9 Eylül 2010 Perşembe

Ortadoğu ve Endüstriyalizm Sorunu-2


En uzun dönem olarak yaşanan, insanlığın %98’lik gibi önemli bir bölümü doğal toplum olarak yaşanmış...
En uzun dönem olarak yaşanan, insanlığın %98’lik gibi önemli bir bölümü doğal toplum olarak yaşanmış ve bu dönemde endüstriyalizm adına bir ihtiyaca gerek görülmemiştir. Ama günümüzde bu en kutsal, bu en özlem duyulan, en çok insanlığın ve doğanın varlığına gereksinim duyduğu yaşam kültürü, endüstriyalizm, dikkat edilirse endüstri demiyor “izim” ekini kullanıyorum, silahıyla vurulmak isteniyor. Özellikle kar ve sermaye hırsıyla gözü dönmüş endüstriyalizmin tarıma soyunması yansıtıldığı gibi sağlıklı ve kolay üretim olarak yorumlanması bu büyük bir gaflet olur. Ortadoğu adına bu biçimde değerlendirmek hakaret olur. Genetik yapılarıyla oynanmış, suni ve hormonsal üretim bunun küçücük bir örneğidir. Endüstri tekeli,  tarıma ve köy kültürüne karşı bu cinayeti işlemektedir. Toprak ve tarım sadece üretim araçları olarak görülüp, toplumun ayrılmaz bir parçası, varlık nedeni olduğu unutulmaktadır. Neden? Çünkü toplum kendisini bu olgular üzerinden inşa etmiş ve var kılmıştır. Ama günümüz sermayeci sistemi, ilk toplumsallaşma sürecinde olduğu gibi endüstriyle toprağı ve tarımı bütünleştirmiyor, aralarında yoğun çelişkiler geliştirip, çatıştırıyor, düşmanlaştırıyor. Bu çatışma sınıfsal, ulusal, etnik, ideolojik çatışmalara kadar varabilir. Robotlaştıran, kopyaları oluşan bir doğa veya toplum gerçeği neyi ifade edebilir? Bu durum toplumu işsizleştirmenin, aç bırakmanın, toplumu yoksulluğa sürüklemenin dışında ne işlevi veya yararlılığı olabilir? Toplum doğası kendisini çevreyle uyum ve denge içerisinde var kılabilir. Hangi endüstriyel oluşum doğa ve insan birlikteliğini, denge içinde uyumunu bir ahenk içinde yaşamı sürdürmenin yerini alabilir ki? İşte bu neden başta Ortadoğu dedik. 
İnsanlığın doğuş beşiği, toplumsal yaşamın başlangıç yeri, altın hilali olan Ortadoğu ve özelde Kürdistan…  Emperyalist, faşist sistem Ortadoğu merkezli yaşam geleneğini kendisi için büyük bir tehlike olarak görmektedir. Binyıllardır sürdürülen ve dayatılmak istenen sömürü ve talan politikaları Ortadoğu’ya çok köklü işlemedi. Yabancısı olmadığı, her ne kadar bastırılmak, talana uğratılmak, yok edilmek istendiyse de bir şeyler hep göz ardı edildi. O da Ortadoğu bu sisteme analık, ebelik etti. Yaşam Ortadoğu bağrında başladı anlam buldu.
Ortadoğu şimdi bu yabancı elbiseyi giymek istemiyor. Zorla giydirildiğinde kabul etmesi imkânsız bir şey. Bir yerde giydi diyelim bu elbisenin ona ait olmadığı hemen anlaşılır, yakışmaz.  Ya büyük olur ya dar gelir ya da kıska olur. Yabancı bir şey olduğu, onun özü olmadığı anlaşılırdır. Bunun için Ortadoğu insanlığın kurtuluşu için, özüne kavuşma, yaşam anlamına ulaşmanın ve tekrardan bu umudu yeşertmenin adı olabilir.   
