26 Ağustos 2010 Perşembe

Referandum, Halka Satılmaya Çalışılan Ölmüş Eşektir!

Referandum adı altında büyük bir aldanma, büyük bir aldatma yaşanıyor! Evetçilerde hayırcılarda yaratmakta oldukları sürülerden “nasıl bir Anayasa?”
Referandum adı altında büyük bir aldanma, büyük bir aldatma yaşanıyor!
Evetçilerde hayırcılarda yaratmakta oldukları sürülerden “nasıl bir Anayasa?” Sorusunu'' gizleyerek aldatan bir süreci dayatmaktadırlar.
Bir başka noktada hukuksal değeri çarpıtılan, Gülenin, Erdoğan’ın ölüleri bile sunduğu, ölülere bile sundukları maddeler söz konusu…
Boykot kararından sonra ise Kürt hareketine ve onun önderine ciddi bir saldırı var. Liberal çevrelerin ''Öcalan Genelkurmayı değil AKP'yi eleştiriyor'' kampanyasından tutalım anlık bilgi ağının gazetelere servis edilerek Kürt gerillasını karalayan kampanyalara kadar çeşitli entrikalarla gerçekler tersyüz edilmeye çalışılıyor.

DTK'nin son kararlaşmasıyla birlikte Kürtler aslında boykot kararının alternatif haklı gerekçesini sundular.

Dayatılanın tersine ''nasıl bir anayasa?'' sorusunun karambole getirmeye çalışan bir yerde elbette ki referandumu boykot etmenin haklı anayasasını ortaya koymak gerekir.

-Biz referanduma katılmıyoruz çünkü bizim arzu ettiğimiz anayasanın 1.2.3. maddeleri şunlardır...

-Biz referanduma katılmıyoruz çünkü arzuladığımız anayasanın 42. ve 66 maddeleri şunlardır.

Kısacası tüm alternatiflerin olduğu bir anayasa özerklik şölenleri içerisinde coşkuyla sunulmalıdır. Dünya'nın her yerinde referandumlar mevcut olanın tanımı yeni olanın anlamı üzerinde kitlesel algılamalar oluştururken bu referandumda ''evet-hayır'' ittifakları mevcut anayasayı adeta yüceltiyor. Boykot belki de bu gerçeğin alternatifidir. Yedeklerine düşmemesi için mutlaka bir anayasası olamalı!

Esas olan herkes için (Kürt hareketi ve boykot platformu hariç) mevcut haliyle anayasaya ''Evet'' mantığıdır. Hatta hayırcıların kampanyaları ve estirilen hava evet sonucuna doğru evrilmektedir.

*Geçici 15. Maddenin Kal(n)dırılması!

15. madde 12 Eylülden sonra darbecilerin yaptıkları eylemleri yasal dokunmazlık getirilen bir zırh, bir nevi soruşturma affıdır. Bu yasaya göre devletin çıkarı için darbe yapıldığı için darbenin eylemleri suç değildir. İlgili yasada "2356 sayılı yasa ile kurulmuş olan milli güvenlik konseyi, işlemlerinden, eylemlerinden dolayı yargılanamaz." ibaresi geçmektedir.

Kürt Hareketi'nin en çok suçlandığı bu yasanın kaldırılmasına 'evet' denmemesidir. Oysa dünyanın her yerinde hukuk uygulamaları apaçık ortadayken Kürt Hareketinden bu ölü eşeği satın alması beklenmektedir. Ondandır ki hukukçular ve uzmanlardan çok bu ölü eşeğin sırtına binen daha doğrusu binmek adına sırtlayan insanlar konuşmayı, açıklama yapmayı tercih etmektedir.

Yinede basında çok azda olsa tartışılan iki temel çelişki vardır; birincisi zaman aşımı olan bir eylemin (12 Eylülün) tekrar yargıya taşırılmayacağıdır, ikincisi ise bu yasanın zaten çıkışı itibariyle 12 Eylülcülerin affı niteliğindedir.

Siyasal İslam'ında dün oy verdiği bu yasa diğer 12 Eylül yasaları olduğu gibi %93lük ''evet'' oyu almıştır.

-Halka gitmesi açısından bu maddenin kaldırılmasıyla çıkarılması arasında bir fark olmamaktadır.

-Geçici maddeler yürürlükte oldukları süre içerisinde kanun hükmündedirler.

-Yeni çıkan bir kanun ya da bir kanundaki düzenleme eğer işlenen suçtan sonra çıkarılmışsa, lehindeyse suçlu için değerlendirilir eğer aleyhindeyse suçlu mükellef değildir.

Ne var ki; darbecilerin yargılama ihtimalinin nerdeyse hiç olmadığı bir yerde bu yasanın yürürlükte olmasının ya da olmamasının her hangi bir anlamı kalmamıştır. Kaldı ki Kürtler için Kenan Evren’e en sert cezalar verilse bile çağdaş Evrenlerin olmadığı bir sürece karşılık gelmeyecek hiç bir sürecin anlamı da olmayacaktır.

Bay 'evet çilerin' ve bay 'hayırcıların' bu gün Kürtlere reva gördükleri Kenan Evren’in reva gördüklerinin 85 yıl gerisindeler. Evren bile daha iki yıl öncesinde bir gazeteye verdiği mülalakatta ''bırakın siyasal olarak, normal yaşamda dahi Ankara’dan çok merkeziyetçi bir sistemle yürütülüyoruz. Örneğin evimin karşısındaki trafoyu onarmak için Ankara’ya işlem yapmak zorunda kalıyorum. Türkiye'ye uygun model bir tür eyaletler sistemidir.'' demişti.

Bizim için söyledikleri yaptıklarını temize çıkarmaz ama bir darbe komutanın bile böyle düşündüğü bir yerde her şeyden önce darbe ihtimali kalmamıştır. Gelinen aşamada AKP'nin kuruluşu küresel ve iç güçlerin Türkiye'ye yaptıkları son darbe olmuştur.

Muhtemelen AKP 12 Eylülden sonra bir kaç generale ''seçim şovu'' davası açabilir. Ama bu aşamada Yargının da Kürtlere karşı operasyonel süreçlere dâhil edildiği anlaşılmıştır. Bu, bazen siyasal katliamlarla Kürtlerin üzerlerine gidilerek, bazen de suni krizler içerisine girerek Türkiye’de güçler çatışması olduğu süsünü vermektedir.

Söylemde, sözde terör örgütü olduğu dile getirilen bazı örgüt isimlerinin devletin resmi kurumlarınca hiç bir terör damgasını almamışlardır. Hatta bırakalım terör damgasını, aranan generallerin devletin zirvesinde cirit atmaları AKP'nin darbelerden, darbecilerden ne kadar 'uzak' olduğunun bir kanıtı.

