31 Ağustos 2010 Salı

Truman'dan Obama'ya değişmeyen


Halkları, ülkeleri istedikleri şekilde yöneten, yönetmek isteyen komprador ya da uluslararası aktörlere karşı, önce yerel düzeyde güçlü bir örgütlenme, sonra ittifak halinde uluslararası örgütsel karşı duruş çok önemli. Filistin'de İran'da, Suriye'de, Irak'ta olmayan ya da yetersiz olan esas faktör bu. Toplumsal öncülük rolüyle özgürlük rotası açacak fikir ve örgütlerin çoğunun sistem karşısında erimesinin nedeni sürekliliği sağlayıcı bağlar, halkalar oluşturamamaları. Che Guevara'nın halkın yeniliğe dönük fikirlerinin sonuç alıcı olması için örgütlülüğe dikkat çekerek 'Örgütlenme olmazsa, düşünceler ilk atılımdan sonra etkisini yitirir, basmakalıplaşır, konformizm tehlikesi başgösterir, sonunda yenilikçi düşünceler yalnızca bir anı olarak kalır' sözlerini hatırlıyorum.

ABD'nin petrol, diktatörlük ve kan üzerine oturan Ortadoğu politikalarını boşa çıkaracak olan bu.

Özellikle II. Dünya Savaşı'ndan sonra Truman'dan Eisenhower'a, Reagan'dan Bush'a göreve gelen ABD başkanları Ortadoğu'yu kendi ulusal çıkarları için hayat-memat meselesi olarak görmüş, 'domino etkisi, hayat sahası, ulusal çıkar' formülasyonları çıkarıp müdahale etmişlerdir. Diktatörlükler örgütlediler, cuntalar oluşturdular. Obama da bu kulvarda yer alıyor. Sadece söylemini yumuşatıp farklı görünmeye çalışıyor. Kasım ayındaki ara seçimler yaklaştıkça Ortadoğu'ya yönelimine hız kazandıran Obama ne yapmak istiyor ve keskin örgütlülüğün olmadığı hedefindeki ülkeler ne durumda? Gelişmelere projektör tutup ortaya çıkanlar ışığında yaşanabilecekleri ana hatlarıyla açmaya çalışalım...

İran-Türkiye:

Obama İran'a karşı BMGK, ABD ve AB'nin aldığı yaptırım kararını hayata geçirmek için Türkiye'yi sıkıştırıyor. Bu yönde bir adım Financial Times'a sızdırılan haberdi. Obama'nın Erdoğan'la görüştüğü Toronto'daki G-20 Zirvesi'nden iki ay sonra sızdırılan haberde, Obama'nın, İsrail ve İran konusunda Türkiye tutumunu yumuşatmazsa 'ABD silahlarını unutun' ültimatomu verdiğinin kaydedilmesi pürüzlerin süreceği anlamına geliyor. (İlk etapta istenen silahlar, füze atan insansız uçaklar ve geliştirilmiş helikopterler. Uzun vadede istenenler F-35 uçakları.) ABD'nin Türkiye'ye bir heyet göndermesi, Türkiye'den de Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu başkanlığında bir heyetin ABD'ye yollanması ciddi pazarlıkları gösteriyor. Oysa Türkiye akılcı politika üretip sorunlarını kendisi çözse bu tarz küçük düşürmeler, koloni valisi gibi muameleler yaşanmayacak. Özgürlükçü örgütlenmelere ket vurmaması gereken Ankara'nın yeri ne BM Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması Komitesi'nin de dikkat çektiği gibi Arap, Azeri, Beluci, Kürtlere ayrımcı yaklaşan İran'ın yanı; ne de işgal ve ekonomik emperyalizmle halkları ezen ABD'nin yanı olmalı.