Ortadoğu’da da aşınmayla karşı karşıya gelinen noktalar var tabi. Her ne kadar köklü bir gelenek, kültürel birikim var olsa da bazı tehlikeler görülmektedir. En başta ekonomik olarak çıkmaza sürüklenen sanki bir sektörün özel işçisi olmasa yaşayamayacakmış psikolojisi geliştirilen bir gerçek görülüyor. Kendi toprağını, doğasını ve onun zenginlik kaynaklarını işletemeyen, ona yetmez, geçimini sağlayamaz korkusuyla yönelir aslında tanımadığı, adını bile koyamadığı bu ucube modernite yaratımlarına! Sadece çok süslü, alacalı olması onu çekici kılıyordur. Yine kent yaşamına özenti yaşanıyor. Köyden kaçan, köy toplumunu yadırgayan, küçümseyen, büyük kent ve şehirlere göç eden ne pahasına olursa olsun, sanki şehirli olmak bir farklılıkmış, ayrıcalıkmış, üstünlükmüş gibi algılayan bir yaklaşım sergilenmektedir. Ve bu durum beraberinde işsizliği, açlığı, emekten kopuşu getiriyor. 
Doğadan kopan insanın duygusal zekâsı da diyebileceğimiz ekolojik bilinci köreliyor, iç güdüyü öldürüyor. Tarım köy toplumunu tüketiyor, yok ediyor özünde. Kültürel soykırım da diyebileceğimiz bu yaşananlar esasta çok yoğun ve çetin verilen şiddetli bir savaştır. Sanayi toplumu olarak da adlandırabileceğimiz şehir toplumu yutulmuş bir toplumdur.  Toplumsal doğanın kendine özgü, ahlaki ve politik işleyen kurallarını tasfiye etme amacı güden, varlığını bu kutsalları yok etme dolayısı ile toplumsallığı yok etme işsizliğe yol açma, insan emeğini değersizleştirme karakteri üzerinden sürdüren, ayakta tutan sistem iki yüz yılıdır insan kanını emmekte, toplumsallığı tüketmekte, tarım köy toplumunu tavsiye etmek istemektedir. Bazen bu bilinçli de olmayabiliyor tabi… Sistemin dayattığı köksüzlüğü göremeyip oyuna gelen yanlar yer yer açığa çıkıyor. 
Genelde dünyada, özelliklede Kürdistan’da var olan ve her biri cenneti aratmayan tarihsel, kültürel özellikleri taşıyan coğrafyamızı yok olmayla karşı karşıya bırakmaktadır, doğayı insana karsı başkaldırıya zorlamaktadır. Küresel ısınmadan tutalım tsunami felaketlerine kadar, doğada birçok canlının neslinin tükenmesinden tutalım da yaşanan kuraklıklara kadar, yaşanan doğa felaketleri de diyebileceğimiz bu olaylar doğanın isyanı, “Edî bese!” deme biçimidir. Yine cenneti aratmayan, yeryüzü harikası olan Heskîf (Hasankeyf), Munzur, Van gibi tarihi, kültürel yerlerin yok edilmesi bu kapitalist sistemin icadıyla gelişmektedir. Bu anlamda ‘’Ekolojik yaşama başkaldıran çağ olarak da endüstriciliği değerlendirmek mümkündür. Ekolojiye başkaldırmak ise kıyamete gidiştir.’’ belirlemeleri yerinde olduğu kadar büyük bir gerçeği de gözler önüne sermektedir. Bu anlamda kapitalizmin yaşamla hiçbir biçimde bağını kuramayacağımız gibi bir sistemi, çevreyi, yani yaşamın vazgeçilmez ortamını sürdürülebilir olmaktan çıkarmasına karşı mücadele etmemiz gereklidir. 
Daha çok, devlet oluşumlarına rağmen devletin denetimine girmeyen, ahlaki ve politik toplumun, toplumsal yaşamın ve üretimin gelişmesinde rol oynadığı tarihe bakıldığında görülüyor. Toplumsal denetimden çıkmamış, esasta da temel ihtiyaçlara hizmet eden bir yapı içeriyordu.  Dolayısıyla döneminde toplumsal işlevini koruduğundan sorun kaynağından ziyade çözüm rolü oynadığını gönül rahatlığı ile belirtebiliriz. Ama günümüz biçimiyle endüstriyalizm yaşamdan ziyade kırımı, bitişi, tükenişi ifadelendirmektedir. Yaşamın her alanında bu ucube yapıyla mücadele yürütecek, onu alt edecek bir tarihsel, kültürel, ideolojik donanıma sahip Ortadoğu geleneği bu rolü oynayacaktır.