AKP bültenlerinin (Taraf vb basının) 'Heronları' nedense YAŞ toplantılarına illegal giren generalleri görüntüleyememektedir. Yine Amanosları temizlenmesi için komutan Beşir Atalay’ın hedefe yönlendirdiği generallerin kimliği bize 12 Eylül'ün yıldönümünü yeterince aydınlatmaktadır.

Sandığa gidenler güya 30 yıllık bir oyunu boşa çıkaracaklarına dair heveslendirilmektedirler oysa Kürtler sandığa gitmeyerek bu oyunun 85 yıllık olduğunu ispatlayacaklardır. Dolayısıyla 85 yıllık bir kazığın evet ya da hayır sonucu da esasında Kürtleri ilgilendirmemelidir. Bırakalım yakın dönemle hesaplaşmayı AKP'nin Kürdistan’da 17 bin faili meçhul cinayetlerine her gün yenilerini eklediği ve giderek bunun özel ordusunu kurmaya çalıştığı bu günlerde bir hesaplaşmaktan bahsetmek ahmaklıktır.

Ozan Erdem

Said-i Kürdi'den Said Nursi'ye

Saidi-i Kürdi’nin İstanbul basınında görünmeye başladığı 1908’li yıllardan başlayarak, 30’lu yıllarda Said Nursi olarak karşımıza yeniden çıkması, öldüğü 1960 yılına kadar, hatta ondan sonra da gündemden hiç inmemesi, modernleşme tarihimizin anlaşılması bakımından ne kadar önemli bir kamusal yüz olduğunun en açık göstergesidir. Modernleşme sürecinin başarılarıyla avunmak isteyenler de, onun ne kadar köksüz, başarısız kaldığını savunanlar da bu uzun hayattan kendilerince delil indirebilirler. Modernleşme sürecinin tarih-dışı, arkaik ilan ettiği İslamcıların ve Kürtlerin, eskisinden daha gür biçimde ayakta durabilmelerinin anlaşılması da bu hayata yeniden, daha dikkatli bakmayı zorunlu kılıyor.
Cemalettin Canlı ve Yusuf Kenan Beysülen’in Zaman İçinde Bediüzzaman başlıklı biyografi çalışmaları, bu uzun hayata daha soğukkanlı ve dikkatli bakma çabasıyla övgüyü hak ediyor. Said’in hayatında neyi öne çıkardığınız, ne kadar övgü göreceğinizi de belirleyebileceği için, “biyografi yazarının görevi, hakikate esaretten ibarettir” demek, başlı başına bir mütevazılıktır. Sahiden de, Said Nursi için yazılan gerek biyografik gerek bilimsel çalışmalar, birbirleriyle ilişkili bir sorundan muzdariptiler: Birinciler, hissiyatla yazılırken, ikinciler bu hissiyatın yarattığı birikimi temel alarak bilimsel üretim yapmak durumundaydılar. Şimdiyse, bu hayata daha detaylı ve gerçekçi bakabilmeyi mümkün kılan bir çalışmamız var. Yazarların, Said’le ilgili biyografik eserleri yazan Necmeddin Şahiner, Abdülkadir Badıllı ve Mary F. Weld’in ilgili kitaplarına ve Said’in bizzat yazdırdığı Tarihçe-i Hayat’a sürekli geri dönerek, bunların önemli konulardaki tespitlerini eleştirel bir süzgeçten geçirmeleri çok yerinde olmuş.
Kitap, Said-i Kürdi’nin doğduğu Kürdistan coğrafyasının 19. yüzyılda geçirdiği değişimleri resmederek başlıyor. Osmanlı’nın Kürt emirliklerini tasfiyesinin, şeyhlerin dünyevi önemlerini arttırdığı bir ortamdır söz konusu olan. Okuyucu, Said-i Kürdi’nin hançer ve silah taşıyan, at binen Kürt din adamı portresini görünce şaşırabilir, ama bu coğrafyada belki münzevilik bile, dünyevi bir geri çekiliştir. Kürdi’nin dervişlik (Halidilik) ve medrese arasında gidip gelen ruh halini kavramak, daha sonraki dini arayışı bakımından önemlidir. Said’i, ‘Kürt mürteci’ olarak dondurmak isteyenlerin, onun gençliğinde Cemaleddin Afgani, Namık Kemal gibi reformcu Müslümanlara ve Kuzey Afrika’da sömürge karşıtı mücadeleyi sürükleyen Sunusi Tarikatı’na yakınlık duyduğunu okumaları ilginç olabilir. Demek ki Genç Said, İslam coğrafyasında olup bitenleri izleyip, taraf olduğu bir tartışma evrenine sahip.


