla donatılmış bölgeler kurulmuştur.

Uygulamada merkeziyetçi üniter devlet modelinde yerel yönetimlerin ya da 'bölgelerin' yasa yapma yetkisine sahip olması ancak 'bölgeli-özerk sistem modeli ile mümkün olmaktadır. Bölgeli-özerk sistem üniter devlet ile federal devlet arasında bir formüldür.

Bölgeli-özerk sistem modeli esas olarak devletin ve ülkenin tekliği anlayışı üzerine kurulu olmasına karşın, etnik ve kültürel özellikler ya da tarihin veya ekonomik-siyasal nedenlerle farklılaşan bölgelere tanınan siyasal özerklikle, klasik anlamıyla üniter devletin tek siyasal karar merkezli devlet olma biçimini aşındıran bir modeldir. Öte yandan bu tür farklılaşmalardan kaynaklanan çatışmaların 'yönetilmesinde' birlikte yaşamayı sağlayan bir seçenek sunmaktadır.

İSPANYA MODELİ

Bu bölgesel-özerk yönetimlere bir örnek olarak İspanya'daki özel topluluk modelini verebiliriz. 1978'deki anayasasıyla, İspanya'daki bütün halkların kültürlerini, geleneklerini ve dillerini korumayı kabul eder. Anayasada 'İspanya ulusunun ve vatanının bölünmez bütünlüğü' vurgulanmakta; bununla birlikte 'ulusu oluşturan farklı toplulukların özerklik hakları olduğu' da belirtilmektedir.

Böylece İspanya, ulusun farklı topluluklardan oluştuğunu kabul ederek tekçi ve asimilasyoncu ulus anlayışından (Fransa-Türkiye modeli) farklı bir ulus anlayışı benimseyerek, etnik farklılıkları korumak için kendine özgü bir model geliştirmiştir. Bu modelde üniter devlet mantığı içinde bölgelere siyasal özerklik tanınırken, egemenliğin sadece İspanya ulusuna değil; ama İspanya halkının bütününe ait olduğunu belirterek diğer ulusal grupların self-determinasyon hakkını da dışlamıştır.

Etnik farklılıkları tanıma anlayışını idari yapılanmasına da yansıtan İspanya bu haliyle, klasik anlamda ne üniter ne de federal yapılı bir devlettir. Burada adına 'bölgeli devlet' diyebileceğimiz bir yapı söz konusudur. Genel görünümüyle üniter yapıda olan sistem, bölgelere verilen özerklik ve bazı yetkiler nedeniyle üniter olarak adlandırmak yerine 'Özerklikçi' olarak nitelendirilmiştir.

1978 tarihli İspanya Anayasası'nın ikinci maddesinde yer alan 'Anayasa İspanyol ulusunun bölünmez bütünlüğüne, tüm İspanyolların ortak ve bölünmez vatanına dayanmaktadır ve onu oluşturan ulusların ve bölgelerin özerklik hakkını ve aralarındaki dayanışmayı tanır ve güvence altına alır' ifadesiyle, bölgeler için özerk yönetim yetkileriyle donatılmış, genel oyla seçilen bir yasama meclisi ve hükümet konseyinden oluşan bölgesel kurumlar oluşturulmasında olanak tanımıştır. Nitekim her bölgenin kendi anayasası da vardır.

İspanya'da özerklik statüsü, bölge ve il meclisleriyle belediyelerden gelen talep üzerine ya da böyle bir talep olmaksızın parlamentonun doğrudan kabulü veyahut halk oylamasıyla kazanılmaktadır. İspanya Anayasası bölge statüsüne ilişkin ayrıntıları düzenlememiş, bunlar bir yasayla tespit edilmiştir. Kabul edilen yasaya göre merkez ile bölgeler arasındaki yetkilerin dağılımı farklılıklar göstermiştir.

Özerk topluluklar yasama, yürütme, idare, eğitim, çevre koruması, yollar, iç güvenlik, ormancılık, avlanma, ekonomik kalkınma, kültür ve dillerin yönetim ve karar haklarına sahipseler de savunma ve adalet konularındaki yetkileri merkeze aittir. Her özerk bölgenin kendi yasama ve yürütme organları bulunmakla birlikte, bölge meclisleri kararları anayasa mahkemesi denetimine tabidir. Ayrıca özerk bölge başkanları simgesel de olsa kral tarafından atanmakta, dolayısıyla devlet memurluğu niteliği kazanmaktadır.

Burada özerklik sistemiyle toplum farklılıklarının karşılıklı saygı ve birbirini tanıma yelpazesi içinde birbirini dengelediği ve çoğunluğun hegemonyasının sınırlandırıldığı bir yapı üzerine oturtmakta ve tüm farklı gruplar kültürel haklarına hukuken ve fiilen sahip olmaktadır. Devlet etnik ilişkiler temelinde değil vatandaşlık temelinde demokrasiyi içselleştirmekte ve bütün toplulukların eşit siyasi hakları bulunmaktadır. Böylesi bir sistemde hiçbir grup zorla asimile edilemez. Farklı kültürel kimliklerin bir arada var olmasına hatta gelişmesine imkan tanınır. Aynı zamanda bütün etnik gruplar bir tek devlete ait olma duygusunu da paylaşırlar.

Cihan ÖZYILDIZ *
* Bingöl M Tipi Cezaevi

Yerelden ve yerinden yönetim - 2


Özerk bölgeler

İspanyol devleti on yedi özerk toplumu bünyesinde barındırır. Bu toplumlar büyüklük, nüfus ve ekonomik gelişmişlik açısından farklılıklar gösterir. Ayrıca, özerk bir toplumun siyasi ağırlığı her zaman toprak miktarı ya da nüfusuyla bağlantılı değildir. Her bölge, kendi özerklik kanunlarıyla yönetilir ve genel seçim hakkının geçerli olduğu, tek meclisli bir yasama organına dayanan bir siyasi yapıya sahiptir. Bu yasama meclisi, kendi üyeleri arasından bir başkan seçer ve başkan söz konusu toplumun en üst düzey temsilcisidir. Başında başkanın yer aldığı ve meclise karşı sorumlu olan yönetim, yürütme yetkisini ve idari yetkiyi elinde bulundurur. Özerk bölgelerle merkezi hükümet arasındaki yetki ayrımı anayasayla belirlenmiştir.

Ayrıca, özerk toplumların yetkilerini tedrici olarak artırmalarına izin verilir. Münhasıran ulusal hükümetin yetki alanına giren konular arasında uluslararası ilişkiler; savunma; adalet; ceza, ticaret ve işgücü alanlarındaki yasama; dış ticaret; finans; genel haberleşme ve kamu güvenliğidir. Özerk toplumların başlıca sorumluluk alanları ise şunlardır: Halk sağlığı, eğitim, toprak planlaması, konut, bayındırlık işleri, çevre koruma, kültür işleri, turizm, spor ve sosyal faaliyetler ile sosyal refah. Ayrıca, devlet kendi alanına giren bir konudaki yetkisinin bir bölümünü toplumlara aktarabilir. Anayasa, özerk toplumlara mali özerklik hakkı tanımıştır. Bunlar merkezi hükümetin vergilerini paylaşır ve ayrıca kendi vergilerini tahsil ederler.

Yerel yönetim kurumları demokrasinin başlangıcından bu yana önemli bir dönüşüm geçirmiştir. Anayasa; doğrudan seçim sistemini getirerek, merkezi kontrolleri kaldırarak ve idari özerkliği gözeterek yerel düzeyde belirleyici nitelikteki değişimlerin yolunu açmıştır. Ne var ki, yerel düzeydeki idarenin revizyondan geçebilmesi için önce siyasi reform ve bölgesel ademi merkezileşmenin gerçekleşmesi gerekmiştir. Tam demokratik ilk yerel seçimler 1979'da yapılmış, ancak yerel idarenin temel olarak yeniden yapılanması 1985 yılında Yerel Yönetim Temel Kanunu'nun kabulüyle olmuştur. Bu kanunda belediye ve vilayet düzeylerindeki temel kurumlar belirlenmiş, idarenin farklı katmanlarında sorumluluğun paylaşılmasına ilişkin yol gösterici ilkeler ortaya konmuş ve yerel yetkililerin sunmaları gereken hizmetler listelenmiştir.

Belediye düzeyinde yönetim, bir belediye meclisi tarafından yürütülür. Bu meclisin üyelerinin seçiminde genel oy hakkı ve nispi temsil söz konusudur. Meclisin üye sayısı ilgili belediyenin nüfusuna göre belirlenir, ancak kanunda en az beş üye olması öngörülmüştür.

Üyelerin tekrar seçilmeleri konusunda bir sınırlama getirilmemiştir. Bir üyenin istifa etmesi ya da görevinden alınması durumunda siyasi partisinin seçim listesindeki bir sonraki kişi onun yerini alır. Belediye meclisi her dört yılda bir seçilir ve feshedilemez. Meclis yerel yasal düzenlemeleri yapar, bütçeyi idare eder ve merkezi ve bölgesel yönetimlerden aktarılan gelire tamamlayıcı olması amacıyla vergileri artırabilir.

Belediye meclisinin başında, meclis üyeleri arasından yerel seçimle seçilmiş olan belediye başkanı bulunur. Belediye başkanı genellikle belediye meclisindeki çoğunluk partisinin de lideridir. Meclisin başkanı olmanın yanı sıra, başkan aynı zamanda belediyenin idaresini üstlenir, belediye polis gücünün başıdır ve atamalarda geniş yetkiye sahiptir. Belediye başkanı ayrıca halkla ilişkiler açısından önemli bir rol üstlenmiştir ve genellikle oldukça prestijli bir konumdadır.

Barselona ve Madrid gibi daha büyük kentlerdeki belediye idaresi, bölgelere ayrılarak ademi merkezileştirilmiştir. Kendi iç hizmetlerinin ve küçük çaplı bazı işlevlerin sorumluluğu bölgelere verilmiştir. Barselona'da bölgelerin, yıllık bütçeyi ele alma ve yönetme, bölgenin ihtiyaçlarını değerlendirme ve bu konuda bilgilendirme yapma, ayrıca bölgeyi etkileyen belediye projelerini onaylama yetkisi vardır. Bölgeler, bu görevlerini Çalışma Komisyonları ve Bölge Kuruluş ve Örgütleri İstişare Forumu aracılığıyla yerine getirirler. Çalışma Komisyonlarının başlıca rolü, bölge politikalarının uygulanışını günlük bazda takip etmek ve halkın katılım ve kontrolünü teşvik etmektir. Vatandaşlar, İstişare Forumu aracılığıyla özgül birtakım konuların ana hatlarını görüşebilir ve böylece kamu politikalarının şekillendirilme ve değerlendirilme aşamalarında etkili olabilirler. Belediye Katılım Şartı'nda da kamusal bilgilendirme (kent hizmetleri hakkında bilgilendirilme hakkı), vatandaşların görüşlerini almayı amaçlayan referandumlar ve özgül bazı faaliyetlerle ilgili dilekçe verme hakkı vb. bölgelere özgü bir dizi demokratik hak öngörülmüştür.

Yönetimin en alt katmanını oluşturan yerel merciler, özerk toplumların kaydettiği güçlü gelişim sonucu sıkıntılar yaşamaya başlamıştır ve uzun süredir devam eden sorunlarının pek çoğu hala çözümlenmeyi beklemektedir. Mali kaynak eksikliği bunlar arasında en önde gelen sorundur.

1988 yılında yürürlüğe giren Yerel Finansman Kanunu (LRHL) ile belediyelerin gelir dağılımının esasları belirlenmiştir. Belediyelerin vergi gelirleri ağırlıklı olarak emlak vergisinden ve ticari vergilerden oluşur. Yerel yetkililer ayrıca çalışma ve hizmetler için ödenti ve katılım payları tahsil edebilirler. Yerel düzeyde gerçekleşen tahsilatlar toplam gelirlerin yaklaşık yüzde 40'ını teşkil eder. Gelirlerin geri kalan bölümü ise ulusal vergilerin bir bölümünden, çeşitli işbirliği programlarından, merkezi hükümetin ya da vilayet idarelerinin temin ettiği genel tahsisatlardan ya da yatırım amaçlı özel tahsisatlardan sağlanır. Diğer yandan yerel bütçelerin yaklaşık yüzde 20'sini oluşturan kredilerin de bu bütçelerde önemli bir yeri vardır.

İspanya'da belediyelerin bir başka sorunu da tek bir kurallar ve düzenlemeler bütününe uyum sağlamalarını güçleştiren coğrafi bölünmeler ve içlerinde yüksek oranda barındırdıkları çeşitliliktir. Burada hatırlanması gereken bir nokta şudur: İspanya'da 8000'den fazla belediye bulunmaktadır ve bunların yüzde 86'sının nüfusu 5000'den azdır. Belediyelerin yüzde 42'si ise nüfusu 100.000'in üzerinde olan 54 kente dağılmıştır. Bu çeşitlilik dolayısıyla belediyeler arasında hizmetlerin sunumu ve yerel yönetim etkinliği bakımından belirgin eşitsizlikler ortaya çıkmıştır. Aralarındaki ölçek farkına rağmen belediyeler aynı kurallarla yönetilmekte, bu kurallar da büyük kentlerin, metropollerin ya da kırsal kesimde veya turistik bölgelerde yer alan belediyelerin birbirlerinden oldukça farklı olan ihtiyaçlarına cevap verememektedir.