Ortadoğu, Kürt özgürlük hareketi ve mücadelesi şahsında tarihsel rolüne tekrardan kavuşacaktır. Sanatıyla anlayışıyla iyiyi, güzeli, doğruyu, spor’la ve zihniyeti ile huzuru, barışı, refahı ve sağlıklı yaşamı, ekonomik inşası ile demokrasiyi, adaleti, ekolojik dengeyi ve ahlaki politik toplumunu yeniden canlandıracaktır. Kürtler şahsında Ortadoğu kendi özüyle, gerçek kimliği ile tekrardan buluşma, yaşam olanağı yaratma şansına sahip olacaktır.

Ferze Zîlan

Kürt Sorununun Bilinçaltı Yansımaları-1

Kürt sorunun özünde devlet dışı demokratik, komünal kültürün devletçi uygarlıkla olan bir çatışması olduğu su götürmez bir gerçektir.
Kürt sorunun özünde devlet dışı demokratik, komünal kültürün devletçi uygarlıkla olan bir çatışması olduğu su götürmez bir gerçektir. Bugüne kadar devletçi uygarlığın Kürdistan coğrafyasına ve Kürdistan halkına (onun üzerinde varlık gösterdiği demokratik kültürün) hep baskı sömürü ve kölelik statüsünün reva görülmesi adil bir biçimde çözülmemesi de buna kanıttır. Çözülmemesi, çözümün istenmemesinin altında devletçi paradigmalar gerçeği var. Bu devletçi paradigmaların ciddi bir sorgulaması, eleştirisi yapılmadan Kürt sorununun ciddiyeti anlaşılamaz, çözümü gerçekleştirilemez; çünkü sorun yaratan bir zihniyet nasıl bir çözüm yaratabilir ki, katliam, imha ve inkardan başka… Nitekim çözüm adına yapılan tüm girişimlerde bu gerçeğin ötesine geçmiyor.
Haziran ve Temmuz ayı boyunca yürütülen Kürt sorununun tartışmalarında çözümün önünde tıkayıcı rol oynayan güven bunanlımın da nedeni, devletçi paradigmanın çözümsüzlüğü, kendine olan güvensizliğidir. Öyle ki başından beri toplumsal demokratik ve komünal değerlerin inkârı, sömürü, imhası üzerinde temeli atılan devletçi uygarlığın köklü bir haklılığa, eşitlik ve adalete dolayısıyla da erdeme dayanması yoktur. Dolayısıyla kendine güven duyması mümkün olamaz, çünkü kendine güven üzerine değil, güvensizlik üzerine inşa etmiştir. Bu yüzden tüm siyasi, askeri, ekonomik ve ideolojik gücüne, tüm kurumlaşmasına rağmen ışık gibi parlayan, saf, o kadar temiz bir demokratik ve komünal kültürün kırıntısından, onun yaşayarak temsil eden savunmasız bir yürekten, bir bellekten korkar ve hemen tasfiyesine yönelir. Bu hep böyle olmuştur. Bu yüzden insanlık tarihinde devletçi uygarlığın egemenliğine karşı demokratik ve komünal ortam kadın eksenli kültürün bin bir biçimde direnişi önemli yer tutar, çünkü devletçi uygarlıkta güven duygusuna ve empatiye yer yoktur ve olmamıştır. Devletçi uygarlık, analitik akıl ile duygusal zekânın denkleminden doğan ana erkil toplumun yarattığı toplumsal sistemin, onun önem gücü kendinle insanın nasıl inkâr ve imha edileceğinin, nasıl köleleştirileceğinin meraklı sorusu üzerinde salt analitik aklın sapması sorunu doğurmuştur. Kadının yaratıcılığından ve en insancıl toplumsal sisteminden duyulan kıskançlık duygusu ve hırsızca düşünmek misali, analitik aklın sapmasından devlet diye bildiğimiz bir canavar doğmuş ve bu vahşiliğini bir kültür olarak tüm insanlığa dayatmıştır. Zorla kabul ettirmek istemiştir. Bunun için her şeye başvurmuştur. Kürt sorununda da izlenen yöntem politika ve psikoloji budur. Güvensizlikte çok derindir, çünkü güven duygusu bir yürek işidir. Aklın ve yüreğin denkleminden anlamlı varlık ve duruş gösterir. Bu denklemi kuramayanlar, vicdanların sesini duymak, anlamak yerine, onu kendi içinde mantık adına bastıranlar, devletçi paradigma ile yola çıkanlar olduğundan Kürt halkının içtenliğine Kürdistan Özgürlük Hareketinin samimiyetine inanmaları güven duymaları zaten beklenemez, çünkü vicdanlarını dondurmuşlardır. Bu yüzden Kürt halkı ve hareketinin Önderliği ne yaptıysa bunu bir kötülük oyun, şantaj, taktik, oyalama, zayıflık olarak algıladılar ve bu algı üzerinden onun tasfiyesine yöneldiler, ancak her defasında başları taşlara çarpsa da bir türlü iflah olamadılar.