İslam’ı baştacı edelim
 
1908’de İstanbul’a gelen, bir süre tımarhanede ve hapishanede kalan Said, “Kürtlüğüm yüzünden Tımarhane’ye düştüm” derken, bu eziyetleri algılanış biçimiyle ilişkilendirir (s. 115). Said’in uzunca bir süre İttihat Terakki’yle beraber hareket ettiği biliniyor. 1908 Devrimi sırasında ve sonrasında özellikle Kürtlerin desteğini kazanmak için attığı nutuklarda, “Japonya gibi, ilim ve fenni alalım ama İslam’ı baştacı edelim” şeklinde özetlenebilecek, kendisinin ve Türk sağının 1940’lı yıllarda belirginleşen söyleminden işaretler görmek ilginç. Zamanla hürriyetin yerini istibdat alınca Said’in hayal kırıklığını gösteren aşağıdaki satırlarını okuyanlar, onun bağlılarını etkileyen çarpıcı üslubunu da kavrayabilirler: “Ey koca İstanbul: Müsavat ve uhuvveti, sende, devri istibdatta yalnız tımarhanede, meşruiyette yalnız tevkifhanede gördüm (s. 164). Said’in 1908’lerde, “Düşmanlığın sebebi olan istibdat” öldü diyerek Ermeni’lerle yan yana yaşamak konusunda iyimser olduğu gözleniyor. “Şu memleketin saadeti ve selameti, Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vabestedir” (s. 169) diyen Said, birkaç yıl sonra kendisini Ermeni milislerle acımasız bir savaşın ortasında bulacaktır.
Bu dönemde Kürt kimliğine sıklıkla vurgu yapan ve bunu eşyanın tabiatından gören bir Said vardır. Yazarlar, ‘Kürt Hareketleri ve Bediüzzaman’ başlıklı bölümde, konuyla ilgili geriye dönük değerlendirmelerde, iki yanlış eğilimin olduğunu tespit ediyorlar: Said’den bir Türk-İslam mütefekkiri yaratmaya çalışanlarla, onu Kürt milliyetçiliğinin aktif bir unsuru olarak göstermek isteyenler. Bu algının yerleşmesinde, 30’lardan sonra Devlet’in, Said’i olumsuzlamak için ‘Kürtçü mürteci’ karalamasını bilinçli olarak yapması da etken olmuştur. Bu arada Şerif Mardin’e de, Said için kullandığı, “Köktendinci bir Türk-Müslüman” ifadesi nedeniyle bir eleştiri getiriliyor (s. 240). Türkçeyi tam olarak otuzlu yaşlarında öğrenen Said, 1918-22 yılları arasında Kürt kimliğiyle siyasal etkinlik gösteriyor ve Kürt Teali Cemiyeti’nin önemli bir üyesi oluyor. Fakat Cemiyet’teki bağımsızlık yanlısı çizgiye dahil değildir. O, hilafete bağlı özerklik isteyen ılımlı kanattandır. “Kürtlerin kaderi Osmanlı Devleti’ne bağlıdır” der (s. 244). “Osmanlı dağıldığına göre kendi başımızın çaresine bakalım” diyenlerden uzak durmakla beraber, Kürtlüğünü inkâr noktasına da gitmemiştir.
1922 yılında Ankara’ya davet edilen Said, gördüklerinden hoşnut kalmaz. Bir ‘Namaz Beyannamesi’yle milletvekillerini namaza çağırır. Felsefe ve siyasete fazla bulaştığını düşünerek, sigarayı, siyaseti, dünyayı ve Eski Said’i terk eder. Yeni Said devresinin başladığını müjdeler. Sadece iman meseleleriyle meşgul olacağını söyleyen Said, sıklıkla karıştırılma bahtsızlığına uğradığı Şeyh Said isyanına (1925) bulaşmamak için çok özenli davranır. Yine de, Batı’ya sürgün edilen Kürtler arasında bulunmaktan kurtulamaz ve böylece inatçı bir kök salma mücadelesini sessiz sedasız başlatır. 1926 yılında Burdur’a, sonraki yıl Isparta’ya, ardından Kastamonu’ya sürgün edilen Said, yerli halk arasında ilişkiler oluşturmaya başlar.
Yazarların, bu noktada geriye dönük abartılı mağduriyet söylemleriyle ilgili bir yerli yerine oturtma zorunluluğu hissettikleri anlaşılıyor. Nursi’ye, bağlılarına ve daha genel olarak Müslümanlara zulüm edilmediğini savunmuyorlar elbette. Dertleri, hareketin iç tahkimat aracı olarak ve etkinlik, meşruiyet kazanma adına işlevselleştirdiği mağduriyet söylemini sorgulamak. Sözgelimi, “Barla’da devlet baskısı gördüğüne dair işaret yok” derken (s. 341) tam da bunu yapıyorlar. Yazarların ifadesiyle, “Cumhuriyet’in kurucuları devlet politikası olarak dinin tasfiyesi çabasına girmekten öte, devleti dinden arındırma ve din devletinden devlet dinine geçme çabası içinde olmuşlardır (s. 341).” Tam da burası, Said’in başarıyla kullandığı çelişkidir, yerleşmeye çalıştığı alandır. Devlet, onu sıkıştırmak için, ‘aşırı dincilik’ iddiasını kullanırken, Said sürekli olarak “iman alanında, din alanında kaldığı, siyasete bulaşmadığı savunmasını” yapacaktır: Öyle ya, din yasaklanmadığına göre, kendisine ilişilmemelidir. Günümüze kadar İslamcıların başvurduğu, “Laiklik dinsizlik değildir” savunma hattını Nursi, neredeyse her mahkemeye düştüğünde maharetle kullanır.

Neo-Nurcu Fethullah Gülen Hareketi
 
Said’in uzun yıllar, Risale-i Nur Külliyatının dini mahiyette olduğuna dair resmi devlet onayı almaya çalışması ve nihayet başarması bu stratejiden bağımsız değildir. Denilebilir ki, yaklaşık otuz beş yıl süresince Said, devlet söylemi ve pratiğinin boşluklarından yararlanarak, paralel bir alan inşa etti. Bu direniş sanatında, bodoslama karşıtlık yoktur. Said’in ifadeleriyle söylersek, “Her söylediğin doğru olacak ama her doğruyu söylemek doğru değildir (s. 342)” üzerine kurulu, uzun soluklu bir mücadele vardır. Tüm bunlar vurgulanırken, Said’in oldukça elverişli bir alanı başarıyla kullandığı da unutulmamalıdır. Latin Alfabesine geçildiği, Türkçe Ezan gibi uygulamaların yapıldığı bir ortamda, Said’in asıl cazibesi, ‘Hatt-ı Kuran’ı’ korumaktan geliyordu. Öyle ki, ilk bağlıları, Arapça risalelerini yazarak çoğaltmaktan büyük bir manevi tatmin duymaktaydılar. Yazarlar, Said’in tam da bu ihtiyaç üzerinden bağlılarına ulaşma öyküsünü tüm detaylarıyla ve vuzuhla ortaya koyuyorlar.
Said’in ve onun takipçisi ‘Neo-Nurcu’ Gülen Hareketi’nin en büyük örgütlenme başarısının, Cumhuriyet kurumlarında eğitim alan yeni nesillere ulaşabilmeleri olduğu açıktır. Hareket, risaleleri Latin Alfabesi’yle çoğalttığında, ciddi bir meşruiyet krizinin yaşanmaması dikkate değer bir başarıdır. Said, ilk bağlıları olan kuşağı ikinci plana itip, okumuşlardan oluşan II. Kuşağı hareketin merkezine oturtmaktan kaçınmamıştır. “Sizler koca bir memleketi tenvir edecek elektriklerin makinistlerisiniz” (s. 348) türünden ifadeleri, okumuş bağlılarıyla kurduğu dilin mahiyetine dair fikir verebilir. Fakat tüm bu çabalarında sürekli Risalelerin otoritesine işaret eder. Böylece karizmatik şeyh ve halifelerinden oluşan bir harekettense, metnin kutsiyetini merkeze alan ve çok sayıda dini otorite yerine, binlerce hizmet ehli üreten bir modern hareket inşa eder. Bir bakıma, Şeyh’in yerine Risaleleri geçirmeyi başarır.
Said’in gücünün arttığını iyice hissettiği 40’ların başında, Eski Said’in terk edilebileceğine dair işaretler vermeye başlaması ve Demokrat Parti iktidarında yeniden siyasal tavırlar alması, çok şey anlatır. DP’yle ilişkisinin de sorunsuz olmadığı, karşılıklı güvensizlikle damgalandığı da kolaylıkla izlenebilir. Said gibi bir ismin münzeviliğinin dahi, bir güç toplama ricatı olduğunu söylemek mümkündür. Onun dünyeviliği yok sayan bir tavrı hiçbir zaman olmamıştır. Artık kendisine “100 yılda bir gelen Müceddid” diyen, Mevlana Halid’e ait bir cüppe ve sarık kuşanan, aktif rolünü oynamaya hazır bir Said vardır. Said’in 1960’lara doğru durmadan gövde gösterisi yapan, seyahatler yoluyla sürekli gündeme gelen, gelmek isteyen tavrı, yukarıdaki çerçeveden bağımsız anlaşılamaz. O artık ektiği tohumları görmek ister, siyasal gücünün farkındadır.
Elimizdeki kitabı okurken, bir yandan da, Nurcuların ve Gülen Hareketi’nin günümüzde kendilerini anlatma biçimleri, meşruiyet türetme çabaları hakkında düşünüyorsunuz. Süreklilikleri keşfetmek ilginç bir deneyim oluyor. Son olarak yazarlar, çok uzun alıntıları kısaltıp, kimi okurlar için de sadeleştirselerdi, daha rahat okunabilen bir kitap ortaya çıkardı kanaatimizi paylaşmak isteriz...