İsrail-Filistin:

Obama doğrudan görüşmeler için yerleşimlerin tamamen durdurulması gerektiğini şart koşan Abbas'ın eylül ayında Washington'da Netanyahu ile buluşmasını kabul etmesini sağladı. Oysa Arap Birliği'nin de istediği 1967 sınırlarına dönme kararına karşı çıkan İsrail'i ikna etmiyor. Yıllardır kurulacağı sözü verilen Filistin devleti ve sınırları belirsiz. Yerleşimlerin başlatılmayacağının garantisi verilmiyor. Aşırı uçtaki İsrailliler Filistinli nüfusun artmasından korkuyor, mültecilerin dönüşünü engelliyor. Kudüs'ün statüsü konusunda İsrail'e karşı sesini çıkarmıyor. Bush'un büyük gösteriyle organize ettiği Maryland eyaletindeki Annapolis kasabasının adıyla anılan 2007'deki konferansın akıbeti biliniyor. Bush görev süresinin dolmasına bir yıl kala tarafları oyalamış, partisinin oylarını yükseltmeye çalışmıştı. Bu kez da görüşmelerin tıkanmayacağını gösteren bir emare yok.

Irak'tan yansıyanlar:

17 Ağustos'ta Bağdat'ın merkezindeki bir askerlik şubesine yönelik intihar saldırısında 59 kişi öldü, 25 Ağustos'ta eş zamanlı bombalı saldırılarda 79 kişi hayatını kaybetti. Bunlar ABD kışlalarda 50 bin asker bırakarak 19 Ağustos'ta Irak'taki muharip güçlerini çekmesinden önce ve sonra yaşananlar. Benzer gelişmeler Obama'nın yeni dönem politikasına şekil verecek. Bu saldırılar Obama'nın diğer askerleri tutma ve üsler açma bahanesi olarak kullanılacak. Kuveyt'teki üsse kaydırılan 2. Stryker Tugayı ve 2. Piyade Birliği'ndeki asker ve teçhizatın bir kısmının Afganistan'a sevki Obama'nın savaşçı tutumunu sürdüreceğini gösteriyor. Financial Times'a sızdırılan haber ve gelen heyet de Irak politikasından bağımsız görünmüyor. Asker çekme sürecinde Ankara ile sorunlar yaşandığının ve önümüzdeki dönemde de yaşanacağının işaretleri var. İran da Şii, Kürt ve Sünni ayrımı üstünde oynayacak, Obama da müdahaleyi sürdürecek. Yani önümüzdeki 4 ay Irak için çetin geçecek gibi.

M. Ali ÇELEBİ
memalicelebi@hotmail.com

Deniz Feneri


Bir savaş gemisinde gözcü tam karşıda bir ışık görür. Hemen kaptana bildirir.

Kaptan karşıdan gelen gemiye ışıkla: 'Derhal rotanızı yirmi derece değiştirin!' mesajı yollar.

Karşıdan yanıt gelir: 'Siz derhal rotanızı yirmi derece değiştirin!'

Kaptan kızar. Bir mesaj daha yollar 'Ben bir kaptanım. Çarpışma rotasındayız. Derhal rotanızı yirmi derece değiştirin!'

Yanıt gecikmez: 'Ben de kaptanım ve derhal rotanızı yirmi derece değiştirmenizi emrediyorum!'

Kaptan öfkeden saçını başını yolmaktadır. Bir mesaj daha yollar: 'Ben bir savaş gemisindeyim!'

Bu kez de yanıt çabucak gelir: 'Ben de deniz fenerindeyim.'

Bazı şeylerin göreli olduğu doğru. Ama yukarıdaki örnekte olduğu gibi aslında mutlak olan bir şeyin göreli olduğu zehabına kapılanlar da olabiliyor.

Bugün rotasını değiştirmesi gereken Kürt Özgürlük Hareketi değil, Türkiye halklarını bindirdikleri savaş gemisini çarpışma rotasında götürmekte ısrar edenlerdir.

Ayan beyan ortada olan ama bazılarının ancak 13 Eylül sabahı görebileceği şey budur.

Referanduma sayılı günler var. Ama hükümet, PKK'nin tek taraflı eylemsizlik kararına rağmen elindeki fırsatı değerlendirme başarısını gösteremiyor.

Neden? Hükümetin örneğin seçim barajını indirmesinin önündeki engel nedir? Yasal ya da fiili bir engel bulunmadığını hepimiz biliyoruz. Üstelik bu yönde atılacak bir adımın şiddetli bir çarpışmayı önleyebileceği de aşikar olduğu halde.