Bu genel durumdan duyulan hoşnutsuzluk bütün belediyeler için geçerli olmakla birlikte konut, sosyal hizmetler, çevre ve eğitim gibi en çok talep gören alanlarda kendi politikalarını uygulamaya koyamayan büyük ve orta ölçekli kentlerde daha da belirgindir. Bu durumun bir sonucu olarak, İspanyol Yerel Yetkililer Federasyonu tarafından merkezi ve bölgesel yönetimlerle bunların işlevlerinin ve kaynaklarının artırılması amacıyla bir 'Yerel Pakt' oluşturulmasını talep eden bir hareket başlatılmıştır. Yerel Pakt ile yapılmaya çalışılan; yerel yönetim genel kanunu, yerel finansman kanunu ve seçim kanunundan yola çıkarak mevcut hukuki çerçevede reform gerçekleştirmektir. Bir başka talep de büyük kentleri ilgilendiren sorunların çözümüne yönelik yeni bir kanun çıkarılması yönündedir. Yerel yetkililer ayrıca şehir planlama, eğitim, sosyal hizmetler ve mesleki eğitim vb. önemli konularda bölgesel işlevlerin yerel yönetimlere devredilmesini de istemektedirler.

Belediyelerin hemen üzerinde yer alan katmandaki yapı ise tam olarak tanımlanmamıştır. Bazı özerk toplumlar vilayetlerin rolünü desteklerken, Katalonya örneğinde olduğu gibi kimi toplumlar da vilayetleri içi boş birimler olarak görmekte ve bölgeler vb. başka ara kurumlara destek vermektedirler. Ortaya çıkan yapıda vilayet düzeyi ya da bunun eşdeğeri olan düzeyler, küçük ve orta ölçekli belediyelere yardım ve işbirliği sağlayan destekleyici unsurlar olarak ortaya çıkmıştır. Bunun bir örneği, belediyelerin 'Barselona Belediyecilikte Kalite Ağı' adı altında işbirliği yaparak yenilikçi bir politika uyguladıkları Barselona vilayetinde görülmektedir. Bu ağ programında amaçlanan, yerel yetkililerle gönüllü işbirliği ve uzlaşmaya dayalı yenilikçi ilişkiler kurulmasını sağlamaktır. Buradaki temel düşünce, vatandaşların talepleriyle daha yakından muhatap olmaları dolayısıyla belediyelerin daha aktif bir rol oynamaları gereğidir.

I. Katalonya

DİL: İspanyolca, Katalanca, Aranca: Hint-Avrupa Dillerinin Romans koluna bağlı bir dildir. İspanya'nın bazı bölgelerinde ve Andorra'da resmi dildir. Katalanca konuşanların çoğu İspanya'da yaşar, ve ülkede ikinci en çok konuşulan dili olduğundan ülkenin 4 resmi dilinden biridir.

NÜFUS: Katalanların en yoğun nüfusu İspanya'da 6.500.000 kadardır. Fransa'da en az 100.000 kadar Katalan bulunduğu bilinmekte, ayrıca Andorra'da 31.000 ve İtalya'da 20.000 kadar Katalan yaşamaktadır. İspanyol İmparatorluğu zamanında sayısı bilinmeyen Katalan Kuzey ve Güney Amerika'ya göç etmiştir. Önemli gruplar Amerika Birleşik Devletleri'nin doğusunda ve Küba'da bulunmaktadır.

BAŞKENT: BARSELONA

İspanya tarih boyunca bölgeselciliğin güçlü olduğu bir bölge olmuştur. Bölgeselciliğin en gelişmiş olduğu yer olan Katalonya, 1714'te İspanyol birleşmesi ve özyönetim kurumlarının ortadan kalkması dönemine dayanan eski devletsiz bir millet geleneğine sahiptir. Ulus kuramcısı Anthony Smith, İspanya'yı 'ulusların ulusu' (nation of nations) olarak tarif ederken, örtük olarak Katalanlara ulus demektedir. Ancak eskiden Katalan toprakları olan, fakat bugün Fransa sınırları içinde yer alan topraklarda yaşayan Katalanların da Katalan ulusu içinde kabul edilip edilmeyeceği sorusunu yanıtsız bırakmaktadır. Anthony Smith, Katalanların ulus olduğu sonucuna sadece tarihsel bir toprak parçasına sahip olmalarından yola çıkarak varmamıştır. Katalanların kendi dillerinde eğitim yapıp, kendi eğitim sistemlerini finanse etmeleri de ulus olarak adlandırılmalarında önemli rol oynamaktadır.

Katalonya, Bask ülkesi ve Galiçya ile birlikte ikinci cumhuriyet (1931-36) döneminde 'özerklik statüsü'ne geçmiş, fakat Franco'nun baskı rejimi ile bu bölgeler özerklik statülerini kaybetmişlerdir. Franco, İspanyolca (Kastilyaca) dışındaki tüm dilleri kamusal alanda yasaklayarak tek bir devlet dilini baskın kılmayı amaçlamıştır. Franco diktatörlüğü (1939-1975) Kastilya etrafında şekillenmiş, geleneksel İspanyol milliyetçiliğinin isteği doğrultusunda Katolik ve üniter bir İspanya yaratmaya çalışmıştır.

1940'lar ve 50'lerde otoriter yollarla İspanyol ulus-inşaasının başarısızlığı ile Franco rejimine duyulan öfke birleşince Katalan, Bask ve Galiçya milliyetçiliklerinin yaşama şansı artmıştır. Özellikle Bask ülkesi ve Katalonya'da, azınlık milliyetçiliği bölgelerindeki sivil toplumla uyum içinde olmuştur. Fakat diğer bölgelere göre daha zengin durumdaki bu iki bölgeye güneyden süregelen kitlesel göç yüzünden Katalonya ve Bask ülkesinde Kastilya dilini konuşanların oranı zamanla artmıştır. 1970'lerde Katalonya ve Bask ülkesindeki nüfusun %37'sinin İspanya'nın değişik yerlerinde doğmuş olmaları bu göç yüzündendir. Ayrıca Bask ülkesi ve Katalonya'daki ileri gelen sanayi burjuvazisi, işçi sınıfının bastırılması ve korunma güvencesi karşılığında Franco rejimiyle işbirliği yapmıştır. Franco'nun ölümüyle İspanya'da diktatörlük dönemi kapanmış ve 1978 Anayasası ile Katalanlar yeniden özerkliklerini elde etmişlerdir.

Katalanlar dahil tüm İspanyalılar tarafından oluşturulan İspanya Anayasası, İspanyol demokrasisinde tek bir egemen halkın olduğunu vurgulamaktadır. Bu bağlamda, Katalanlar anayasaya onay vererek bir alt-grup olarak özerkliklerini elde etme imkanına kavuşmuşlardır. Bu yüzden Katalanların yalnız kendilerine ait bir özgür irade ile değil, İspanyollar olarak ifade edilen bütün olarak siyasi haklarına kavuşmuşlardır.
KATALAN DİL YASASI

Demokratik 1978 Anayasası kabul edildikten sonra yenilenen Katalan Hükümeti, Katalan kimliğinin kamu hayatına girmesi için bir takım politikalar izlemiştir. Bu politikalar fikir birliğiyle karşılanmış, ancak bu konudaki sembolik değeri çok yüksek olan dil mevzuatı üzerinde yapılan değişiklikler tartışmalara yol açmıştır. Katalanca Katalonya'nın resmi dilidir fakat İspanya devletinin resmi dili olarak Castilian benimsenmiştir. 1936-75 yılları arasında, Franco yönetimi boyunca Katalan dilinin kamusal alanda kullanımının yasaklanması Katalanların dil bilincini artırmıştır. 1983'te Llei de Normalitzacio Linguistica, Katalan Parlamentosu'ndan tüm partilerin onayıyla geçmiştir. Bu yasaya göre, eğitimin Katalanca olması ve ailelerin çocuklarını Castilian dilinde okutma hakkı teorik olarak saklı kalmakla birlikte dillere göre ayrılmış sınıflar ya da okullar olmaması öngörülmüştür. Bu arada, Katalanların neredeyse tümünün akıcı şekilde İspanyolca konuştuğu unutulmamalıdır. Bu da demektir ki, Katalonya'da tek resmi dil Franco döneminde olduğu gibi İspanyolca olsa bile, Katalanların İspanyolca'yı çok iyi konuşmaları sayesinde, ekonomik fırsatlardan ya da siyasete katılım hakkından yoksun kalmaları söz konusu olmayacaktır. Katalanların dillerini korumak istemelerinin en önemli nedeni, Katalan idaresini İspanyol devletinden ayıran tek farkın dil olmasıdır. Çünkü dil farkı ortadan kalktığında coğrafi değişebilirlik (geogrophical mobility) bölge sınırlarının siyasi önemini kaybetmesine neden olacaktır. Katalonya'da yürürlükte olan dil politikalarını tüm yönleriyle düzenleyen 1998'deki Katalan Dil Yasası (Catalan Linguistic Act) İspanya'da büyük tartışmalara yol açmıştır. Yasa üç temel hedef belirlemiştir. Bunların ilki dil politikasının okullarda ve sivil hizmetlerde yasallığının belirtilmesini sağlamaktır. İkincisi Katalanca'nın medyada ve kültürel sektörlerde boy göstermesini, sosyal ve ekonomik alanlarda kullanılmasını sağlamaktır. Üçüncü olarak yasa, anayasal ve hukuksal kısıtlamalara rağmen, Katalanca ile İspanyolca'nın Katalonya'da eşit statülere sahip olmalarını amaçlamaktadır. Yasa, üniversitelerin de Katalanca'yı kullanmalarını öngörmektedir. Katalanca'nın medyada ve kültürel sektörlerde yer almasını sağlamak için radyolara, televizyonlara ve sinemalara Katalanca kotaları uygulanmaktadır. Özel sektöre ait dükkanlar da, herhangi bir resmi dili konuşanlara hizmet vermedikleri takdirde cezalandırılabilecektir. Ticari yazışmalar da en azından Katalanca kaleme alınmalıdır. 1983'te kabul edilen bir önceki yasa, Katalan dilinin yaygınlaşmasını ve kamusal alanda kullanımını hedeflerken, son yasa, Katalanca'nın toplumda kullanımına yoğunlaşmaktadır. Pek çok açıdan yasa, Katalanca'nın yaşatılmasıyla, Katalanca konuşanların çıkarlarıyla ilgilendiğinden daha çok ilgilenmektedir. Bu korumacılık da kolektif hakların bir parçası olarak algılanmaktadır. Katalan kanunları kolektif haklar kavramından etkilenmiştir. Yasanın önde gelen savunucularından Katalan Kültür Bakanı da yasayı kolektif haklar çerçevesinde görmektedir. Dil Yasası, Katalanca konuşanların mahkemelerde olduğu kadar sosyal ve ekonomik alanlarda da bu dili kullanma haklarını korumaktadır.

Bu dil yasasıyla Katalan kimliğini sağlamlaştıran Katalan Parlamentosu, 30 Eylül 2005'te İspanya'da Katalanlara geniş bir özerklik sağlayacak yeni bir statü kararı almıştır.

Katalanlar, bir ulus olarak tanınmanın yanı sıra, vergi gelirleri üzerinde de denetim istiyorlar. Bask ve Navarro bölgeleri dışında, İspanyollar vergilerini merkezi yönetime ödüyor. Bu paranın yüzde 33'ü, yerel yönetimlere iade ediliyor. İspanya Parlamentosu 30 Mart 2006 da Katalonya'nın özerkliğini genişleten kanunu kabul etti. Bu kanunla Katalanlar ayrı bir 'millet' olarak tanınmakla kalmıyor, Katalonya topladığı vergilerin üçte biri yerine yarısını kendisine saklayacak. Katalanca bilmeyenler kamu hizmetine giremiyor.

Katalanlar, özellikle Franco rejimi dolayısıyla kendilerini siyasal ve dilsel ayrımcılığın kurbanı olarak görseler de, kendi eyaletlerinde iktidarlarının zirvesinde oldukları şüphesizdir. 30 Katalan Parlamentosu'nun çıkarmış olduğu dil yasaları bunun en iyi kanıtıdır.
HAFTAYA:
-II. Bask Ülkesi
-III. Galicia


* Tüm Bel-SEN Diyarbakır Şubesi (Tüm Belediye ve Yerel Yönetim Hizmetleri Emekçileri Sendikası) Eğitim Komisyonu'nun Britanya ve İspanya'daki yerel yönetimler diğer adıyla özerk bölgeler üzerine yaptığı araştırmanın ikinci bölümünü yayınlıyoruz.