Bir de belgeselini hazırladılar: Yolcu
 Zaman İçinde Bediüzzaman kitabının yazarları Yusuf Kenan Beysülen ve Cemalettin Canlı, Said Nursi hakkında bir de belgesel hazırladı. DVD’si Kalan Müzik etiketiyle satışa sunulan belgeselin adı Yolcu. Filmin seslendirmesini Mahir Günşiray, yapımcılığını ise Kalan Müzik ve Karşı Film birlikte üstlenmiş. Üç saate yakın bir süresi olan Yolcu, Nurculuk akımının öncüsü Said Nursi’nin hayatını ‘Eski Said’, ‘Yeni Said’ ve ‘Üçüncü Sait’ olmak üzere üç bölümde anlatıyor.
Güneydoğu köylerinden Makedonya’ya, Suriye’den Volga kıyılarına uzanan bir coğrafyada çekimleri gerçekleştirilen Yolcu, Said Nursi’nin peşinden katedilen 40 bin kilometre yolun, 100’ü aşkın tanığın, altı yıllık bir çalışmanın ürünü.
Belgesel, aynı zamanda daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış olan birçok bilgi ve belgeyi de içeriyor. Bunlardan biri de Said Nursi’nin 1911 yılına ait görüntüleri. Görüntü, Said Nursi’nin de katıldığı, Sultan Reşad’ın 1911 yılındaki Balkan gezisinin Manadaki Kardeşler tarafından çekilen filmine ait. Bu film, Makedonya Devlet Arşivi’nden alınmış. Belgeselde Bediüzzaman’ın talebesi Ali Çavuş’un Said Nursi’nin bir milis subayı olarak Bitlis’te cephede savaşırken yaralandığı sahneyi anlattığı ses kaydı da var.
Said Nursi’nin yazdıklarının da yer aldığı belgeselde, ona ait çok az görsel malzeme olduğundan, daha çok Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyet’in ilk yıllarına ait görüntülerden faydalanılmış.
DOÇ. DR. YÜKSEL TAŞKIN: Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü

ZAMAN İÇİNDE BEDİÜZZAMAN
Cemalettin Canlı, Yusuf Kenan Beysülen
İletişim Yayınları

Kürt Tutumu

Kürtler AKP’nin yapmaya çalıştığı Anayasa değişikliğini boykot ediyorlar. 12 Eylül referandumunda sandık başına gitmeyecekler, oy kullanmayacaklar. Kürt şehir ve kasabalarında BDP’nin gerçekleştirdiği dev mitingler bunu gösteriyor. Bir kez daha Kürt tutumunun net bir biçimde ortaya çıkacağı anlaşılıyor.

Elbette bu çok bilinçli ve kararlı bir tutum oluyor. Yanlış anlaşılmamalı, aslında Kürtler Anayasa değişikliğine karşı değiller. Tersine 12 Eylül Anayasasının tümden değişmesini ve yeni demokratik bir Anayasa hazırlanmasını istiyorlar. AKP’nin yapmaya çalıştığı değişiklikleri çok çok yetersiz buluyorlar. Yapılmaya çalışılan değişiklikler içinde kendilerini, demokratik ve özgür Kürt varlığını göremiyorlar. Anayasa değişikliği ile yapılmaya çalışılanın AKP iktidarını güçlendirmek ve sağlama almak olduğunu iyi anlıyorlar. Bu nedenle de AKP iktidarının payandası olmak istemiyorlar.

AKP’nin Anayasa değişikliği çalışmalarının bu nitelikte olduğunu ilk anda gördüler ve anladılar. Dolayısıyla da bu girişimi, 12 Eylül darbesini aşma ve yeni demokratik anayasa yaratma çalışmalarına dönük bir komplo olarak değerlendirdiler. Sandık başına gidip söz konusu değişikliklere “Evet” veya “Hayır” demenin her ikisinin de 12 Eylül faşist-askeri darbesini ve darbe anayasasını meşrulaştırmak olacağını görerek, ilk andan itibaren sandık başına gitmemekte, yani bilinçli ve aktif boykotta karar kıldılar. Şimdi bu boykot tutumu giderek yayılıyor. Referandum günü yaklaştıkça boykot tutumu hem Kürtler içinde yayılıyor, hem de her düşünceden tüm demokratik güçleri içine alıyor. Meydanlar boykot mitingleriyle dolup taşıyor. En son Şırnak’ta görüldüğü gibi çok sayıda şehirde boykotun yüzde 80’i bulacağı anlaşılıyor. Bu durum hem AKP iktidarını ziyadesiyle korku ve telaş içine sokuyor, hem de CHP-MHP gibi şoven-milliyetçi çevreleri fazlasıyla endişelendiriyor. 12 Eylül günü bir kez daha tarihin yazılacağı ortaya çıkıyor. Fakat bu kez özgürlük ve demokrasiden yana.