Malum, bir gemi bir deniz fenerine çarptığında özellikle geminin göreceği hasar büyük olacaktır. Hele de bu bir savaş gemisiyse, içindeki mühimmatın gemiye vereceği hasarı bir düşünün.

Hükümetin varını yoğunu vakfettiği referandum meselesinin daha tali bir mesele olduğunu, aslolanın gemiyi sağ salim bir limana yanaştırmak olduğunu göremeyen aydınlarımız, yazarlarımız, siyasetçilerimiz bir zahmet kamaralarından başlarını çıkarıp baksalar diyoruz artık.

Bu kadar açık bir gerçeği defalarca ifade etmek zorunda kalmak acıklı doğrusu. Ama komik biraz da.

Boykot diyoruz.

Çünkü biz h‰l‰ yeni, sivil ve demokratik bir anayasa talebimizden vazgeçmiş değiliz.

Oysa AKP'nin hazırladığı paket, görece iyileştirmeler taşısa da yeni, sivil, demokratik bir anayasa vadetmiyor.

Ve bu haliyle Kürt halkının bugüne dek maruz bırakıldığı eşitsiz yaşamın değişmesi için hiçbir önermesi yok.

Ama her nedense, demokratikleşmenin önündeki en önemli engel olan Kürt sorununun çözümü için hiçbir adım içermeyen hükümet tutumunun ve bu paketin ve demokratikleşmenin önemli bir adımı olacağı konusunda ısrar edenler, böyle görmek isteyenler var. Yetmez ama evet derken, AKP'nin kendi elinde olan demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümü adımlarını neden atmadığının hesabını sormuyorlar.

Adamın biri terziye ısmarladığı takımı denemektedir.

'Bu kolu çok uzun biraz içeri alır mısınız' der.

'Hayır' der terzi. 'Kolunuzu dirsekten bükün, tam olacaktır.'

'E şimdi de yaka enseme çıkıyor' der adam.

Terzi: 'Başınızı arkaya atın, şahane oldu şimdi' diye yanıtlar.

Adam 'İyi ama böyle yapınca sol omuzum sağdan üç santim aşağıda kalıyor' deyince,

'Hiç dert değil, belden biraz sola eğildiniz mi tamamdır' der terzi.

Adamcağız sağ kolu kıvrık ve yana açık, başı biraz geride ve belden sola yatık çıkar terzi atölyesinden. Sallana tökezleye yürümeye başlar.

Aynı anda sokaktan iki kişi geçmektedir.

'Vah zavallı' der biri, 'Genç yaşta sakat kalmış!'

'Öyle ama terzisi çok iyiymiş' der diğeri. 'Baksana takımı üstüne tam oturmuş.'

Türkiye'ye giydirilmiş 12 Eylül Anayasası'nı derhal üstümüzden çıkartmak istiyoruz ama hareket kabiliyetini önleyecek, bir daha çıkartması daha zor olacak bir ucube giysiyi Kürtlerin giymesini beklemek de neyin nesidir?

Kürt Özgürlük Hareketi bu gerçekliği gayet güzel anlamış ve anlatmakta ısrar ediyor işte. Üstelik hükümetin biçtiği giysi yerine kendi yöresel giysilerini giymeye başladılar bile.

Bakın 4. Kürtçe Eğitim ve Dil Konferansı'nı yapan TZP'nin kararlarına. Kürtçe eğitim sistemi oluşturulacak; Anadilde eğitim kampanyası başlatılacak; Savunmalar Kürtçe olacak.

Bunun dahası da var ve bu referanduma kadar da referandum sonrasında da sürecek.

13 Eylül sabahı başka bir dünyaya uyanacaklarını zannedenleri şimdiden bu gerçeğe uyandırmak için daha ne yapmak gerek? Yönünüzü şaşırmayın, bakın uyanık olanlara deniz ortasından ışığıyla yön gösteriyor deniz feneri.