Devletin Alevi Açılımındaki Stratejik Yönelimi

Yeni_Özgür_Politika Devletin önemli politikalarından biri Alevileri sisteme bütünlüklü olarak entegre etmektir. Osmanlıdan bu yana Alevilere yönelik yapılmış yüzlerce katliama dair tek bir kelime söylemeyenlerin ‘Alevi Açılımı’ ile süreci yönlendirmeye çalışmalarının politik arka planı giderek ön plana çıkıyor. Aleviliği salt bugüne indirgemek, esasen sisteme entegre etmek için ‘çalıştaylar’ toplamak, Aleviliğin tarihsel ve toplumsal dinamiklerini bütünlüklü olarak silme çabasıdır.
Devletin önemli politikalarından biri de Alevileri sisteme bütünlüklü olarak entegre etmektir. Osmanlıdan bu yana Alevilere yönelik yapılmış yüzlerce katliama dair tek bir kelime söylemeyenlerin ‘Alevi Açılımı’ ile süreci yönlendirmeye çalışmalarının politik arka planı giderek ön plana çıkıyor. Özellikle 12 Eylül Askeri faşist darbesinden sonra Alevilere yönelik geliştirilen politikaların ana hedefi, Aleviler arasında çok belirgin bir parçalanma yaratmak ve daha sonra devletle bütünleştirerek etkisizleştirmektir. Alevilik sorunu sosyolojik ve tarihsel olduğu kadar politik ve kültürel bir sorundur. Aleviliği salt bugüne indirgemek, esasen İslam’la bütünleştirmek için ‘Çalıştaylar’ toplamak, Aleviliğin tarihsel ve toplumsal dinamiklerini bütünlüklü olarak silmektir. Esas amaç budur.

Şeyhülislam Ebussuud Efendi: ‘Kızılbaşların öldürülmesi helaldir!’
Aleviliğin Selçuklu ve Osmanlı döneminin bir mezhep biçimi olarak değil, esasen Anadolu ve Mezopotamya’da egemen feodal imparatorluklara karşı mücadele eden ezilenlerin yani yoksul köylülerin toplumsal direniş dili olduğu gerçeğini bütünlüklü olarak gizlenerek, Osmanlı padişahlarının denetiminde ‘katlı vaciptir’ fetvalarıyla yüz binlerce Alevi’yi katledenlerin geleneksel yapısı, Cumhuriyet döneminde de devam etti. Devletin gizli raporlarında bu çok belirgin olarak ortaya konuldu. İki örnek sanırım buna çok net bir yanıt olur: Birincisi Osmanlı Şeyhülislamı Ebussuud Efendi’ye sorulan sorulara verdiği yanıtlar, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Alevilere yönelik toplu katliamlar konusunda bize çok açık bir fikir vermektedir.

“Soru: Kızılbaş topluluğunun, dine göre topluca öldürülmesi helal midir? Bunları öldürenler gazi, bu öldürme sırasında ölenler de şehit olur mu?
Cevap: Kızılbaşların topluca öldürülmeleri elbette dinimize göre helaldir. Bu, en büyük, en kutsal savaştır... Bu yolda ölmek de şehitliğin en ulusudur.
Soru: Kızılbaşların öldürülmesi, İslam Sultanına (Osmanlı padişahına) düşmanlık besledikleri için mi şarttır, yoksa başka nedenleri de var mıdır?...
Cevap: Bunlar hem sultana isyan ederler, hem de dinsizdirler...
Soru: Kızılbaşların önderinin Tanrı Peygamberinin (Muhammet’in) soyundan olduğu söyleniyor. Bu durumda, Kızılbaşların öldürülmelerinin helal olduğundan biraz kuşku duyulamaz mı?...

Cevap: Hâşâ, en küçük kuşku duyulmaz. Kızılbaşların yaptıkları kötü işler, o temiz peygamber soyuyla bir ilgilerinin olmadığını göstermeye yeter… Ayrıca, soyunun peygambere dayandığı doğru olsa bile, dinsiz olunca diğer kâfilerden ayrımı kalmaz… Kızılbaş askerleri için ne yapılması gerektiği konusunda bir ikilik yoktur. Öldürülmeleri gerekir… Kızılbaşların öldürülmeleri, diğer kâfirlerin yok edilmelerinden daha önemlidir…” 
Yavuz Sultan Selim’in Alevileri katletmeyi meşrulaştırmak için Müftü Hamza’dan aldığı fetva: “Ey Müslümanlar, Kızılbaş topluluğu, peygamberimizin şeriatını sünnetini, İslam dinini din ilmini, iyiyi ve doğruyu açıklayan Kuran’ı Küçük gördüler. Yüce Tanrı’nın yasakladığı günahlara helal gözü ile baktılar. Kutsal Kuran’ı, öteki din kitaplarını aşağıladılar. Onları ateşe atarak yaktılar. Hatta kendi mel’un reislerini tanrı yerine koyarak ona secde ettiler. Hz.Ebubekir’e, Ömer’e, sövüp onların halifeliklerini inkâr ettiler. Peygamberimizin karısı Ayşe anamıza iftira ettiler ve sövdüler. Peygamberimizin şeriatını ve İslam dinini ortadan kaldırmayı düşündüler. Onların burada sözü edilen ve bunlara benzeyen öteki kötü sözleri ve hakaretler, ben ve öteki İslam alimleri tarafından açıkça bilinmektedir. Bu nedenlerden ötürü şeriat hükmünün ve kitaplarımızın verdiği haklarla, bu topluluğun kafir ve dinsizler topluluğu olduğuna dair fetva verdik.

Onlara sempati gösteren, batıl dinlerini kabul eden ve yardımcı olanlar da kafir ve dinsizlerdir. Bu gibi kimselerin topluluğunu dağıtmak tüm Müslümanların görevidir. Bu arada Müslümanlardan ölen kutsal şehitlerin yeri yüce cennettir. O kafirlerden ölenler ise hakir olup, cehennemin dibinde yer tutacaklardır. Bu topluluğun durumu kafirlerin halinden daha kötüdür. Bu topluluğun gerek okla, gerek şahinle, gerek köpekle avladığı ya da kestiği hayvanlar murdardır. Onların gerek kendi aralarında gerekse başka topluluklarla yaptıkları evlilikler geçersizdir. Bunlara miras bırakılmaz. Sadece İslam’ın sultaninin onlara ait kasaba varsa, o kasabanın bütün insanlarını öldürüp, mallarını miraslarını, evlatlarını alma hakki vardır. Ancak bu mallar İslam gazileri arasında paylaşılmalıdır. Bu toplanmadan sonra onların tövbe ve pişmanlıklarına inanmamalı ve hepsini öldürmelidir. Hatta bu şehirlerde onlardan olduğu bilinen veya onlarla birlik olduğu tespit edilen kimseler öldürülmelidir. Bu türlü topluluk hem kafir hem imansız hem de kötülük yapan kimselerdir. Bu iki sebepten onların öldürülmesi vaciptir. Dine yardım edene Allah yardim eder. Müslüman’a kötülük yapanlara da Allah kötülük eder.”

Mustafa Kemal Alevileri kullanarak iktidarını korudu
İkincisi ise Kemalist rejim tarafından Alevilere yönelik uygulanan politikalardır. Mustafa Kemal, Ankara’da iktidar gücünü pekiştirmek için özellikle Alevi toplumunun ileri gelenlerini, Alevi kökenli milletvekillerini ve bürokratlarını önemli bir oranda kullandı. Örneğin Cumhuriyetin gizli istihbaratı olarak faaliyet yürüten Milli Amele Hizmeti’nin başına getirilen Albay Hüsamettin Ertürk, Bektaşi kökenlidir. Birçok katliam ve suikastta başrol oynayan Ertürk’e Mustafa Kemal, iktidarının en kritik anlarında şunu söyler: “Sen Bektaşisin. Göreyim senin Bektaşiliğini, hemen kalk İstanbul’a git, bunların arasına gir -yani Alevi ve Bektaşiler bn- bizim amacımızı anlat, bizim yanımıza kazan..”

Mustafa Kemal, Ankara’da henüz iktidarını yeterince pekiştirmemişken özellikle aşiretlerin temsilcileri olarak mecliste bulunan Alevi kökenli milletvekillerine önemli bir güven duymaktadır. Kütahya-Eskişehir dolaylarında yürütülen savaşta Mustafa Kemal’in ordusunun önemli bir yenilgi alması ve hatta Ankara’nın terk edilmesinin tartışıldığı meclis oturumunda Mustafa Kemal’in görevde alınması gündeme geldiğinde özellikle Alevi kökenli milletvekillerin tutumları belirleyici olur.

Dersimin Ferhatuşağı aşiretinden Diyap Ağa, Alevi kökenli milletvekilleri adına, meclis kürsüsünde yaptığı konuşmada, ‘biz buraya kaçmaya değil, ölmeye geldik’ sözleriyle Mustafa Kemal’e sunduğu destek dengeleri önemli oranda etkiledi. Mustafa Kemal, Alevi toplumunun ileri gelenlerinden “Celebi Cemaleddin Efendi’yi Kırşehir Milletvekili ayın zamanda Meclis ikinci Başkan Vekili olarak, Denizli Bektaşi Şehylerinden Mazlum Baba’yı, Dersim’den Diyap Ağa, Hasan Hayri Bey, Mustafa Ağa, Mustafa Zeki(Saltuk) Beş ve Erzincan bölgesinde Hüseyin Aksu Bey’i’ meclise milletvekili olarak atayarak, kendi politik çıkarları için çok belirgin olarak kullandı.

M.Kemal iktidarını sağlamlaştırınca Alevileri tasfiyeye etti
İktidar gücünü sağlamlaştırdıktan sonra, bu kez tersen Alevileri etkisizleştirme ve tasfiye etme planını devreye koydu. Söz konusu milletvekillerini kısa sürede meclis dışına attı, 1925 yılında tekke ve dergâhları yasaklayan bir kanun çıkartarak, Alevilerin ibadet yerlerini toplu olarak kapattı. Alevilerin geleneksel cem törenlerini gizli yapmak zorunda kalmalarından dolayı, ‘mum söndürme’ gibi iftiralar, bizzat devlet kurumları tarafından çıkartılmış ve yayınlaştırılmıştır. Ayrıca Sünni İslam için ise Diyanet İşler Başkanlığını kurdurttu ve herkesin kimliğine dini İslam yazdırttı. Sünni İslam’ı devlet dini olarak kabul edildi. Bundan en çok etkilenen doğal olarak Aleviler oldu.

Kemalist iktidar, devlet gücünü sağlamlaştırdıkça Alevilere yönelik saldırıların kapsamını genişletir. Cumhuriyet için potansiyel tehlike olarak görülen özellikle Kürt Alevilerinin yoğunluklu olarak yaşadığı Erzincan, Dersim, Elazığ, Malatya gibi bölgelere yönelik askeri saldırılar süreklileştirildi.

Bunun en somut örneği de Dersim Jenosididir. Dersim katliamından kısa bir süre önce Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın Erzincan ve çevresinde yaptığı gezi sonucunda, Kürtlerin imha edilmesine ilişkin bir rapor hazırlıyor ve uygulanması için İçişleri Bakanlığına şu talimatı veriyor; “...2- Erzincan merkez ilçesinde 10 bin Kürt vardır. Alevilikten faydalanarak mevcut Türk köylerini Kürtleştirmeye ve Kürt dilini yaymaya çalışmaktadırlar. Birkaç sene sonra Kürtlüğün bütün Erzincan’ı istila edeceğinden endişe edilebilir. 3- İl bölgesinde bazı memurların Kürt ırkına mensup olduğu bilinmektedir. Örneğin, Erzincan sorgu hâkimi Pülümürlü Şevki Efendi’nin Kürtleri himaye ettiği ve geceleri Kürtleri evinde topladığı gerçekleşmiştir. 4- Arz ettiğim bu meselenin en önemlisi, kesin surette tedbirlerin alınması ve ırktan Kürt olduğu kesinlikle bilinen memurların biran önce yerlerinden alınması...” talimatıyla özellikle Alevi kökenli Kürtleri hedeflediğini çok belirgin olarak ortaya koyuyor.

Alevilere yönelik katliamlar
Yakın tarihimize baktığımızda, devletin Alevileri tasfiye etme planı kesintisizce devam etti. Özellikle 1965-1980 yılları arasında, bizzat genelkurmaya bağlı faaliyet yürütün Özel Harp Dairesi tarafından organize edildiği iddia edilen, Sivas, Çorum, Erzincan, Malatya, Maraş gibi şehirlerde Alevilere yönelik katliamlara gerçekleştirildi. 12 Eylül faşist darbesinde özellikle Kürt Alevilerinin yaşadığı bölgelerde insanlık dışı uygulamalar yapıldı. Potansiyel suçlu görünen Aleviler, işkencelerden geçirildi veya tutuklandı.