Bu mantık ve ruhsuz ruh haliyle devleti uygarlığın at gözlüğü bakışıyla dünyayı, hayatı ve Kürt sorununu okumaya çalışan başta devletin tüm kurumları olmak üzere tüm devletçi kesimler Kürt özgürlük hareketini (K.Ö.H)'de kendilerine göre yorumluyorlar. Devletin resmi dili, dini adı altındaki tüm diller, kültürler, dinler, etnik kimlikler inkâr ve imha edilmeye çalışılırken, tüm toplum kesimleri Türkleştirilirken; ırkçılığın, ayrımcılığın, bölücülüğün daniskası bu iken, Kürt halkını bu kavramlarla yıllarca lanse etmek ne anlama geliyor? Kürdistan kavramının kullanılması neden bu kadar canınızı sıkıyor? Hangi dayanakla K.Ö.H’ni devlet kurmayı istemekle suçluyorlar?
Ahlaki hiç olmayan ahlaksızlık üzerinde kurulan devletçi uygarlık gerçeği Türk devleti ve siyaset yapısı ve medyası örneğinde çok bariz okunmaktadır. Kendi hukukuna tüzük ve programına, basın ahlakına saygısı olmayan, gerektiğinde bunları ayaklar altına alan Türk devleti siyasal yapısı ve medyası; Kürt halkını ve özgürlük hareketini de öyle sanıyor, değerlendiriyor, oysa bilmeleri gereken de dünyanın bunların etrafında dönmediği gerçeğidir. Geçmişte reel sosyalizmin etkisiyle K.Ö.H’nin çözüm isteğine yanaşmayan Türk devleti şimdi de demokratik komünal çözüme yanaşmamaktadır. Bunu da “PKK devlet istiyor” biçiminde lanse ediyor. Peki, ne devletçi çözüme, ne KCK operasyonlarındaki demokratik komünal çözüme gelmeyen bu devletle, bu devletin biçimlendirdiği kendi toplumsallığını yitirmiş bir toplumla, Kürt halkı nasıl yaşasın? Bugüne değin ödenen bedellerden sonra kimse Kürt halkından kendisini inkâr etmesini de beklememelidir. Dolayısıyla Kürt halkı kendi en doğal hakları olan ana dilinde eğitim isterken, Kürdistan kavramını telaffuz ederken bu asla ayrımcılık, bölücülük ya da devlet istemek değildir. Kürdistan kavramını Kürtler ağırlıklı Kürt halkının üzerinde yaşadıkları bu coğrafyada egemen olmuş kültürünün ve dillerinin ismi olarak kullanıyorlar. Kürdistan demek ülke demektir, ama bu devlet anlamında değildir. “Ülke” demek “yurt” demektir. Devlet öncesinde var olan bir gerçeklik, ülke -yurt kavramını hatta her şeyi devlet olgusuyla tanımlamak sosyo-zihinsel sapmanın ötesinde devleti tanrılaştırmasının, yaşamı ve yaşamda her şeyi devletten ibaret saymanın gafletinden başka bir şey değildir. Bu da bireylerin toplumun ne kadar derin bir biçimde devlete kul-köle durumuna geldiğini ve getirildiğini gösterir. Oysa devlet dışında daha eşit ve özgürlük içinde zulmün, sömürünün, şiddetin olmadığı bir toplumsal yaşam; sevgiden, dostluktan, dayanışmadan, paylaşımdan yana bir dünya vardır. Kürtler bu dünyanın özlemi, kültürel kalıntılarını yüreklerinde genlerinde taşıyor ve yaşıyorlar. Şimdi dolayısıyla Kürtlerin ayrılıp devlet gibi insanlığın başına musallat olmuş bir yönetim biçimini istemeleri söz konusu değildir. K.