Kürtler 12 Eylül darbesi ve anayasası, bir bütün olarak gerici-faşist yönetimler karşısındaki tutumlarını böyle net ortaya koydukları gibi, 1 Haziran’dan bu yana geliştirdikleri aktif direnişle cesur, fedakar ve mücadeleci gerçeklerini de bir kez daha ortaya koymuş bulunuyorlar. Bu da son dönemin bir kez daha açığa çıkardığı ve kanıtladığı bir gerçek oluyor. Kürtlerin ve Kürt Özgürlük Hareketinin artık daha fazla direnemeyeceğini, bunun için gereken cesaret ve fedakarlığı gösteremeyeceğini sananlara, Kürt halkının ve Özgürlük Hareketinin gücü bir kez daha gösterilmiş bulunuyor.

Hiç kuşkusuz bu da son dönemin önemli bir tutumu ve kanıtlamasıdır. Tüm zorluklarına rağmen Kürt halkının aktif direnme gücü tüm dünyaya bir kez daha gösterilmiştir. Gerillanın geliştirdiği direniş ve bunu Kürt halkının sahiplenme düzeyi, günümüz Kürt gerçeğini bir kez daha gözler önüne sermiştir. Öyle ki, yönetimi ve toplumuyla Türkiye’nin, bu Kürt direnişi karşısında artık daha fazla dayanamayacağı açığa çıkmıştır. Tekçi faşist zihniyet ve şoven-milliyetçi politikalar temellerinden çatırdamaya başlamıştır. Kürt direnişi her türlü gericiliği kökünden sarsarak, Türkiye’ye özgür ve demokratik yaşamı daha güçlü dayatır hale gelmiştir.

Son olarak 13 Ağustos tarihiyle gündemleşen yeni bir Kürt tutumu daha var. 13 Ağustos günü yaptığı açıklamayla KCK yeni bir çatışmasızlık süreci başlatmış bulunuyor. Şimdi karşı-yandaş herkes bu tutumu tartışıyor. Bu tutumun neden ve nasıl gündeme geldiğini, herkese ne türlü görevler yüklediğini anlamaya çalışıyor. Kimine göre zamansızdır, dolayısıyla bir sonuç vermeyecektir. Kimine göre PKK süreci çok iyi okumuştur, dolayısıyla tarihi bir fırsat yaratmıştır. Kimine göre süreç kritiktir, dolayısıyla KCK’nin son tutumunu çok iyi değerlendirmek gerekir. Kimine göre PKK görevini yapmıştır, dolayısıyla şimdi sıra devlette ve AKP hükümetindedir. Kısaca herkes kendi anlayış ve çıkarına göre bu son Kürt tutumuna anlam vermeye çalışıyor. Ancak ortak tutum, KCK’nin 13 Ağustos-20 Eylül arasındaki çatışmasızlık kararının ciddiye alınmasıdır. Daha doğrusu herkesin gündemini bu çatışmasızlık tutumu etkilemektedir. Dolayısıyla yoğun olarak tartışılıyor, her türlü görüş ortaya konuluyor. Peki burdan olumlu bir sonuç ortaya çıkar mı? Elbette hepimiz çıkmasını istiyoruz. Bu tutumu geliştirenler olumlu sonuç ortaya çıksın diye böyle bir tutumun içine girmiş bulunuyorlar. Bunun koşulları kısmen var ki böyle bir tutum gündeme geliyor. Ancak bunun sadece PKK’nin tek yanlı çabasıyla gerçekleşmeyeceğini, durarak ve seyrederek olumlu sonucun alınamayacağını, bu tutumun herkese ciddi görev ve sorumluluklar yüklediğini, ancak herkesin üzerine düşen görevi yerine getirmesiyle olumlu sonucun yaratılabileceğini çoğunluk kabul ediyor.

Elbette bu, işin bir yanıdır. Diğer önemli yan, Kürtlerin bir kez daha barışçıl-demokratik çözümden yana tutum koymasıdır. Bu durum, Kürtlerin ve Özgürlük Hareketinin barışçıl-demokratik siyasi çözümde ne kadar istekli ve tutarlı olduklarını herkese göstermiştir. Bu da Kürt gerçeğini, bir kez daha ortaya koymuştur. Bu tutum, sorunların barışçıl-demokratik çözümü için PKK’nin sorumluluğunun gereğini yerine getirdiğini, olumlu sonuç alabilmek için görev ve sorumluluğun AKP hükümetiyle demokratik güçlerin omuzlarında olduğunu ortaya koymuştur. Son dönemde yaşanan bütün bu olaylar günümüz Kürt gerçeğini gözler önüne sermektedir. Kürtler Anayasa referandumunu boykot gibi büyük çoğunluğu içine alan bir politik tutum geliştirebilmektedir. 1 Haziran direniş atılımı gibi büyük hedefler içeren cesur ve fedakar bir mücadele tutumu içine girebilmektedir. 13 Ağustos eylemsizlik süreci gibi en zor bir kararı cesaretle ve bütünlük içinde alabilmektedir. Ortada ortak düşünen ve karar alan bir Kürt demokratik toplumunun varlığı tartışmasızdır. En sıkı örgütlenmiş devletlerin bile yapamadığını bu örgütlü toplum yapabilmektedir. Herkesin bu gerçeği artık görmesi ve kabul etmesi gerektiği açıktır.

Kürtler açısından ise, böyle örgütlü bir toplum düzeyine ulaşabilmek ve süreç yaratan tutumlar geliştirebilmek elbette önemlidir. Bu durum hem kendisine ve hem de komşu halklara ve demokratik insanlığa kazandırmaktadır. Ancak bunu yeterli görmek, duyarsızlığa ve rehavete kapılmak kesinlikle doğru değildir. Her şeyden önce, Kürt toplumunun kazandığı bu düzey kolay ve emeksiz olmamıştır, tersine onbinlerce şehit vererek ve her türlü acıyı göğüsleyen bir mücadele yürütülerek bunlar kazanılmıştır. Bu nedenle, mevcut gerçeği yaratan değerleri iyi ve doğru görmek ve bu değerlere saygılı olmayı bilmek gerekir.

Dahası, geliştirdiği tutumlarla Kürt halkı inisiyatifli hale gelmiştir, fakat bu kesin bir sonuç değildir. Tersine sadece bir avantaj ve yeni başlangıçtır. Hükümetin ve devletin ilk açıklamaları hiç de olumlu ve çözümleyici değildir. Dolayısıyla bu başlangıcın nasıl gelişeceği belli değildir. Demokratik bir çözümün önü açılabileceği gibi, daha sert çatışma süreçleri de gündeme gelebilir. Önder Abdullah Öcalan bu olasılıkların yarı yarıya olduğunu ifade etmiştir. O halde rehavete kapılmadan demokratik siyasi mücadeleyi geliştirmek ve her olasılığa göre de hazırlıklı olmak gerekir. 