Alevileri sisteme entegre etme çabası
12 Eylül darbeci generallerin yapmış olduğu anayasa ile Türk-İslam sentezciliği devletin resmi ideolojik politik çizgisi haline getirildi. Devlet, tarihsel olarak ilerici bir potansiyel taşıyan ve geleneksel olarak sisteme muhalif bir gücü oluşturan 15 milyon civarındaki bir toplumun etkisizleştirmek için çok kapsamlı politikalar geliştirdi. Bu bakımdan sorunun bütünlüklü anlaşılabilmesi ve doğru tanımlanabilmesi için bazı sosyolojik-politik noktalara dikkat çekmek gerekir:

Birincisi, Alevilerin içerisinde ekonomi olarak gelişen ve önemli bir güç haline gelen küçük bir azınlık var. Süzer Holding, Ege Seramik gibi 5-7 civarında şirket büyük sermaye grubu arasında yer alırken, genellikle orta ölçekli sermaye grubunu oluşturmaktadırlar. Alevi kökenli sermaye gruplarının palazlanarak gelişmesi, Özal’ın izlediği bir politikaydı. Böylece sınıfsal farklılaşması ile Aleviler arasındaki ekonomik-politik çelişkiler çok daha belirgin olarak ortaya çıktı. Özellikle 1984’lerden sonra, Alevi kurumları arasında oluşmaya başlayan farklılıkların arka palanında, Alevi kökenli sermaye gruplarının devletle olan ilişkilerine yeni bir yön vermeleriydi. Büyüdükçe sistemle çıkarları çakışan sermaye grubundan hiç şüphesiz ki devletin de önemli bir beklentisi oldu. Sınıfsal çıkar ilişkileri çok belirgin olarak ön plana çıktı. Söz konusu sermaye grupları da devletin planları doğrultusunda, Alevi toplumun sistemin içerisine çekmede önemli bir rol oynamaya başladılar.

İkincisi, Anadolu ve Mezopotamya’nın kapitalist kentleşme süreci en çok Alevi kitlesini etkiledi. Alevilerin yaşadığı kırsal bölgelerden Kentlere doğru yoğunluklu bir göç yaşandı. Sosyolojik bakımdan önemli bir inceleme konusunu oluşturacak bu noktanın birçok nedeni var. A- Alevilerin yaşadığı bölgelerde tarımsal üretim oldukça zayıftı. Osmanlıların saldırılarından korunmak için özellikle dağlık ve devletin otoritesinden uzak bölgeleri seçmek zorunda kalmışlardı. Ekonomik sorunlar nedeniyle ketlere göç bir bakıma kaçınılmaz hale gelmişti. B- Alevilerin eğitim düzeyinin nispeten yüksek olması ve ayrıca geleneksel toplumsal bağları kırmış olmaları nedeniyle kapitalizmin ekonomik-politik ilişkilerine uyum sağlamada ciddi bir sorun yaşamadılar. C-Bulundukları kırsal bölgelerde kendilerini güvenceden hissetmemeleri, yani bir bakıma politik kaygıları nedeniyle kentlere göç etmeyi tercih ettiler. 12 Eylül faşist darbesi de bu süreci çok ciddi oranda hızlandırdı.

Alevi göçü ve sosyal farklılaşma
Alevilerin yoğunluklu olarak yaşadıkları bölgelerden, bir bakıma zorunlu kitlesel göçler yaşandı. Sosyo-politik nedenlere dayanan Alevi göçü iki yönlü oldu. Biri, İstanbul, İzmir, Ankara, Mersin, Antep, Adana gibi şehirlere doğru akan ve 1980-1995 yılları arasında en üst düzeyde yaşanan iç göçtür. Çok yoğun olarak artan bu göç dalgasıyla özellikle İstanbul’da, gönüllü Alevi gettolarının oluşmasını yol açtı. Solun toplumsal mücadelenin ‘volan kayışları’ olarak gördükleri gecekondulardaki tabanın Alevi kökenli olması de tesadüfî bir durum değil.

Diğeri, Avrupa’ya akan göç olgusudur. 1995’lere kadar, özellikle Almanya, İngiltere, Fransa gibi ülkelere gelen politik göçmenler içerisinde Kürt kökenli Aleviler önemli bir oranı oluşturuyor. Yurtdışına gelen Alevilerin diğer göçmen grupları gibi, Türkiye’ye yoğun bir para transferi yapması ve Ailelerin nispeten daha rahat bir yaşam sürecine girmeleri, belki hiç farkında olmadığımız gibi, onların sosyal yaşamını, toplumsal ilişkilerini ve aynı zamanda politik düşünüş tarzlarını etkiledi.

Böylelikle Aleviler arasındaki sosyal farklılaşma kendi doğal akışı içinde gelişti ve arttı. Bu gelişme eğilimi, solun doğal tabanın dağılmasına yol açtı, dahası toplumsal zemin kayması oluştu. Diğer bir ifadeyle, Aleviler, yekpare bütünlüklü-homojen bir toplumsal grubu oluşturmuyorlar. Alevilerin ezici bir çoğunluğu yoksul kesimleri oluştururken, özellikle eğitime verdikleri önem nedeniyle, devlet memuru olarak önemli bir potansiyel oluşturuyorlar. Ayrıca Türkiye’de oluşan ara sınıf tabakasında Aleviler önemli bir potansiyeli oluşturuyorlar.

Alevilerin devlet içine çekilmesi
Alevilerdeki ekonomik ve sosyal farklılaşmayı ve gelişmeyi en iyi okuyan güç ise bizzat devlet oldu. Türkiye devrimci hareketi için önemli bir potansiyel oluşturan Alevilerin farklı düzeylerde devlet içine çekilmesi önemli bir strateji olarak uygulandı. Birinci politik hamleyi Cumhuriyetin kuruluşundan beri CHP yapıyor. Alevilerin tasfiyesinde önemli bir rol oynayan devletin kurucusu ve temsilcisi rolünü üstelenen CHP’nin Aleviler içerisinde önemli bir güç olması, devletin yıllardır uygulanan politikanın bir etkisidir. Kürt toplumsal gücünün etkisiyle bundan belli bir kırılma yaşanmasına rağmen halen küçümsenmeyen bir etkisi olduğu da bir realitedir.

İkinci hamleyi Özal tarafından kurulan ve 12 Eylül darbesinin ürünü olan ANAP yaptı. Özal, yukarıda belirttiğimiz gibi, Aleviler içerisinde bir azınlık grubunu ekonomik olarak güçlendirip, sistemin bir parçası haline getirdi. Bunu çok ciddi oranda başardı. Böylece ‘Alevi İş Adamları’ kavramı, ekonomik ve politik alanda sıkça kullanılmaya başlandı. Yani, Alevilerin bir kesimi sınıfsal bir kategori olarak, kapitalist ekonomik sistemin bir parçası haline gelmiş oldular.

Üçüncü hamleyi Türkeş yaptı. 1980 öncesi Alevileri toptan komünist görüp katliamlar yaptıran Türkeş, ‘Alevilerin gerçek Türkler olduğunu, Oğuz soyunda geldiklerini’ ileri sürdü ve ırkçı-milliyetçi MHP’nin kapılarının ‘Alevilere açık olduğunu’ bizzat kongre kürsüsünde açıkladı. Türkeş’in temel amacı, Türk kökenli Alevilerini Kürt Toplumsal Hareketiyle karşı karşıya getirmekti. Dahası Alevileri arasında Türk-Kürt saflaşmasını yaratarak, Alevilerin toplumsal gücünü parçalamaktı. Aslında bir devlet politikası olan bu yönelim, nispeten başarılı oldu. Kürt sorunu kullanılarak, Türk kökenli Aleviler içerisinde Türk şovenizmi geliştirildi. Örneğin, Hacıbektaşı Veli Kültür Vakfı Başkanı Timur Ulusoy, MHP’de milletvekilli adayı oldu.

Dördüncü hamle yine sistem kurumları tarafından bir devlet politikası olarak uygulanmaya başladı. Devletin alt düzeyini oluşturan memurlarda Alevi kökenli önemli bir potansiyel olmakla birlikte, MİT, Ordu, Valilikler. Müsteşarlık gibi stratejik kurumlarda yer alan Alevi sayısı oldukça sınırlıydı. Devlet bu politikasında belirli bir değişime gitti. Özellikle sistemle bütünleşen Aleviler içerisinde MİT ve Orduya eleman alınmaya başlandı. Korgeneral, Tümgnereral düzeyinde olan Alevi kökenli subaylar olduğu gibi, MİT de Alevilerden bünyesine eleman almaya başladı. Devlet Alevilere üst düzeyde görev vermeye başladı biçimindeki propaganda Alevilerin bir kesimi içinde ‘memnuniyetle’ karşılandı ve devletin Alevilerle barışması olarak gösterilip desteklendi. Devletin çok ciddi olarak uyguladığı bu politika, Aleviler için önemli bir tehlikeyi oluşturduğunu görmek gerekir

Beşinci hamle, bugünkü İslamcı iktidar tarafından uygulanmaktadır. Özellikle ‘Alevi Çalıştayı’ olarak yapılan toplantılar Alevilere yönelik izlenen devletin en son hamlesi olarak işlev görmektedir. Artık Alevileri inkâr etme politikası iflas etti. Bu nedenle devlet çok yönlü politikalar uygulamaya koyuyor. Devlet, Alevileri içten parçalayarak kendi etki alanına çekmek için geliştirdiği politikalara en tehlikelisini ekledi. Bunun açık adı, Aleviliği İslamcılaştırma politikasıdır. Aleviliğin İslam’ın bir alt kolu olduğu tezi artık, devlet kurumları tarafından da benimsenerek uygulanmaya konulacak.

Demokratik Alevi Hareketi
Devlet Bakanı Faruk Çelik başkanlığından toplanan ‘Alevi Çalıştayı’nın 7’nci ve son toplantısında; „Diyanet İşleri Başkanlığı’nın mevcudiyetini koruması, içerisinde Alevilerin de temsil edileceği bağımsız kurulların oluşturulması ve bütçeden Alevilere pay verilmesi“ kararı alındı. Bu kararın İslamcı AKP tarafından uygulanmaya konulmasıyla Aleviliğin İslam’ın bir alt kolu olduğu ve bundan dolayı Diyanet İşler Başkanlığına bağlanması resmiyet kazanacak. Cemevleri, camiiler gibi İslami kurumlar olarak ve Alevileri devletin yedek gücü haline getirmeyi planlayan Cem Vakfı ve İzzetin Doğan tarafından savunulan Alevi-İslam Sentezi veya Alevi-Türk-İslam Sentezi politikası yaşama geçirilecek. Alevi toplumunun ve onları temsil eden demokratik kurumlarının çok az bir kesimini temsil eden bu eğilim, devletin bütün desteğine arkasına alarak Alevi toplumsal hareketini bölmeyi, parçalamayı ve onu tarihsel özünde kopararak yozlaştırıp, İslami yaşam tarzı içerisinde eritmeyi hedefliyor.

Bunun boşa çıkartılması için, Alevi toplumunun önemli bir gücünü temsil eden ‘Demokratik Alevi Hareketi’nin örgütlendirilmesi önem kazanıyor. Özellikle Demokratik Alevi Kurumları, başta diyanetin kaldırılması, dinin derslerinin zorunlu olmaktan çıkartılması, Nüfus kimliklerinde yazılı olan din hanesinin silinmesi, yani esasen demokratik bir toplum için demokratik bir anayasa taleplerini gündemleştiren çok kapsamlı bir kampanyayı örgütlemelidirler. Bunun bir bakıma zorunluluk haline geldiğini görmek gerekiyor. İslamcı AKP, kendisi gibi düşünen birkaç Alevi kurumu ile bu politikaları, Aleviler adına uygulamaya kalktığında, genel Alevi kitlesi için politik sonuçlarının ağır olacağı gerçeğini de şimdiden görmeliyiz.
MUSTAFA PEKÖZ / Gokyuzu9@aol.com

Açılım PKK’yi tasfiye girişimiydi

Yeni_Özgür_PolitikaAKP bir güvenlik operasyonu olarak sınırlamak zorunda kaldığı açılımı PKK’ye yönelik bir tasfiye olarak icraya girişince PKK’nin hırpalama ve iktidardan etme hamlesiyle karşı karşıya kaldı.
İsrail’in Mavi Marmara gemisine yaptığı baskının etkileri Türkiye’de tüm şiddetiyle sürüyor.Türkiye-İsrail ilişkilerinin nereye gideceği dünya medyasının gündeminde. Batı basını Erdoğan ve AKP’nin Türkiye’yi Batı’dan kopararak ülkeye eksen kaydırdığını iddia ederken Erdoğan iddialara sert çıkıyor. Diğer taraftan Kürt sorunu da ülkenin en önemli meselesi olmaya devam ediyor. Silahların yeniden konuşması, can kayıplarını yeniden arttırdı. Ancak medya sorunu tartışmak ve çözüme odaklanmak yerine milliyetçi histeriyi kışkırtmayı öne çıkaran bir yaklaşım sergiliyor. Bu da sorunu içinden çıkılmaz bir hale getiriyor. Türkiye’nin gündemini sosyalist aktivist, yazar, 68 kuşağının önde gelen gençlik lideri Ertuğrul Kürkçü ile konuştuk.