Ö.H bundan 11 yıl önce kendi paradigmasından devleti çıkarıp çöplüğe atmıştır. Bunu da program ve tüzüğünde dünyaya açıklamıştır. Buna rağmen bilinçaltı sapma dürtülerle, Kürt sorununun ve Kürt Özgürlük Hareketini ve amaçlarını okumaya çalışanlar, etki yetki merkezleri ne olursa olsun tamamen bir ruh ve zihniyet haritasıdırlar. Kendilerine Kürt halk Önderi Öcalan’a başvurmaları ve psiko-sosyal tedavi ve eğitim almaları salık verilir. Dolayısıyla Türk devleti Türk siyaseti ve medyası Kürtleri Kürdistan Özgürlük Hareketini sürekli bölücü, ayrımcı, parçalayıcı gibi göstermekten vazgeçmeli bu algı ve psikolojik vakayı aşmak durumunda ki, bu halkların kardeşliği eşit ve özgürlük birlikteliği önündeki engelleyici bir rol oynamakta ve toplumda ayrışmaya yol açmaktadır. 
Nitekim bu hastalıklı algının çözüm üretmemesi ve Kürtleri “açılım” adı altında tasfiyeye yönelmesi, Kürt Özgürlük Hareketi’nin ve halkının kendini savunma pozisyonuna geçmesi Türk devletine AKP hükümeti ve Türk medyasında yine uydurukça olan eski dış mihrak, taşeron vs. gibi argümanlara sarılmaları özellikle ordu ve hükümetin bu argümanları adeta köpeğe kemik atar gibi Türk medyasının önüne atması da Kürt sorunu tartışmalarında çözüm önünde olumsuz bir faktör olmuştur ki, zaten çözüm istemeyen devlet ve hükümet bu tür gerekçelerle kendini gizlemeye çalışıyor. Şiddetin tekrardan devreye girmesinden tek sorumlu Türk devleti hükümeti ve sorumsuz medyası sorumludur. Dolayısıyla da taşeron, emperyalizm, işbirlikçiliği, derin devlet ilişkisi gibi Kürt Özgürlük Hareketini bu olgularla karalamaya çalışmak tamamen toplumu aldatmaya koyunlaştırmaya yöneliktir. Kendi yaptıklarını, konumlarını K.Ö.H ile izah etmeye yöneliktir. Birazcık ahlaktan, vicdandan ve yeni sosyal bilimden nasibini almış herkes çok iyi bilir ki, K.Ö.H çıkışından beri asla hiçbir dış güce sırtını dayamamış, bağımsızlıkçı ve özgürlükçü çizgisini her koşulda korumasını bilmiş, bundan taviz vermemiştir. Daha ilk günlerinden bugüne değin uluslar arası komployla Önderliğin esaret altına alınması örneğinde görüldüğü gibi, saldırıların hedefi olması ve her şeye rağmen yenilmemesinde bu çizgisinden, bu karakterinden gelir, Çünkü Kürt Özgürlük hareketi devletçi uygarlık özellikle de kapitalist sistem gibi soyguncu