Selahattin ERDEM

Demokratik Özerklik Kazandırır

BDP’nin özerklik projesi ile AB’nin Yerel Yönetimler Özerklik Şartı benzerlik taşıyor. AB Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, günümüz siyasal krizinin çözümüne önemli bir referanstır. Bu belgenin 20 civarında maddesi var. Türkiye bu maddelerin bazılarına çekince koymuştur. Bunlar da daha çok farklılıkları ön gören, savunan, farklı inançlara, kimliğe, kültüre vurgu yapan maddelerdir. 
Kürt sorunu başta olmak üzere birçok sorunun varlığı ile siyasal kriz yaşayan Türkiye’nin son dönemdeki gündemlerinden biri de, Demokratik Toplum Partisi’nin ortaya koyduğu demokratik özerklik projesi. Peki nedir demokratik özerklik projesi ve neden böyle bir projeye ihtiyaç duyuldu? Sadece Kürtler için yapılmak istenen bir proje mi? Nasıl bir sistem ön görüyor? Devlete rağmen bu proje nasıl hayata geçirilecek? Siyasal ve hukuksal dayanakları nelerdir? Türkiye’de projeyi kim-neden destekliyor, kimler projeye karşı? Tüm bu soruları ve daha fazlasını BDP Ekoloji ve Yerel Yönetimlerden Sorumlu Eşbaşkan Yardımcısı Demir Çelik sizler için yanıtladı. Demokratik Özerk Kürdistan’ın, Kürt coğrafyasını aşan Ortadoğu ülkelerini de kapsayan bir proje olduğunu belirten Çelik, bunun Türkiye ve Ortadoğu halklarına kazandıracaklarından da bahsetti.

Özgür Demokratik Yerel Yönetimler Hareketi olarak çalışmalarınızı sürdürüyorsunuz. Nereden doğdu bu ihtiyaç?
Kürtler, 1990’lı yılların hemen başında ilk kez kendi adlarına siyasal parti kurmaya başladıkları, dolayısıyla demokratik siyaset alanında kendilerine ait bir politikanın sahibi olmaya başladıklarının ilk önemli meyvesini 1999 yılı yerel yönetimler sırasında kazandıkları belediyelerle elde ettiler. 99’da herhangi bir sisteme, sistematiğe, mekanizmaya tabi tutulmaksızın el yordamıyla, açıkça düşe kalka sistemin bütün eşitsizliğine karşın daha adil ve eşitlikçi bir modeli, sistemi nasıl yaratabileceğimize yoğunlaştığımız, buna karşın da devletin ceberrut, otoriter, katı merkeziyetçi zihniyetine karşı da farkı nasıl uygulayabileceğimizin çelişkisini ve çatışmasını yaşadığımız bir süreci başlattık.

Doğası gereği 5 bin yıllık iktidarcı, devletçi zihniyete karşı toplumun kendi öz örgütlülüğüne, öz yönetimine dayalı bir zihniyetin hayat bulması çok kolay olmayacaktı. Hele hele bir sistematikten ve mekanizmadan yoksunsanız bu daha da zor. O açıdan 1999-2004 pratiği, zorlandığımız ama zorluklarla birlikte başkan ve meclis üyelerimizin dik duruşu sayesinde, onların adil ve eşitlikçi davranışları sayesinde farklı bir dünyanın mümkün olabileceği imajını, ona dair kıvılcımı da tutuşturma şansını yakaladık.

Fakat 2004’te bu kazanımların yeterli olmayacağını, mutlaka var olan o katı merkeziyetçi devletin yereldeki izdüşümü olan yereldeki yönetimin yerine; farklı kimlikleri, inançları, dinamikleri, halkları dikkate alan, onları da kararlaşma süreçlerine katan daha demokratik bir yönetimin nasıl olması gerektiğine dair bir yol arayışını yoğunca yaşadık. Dünya deneyimlerini inceledik. AB’nin geldiği seviye, bir bütün olarak incelenmeye değer bulduğumuz, yeri geldiğinde Porto Alegro gibi sol, sosyalist girişimin yol açtıkları, yeri geldiğinde Zapatista, Bask modeli, yeri geldiğinde İtalya, İngiltere vb. örrneklerle bu işin çıkışını nasıl yapacağımızı araştırdık. Ama daha çok da günümüz dünyasının gelinen noktasında ‘devlet için toplum mu, toplum için devlet mi’ tartışmasını yoğunca yapıldığı son yılların pratiğinde, ulus devletin ‘güvenlik’ eksenli varlık sebebinden daha demokratik ve kabul edilebilir bir noktaya taşınması ihtiyacı bizim bu yol arayışımız ile örtüştü.

İşte devlet, bir kısmı görevlerinden giderek uzaklaşan sadece maliye, savunma, uluslararası ilişkilere endeksli, sınırı mutlaklaştırmayan, devleti kutsallaştırmayan, toplumu esasına alan, eğitim, sağlık, bayındırlık vb. görev ve sorumluluklarını yerellere devr eden bir arayış başladığı için de bulunduğumuz sürecin paradigmasına denk düşen bir durumun varlığı bizi biraz daha cesaretlendirdi. Bu açıdan da biz var olan verili koşullarımızdan hareketle daha eşitlikçi bir dünyanın mümkün olabileceğini, buna dair insanlık iddiasının yerel dinamikler üzerinden şekillenerek, toplumun kendi öz yönetimine dayalı, demokratik yerel yönetimler üzerinde şekilleneceğini de fırsat bilerek, bunu bir mekanizmaya kavuşturmak istedik ve adına Özgür demokratik Yerel Yönetimler dediğimiz yeni bir model ile kendi belediyelerimizden başlayarak, il genel meclis yapısından hareketle devletin var olan varlığına karşın meşruiyetten gelen taleplerimizin ve demokrasi paradigmasına denk düşen, birbiriyle çatışandan çok birbirini tamamlayan, bütünleyen, devletin dolayısıyla toplumun değişimine de yol açan bir işlevi görsün istedik. O açıdan da belli mekanizmalara bağladık.

Özgür demokratik Yerel Yönetimler modelimizi dört ayak üzerine oturttuk.