Türkiye İsrail arasında ilişkiler giderek geriliyor. Nerden çıktı Mavi Marmara? Zamanlama, şekil, geminin arkasında ki güçler, İnsani yardım Vakfı gibi faktörler soru işaretleriyle dolu?
“Mavi Marmara” seferi bence baştan sona bir hükümet imalatı. Daha gemi yola çıkmadan önce Tayyip Erdoğan niyetini ele veren bir dil sürçmesiyle “bu gemide bütün devletlerin sivil toplum örgütleri var” demişti. Diğer “devletler” bir yana, Başbakan İHH’nin bir NGO (Hükümet Dışı Kuruluş) değil bir GONGO (Hükümetin Hükümet Dışı Kuruluşu) olduğunu bir şekilde itiraf etmişti. Ancak “Mavi Marmara” seferi yalnızca bu dil sürçmesiyle değil yol açtığı bütün sonuçlarla birlikte bir hükümet imalatı olarak görülmedikçe, Erdoğan hükümetinin davranışlarının anlaşılır ya da açıklanabilir olamayacağı görünen bir gerçek.

Neden böyle bir tercih yapmış olabilir?
Apaçık, Erdoğan ve Davutoğlu, ölümlü biteceğini hiç ummadıkları bu seferin düzenlenmesine cevaz vererek İsrail’in “façasını bozmayı” ve bölgesel etkinlik mücadelesinde Arap dünyasının desteğini garanti etmeyi umuyorlardı. Zamanlama açısından Mavi Marmara olayını peş peşe izleyen ve İsrail’in kınanmasıyla biten Türkiye’deki Asya İşbirliği Zirvesi (CICA) ve Türk-Arap İşbirliği Forumları, ve BM Güvenlik Konseyi toplantıları hükümetin bir küresel ve bölgesel profil verme derdinde olduğuna pek az kuşku bırakıyor.

AKP’nin ve dolayısıyla başbakan Erdoğan’ın çıkışını nasıl yorumluyorsunuz? Söyledikleri ve yaptıkları inandırıcı geliyor mu?
Erdoğan kimseye inandırıcı gelmiyor. Bunun asıl nedeni dengesizliği ama Tayyip Erdoğan’ın dengesizliği gibi görünen şeyler de, çoğu kez, onun başında durduğu hareketin karmaşık doğası ve bileşimi dolayısıyla tamamen tüketilmiş olmayan ve birbirinin tam karşısında durmayan sermaye seçenekleri arasında salınmasıyla ilgili. “Avrasyacılar”ın saf dışı edilmesiyle Türkiye’de sermaye seçenekleri daha azaldı, ama teke inmedi. Bir tarafta Avrupa-ABD seçeneği dursa da Osmanlıcılık prizmasından geçirilmiş bir Arap-İslam seçeneği de hâlâ bir başka tarafta duruyor. Bu Erdoğan’ın Siyasi İslamcı zihniyetiyle de birleşince onun İslami bir retoriğe kayması kaçınılmaz; başka bir malzemesi de yok. Türkiye bir NATO ülkesi olmaya devam ederken, “Batı”nın stratejik menfaatleriyle zıtlaşan bir uluslar arası ilişkiler ve güvenlik politikasını ilânihaye sürdüremez. Fettullah Gülen’in ABD’den tartışmaya müdahil olarak, “iyi olmadı, bunu yapmayacaktınız” demesi de savrulmaya karşı bir önlem.

Bir yazınızda Erdoğan samimiyse yapması gerekenler var diyorsunuz. Nedir bunlar?
Erdoğan İsrail ablukasına karşı çıkarken Hamas tarzı hükümete ne diyor? Hamas Gazze’de alenen Filistin anayasasına aykırı bir İslami rejim oluşturup ve muhalefetin haklarını ihlal ederken Erdoğan’ın sesini hiç duymuyoruz. Bunun yanı sıra İsrail’i bölgede tecrit edecek asıl stratejik hamle onun askeri ve politik gücünü zaafa uğratmaktan geçtiği halde Erdoğan hükümeti askeri ilişkileri askıya almayı aklından bile geçiremiyor. Erdoğan’ın sınav verdiği ikinci samimiyet cephesiyse, kefil olduğu İslami rejimlerdeki ağır hak ihlalleri. Erdoğan rejimi Afganistan’da kadın ve insan haklarını hiçe sayan bir kukla rejimi ayakta tutmak için asker bulunduruyor ama öte yandan bu rejimin ondan da kötü hasmı Taliban’la arasını bulmak için çaba gösteriyor. İran’ın nükleer programının barışçılığına kefil olarak İsrail’in nükleer silahlardan arındırılmasını istiyor ama Türkiye’de ABD’nin depoladığı nükleer başlıklar yerli yerinde durmaya devam ediyor. Bölgede nükleer silah istemiyoruz diyor ama Pakistan’daki nükleer silahlara çıtını çıkarmıyor. İran’daki ağır insan hakları ihlallerine, idamlara, kadınlara karşı uygulanan aşağılayıcı cezalara karşı suskun kalıyor.

Yine yazınızda ‘Tayyip Erdoğan „Gazze’ye yardım“ edecekti, ama Gazze Erdoğan’ın imdadına yetişti’, diyorsunuz. Açar mısınız?
Kast ettiğim, Erdoğan’ın “Gazze’ye yardım” hamlesinin Gazze’ye hiçbir şekilde yardım etmemiş olması. Gazze ablukası kırılmadı, insani yardım Gazze’ye ulaşmadı, hiçbir şey değişmedi Gazze’de. Ama, içeride Erdoğan’ı sıkıştıran sosyal haklar gündemi geriye savruldu, “dış müdahale”ye karşı İslami ve milli duyarlıklar kabardı. Kitlesel protestolar hükümet lehine manipüle edildi. Tayyip Erdoğan yarattığı dünya çapında tartışmayla, Arap dünyasının hükümetlerinin ve muhalefetlerinin üzerini örten bir imge edindi. Bunun için aslında hiçbir yere gitmeyen bir geminin Gazze’ye gittiğini söylemesi yetti. Erdoğan bu manevrayla, Anayasa oylaması öncesindeki olası olumsuz mahkeme kararının da yaratacağı mağduriyet söyleminin bileşik etkisi üzerine binerek iktidarının ömrünü uzatma fırsatı yakaladığını düşünüyor. Ama Gazze’ye gerçekten insani yardım ulaştırmak isteyen bu kadar dramatik gösterilere başvurmadan ulaştırıyor.

Erdoğan’a batıdan çok destek vardı. Şimdi batı yanıldı mı ya da Erdoğan’ın kullanım süresi mi bitti? AKP doğu-batı arasında gidip gelmeye devam mı edecek? Eksen kayması tartışmaları vs.
AKP’nin tek parti iktidarı Tayyip Erdoğan’ın bile gördüğü bir düş değildi. Ancak AKP, çürümüş egemen sınıf partilerinden bıkan geniş bir seçmen topluluğunca birinci parti haline getirildi. AKP hükümet olmuştu ama ne devlet ne sermaye ne “uluslararası toplum”un gözünde henüz meşru iktidardı, Erdoğan’ın kendisi şeriatçılıktan hapisteydi. Erdoğan ve AKP “Ergenekon” ve “Balyoz” davalarından ortalığa saçılan belgelerden de daha iyi anladığımız gibi iktidarı ele geçirmek için gün sayan ve fırsat kollayan darbecilerle karşı karşıya kalınca “meşruiyet”i ABD’nin Orta-Doğu ve Afganistan’daki etkinliklerine ortak olmaya ve Brüksel ile müzakere tarihi almaya endekslediler. AKP ve Erdoğan Washington, Brüksel, Londra, Berlin, Roma ve Madrid’de Avrupa Birliği’nin Doğu’ya açılan köprüsü, 11 Eylül sonrası ABD’nin „ılımlı İslamcı“ müttefiki olarak dışarıdan sağladığı desteklerle AB üyelik müzakereleri, TCK ve Anayasa değişiklikleri, mali reformlar vb derken içeride TSK’nin ağırlığını dengeledi. Darbeleri geri püskürttü.

Ama dışarıda AKP eksen değiştirdi algısı var. Bu nereden kaynaklanıyor?
Avrupa Birliği’nin kendi iç krizi, AB Anayasasının nerede referanduma sunulsa orada reddedilmesi, AB’nin büyük güçleri Fransa ve Almanya’nın genişlemenin sınırlanması ve Türkiye’nin üyeliğinin önlenmesini savunan sağcı hükümetlerin eline geçmesi, „Ankara’nın üyeliği dendiğinde“, “imtiyazlı ortaklık” kapısının gösterilmesi hükümetin Batı’daki manevra marjının sınırlarına geldiğini, “eşitler arası” bir ilişkinin bir hayal olduğunu gösterince Erdoğan ve Davutoğlu eski Osmanlı hinterlandında yeni bir nüfuz sahası oluşturma stratejisine daha çok ağırlık verdi. AKP hükümeti şimdi „dışarısı“ denildiğinde eski „3.Dünya“yı da anlıyor. Bence bütün bunlar kullanma-kullanılma ilişkisinin de ötesinde küresel güç kaymalarının bir sonucu.

-Batı Erdoğan’a öfkeli. Bunun bir bedeli olmayacak mı diye soruyorlar. Nedir bu bedel? Türkiye ve İsrail ilişkileri Erdoğan’ın arzusuna bırakılmayacak kadar önemli. Bu doğruysa uluslararası güçler Türkiye-İsrail ilişkilerinin tamiri, kalıcılığı için ne yapacak?
Erdoğan hala Türkiye’nin Başbakanı ve ister istemez Batı’nın stratejik ilişkileri de onunla yürütmesi gerekiyor. Ben sonuçta iç dinamikler Türkiye’ye Batı için daha hesaba gelir yeni bir hükümet seçeneği sunmadıkça, NATO müttefiklerinin bağırlarına taş basıp, pes perdeden de olsa Erdoğan hükümetiyle ilişkileri sürdürecekleri kanısındayım. İsrail-Türkiye ilişkilerinin aldığı yeni doğrultuda Netenyahu hükümetinin de ağır bir sorumluluğu olduğu Batı’da yaygın kabul görüyor bence. O nedenle topun ağzında olan sadece Erdoğan değil İsrail Başbakanı Netenyahu da. Kim, içerideki meşruiyetini daha uzun süre korursa bence o ötekine el sallayacak ve ondan sonra gidenin yerine gelenle bir “onarım” süreci başlayacak büyük olasılıkla.

İran bu denklemin neresinde?
ABD askeri harekâtı ve yaptırımları İran’daki İslami rejimi çökertebilir, bu da bölgede Siyasi İslam’ın topyekûn yenilgisini başlatabilir ve ucu AKP’ye de dokunabilir. O nedenle AKP harekâtın hiç olmamasını sağlama, bu açıdan İran’ı masaya çekme girişimlerini ABD’nin husumetini üstüne çekme pahasına sonuna kadar sürdürdü ve Güvenlik Konseyi’nde ABD’nin karşısında oy kullandı. Fakat bütün bunlar ABD ile Türkiye ve AB ile Türkiye arasındaki esaslı askeri, ekonomik ve mali bağımlılık ilişkilerinde dramatik bir kopuş olmadıkça köklü bir çatışma dinamiği oluşturmayacak.

İçe bakarsak. Erdoğan “Gazze de çocuklar ölmesin. İsrail bebek katili” gibi lafları pek sevmeye başladı. Ama Kürt çocuklarının dramı devam ediyor. En son bir çocuk askeri aracın altında kalarak yaşamını yitirdi. Savaş yeniden başladı. Neler oluyor?
Çocukların ölümü, hapse atılması, binlercesinin mahkûm olması ya da mahkûmiyet tehdidi altına girmesi AKP’nin bir samimiyet testinden daha sınıfta kalması demek. Ya da aslında bir bakıma “sınıf geçti” de diyebiliriz. Erdoğan Nisan 2006’da çocuklar kitleler halinde kurşunlanmaya, dövülmeye, hapse atılmaya başladığında “Güvenlik güçlerimiz çocuk da olsa, kadın da olsa kim olursa olsun eğer terörün maşası haline gelmişse, gerekli müdahale ne ise bunu yapacak,” demişti. Gerçekten de sözünde durdu. Böyle diye diye binlerce çocuğu vurup kırarak 2010’a geldi. AKP bir güvenlik operasyonu olarak sınırlamak zorunda kaldığı “açılım”ı da PKK’ye yönelik bir tasfiye olarak icraya girişince PKK’nin AKP hükümetini sarsmaya ve referanduma giden bir süreçte hırpalama ve giderek iktidardan etme hamlesine yönelişiyle karşı karşıya kaldı. Başbakan Erdoğan ve partisi bir çatışmasızlık dönemini daha berbat edip bıraktı.