oligarşik zorba bir kültüre dayanmıyor. Tam tersine insanlığın en doğal, özgür gelişen toplumsallığına, gelişme diyalektiğine, demokratik komünal kültür mirasına ve konunun meşruluğuna ve haklılığına dayanmaktadır. Kürdistan Halk Önderliğinin bu tarihi kültürel miras üzerinden ahlaki, vicdani ve zihni anlamında devletçi uygarlık paradigmalarıyla ve onun siyasal ve kültürel dokusuyla yaptığı savaşa, kazandığı zafere dayanmaktadır. Bugün Türk devleti ve bütün devletçi dünya gericiliği, Önderliğin ve yarattığı hareketin bağımsızlıkçı, özgürlükçü ve toplumsal kurtuluşu amaçlayan demokratik ve komünal çizgisini tersinden saptırarak sulandırmaktansa, kendi kölelik ve köleleştirme düzeylerini insanlık yaşam ve doğa dışılıklarını sorgulayarak anlamaları daha hayırlı olurdu, ama devletçi uygarlığın karakterinde, geninde bu yoktur. Onların karakterinde işbirlikçilik, hainlik, kuklacılık vardır. Mustafa Kemal’in bağımsızlıkçı çizgisinden kayarak önce İngiliz şimdi de ABD-İngiliz, Suudi Arabistan ve İsrail çizgisiyle taşeronlaşan, hainleşen Türk devlet hükümetleri ve siyasal partileridir. AKP, MHP, CHP bunun en somut örneğidirler. Devlet aklıyla yola çıkanlara da hatırlatmak gerekir ki, yaşadıkları siyasal süreci zihni olarak taşeronluğunun daniskasıdır. Bu devlet İngiliz siyaseti ve onun doğurtması olan ulus-devlet anlayışıyla hareket edip, cumhuriyetin kurucu üyesi Kürtler, Solcular ve Aleviler başta olmak üzere tüm farklı kimlikleri inkar ve imha ederken tüm halkları yoksulluğa, köleliğe mahkum ederken; Kürdistan coğrafyasının yer altı, yer üstü zenginliklerini sömürüp emperyalist patronlarla paylaşırken, Kürtleri her defasında katliamlardan geçirirken, “ya bu PKK neden yenilmiyor? Nereden çıktı? Dış mihraktır, taşerondur” diye yakınmasına hiç hakkı yoktur, çünkü bu sonucu bu devletin kendisi yaratmıştır. 
Bu devlete dayanarak “Kart-Kurt” hikâyelerine, zorlamalı bilim ahlakıyla bağdaşmayacak biçimde bilimsellik ve akademik boyut kazandırarak, devletin inkâr ve imha siyasetine meşruluk kazandıran çıkar çevrelerinin de yakınma hakkı yoktur. Şimdi de hala bu paradigma ile Kürt sorununu kendilerince tanımlayıp çözüm arayanların çabaları beyhude olmaktan öteye geçmeyecektir. Çözüm için sektör olarak belledikleri devletin ilacı olsaydı kendi yarasına sürerdi. Dolayısıyla bu çevrelerin yaşadıkları hastalıklı zihni ve ruh halini aşmaları, taşeronluklarından (ki biz buna kölelik diyoruz) silkinmeleri için ciddi anlamda zihniyet, vicdan ve ahlak devrimine yönelmelerinde tam Türkiye ve insanlık toplumu için yarar vardır. 