Ayşe BATUMLU
batumlu.ayse@gmail.com

1 Eylül'ün şafağında savaş ve barış


Barış denilince akla ilk gelen beyaz güvercin ve zeytin dalı olur. Bu simgeselliğin kökeni Nuh Tufanı'na dayanır. Mitolojik düzlemde ilk savaş ve barışın tanrı (doğa) ile insan arasında yapıldığı rivayet edilir. Tanrı (doğa) ile insan arasındaki savaş ve barış hali en çarpıcı biçimiyle Nuh Tufanı'nda ifadesini bulur.

Şöyle ki, tanrı Nuh Peygamberi insanların kendisine itaat etmesini sağlamak için görevlendirir. Nuh, insanları doğru yola, tanrının yoluna davet eder. Bunun için olağanüstü bir çaba sarf eder. Ancak ne var ki, insanlar tanrının buyruklarına uymayı ve ona itaat etmeyi kabul etmezler. İnsanların kendisine itaat etmediğini gören tanrı çok öfkelenir ve bu davranışlarından dolayı onları cezalandırmak ister. İnsanları büyük bir tufanla cezalandırmayı planlayan tanrı, Nuh'u bu durumdan haberdar eder. Nuh son bir kez daha insanlara seslenerek tanrının emirlerine, yasalarına göre hareket etmelerini, aksi takdirde tanrının gazabına uğrayacaklarını salık verir. Fakat insanlar Nuh'un bu sözlerini de umursamazlar.

Henüz tufan başlamadan ağaçlardan büyükçe bir gemi yapan Nuh, yanına seksen hayvan türünden birer çift ile sekiz insan alır. Gemideki mürettebatıyla birlikte tufanın başlamasını bekler. Tufan büyük bir şiddetle yeri göğü inleterek başlar. Bütün yerleşim birimleri ve tüm insanlar sular altında kalır. Bir tek Nuh ve mürettebatına bir şey olmaz. Bunun dışındaki her şey tuzla buz olur. Tufan diner. Lakin Nuh bundan tam olarak emin olamaz. Gemisi okyanus büyüklüğündeki bir su birikintisinin ortasında durur. Nuh etrafta herhangi bir kara parçasının olup olmadığını ve tufanın tam olarak durup durmadığını anlamak için önce bir kırlangıcı peşinden de bir kargayı uçurur. Her iki kuş da etrafta herhangi bir kara parçası olduğuna dair bir belirti bulamadan gemiye geri dönerler. Bunun üzerine Nuh aynı amaçla beyaz bir güvercini gönderir. Nuh'un görevlendirdiği beyaz güvercin ağzında bir zeytin dalıyla gemiye geri döner. Böylece Nuh, tufanın sona erdiğini, etrafta büyük bir kara parçası olduğunu öğrenir ve yanındaki canlılarla birlikte karaya iner.

Nuh'un karaya inişiyle birlikte tanrı ile insanın yeniden barıştığı rivayet edilir. Yani tanrı ile insanın ilk savaşıyla başlayan bu mitos aynı zamanda tanrı ile insan arasında tekrardan bir mutabakatın, bir barışın gerçekleştiğini yansıtır. Görüldüğü gibi, her savaşın bir barışı vardır söylemi bu mitosta da işler. Savaş ve barış ikileminin mitolojik düzlemde böylesi tarihsel bir arka planı var. Günümüz açısından genelde tüm insanlığın özelde ise Ortadoğu halklarının en sık telaffuz ettiği kavramlardan biri olarak, tüm yakıcılığıyla ihtiyacı en çok duyulan bir olgu olma özelliğini korumaktadır.