1- Birincisi, katılımcılığı esas alan, halkın ya da yerelin kendi meclisleriyle kendisini ifade edebildiği, mahalle meclisleri, kadın meclisleri ve kent meclislerinin yönetişim ilişkisine katıldıkları, demokratik katılımcılık alanı.
2- Toplumun doğa ile uyumlu barışık olmasını esas alan, çevreyi, ekolojiyi tüketen değil onu besleyen, sürdürülebilir bir çevre koşulu yine yerel yönetimlerin duyarlılığı ile ancak hayat bulabilir. Ekolojik yaklaşım da ikinci ayak oluyor.
3- 3. alanı da devletçi, iktidarcı ziniyete karşı erkek egemenliğine karşı cinsiyet özgürlükçü, kadın eksenli mücadeleyi esas alan; dolayısıyla daha eşitlikçi bir toplum ancak kadının özgürlüğünden geçtiğini savunan, bu yönüyle de önemli olan cinsiyet özgürlükçü alan olarak ifade eder.
4- Toplumun üretim ve tüketimde adil olmayan ilişkilerine bağlı olarak üretimde istihdamdan tüketime kadar toplum bileşenlerinin kendilerini konseyler, birlikler, kooperatifler üzerinden topluluk ekonomisi dediğimiz katılımcı topluluk ekonomisi ayağından oluşan 4 temel ayak üzerine oturttuğumuz özgür demokratik yerel yönetimlerle; devletin bu alanının dışındaki toplulukların kendilerini, topraklarını, kültürlerini, kimliklerini yönetebilmesinin sistematiğine kavuşturmayı amaçladık.

Bu ayaklar üzerinden nasıl bir özerk sistem şekillenecek?
Yerel yönetimlerin devlete bağlı olan kısmının ötesinde devletin bir kısım fonksiyonlarından, görevlerinden kendini kurtarması, gelinen bu tarihsel süreçte kendini demokratikleştirmesi ihtiyacı var. Türkiye’de başta Kürt sorunu olmak üzere çözüm bekleyen birçok sorunun varlığını dikkate aldığımızda; mevcut katı, tekçi, merkeziyetçi devletin daha tolere edilebilir, kabul edilebilir bir noktaya çekilmesi şart. Bu, ilişkilerin esnek, geçirgenliğini de esas alan idari bir siyasi yapılanmaya ihtiyaç olduğunu da gösteriyor. Bu yönüyle de kapitalizmin ürünü olan ulus, üniter devlet yerine; her halkın, kimliğin devlet olması yerine; mevcut kötülüklerin sebebi ve kaynağı olan devleti esasına almak yerine mevcut var olan devletin demokratikleştirildiği, toplumun demokratik, öz yönetimi üzerinden kendini şekillendirdiği özerk yapıların olabileceğini belirtiyoruz. Bunu sadece Kürt sorununu çözmek açısından ön görmüyoruz. Türkiye’nin var olan siyasi yapısını dikkate aldığımızda coğrafi ve kimliğe bağlı olmaksızın birden fazla kriterin belirlediği yine birden fazla özerk yapıların mümkün olduğunu söylüyoruz.

Yani özerk yapılar sadece etnik kimliğe göre olmayacak...
Tabii, yeri geldiğinde ekonomik, yeri geldiğinde iklim koşulları, yeri geldiğinde kültürel, kimliksel, demografik ve coğrafik kriterler olacak. Yani belirleyen kriterler birden fazla. Biz etnik ve coğrafyaya çok bağlı bir özerklik yerine bugünün sorunsalın çözümüne yönelik; işte ekonomik gelişmişlik bir kriterdir, buna İzmit, Sakarya ve Bursa’yı örnek verebiliriz. Oradaki temel problem sanayi ve sonrası toplumun ortaya çıkardığı kirlenme, ekolojik yıkım, ya da istihdam ve üretimin artıklarının tüketilmesidir, ona dair özerk bir yapı gerekir.

Ama Hakkari’de daha çok Kürt kimliğinin ön plana çıktığı bir realite var. Öte yandan Erzurum’da Kürtlerle Dadaşlar iç içe yaşıyor. Ya da Iğdır’da Kürtlerle Azeriler, yeri geldiğinde Ermenilerle birlikte yaşıyor, keza Kuzey’de Lazlarla Türklerle, Güney’de Araplarla Türk ve Kürtlerin iç içe yaşama durumu var. Adana ve Mersin’in lokal bir özelliği varken uluslararası bir kent olan Antalya, Muğla gibi bileşkeleri dikkate aldığımızda, 25-26 civarında bir özerk yapının Türkiye’nin hem siyasal kalkınmışlığının hem idari krizinin önüne önemli düzeyde bir fırsat olacağını düşünüyoruz. Bunun da mevcut var olan Kürtlere dayalı bir çözüm projesi yerine aslında günümüz ve güncelimiz olan sorunun kendisinin çözümün anahtarı olduğundan hareketle savunuyoruz.

Bu açıdan demokratik özerk Kürdistan, Kürt coğrafyasını da aşan bugün Ortadoğu’nun önemli ülkelerinde Suriye, İran, Irak ve Türkiye’de konumlanmış olan Kürtlerin sınırlara dayalı parçalanmışlığının giderilmesine, onların da kendi dil, kültür ve kimliklerini, kendi iç işleyişlerini ve geçirgen ilişkilerine bağlı hayat buldukları bir ilişkiye kavuşturmak istiyoruz.

Bizim geliştirdiğimiz bu siyasal projeye her ne kadar siyasal partilerden itiraz yükseltiliyorsa da , devlet bile kalkınma ajansları dediğimiz ajanslarla Türkiye’yi birden fazla 23 ayrı kalkınma ajansına tabi tutuyor. Gelişmişlik kriterlerine bağlı illeri yan yana getirerek, belli bir dinamizm yaratmaya çalışıyor. İnsanlığın evrildiği bir süreçtir. Tarihin önünde engel olmak, tarihi durdurmak nasıl ki mümkün değilse, gelinen bu toplumsal gelişmişlik noktasında da bence sorunsuz ve özgür iradenin birlikteliğine dair bir ilişki, önemli bir çözüm anahtarıdır diye düşünüyoruz.

Peki bu bölgelerin kendi iç işleyişleri nasıl olacak?
Bunun örnekleri italya, İngiltere’de de var. Yeri geldiğinde coğrafik ve kültürel ya da farklı kriterlerde olacak. Bu özerklik sadece siyasi erk olma, iktidar olmaya hizmet eden bir olgu değil. Yerelde bulunan daha lokal, daha dar alanda bulunanların kendi sorunlarını kendi özgür iradeleri ile çözebilmeleridir. Bu yeri geldiğinde Türk’ün kendi etnik kimliğine dayalı çözümdür, yeri geldiğinde Arap, Kürt, Çerkez’in ama yeri geldiğinde islam kültürüne, dini motife göre olacak. Yine yeri geldiğinde ileri kapitalist üretim ilişkilerinin çok üst olduğu Tekirdağ, İstanbul,İzmit, Sakarya gibi ya da Ankara’nın kendisine has özelliklerine dayalı, çölleşen, küresel ısınmanın ortaya çıkardığı tuz gölü ile ilgili bir problem ile haşır neşir olan İç Anadolu’nun sorunsalından hareketle bölgeler kurulur.