Eğer bu yönelme de biraz mesafe aldıklarında gerçek akıl ve vicdan gözüyle görüp anlayacaklar ki, Kürdistan Halk Önderliğinin ve onun hareketinin; serhıldanlara kalkan Kürt kadınlarının ve çocuklarının şahsında fışkıran aslında insanlık onurudur. Kendi yatağına kavuşan ırmak misali özgürlük tutkusudur, insanca yaşama ısrarıdır. Dolayısıyla devletçi uygarlık öncesi kadın eksenli demokratik ve komünalite kültürünün direnişidir. Kendisine reva görülen köleliği reddedişidir çoğunun yanında bulamadığıdır. Yine adil olarak anlayacaklar ki, başta kadın olmak üzere tam ezilen emekçi kesimleri farklı dil, din, kültür, siyasi anlayış ve etnik azınlığı inkâr ve imha siyasetiyle insan yerine koymayarak aşağılamak, dıştalamak her çeşit sömürüye tabi tutarak dil yasağına kadar vardıran Türk devletinin, bu ırkçı devlet terörü meşru görülemez. Bu teröre 90 yıldır maruz kalan Kürt halkının ve Özgürlük Hareketi’nin direnişi vardır. Yine anlayacaklar ki, bu kadar zulme uğrayan bir toplumun buna itiraz olarak serhıldana kalkması, gençlerinin dağa çıkması, çocuklarının bile devletin zulmünü uygulayan kolluk güçlerine taş atmasında bir kandırılma durumu yoktur. Yani bir halk bu kadar her çeşit soykırıma tabi tutulursa ve bu uygulamaların sonuçlarına itiraz eden bir hareketin 30-35 yıllık bir mücadelesi bir savaş durumunu, isyanın karşılığında ödenen ve ödenmekte olan ağır bir bedel oluyorsa, o zaman Kürt gençlerinin ve çocuklarının kandırılma gibi bir durumu söz konusu olamaz zaten… Bu gerçek anlaşılamadan yaşanan olayları yorumlamak ancak sosyal bilim körlüğüyle açıklanabilir. Nitekim ısrar edilen bu körlük Türkiye’yi çok tehlikeli bir sürece sürüklemektedir, oysa Kürt gençleri ve çocukları için dost kim, düşman kim netleşmiş bir durumdur. Dolayısıyla ne yaptıklarını da biliyorlar. Ne için savaştığını bilemeyenler ise Türk ordusunun Kürt halkının üzerine saldığı askerlerdir, politikacılarıdır. Yıllarca yapay düşman kavramıyla vatan-millet-Sakarya edebiyatıyla aldatılan Türk toplumudur. 
Bu zihniyet terk edilmeden emperyalizmin işbirlikçiliğine son verilmeden Kürt sorununun çözümü mümkün değildir. Bugün devletin bütün tekrar soykırım uygulamalarını, hukuk dışılığını dâhil, hukuk devleti adına meşrulaştırarak savunan; yine Türk ordusunun sorununun çözümü için “operasyonlar dursun” çağrılarına karşı egemen devlet “kendi hukukunu çiğneyemez” diye karşı çıkanlar savaşı tırmandırıyorlar. Türk genelkurmayı, AKP hükümeti ve diğer siyasal partiler, Türk medyası; Kürdistan Özgürlük Hareketine “silahlarını bırakmasını, Kürt militanlarının barış gruplarına uygulanan devletsiz hukukuna gelip teslim olmasının gafil beklentisini yaşıyorlar ki, böyle bir durum çok gülünç olmaktadır, çünkü Kürt gençleri o dağlara durup dururken çıkmamışlardır. Toplumsal ahlakı bunu gerektirmiştir. Bilinmeli ki devletin, 12 Eylül faşist darbesinin yaptırdığı 1982 anayasasının örneğinde görüldüğü gibi, toplumsal uzlaşmayı, barışı ve Kürt sorununu çözümünü sabote etmek pahasına bile olsa bu hukuk uygulanmak zorundaysa; Kürt halkının da dünden günümüze taşıyarak, Kürdistan Özgürlük Hareketi ve Önderliği şahsında en zirvede vücut bulan toplumsal özgürlük isteme hakkı vardır. Bu halkın ahlakına saygılı olmayan Türk devleti, kendisinin bile çoğu zaman darbelerle Kürt halkına karşı yürüttüğü uygulamalarıyla çiğnediği kendi hukukuna, Kürt halkından saygı ve biat beklemektedir. Kürt çocuklarının havan toplarıyla, tanklarla, 13 kurşunlarla öldürüldüğü, Kürt kızlarının fuhuşun içine nasıl sistematik