Öcalan süreçten çekildiğini açıkladı, KCK eylemsizlik kararının anlamını yitirdiğini söyledi. Bundan sonra ne bekliyorsunuz? Öcalan ve PKK yok sayılarak sorunu çözmek mümkün mü?
Evet, Öcalan süreçten çekildiğini açıkladı ama bir hafta sonraki görüşmede şunu da dedi: “Benim 31 Mayıs’’tan sonra çekilmem sorundan kaçmak değil tam aksine buradaki bu şartlarda daha fazla çabalarımı sürdürememeden kaynaklanıyor.” Öcalan hala “barışçı çözüm” kapısının açık tutulmasını ve politik faaliyeti askeri faaliyete önceliyor. Böylece aslında kendisi yok sayıldığında geriye uzun sürecek bir kaotik dönemin açılacağı konusunda uyarmaya devam ediyor. Ben Türkiye’nin Türk ultra-milliyetçiliğinin kibrinin ipoteği altında daha uzun boylu kalmasının eldeki bütün imkânları çürüteceğini görebiliyorum. Öcalan ve PKK Türkiye politik panoramasının içinde kendi yerlerini alalı çok zaman oldu, buna şimdi yasal bir statü kazandırarak kalıcı bir etnik barış dönemi açılabilir. Bunu herkes görüyor, ama birçoğunun havsalası almıyor.

Öcalan sizinde isminizi defalarca vererek sol bir seçeneğin acilen devreye girmesi gerektiğini söylüyor. Bu seçenek nasıl sağlana bilinir? Zira seçimler kapıda. Erken seçim bekliyor musunuz? BDP, sol güçler, Aleviler olarak neler yapılmalı?
Bunun için savaşı durdurmak lazım. Bence idrak ve cesaretten yoksun bir politik sınıf karşısında çözüm inisiyatifi hala Kürt Özgürlük Hareketinde. Türk ırkçılığının elindeki silahları etkisizleştirecek ve politik bir çözümün ve barışın kapısını açacak bir sol koalisyon, yalnızca politik değil aynı zamanda bir sosyal hareket olarak da hem aşağıdan hem yukarıdan devreye sokulmalı. Bu pratikte şu anlama geliyor apaçık: BDP ile Türkiye Sosyalist hareketinin bütün enternasyonalist kesimlerinin -politik partiler, hareketler, çevreler- oluşturacağı koalisyonun politik kurtuluşla toplumsal kurtuluşu birbirine bağlayan geçiş programı ekseninde Kürt ve Türk emekçi ve yoksullarının, kadın hareketinin, demokratik Alevi hareketinin, aydınların toparlanacağı bir emek ve özgürlük bloku oluşturmak… Ben kendi payıma bu sürecin kuvveden fiile çıkması için gayret göstermeye devam ediyorum. Erken seçim olasılığıysa ancak Anaysa Mahkemesinin yeni bir kriz yaratması halinde doğabilir. Anayasa Mahkemesinin kriz yaratma olasılığı ise yüzde 51. Yani bir erken seçim olasılığı var sonbaharda.

Referandum için ne düşünüyorsunuz? BDP boykot diyor.
Ben, Evet”in ya da ‘Hayır’ın manasızlaştığı başka bir seçenek ortaya koyabilmek için Anayasa referandumunu boykot etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bu, halkın hiçbir talebini dikkate almadan bir referandum sahnelemekte sakınca görmeyen, referandumun terimlerini bir azınlığın hâkimiyet kavgasından türeten Türkiye’nin politik seçkinlerini halkla uzlaşmaya sevk edebilecektir. İsterse taraflardan biri yüzde 65’le çıksın referandumdan, bu referanduma katılmayı reddedenlerden daha yüksek bir değer taşımayacak, hiçbir toplumsal meşruiyeti olmayacaktır. O zaman savaş, işsizlik, yoksulluk, adaletsizlik, gibi temel toplumsal sorunların içerildiği bir düzen tartışmasının gündeme geleceği bir yeni seçenek ortaya çıkabilir. Bu iki kutbun da ötesine seslenerek; “HSYK’yı da istemiyoruz, AKP’nin adli düzenini” de istemiyoruz,” demiş oluruz. Boykotla, ipler çoğunluğun eline geçebilir. Ondan sonra ne olur bilemem, ama zemini temizlemiş ve yeni bir tartışma masası kurmuş olabiliriz.

ERDAL ER
rojrost@hotmail.com

PKK Süreci Belirliyor-1

Yeni_Özgür_Politika4. Dönem’in, temel özelliği, Kürt meselesinin geldiği boyutta kendi çözümünü ‘’Demokratik Özerklik’’ adıyla inşaa etmesi, bunun için devletin oyalama, inkar ve imha siyasetine karşı aktif savunma pozisyonuna geçilmesini esas almasıdır.
KÜRDİSTAN DAĞLARINDA 4.DÖNEME TANIKLIK - 1
1 Haziran 2010 tarihinde başlatılan yeni dönemin sonuçlarını, gerillanın bu dönemdeki yaşamını, Kürdistan ve Türkiye’de yaşananlara ilişkin yorumlarını alıp sizlerle paylaşmak ilk işimiz. Grubumuzun uzun yıllardır dağlarda gazetecilik, kameramanlık ve fotoğrafçılık tecrübesine sahip olması bu hedefimizi rahatlıkla gerçekleştirmemize yol açıyor. Tabi buralarda ne kadar tecrübeli olunursa olunsun dağlarda gezinirken hep sürprizlere alışkın olmanız lazım. Bazı şaşkınlıklar sizi heyecanlandırır, bazıları ise korkutabilir. Ama dağın kültürüne yabancılığınız yoksa her şaşkınlık bir yola işaret eder. Eğer dağa ve dağdaki sürprizlere alışkın değilseniz, şaşkınlıklarınız sizi iş yapamaz duruma getirebilir.

Yolculuğumuza başladığımız dönem bir gazeteci için en önemli koşullardan birinin yani zamanın en uygun olduğu bir vakitti. 1 Haziran 2010’da HPG gerillaları yeni bir sürece girmişti ve bu sürecin üzerinden yaklaşık iki aylık bir zaman geçmiş Türkiye’nin gündemini sarsan önemli gerilla eylemleri gündeme gelmişti. Ve siyasi ortamda yeni bir eylemsizlik sürecinin kokusu belirmeye başlamıştı.

Varlığını koruma ve özgürlüğünü sağlama dönemi
Gelişmeleri Medya Savunma Alanları’nda İdeolojik alandan siyasal ve askeri alana kadar her alanda gözlemleme şansımız oldu. Süreci bütün özellikleri ile anlayıp yorumlamak için bu koşulları değerlendirmek gerekiyordu. Çünkü Türkiye’deki gündem “Anayasa değişikliği, Kürt açılımı, Ergenekon davası, Yüksek Askeri Şura, AKP-CHP-MHP gerginlikleri” olsa da ya da gündem farklı başlıklarla tanımlansa da, Türkiye’de tek gündem aslında 1 Haziran 2010 tarihinden itibaren giderek yaygınlaşan gerilla eylemleri ve bu eylemlerin yarattığı sonuçlardı. Sadece Türkiye değil, bölge ülkeleri hatta küresel güçlerin gündemi de Kürdistan’da giderek yayılan ve şiddetlenen savaştı. Peki neler olup-bitiyordu? Çatışmalar neden yeniden yoğunluk kazanmıştı? KCK ve HPG’nin “4. Stratejik Dönem” diye tanımladıkları bu sürecin özellikleri nelerdi? Bu soruları KCK Yürütme Konseyi Başkanı’na, KCK Yürütme Konseyi üyeleri ve HPG Komuta Konseyi yetkililerine yöneltiyoruz. Hepsinin verdiği yanıtların özü ve özeti şöyleydi: KCK 2010 yılı başında yayınladığı deklarasyonla çözüm için taleplerini açıkladı. Sorunu siyaset zemininde çözmek için tutum belirledi. 2010 Newroz’unda Kürtler tutumunu meydanlarda kitlesel olarak ortaya koydu. Ancak devlet ve AKP hükümeti bu açıklamaları görmezden geldi. PKK’nin Önderi Abdullah Öcalan ise böylesi bir durumda artık rol oynayamayacağını açıkladı. Ve yeniden durum değerlendirmesi yapan KCK-PKK-HPG bundan sonraki süreci “Varlığını Koruma ve Özgürlüğünü Sağlama” sloganı ile farklılaştıracağını açıkladı. Bu tartışmaların sonucunda 1990’ların başından itibaren ‘’tek taraflı ateşkesler ve çözüm için diyalog girişimleri biçiminde sürdürülen siyasetin artık sonuçlandığını ve Kürt sorununda 4. Stratejik dönem olarak tanımlanan yeni bir döneme girildiğinin duyurusu yapıldı.

1 Haziran 2010’da başlayan süreci KCK yetkilileri 4. Stratejik Dönem olarak tanımladı. Bu dönemin en önemli özelliği şuydu: Kürt meselesinin geldiği boyutta artık Kürtler kendi çözümünü ‘’Demokratik Özerklik’’ adıyla kendileri inşaa edecekti. Bunun için de devletin oyalama ve inkar siyaseti ile sürdürdüğü imha politikalarına karşı aktif savunmaya geçilerek direnme pozisyonu alınacaktı.

Öcalan sürecin merkezinde yer alıyor
PKK açısından 1 Haziran 2010’da başlayan süreç ön görüldüğü gibi gelişti. Gerilla Kuzey Kürdistan ve Türkiye’nin batısından kuzeyine ve güneyine kadar her alanda askeri olarak aktif savunma pozisyonuna geçti. HPG güçlerinin Haziran başlarında İskenderun’daki eyleminden sonra Karadeniz, Marmara gibi Türkiye’nin batı bölgelerinde gerçekleştirdiği askeri eylemleri siyasal alanda gündemi alt üst etti. Tartışmaların ekseni bu eylemlerin üzerine gelişti. Kuzey Kürdistan’ın Dersim, Botan, Amed, Garzan, Serhat eyaletlerinde de gerilla eylemleri süreklilik gösterirken, Zagros hattındaki sınır birliklerine karşı düzenlenen eylemler Türk ordusunda büyük bir moral bozukluğunu geliştirdi. İktidar ve muhalefet partilerinin asker mevzilerine gidip askere moral verme çabaları da fazla sonuç vermedi. Türkiye’nin gündemi tamamen Kürdistan’daki savaşa ve gerillaların eylemleri üzerine oluştu. Türk ordusunun geniş çaplı askeri operasyonları karadan ve havadan devam etti.

Güney Kürdistan ve gerilla denetimindeki Medya Savunma Alanları’na onlarca saldırı gerçekleştirildi. Her hava saldırısında siviller hedef alındı. Türk ordusunun askeri operasyonları ve aldıkları tedbirler sonuç vermedi. Gerilla daha etkili eylemler geliştirdi. İl ve ilçe baskınları ile devletin kolluk güçlerini hedefledi. Bu süreçteki Anayasa değişikliği tartışmaları, Yüksek Askeri Şura’daki gelişmeler de Kürdistan’daki savaşa bağlı olarak yeni durumlar ortaya çıkardı. Gerilla karşısında başarısız ve etkisiz kalan ordu ile hükümet arasındaki kriz derinleşti. Gerillanın aktif savunma savaşı AKP’yi siyasette, orduyu ise savaşta etkisiz bir pozisyona getirdi. Dördüncü Dönem’deki her gerilla eylemi sadece askeri açıdan tartışılmıyor siyasi-diplomasi ve ekonomik sonuçları ile birlikte çok yönlü tartışılıyordu.

Tam da böylesi bir dönemde, Amed’den başlayarak birçok kentte ve Türkiye’nin batısında çatışmaların durdurulması, karşılıklı ateşkes yapılması için taraflara sivil toplum örgütleri, siyasi partiler ve aydınlar çağrıda bulundu. Hükümet ve devlet yetkilileri de dolaylı olarak gizli ve açık çağrılarla bu süreci yönlendirmek istedi. Ama bu dönemde Türkiye’deki siyasi gözlemciler ve gazetecilerin de dikkat çektiği önemli bir nokta vardı: Türkiye’de siyasal ve askeri inisiyatifi elinde tutan PKK süreci kendi inisiyatifi ile geliştiriyor ve yönlendiriyordu. Süreci bütün yönleri ile okuyan Öcalan ise süreçte en merkezi konumda yer alıyordu.

Askeri ve siyasi süreç iç içe gelişiyor
1 Haziran 2010’da başlayan süreci başından beri gerilla cephesinden izlerken, askeri alandaki hazırlıklar ile siyasal alandaki tartışmaların aynı yoğunlukta yürümesi dikkatimizi çekiyor. Sürecin siyasal ve askeri olarak iç içe gelişeceği ve birçok gelişmeye de zemin teşkil edebileceğini KCK ve HPG yetkilileri her sohbetimizde belirtiyorlardı. Süreç askeri olarak gelişim gösterirken, Türkiye cephesinde açığa çıkan her gelişmenin siyasal etkisi kendisini çarpıcı ortaya koyuyordu. Özellikle HPG gerillalarının Amanos hattındaki İskenderun, Dörtyol eylemleri; Karadeniz ve Dersim hattındaki eylemleri ile Zagros-Botan hattındaki ortaya koyduğu eylemsellik hem sınır hattındaki Türk ordusunu, hem devlet kurumlarını sarsmıştı. Amanos, Karadeniz ve Marmara hattındaki eylemler ise savaşın mekansal olarak Kürdistan’dan Türkiye hattına yayılabileceğinin işaretleri olarak değerlendirildi. Hatay Dörtyol, Bursa İnegöl ve Erzurum’da Türk ırkçılarının Kürtlere saldırı girişimleri savaşın ne kadar boyutlanabileceğinin göstergesi olarak ortaya çıktı.