TARİHSEL ÇAĞLARDA SINIFLAR

'Barut fıçısı', 'kan deryası', 'belalı coğrafya' diye tabir edilen kadim Ortadoğu coğrafyasında, baskının, şiddetin, sömürünün ve savaşın en yoğun, en trajedik biçimlerinin yaşandığı günümüzde, en çok özlemi duyulan fakat bir o kadar da kendisine yabancı ve uzak kalınan bir olgunun adıdır barış. Evrensel bir niteliğe ve değere sahip olan barış olgusu bugün itibariyle egemenler tarafından Ortadoğu somutunda özünden, gerçek anlamından boşaltılmış sükse bir kavram, ağızda çiğnenip atılan bir sakızdan öteye bir anlam ifade etmez. Burada şunun altını çizmekte yarar var; barış olgusu sömürücü-tahakkümcü egemen sınıfların çıkarlarına, dolayısıyla doğalarına en aykırı olan olgulardan biridir. Çünkü sömürücü-tahakkümcü güçler yedi bin yıllık hiyerarşik devletçi sınıflı toplum uygarlığını zora, şiddete ve savaşa dayalı olarak inşa etmişlerdir. Yani sınıflı toplum uygarlığının kök hücresinde zor ve şiddetin kurumsallaştırılmış hali olarak savaş vardır. Zor, şiddet, savaş kültürü sınıflı uygarlık sisteminin temel besin kaynağıdır.

Devletçi sistem yedi bin yıldır kök hücrelerini oluşturan bu kaynaktan beslenmektedir. İşte bu gerçeklik bize barışın öyküsünün, şiirinin, ezgisinin henüz yazılmadığını, sanatının edebiyatının henüz yapılmadığını gösterir. Kendi soyunu yiyip tüketen bir canavar olarak sınıflı toplum insanı tarafından şiirselleştirilen, destansal kılınan, yüceleştirilerek kutsiyet atfedilen hep savaş olagelmiştir. Bu durum bir sapma halini, yani ahlaki alandan kopma halini ifade eder. Egemenlerin ideolojik çıkarlarına göre biçimlendirilen resmi tarihin dünden bugüne ki, temel görevi insanlığın ruh, duygu ve düşünce dünyasında yaşanan bu sapmayı maskelemek olmuştur. Tarihe gerçekçi yaklaşılıp doğru okunduğunda resmi tarihin koca bir yalanlar silsilesinden ibaret olduğu fark edilecektir.

İnsanlığın altın çağı olarak değerlendirilen barışçıl doğal toplumun demokratik komünal değerlerinden koparak, savaşçı köleci uygarlık sistemine geçildiği tarihsel süreçten günümüze kadar yapılan hep savaşın edebiyatı, savaşın sanatı olmuştur. Bu aynı zamanda 'eril'liğin dışa vurumudur. Savaş doğayı, tüm ekolojik değerleri tamamen yadsıyarak gelişen ataerkil düzenin vazgeçilmez sihirli iktidar oyuncağı gibi iken, barış doğayla uyumlu, ekolojik ve komünal toplumsal değerlerle bütünlüklü bir birlikteliği yaşayan ana tanrıça etrafında şekillenen anaerkil düzenin saf, masum ve mazlum çocuğu gibidir. Burada dikkat edilmesi gereken husus barışın dişil, savaşın ise eril değerler üzerinden vücut bulduğu hususudur. Kadının barış, erkeğin ise savaş ile özdeşleştirilmesi bu tarihsel-toplumsal rollerden ileri gelir. Kadının düşürülmesi barışın düşürülmesini ifade ederken, erkeğin yüceltilmesi savaşın yüceltilmesini ve kutsanmasını ifade eder.

Bu nedenledir ki, barışı savunan herhangi bir birey, grup, toplum ya da sosyal, siyasal, dinsel bir akım sınıflı toplum ölçüleri ekseninde 'kadınlıkla', korkaklıkla', 'ürkeklikle' ve 'güçsüzlükle' etiketlenir. Dikkat edilirse burada barış ve kadın eşanlamlı olarak korkaklığın, ürkekliğin ve güçsüzlüğün figürleri haline getirilerek sunulmaktadırlar. Savaş ve barış arasındaki bu denklem bile insanlığın ruhsal, duygusal, düşünsel hatta fiziksel açıdan köklü bir sapmaya uğradığını, tüm insani değerlerden kopuşu yaşadığını görebilmemiz için yeterli verileri sunmaktadır. Bu noktada sınıflı devletçi uygarlık sisteminin bin yıllardır insanlığın belleğine (eğitim kurumu ve ideolojik propaganda araçları aracılığıyla) kazıdığı verili geleneksel savaş kültürünün zihniyette değişime uğratılması gerçekliğiyle karşı karşıya kalırız. Verili olanın sorgulanması gerçeği burada karşımıza çıkar.