olarak çekildiği, Kürt gençlerinin uyuşturucu ajanlık bataklıklarına çekilerek toplumun nasıl yozlaştırıldığı, ahlaksız bırakılmaya çalışıldığına bakıldığın da Kürt halkının toplumsallığının temeli olan toplumsal ahlakına karşı ciddi bir saldırının olduğu görülecektir. Yine gerilla cenazelerine yaklaşım, Türk ordusunun medyasının hükümetinin ne kadar ahlaki bir çöküntüyü yaşadığı ve dibe vurduğunu da görülmektedir. Bu koşullarda Kürt gerillasının meşru temelde kendini, halkını koruması ve savunması toplumsal özgürlük ahlakının ona tanıdığı en doğal ve en meşru haktır. Tabi buradan Kürt gerillasını “sadist, savaş yanlısı, acımasız, asker-polis öldürmekten zevk alan bir topluluk” olarak görmek gayri ahlaki bir algıdır. Bugün Kürt Özgürlük hareketinin silahlı muhalefetini tüm çabalarına rağmen başka seçenek bırakılmadığından ötürü sürdürmek zorunda kalması bu suçlamaları doğrulayamaz. Bu harekete demokratik zeminde toplum içinde yaşam hakkı tanımayarak dağlara çıkmasına neden olan bu devletin ta kendisidir. Dolayısıyla savaşan, rant sağlayan, insanların hayatına önem vermeyen, onları harcayan, karakterinde sadizmi, sapkınlığını barındıranda bu devletin ve AKP hükümetinin kendisidir. Şiddetin artmasından dolayı yaşanan kayıplar tüm toplumu, tüm anaları yaralamıştır. Şimdi Kürt gerillasının bu acıyı yaşmadığını mı sanıyorsunuz? Böyle düşünen bir kişinin bile insanlığı tartışılır. Yani onurlu bir barışın yolları özgür insanca bir yaşamın zeminleri vardı da, Kürt gerillası mı buna gelmedi? Tabi biz 12 Eylül’de uygulanan Diyarbakır zindanındaki vahşete karşı direnişi bir özgürlük, barış ve yaşam mücadelesi olarak görmüyorsanız eğer bu soru sorulabilir. Bugünde Türk devletinin barıştan anladığı kendi 90 yıllık inkâr ve imha siyasetine son vermek, Kürt alevi ve diğer farklılıkların haklarını iade etmek değil; imha, inkâr ile teslimiyet politikalarına devam etmektir. Böylesi bir barış algılaması gerçek anlamda toplumsal barışı tesis edemez. Dolayısıyla bu realite içerisinde Kürt gerillası dün zindanlarda olduğu gibi bugünde özgürlük ve barış için yaşamı uğrunda ölecek kadar sevmeye devam edecektir. Dayatılan teslimiyet ve köleliği asla kabul etmeyecek, Önderliklerinin açtığı aydınlık yolda insanlığın tüm toplumsal değerlerine ve kendi tarihlerinin derinliklerindeki haklı, meşru olan demokratik komünal kültürün gücüne, kendi ve halkının özgücüne dayanarak direnecek, özgürlükçü ve bağımsızlıkçı çizgisini sürdürecektir. Türk devletine ve çeşitli çıkar çevrelerinin Kürt gerillası ve Kürt halkının fiziki, kültürel imhası üzerinden bu direniş savaşında askerlerin ölümünden acı duymaları da timsah gözyaşlarından başka bir anlam taşımamıştır, taşımayacaktır. 
Bu bağlamda Kürt gençleri inkâr ve imha siyaseti yürürlükte olduğu sürece esaret bahçesinde kölece yaşamak yerine özgürlüğün dağlarında vuruşarak ölmeyi de yeğleyecektir. Dost düşmanın bu gerçeği iyi anlamalarında fayda vardır.
Eğer yaşanan ölümlerden gerçekten kaygı ve acı duyuluyorsa, bu acı Kürt gençlerinde Kürt halkının 90 yıllık acısını ödemek zorunda bırakıldığı bedeli de kapsamak zorundadır. Bununda tek bir gerekçesi vardır. 
Sade istemde değil, teorik ve pratik olarak Kürt halkına karşı hukuk ile meşruluk kazandırılmaya çalışılan kirli savaşa karşı konulmalı. Devletin eğitim sistemi ve siyasal yapısıyla topluma herkese taktırdığı at gözlüğü ve bu at gözlüğüyle Kürt sorununa ve K.Ö.H yaklaşma durumu terk edilmelidir. Çözümün dili bu at gözlüğü bakış açısıyla yaratılmaz. ,

Azat Welat Dersim