İşte böylesi bir süreçte Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan siyasal çözümde ısrarlı olduklarını ve çatışma yerine diyalog ve uzlaşma ile sorunun çözümünü istediklerini açıkladı. STÖ’lerden, aydınlardan siyasi çevrelerden hatta devletten gelen talepleri de dikkate alan KCK, 13 Ağustos’tan 20 Eylül’e kadar eylemsizlik sürecinde olacaklarını açıkladı. HPG ve Halk Savunma Merkezi bu çağrıya uyarak bütün gerilla birliklerine söz konusu kararı içeren talimatlar gönderdi.

Heron tartışmalarına gerilla yorumu
Türk medyasında çokça tartışılan Hantepe eylemine tanıklık eden HPG komutanlarından Azat Siser anlatıyor: Heron iddiaları öyle Türk basınında ve Genelkurmay’ın iddia ettiği gibi değil. Keşif uçağı eylemden önce gelmedi eylem başladıktan yarım saat sonra baskın yapılan tepenin üzerine yani eylem alanına geldi. Hava aydınlanınca da, Türk yapımı keşif uçağı Bayraktar da geldi. Arkadaşlar bayraktarı vurdu bu da darbe alarak çatışma alanından uzaklaştı. Heron ise çatışma alanında kaldı. Eylemi canlı olarak başta Genelkurmay merkezi olmak üzere 32 merkezden izlendiği söyleniyor, olabilir. Heron görüntüleri koordinatları vererek merkeze göndermiş olabilir. Heron görüntü aldı peki hangi merkez müdahale edecekti? Müdahale edecek bütün taburlar yoğun ateş altında değil miydi? Sabahla beraber yaptıkları hava ve karadan müdahaleleri kırılarak püskürtüldü. Arkadaşlar helikopterlerin indirme yapmasını engellediler. Karadan araçlarla eylem alanının uzağına gelmek zorunda kaldılar. Yapılan müdahaleler kırıldı. Sabahla savunma yerine, vurulan tepeye kaç koldan asker gelmeye çalıştı. Bunların tümü arkadaşlar tarafından vuruldu, kaçmak zorunda kaldılar. Sabahtan akşama kadar düşman tepede cenazelerini çekmeye çalıştı. Arkadaşlar buna müsaade etmedi. Ancak akşama doğru çekebildiler. Gerçeklerin görünmesi gerekiyor. Akşama kadar yer yer çatışmalar devam etti. Çatışmalar esnasında iki gün boyunca savaş uçakları eylem ve çatışma alanını bombaladı. Öğlene doğru Çukurca başta olmak üzere tüm merkezler eylem alanına top atışlarıyla müdahale etti. Topların sayısını net olarak bilmiyorum. Ama binlerce top atıldı. Arazinin her tarafı alev aldı. Diyorum ki keşke toprağın, taşların, ağaçların dili olsa da kendilerini anlatabilseler. Yoğun teknik kullanıldı. Ancak alınan tedbirler sonucu hepsi boşa çıkarıldı. Uçak, Kobra, top atışları iki gün boyunca sürdü, tek bir arkadaş yaralanmadı. Güçlerimizin aldığı tedbirler sonucu saldırılar boşa çıkarıldı.

Özgür yaşam alanları...
Medya Savunma Alanları… Gerillanın direkt kontrolünde olan bölge. İhtişamlı dağları ve adeta cennete kıyısı olan ırmakları, köyleri ve vadileri içeriyor. Kürdistan ülkesi içinde iç bir ülke aslında. Özgür bir alan. Devlet yok. Polis yok. Asker giremez. Devletin toplumu ve bireyi kendisine zorunlu ve tabii kılan özellikleri yok. Her şey gönüllülük üzerine işliyor. Elektriğini, suyunu, temel gıdalarını dağların engin ve zengin özellikleri sunuyor. Kentle bağlantısı sadece en temel ihtiyaçlar üzerine. Burada yaşayan gerilla ve halk yazılı olmayan, doğal toplum geleneklerine göre yaşıyorlar.

Şimdilerde Kürdistan’ın kalbi gibi… Binlerce gerillayı, yüzlerce köyü, onlarca kasaba ve kenti çevreliyor. Doğallığını yitirmemiş bu coğrafya üzerinde savaşlar ve direnişler hiç eksik olmamış. Kürtlerin isyanlarına, egemen devletlerin savaşlarına mekan olan bu topraklarda, dağların ve ırmakların tanıklıkları ise hemen göze çarpıyor.

Suriye-Türkiye-Irak sınır üçgeni olarak bilinen Güney-Kuzey ve Güney Batı Kürdistan’ın kesiştiği noktadan başlıyor Medya Savunma Alanları’nın sınırı. Dağlar, ırmaklar ve tabii ki gerillanın adım attığı mekandan başlıyor. Bir ucu neredeyse ateş tapınaklarının mekanı olan Şengal’den Çiyaye Spi’ye uzuyor. Yani Musul’un yakınlarındaki dağlardan, Cudi üzerinden Botan sahasının parçası olan Haftanin dağlarını içererek Metina, Gare ve Zap alanı ve Zagroslar üzerinden Hakurke, Xinere’den Kandil’e ve Doğu Kürdistan’ın Kuzey Kürdistan sınır hattı üzerinden Ermenistan-İran-Türkiye sınırı olarak bilinen üçgene kadar uzanıyor. Yüzlerce dağ, binlerce derin vadi ve çok sayıda ırmağı kapsayan bu topraklarda gerilla var ve gerillanın kontrolü var. Hiçbir devlet giremiyor. Gerillanın kendine has özellikleri ile kontrol ettiği bu alanda binlerce sivil insan yaşıyor. Yüzlerce köy var. Yine bu alan stratejik özellikleri nedeni ile önemli ticaret yollarını içeriyor. Köyler, kasabalar, kentler ve hatta ülkeler arasındaki stratejik yolların da kontrolünü sağlıyor.

Sert ve engebeli olan bu coğrafya, doğal olarak korunaklı. Gerillanın mevzilenmesi ise bu alanı çok daha güvenli kılıyor. Son 30 yıldır Türk ordusunun sayısız askeri seferi ve operasyonlarına on binlerce hatta bazı zamanlar yüzbinlerce askeri harekete geçirse de bu alana egemen olamadı. Bu yüzden buraları gezerken Türk ordusunun kötü anılarının sembolü haline gelen ve bizzat onlar tarfından isimlendirilen Cehennem Vadisi, Şeytan Deresi, Kartal Yuvası, Tuzak Tepesi, Ölüm Çukuru, Geçit Vermez dağları vs. isimlerle karşılaşmak mümkün. İran ve Irak devletleri de ne PKK’den önceki isyanlara ne de PKK ile başlayan ve devam eden isyan sürecinde bu dağlara egemen olamadı. Sadece uçak, top saldırıları ve kısmi kara operasyonları ile alanı kontrol etmeye çalıştıysalar da bunda başarılı olamadılar.
Yarın: Demokratik Özerklik nedir? Kürtler nasıl anlamalı, Türkiye kamuoyu nasıl yorumlamalı?

HAZIRLAYANLAR: BAKİ GÜL-DOĞAN ÇETİN-ALİ KANİROJ

Türkiye veya Kürt modeli: Demokratik Özerklik

Kürt sorununun çözümünde ön görülen demokratik özerklik modeli, kimi yönleriyle yaşanan örneklerle bir benzerlik arz etse de, içerik bakımından tümden kendine özgü bir modeldir. Buna Türkiye modeli veya Kürt modeli demek de mümkündür.

Tarihe baktığımızda her halk, toplum veya ulus kendi içinde yaşamış olduğu etnik, sınıfsal, dinsel veya ekonomik çelişkilerini bir biçimde çözebilmiştir. İster uygarlıklar arası olsun, ister uluslar veya mezhepler arası olsun, her savaşın veya mücadelenin bir uzlaşısı olmuştur. Ne doğada ne de toplumda çelişkilerin bitmeyeceği bir gerçektir. Her zaman ve her şeyde doğal bir çelişki olacaktır. Bu eşyanın tabiatı ve dolayısıyla diyalektik bir zorunluluğudur. Ancak uzlaşmaz veya mutlak çelişkinin olmadığını belirtmek gerekir.

Bugün dünya geneline baktığımızda Kürt sorununun kendine has özellikleriyle ender bir sorun olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Kürt halkıyla benzer kaderi taşıyan birçok halk, 20. yüzyılın başlarında veya ortalarına doğru ulusal ve toplumsal sorunlarını bir biçimiyle çözebilmişlerdir. Latin Amerika’dan tutalım, Avrupa’ya, Ortadoğu’dan tutalım, Asaya ve Uzak doğuya kadar sayısız örnekle karşılaşırız.

MERKEZİ YAPILAR YERİNE DEMOKRATİK YAPILAR

21. yüzyılda sorunların ele alış tarzı ve çözüm biçimleri kuşkusuz daha farklı olmak durumundadır. Her şeyden önce kapitalist modernitenin küresel anlamda halen hüküm sürdüğü ancak buna rağmen ciddi bir krizle de karşı karşıya olduğu bir çağda yaşıyoruz. Her ne kadar bu sistemin temel güçleri, söz konusu olan bu krizin; sosyal, kültürel, ahlaki ve ekonomik derinliğini henüz itiraf etmemişlerse de, bunun temel nedeni olan ulus-devlet paradigmasının iflasını da gizleyememektedir. Bu bağlamdan hareketle katı merkezi yapıların, yine tekçi ve totaliter yönetim anlayışlarının aşıldığı; bunun yerine daha yerel ve demokratik örgütlenmelerin öne çıktığı bir dönemde yaşıyoruz. Dolayısıyla Kürt sorununun çözümü böylesi avantajlı bir dünya konjonktüründe gündeme gelmektedir.

Bugünlerde herkes Kürt sorununun çözüm biçimini tartışıyor. Bu tartışmalarda ileri veya çağdaş çözüm modelleri olarak da genelde Avrupa örnekleri gösterilmektedir. Belçika modeli, İspanya modeli veya Fransa modeli en çok sözü edilen çözüm biçimleri olmaktadır. Elbette ki, bu deneyimlerden yararlanmak mümkün. Ancak birebir aynı olamayacağı da ayrı bir gerçekliktir. Çünkü her ülkenin sorunu kendine özgüdür ve dolayısıyla çözüm biçimleri de bu özgünlüğe göre gelişmiştir. Burada örnek kabilinde Belçika ve İspanya modellerini inceleyebiliriz.

BELÇİKA MODELİ

Belçika anayasasında “Belçika Ulusu” kavramı geçmektedir. Ancak ulus etnik kimliğe dayanmaz. Ne Valon ne de Flaman ulusu olarak tanımlanmaz. Belçika toplumu Flamanca ( Hollandaca) konuşan Flaman, ve Fransızca konuşan Valon ulusal topluluklarından oluşmaktadır. Ayrıca göçmen azınlıklar da mevcuttur. Belçika anayasası farklılıkları reddetmez, tanır. Bundan dolayı da ulus ve azınlık terimi yerine, bölge, dil bölgesi terimlerini kullanır. Flaman ve Valon toplulukları gibi…

Yakın zamana kadar devlet erki Valonların elindeydi. Fransızca uzun zaman öncelikli dil olarak kalır. Bu iki toplum arasında ekonomik, politik, kültürel ve bölgesel çelişkiler yaşanmıştır. Belçika’nın politik yaşamını belirleyen de bu çelişkili durum olmuştur. Valonlar ekonomik olarak güçlü ve devlet yönetiminde hakim oldukları için Flamanlar buna karşı mücadele eder. Bu mücadele Belçika’yı federal bir sisteme götürür.

Anayasada yer alan üç topluluk ve üç bölge ayrı ayrı meclis ve hükümete sahiptir. Flamanların Flaman topluluğu, Valonların Valon topluluğu adıyla birer meclisleri bulunur. Almanların da Alman dilli topluluk meclisi bulunur. Bu durum bölge itibariyle de geçerlidir. Flaman, Valon ve karışık Brüksel bölgelerinin birer meclisi bulunur. Her bölgenin birer yürütmesi vardır. Meclis üyeleri seçimler ile belirlenir.

Topluluk ve bölge organlarıyla federal organlar arasındaki ilişkilerde karşılıklılık ve eşitlik ilkesi geçerlidir. Anayasal organlar olarak bölge ve topluluk organları federal merkezi organların alt organları olmayıp onların yanında eşit konumda yer alırlar. Bölge ve topluluk bazındaki organlar yetkili bulundukları alanlarda kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisine sahiptirler. Topluluk ve bölge yönetimlerinin yetki ve görevleri anayasaca belirlenmiştir. Ekonomi, ticaret, sağlık, ulaşım, su, enerji, çevre, dil, kültür, eğitim ve yerel yönetimlerin denetlenmesi gibi konularda belli sınırlamalar hariç yetki sahibidirler.