Sınıflı toplum uygarlığının üç büyük aşamasını ifade eden köleci, feodal ve kapitalist çağlar savaşlarla beslenen, savaşlarla kendilerini var eden sistemler olarak tarihe geçmişlerdir. Tahakküme ve zora dayalı olarak ayakta kalan sınıflı devletçi uygarlığın bu üç aşamasında sayısızca savaş, milyonlarca kitlesel katliam gerçekleştirilmiştir. Bu savaş ve katliamları anlatan binlerce filmin, milyonlarca kitabın olması ve her geçen gün yeni birinin yapılıyor-yazılıyor olması bile durumun vahametini yeterince ortaya koymaktadır.

Özellikle sınıflı toplum uygarlığının modern bilim-teknikle donatılan en gelişmiş aşamasını ifade eden kapitalist sistem, savaşın yıkıcılığını insanlığın ruh ve duygu dünyasına indirgemiştir. İnsan başta olmak üzere kapitalizm yerkürede yaşayan tüm canlı türlerinin doğal yaşam alanlarını kundaklamıştır. Bu yönüyle kapitalist çağ en büyük savaşların, dolaysıyla en korkunç yıkımların, en büyük acıların yaşandığı bir çağ olma özelliğini taşır. İki büyük dünya savaşı, Hiroşima-Nagazaki, Halepçe katliamları, Irak ve Afganistan savaşları bunun en bariz birkaç örneğini oluşturmaktadırlar. Bütün tarihsel, toplumsal, kültürel zenginliklerle birlikte, insana dair tüm ahlaki ve vicdani moral değerleri erozyona, yıkıma uğratarak bencil-tüketici ve hiçbir koşul altında tatmin olmayan doyumsuz-duygusuz mekanik insan tipolojisinin mimarı olan kapitalist sistem, kendi tekeli altında tuttuğu bilim ve tekniği de kullanarak ekosistemi adeta felç etmiştir. Sakat ve hasta kılmıştır. Kendi sınıf ve sistemsel çıkarları doğrultusunda her yere nükleer santraller, hidroelektrik santralleri, büyük sanayi merkezleri kurmuş, nükleer, biyolojik ve kimyasal çaplarda kitle imha silahları icat etmiştir.

Şu bir gerçek ki, insanlık savaş tekniğinde, savaş sanayisinde en gelişmiş aşamayı kapitalizmle tanımıştır. Günümüzde tek bir biyolojik silahla bir ülkenin tüm yaşamsal kaynaklarını (elektrik, su, gıda, sağlık, altyapı vs.) birkaç saat içinde yıkıma uğratacak, işlemez kılacak, yine bir kimyasal silahla birkaç dakika içinde büyük kitlesel katliamlar gerçekleştirebilecek modern teknik donanımlara sahip devletlerin var oluşu ve her türden silahlanma yarışının devam ediyor olması bunun en somut örneklerindendir.

Bugün barış yanlısı hükümetlerin değil, savaş yanlısı iktidarların cirit attığı, barış yanlısı politikaların değil, savaş yanlısı iktidarların hüküm sürdüğü bir coğrafya üzerinde yaşıyoruz. Tarihsel süreç içerisinde Yahudilik, Hıristiyanlık, İslamiyet gibi barış, sevgi ve kardeşliği şiar edinen üç büyük semai dine Zerdüşt, Mani, İsa gibi karakterlere, birçok klan, kabile, aşiret, etnisite ve kültürel topluluğa analık yapmış bu kadim coğrafya, bugün milliyetçiliklerin kışkırtıldığı ve çalıştırıldığı bir savaş merkezine getirilmekle yüz yüze kalmıştır. Kürtlerin yaşadığı bölgede, Filistin'de, Afganistan'da yürütülmekte olan savaşlar bunun ispatı niteliğindedir.

Sinan KÖSE *
* Tekirdağ 2 No'lu F Tipi Cezaevi