İSPANYA MODELİ

İspanya’nın nüfusu anadil esas alındığında %63 İspanyolca (Kastilce) %24 Katalanca %10 Galiçce ve %3 Baskça konuşanlardan oluşur. Kastillerin yanı sıra Bask, Katalan ve Galiçlerin ulusal varlığı dil ve kültürleri, sembolleri resmen tanınmaktadır. Bunlar azınlık olarak ele alınmamakta, milliyet olarak ele alınmaktadır. İspanya’da Kastil, Katalan, Bask ve Galiç olmak üzere dört milliyet vardır ve bunlar İspanya ulusunu oluştururlar. Anayasanın 2. maddesinde şöyle denilmektedir: “Anayasa, İspanya ulusunun ayrılmaz birliğine tüm İspanyolların ortak anavatanının bölünmezliğine dayalı; ulusun parçalarını oluşturan milliyetlerin ve bölgelerin otonomi hakkını tanır. Güvence altına alır ve onlar arasındaki dayanışmaya dayanır.”

“ÖZERKLİK ANLAYIŞIMIZ DEMOKRASİYE DAYANIYOR’’

Son haftalarda avukatları aracılığıyla Demokratik Özerkliğe ilişkin görüşlerini kamuoyu ile paylaşan Öcalan, bu konuyu çok net tanımlamalarla ifade etmektedir: “Demokratik ulus, bir ruh ise demokratik özerklik ise bedendir. Demokratik özerklik demokratik ulus inşasının ete kemiğe bürünmüş halidir, onun somutlaşmış bedenleşmiş halidir. Bizim anlayışımız Kürtlük anlayışı değildir, bizde tek başına Kürtlük anlayışı yoktur. Bu anlayışla hareket etmiyoruz. Bizim ortaya koyduğumuz Demokratik Özerklik modeli tek başına Kürtlüğe, Türklüğe, Araplığa dayanmıyor. Demokrasiye dayanıyor. Örneğin Hatay'da Adana'da da bir Demokratik Özerklik kurulabilir. Orada Araplar kendilerini ağırlıklı ifade ederler. Bizim Demokratik Özerklik anlayışımız tek bir inanca da dayanmıyor. Halklara dayanıyor hatta tek başına halklar diye ifade etmem de eksik kalır, değişik toplumsal tabakalara, toplumsal sınıflara, toplumsal kesimlere dayanır. Bahsettiğimiz Demokratik Özerklik sadece Kürdistan'a ilişkin değil, Ege, Karadeniz, Orta Anadolu'ya da ilişkindir.”

“ULUS-DEVLET MERKEZLİ KAPİTALİST ANLAYIŞ AŞILMAK ZORUNDA”

Günümüzde ulus-devlet modelinin toplumsal ihtiyaçlara cevap veremediğini, toplumsal kesimlerin hak ve özgürlüklerini geliştirme yerine gün be gün daralttığını belirten Öcalan, şu değerlendirmede bulunuyor: “Burada önemli olan kapitalist moderniteyle ortaya çıkan ulus-devlet anlayışının sorgulanması ve aşılmasıdır. Tartışmalar bunun üzerinden gelişmelidir. Biz kapitalist moderniteyle ortaya çıkan dört yüz yıllık ulus-devlet deneyimini sorguluyoruz. Ulus-devlet modelinin halklara, toplumsal sınıflara, toplumsal tabakalara, toplumsal kesimlere dar geldiğini, yetmediğini görmek zorundayız. Nitekim Avrupa bile bu konuları tartışmaya ve aşmaya başladı. Ulus-devlet merkezli kapitalist anlayış aşılmak zorundadır. Sosyolog Weber'in benim de katıldığım “Demir Kafes Teorisi” var. Bu teoriye göre ulus-devlet, toplumu boynundan demir kafese alıyor ve kendine tutsak ediyor. Toplum bu demir kafesin içinde esir ediliyor. Ulus-devletin toplum üzerindeki tahribatı bu teoriyle izah edilebilir. Ulus-devletin kurduğu bu kafes topluma dar geliyor. Bizim de yapmaya çalıştığımız ulus-devletin bu tahribatlarını gidermektir”

“KÜRTLERLE SINIRLI BİR PROJE DEĞİL”

Demokratik özerklik anlayışının sadece Kürtlerle sınırlı bir proje olmadığını önemle vurgulayan PKK lideri Öcalan “Biz Demokratik özerklik projesini kendimizle sınırlandırmıyoruz. Salt Kürtlük etnisitesine dayandırmıyoruz. Kürtler bugün bunun öncülüğünü yapabilir ancak bu demokratik özerklik anlayışı bütün Türkiye'yi kapsayan bir projedir. Burada görülmesi gereken ulus-devlet anlayışıyla Türkiye'nin yönetilemeyeceğidir. Demokratik Özerklik, ulus-devlet karşısında en doğru, uygulanabilir bir seçenektir. Sadece Kürtler için değil her yerde, Türkiye'de, Ortadoğu'da uygulanabilir bir seçenektir. Burada demokratik özerklik yönetiminde önemli olan toplumun yönetim iradesidir. Toplum devletin belli yetkilerini ele geçirip kendi yönetim anlayışını geliştirir. Devletin elinde kalan yetkiler sınırlı bazı yetkiler olacaktır. Toplum, merkezi devleti sınırlayarak kendi yetkileriyle kendini yönetecektir. Önemli olan devletin sınırlandırılmasıdır. Ben buna merkezin yetkilerini topluma devretmek diyorum. Burada sadece halk da demiyorum, toplum diyorum” diyor.

Kürtlerin toplumsal olarak demokratik özerkliğe yatkın olduğunu hatırlatan Kürt Halk Önderi, Türkiye demokrasine öncülük edebileceklerini şu sözlerle vurguluyor: “Demokratik özerklikle birlikte Kürtler ulus olma hakkını, tarihsel haklarını, diğer kimlikler de kendi demokratik haklarını, azınlık haklarını elde ederler. Kürtler sosyal, siyasal, kültürel konumları gereği demokratik özerkliğe en yatkın toplumsal kesimdir. Kürtler bu özelliğiyle demokratik özerkliğin ve Türkiye demokrasisinin öncülüğünü yapabilirler. Kürtlerin demokratik özerkliği, kademe kademe Türkiye'nin her tarafına yayılır.”

TÜRKİYE VEYA KÜRT MODELİ

Kürt sorununun çözümünde ön görülen demokratik özerklik modeli, kimi yönleriyle yaşanan örneklerle bir benzerlik arz etse de, içerik bakımından tümden kendine özgü bir modeldir. Buna Türkiye modeli veya Kürt modeli demek de mümkündür. Demokratik özerklik, devlet + demokrasi formülündeki ( + ) artı rolünü oynamaktadır. Ortak vatanda iki ayrı gücün birbirleriyle olan ilişkilerini, hukukunu tanımlar. Bu iki ( veya daha fazla olabilir ) güç arasında siyasal bir sınır yoktur. Yani bir sınırın bir tarafında devlet bir tarafında demokratik konfederalizm vardır diye ele almak ve böyle tanımlamak yanlıştır. Her iki sistemin nitelikleri bellidir. İki sistemin iç içe geçme gibi bir durumu söz konusudur. Bu içiçelik, bu iki sistem arasında kaba anlamda bir sınır olmadığı anlamına gelir. Yani “Türkiye’de devlet vardır, Kürdistan’da da konfederalizm vardır” denemez. Devletin Kürdistan’da da kurumları olabilir. Aynı şekilde konfederalizmin de Türkiye’de kurumları vardır. Örneğin İstanbul’da yaşayan Kürtler de kendi siyasal kurumları olan meclislerini oluşturabilir, okullarda anadillerinde eğitim yapabilir ve kendi renklerini taşıyabilirler. Mücadele, cepheden birbirini ortadan kaldırma tarzında değil, iç içe geçme ve birbirini aşma tarzında olur. Yani devletin olduğu yerde demokratik konfederal sistem de olabilir. Demokratik konfederal sistemin olduğu yerde de devletçi sistemin kurumları olabilir. Bu iki gücün bir aradalığını iyi algılamak gerekir.

“DEMOKRATİK ÖZERKLİĞİN BOYUTLARI VAR”

PKK lideri Abdullah Öcalan, demokratik özerkliğin bazı temel boyutlarını şöyle sıralamaktadır: “demokratik özerkliğin birkaç unsuru veya boyutu vardır;

1-Siyasi Boyut: Bu boyutta bir meclis olur. Ya da halkın bir kongresi olur. Bu kongre demokratik toplum kongresidir. Bu kongrenin bir de küçük bir yürütme kurulu olur.

2-Hukuki Boyut: Demokratik Özerklik projesinin hukuki statüsünü ifade eder. Biz buna statü diyelim. Katalanlar da bunu 'status' olarak ifade ediyorlar. Bu çok önemli. Yani hukuki olarak Kürtlerin statüsü ne olacak. Anayasa ve yasalara yansıtılır. Yasalar, Demokratik Özerkliğin çerçevesinin içeriğini belirler.

3-Ekonomik Boyut : İnşa edilen demokratik ulusun bir de ekonomik politikası olur. Nasıl bir ekonomi olmalıdır, bu belirlenir. Barajlar, yer altı-yerüstü kaynakların bir politikası olur. Vergiler alınacak ise nasıl ve ne kadar alınır bunlar belirlenir. Ekonomik sistem olarak kapitalizmi kabul edemeyiz. Belki kapitalizmi tam olarak ortadan kaldıramayız ama önemli oranda kapitalist ekonomik sistemi değiştirebilir, onu aşındırabilir, kendi ekonomik sistemimizi kurabiliriz. Bu sistemde halkın ekonomisi olur, bir kısmını da özel ekonomi oluşturur. Yani özel şirketler olur. Bütün bunlar tartışılmalıdır.

4-Kültürel Boyut: Bu kültürel boyut daha çok dil anadilde eğitimi, tarih ve sanatı kapsar. Kürtçe'nin Türkçe ile ilişkisi nasıl olmalıdır, anadilde eğitim nasıl yapılabilir, demokratik ulusun dil politikası nasıl olmadır bunlar tartışılmalıdır. Bir eğitim politikası oluşturulmalıdır. Kürtler kültürel soykırımı da tam olarak nasıl aşabilir bunu da bolca tartışıp kültürel soykırımı aşmalıdır.

5-Öz savunma Boyutu: Biz buna güvenlik boyutu da diyebiliriz. Yani burada soykırımı ele alıyoruz. Kürtler soykırımdan nasıl kurtulabilir bunu somutlaştırmalıdırlar.

Burada soykırım tüm soykırım çeşitlerini kapsar. Sadece fiziki değil kültürel ve her çeşit soykırımdan bahsediyorum. Yani Kürtlerin bir öz savunma durumuna kavuşması sağlanır. Toplum burada kendi öz savunmasını kurar. Bununla sadece elde silah bir durumu kastetmiyorum. Öz savunma KCK, PKK tarzı silahlı yapıyı değil halkın kendi güvenliğini sağlamasıdır. Demokratik toplumun her alanda örgütlenmesini, kurumsallaşmasını kendi güvenlik sistemine kavuşmasını ifade ediyorum. Bunu daha fazla halk tartışır farklı sonuçlara ulaşabilirler. Mesela çocuklarını askere gönderecekler mi? Askeriyede yer alacaklar mı, bunlar tartışılır. Mesela korucular nasıl lağvedilecek, koruculuk meselesi nasıl halledilecek bunlar tartışılmalıdır. Bu güvenlik boyutu halkın öz savunması ekmek su hava kadar önemlidir. Bu olmadan yaşanmaz.

6-Diplomasi Boyutu: Bu da Kürtlerin diğer halklarla, toplumlarla olan ilişkilerini ele alır. Komşu çevre ülkeler ve diğer parçadaki Kürtlerle ilişkiler olur. Diğer toplumlar ile nasıl bir ilişki istiyoruz, onlarla nasıl yaşamalıyız? Diplomasi boyutu bunu karşılar.

Daha fazla uzatılabilir ancak bu altı boyut yeterlidir. Bir çerçevedir, ana hatları bunlardır. Bu boyutların her birine ilişkin birden fazla komisyon olur ve bunlar üzerinde çalışmalar olur” diyor.

Sonuç olarak, demokratik özerklik projesi, Kürtler açısından yeni bir dönemi ifade etmektedir. Süregelen çözümsüzlüğe, oyalama ve istismara karşı toplumsal bir tutum olduğu kadar; halkların özgür, eşit ve kardeşçe bir arada yaşayabilme anlayışıdır.

Bu temelde Kürt toplumunun tüm kesimleri, konfederal tarzda sosyal, siyasal kültürel, ekonomik, eğitim, sağlık vb. alanlarda kendi öz örgütlenmelerini gerçekleştireceklerdir. Bu çözüm projesini ne AB ne BM ne de başka uluslar arası bir güç gayri meşru göremez. Zira uluslar arası hukukta da belli bir çerçevesi bulunmaktadır.

ANF NEWS AGENCY