Bu anlamıyla özerk bölgeleri sınırlayarak ya da basite indirgemekten öteye, Kürtlerin yaşadığı sorunsal açısından da bir takım siyasal getirileri de olmalıdır. Özellikle Kürt sorununun temel kaynağı olan dil, kültür, kimlik, eğitim meselelerinde halkın iradesiyle karar aldığı, tüm Türkiye’yi kapsayan bayrağın yanısıra kendi renkleri ve bayrağını taşıdığı bir sistem olmalıdır. Bu hakka sahip Kürtlerin yanısıra yeri geldiğinde Çerkez ve Arap’ın da bu hakka sahip olduğu bir sistem. Ama bunlar o bölgedeki halkın istemleri ile mümkün olabilecek. Dolayısıyla belirli sınırlara hapsedilen bir düşünce olmaktan çok günün ihtiyaçlarına, tarihin gelişmişliğine bağlı, toplumun geleneklerine, siyasal düzeyine, kültürel düzeyine uygun düşen bir çerçeveyi oturtmaya çalışıyoruz.

Yani her özerk bölge kendi özgünlükleri çerçevesinde bir sisteme mi kavuşacak?
Evet, her özerk bölgenin kendine has yasaları da olacak. İsviçre 8 milyonluk bir ülke, 26 tane kanton var. Bu kantonların anadillerine, resmi dillerine, kültürlerinden, bayraklarına, marşlarına birçok idari yapısında farklılıklar var. Ama onları birleştiren öğe İsviçre Anayasası’dır. O anayasa hepsini bağlayandır. Ancak o anayasa içinde de, her özerk yapının kendi yasaları, onun yürütücüsü olan meclisleri, yürütmeleri olacaktır.

Neden federasyon, bağımsızlık değil de özerklik?
Bizim irademizin dışında yüzyıllardır Kürtler hem asimilasyon hem siyasal entegrasyonla coğrafyalarından koparılmış, metropollere sürülmüş. Bu yetmezmiş gibi dillerine, kimliklerine yabancılaştırılak, Türkleştirmeyi had safhada yaşamışlardır. Buna karşın Kürtler günümüzün gelinen noktasında kentselleşmenin, siyasallaşma ve toplumsallaşmanın önemli bir dinamiği. Bu açıdan Kürtler, bugün meşruiyet ve toplumun demokratik örgütlülüğü üzerinden önemli bir iddiayı gerçekleştirebilme şansını yakalayan nadir halklardan biridir. Bu halkın kazanımlarını toplumun değişimleri noktasında yönlendirmek var, bir de karşıtlaştırıp toplum dinamiklerini heba etmek var. Biz birincisini tercih ediyoruz. Bu dinamik ile toplumun, bu dünyanın amacına uygun yeniden dizayn edilebileceğini düşünüyoruz.

Bu açıdan biz federasyon demiyoruz. Bağımsız Kürdistan söyleminde de bulunmuyoruz. Akılcı olmayacağını düşünüyoruz. Çünkü bugün tarihsel gelişmişliğin açığa çıkardığı bir realite var, Kürtlerin en fazla yaşadığı en büyük şehir İstanbul olarak tespit edilmiştir. Sonrasında Adana, Mersin, İzmir’dir. Türkiye’nin dört bir tarafına savrulan bir Kürt gerçekliği var. Biz onun yerine kimliğe dayalı olmaksızın, özerk yapılarla, Kürtlerin bulundukları yerlerde kendi kimlik, dil, kültürlerini anayasal güvenceye bağlı yaşadıkları bir siyasal sistemden bahsediyoruz. Bunu da devletten bekleyen, sistemin aktörlerinden bekleyen değil bizzat hayatın kendisinde, sokakta, mahallede, kentte onun kendi öz yönetim organları ile hayat bulabileceği fiili bir duruma da girişmiş bulunmaktayız. Bunlar yeri geldiğinde belediye, il genel meclisi, kadın, gençlik meclisleridir, yeri geldiğinde Demokratik Toplum Kongresi (DTK) ve sivil toplum organizasyonlarıdır. Bu proje, günümüzün yükselen değeri olan demokrasinin tam da aşamadığı, çözmekte zorlandığı bir fikriyatı da herkese gösteren, ön gören bir potansiyele de sahip. Her ne kadar terörize ediliyor ve ötekileştiriliyorsak da, kazanımlarımız üzerinden var ettiğimiz bu güç, inanıyorum ki önümüzdeki dönemde Türkiye’nin yanısıra Ortadoğu’ya ama aynı zamanda insanlığa önemli değer ve katkıda bulunacaktır.

Yani şu ana kadar yaptığınız çalışmalar, oluşturduğunuz kurumlar, özerkliğin bir zemini olarak kabul edilebilir mi?
Yani fiili olarak ona bizzat yol açandır. Devlete rağmen, devleti yok saymadan esasına alan ama mutlaklaştırmayan, devleti de değiştirmeyi görev edinen, tabanın kendi öz yönetimine dayalı meşruiyetten kazandıkları hakları uygulayabilmenin örgütlü güçleridir bunlar. İşte meclisler, belediyeler...

Belediyenin bağlı bulunduğu mevzuatı var, yasası var, kanunlarla sınırlandırılmış görev ve sorumlulukları var. Ama bununla birlikte görev ve sorumlulukların, meşruiyetin kazandırdıkları ile değişimi sağlayacak potansiyele sahip. Nasıl? Biz 1999 yılında kent konseylerini ön görüyorduk. Bu, o günün kanunlarında yasaktı. Birçok belediye başkanımız davalık oldu, bu yüzden ceza alan oldu. Sonra 2005 yılında değişen koşullara göre AB’nin Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na imza atan Türkiye, yerel yönetimler reformu ile kent konseyini kendi kanun değişikliğine koymak zorunda kaldı. Kaldı ki Türkiye, 1994 yılında imzaladığı bu Şart ile bütün bunları uygulayabileceğinin taahhüdünde bulunmuştur.

Sizin demokratik özerklik projeniz ile AB’nin Yerel Yönetimler Özerklik Şartı nasıl benzerlikler arz ediyor? Türkiye’de tümüyle uygulanması durumunda projeye nasıl kolaylık sağlar?
AB Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, günümüz siyasal krizinin çözümüne önemli bir referanstır. Biz bunu referansalıyoruz. Bu Şart’tan çok daha ileri düzeyde bir siyasal söyleme ve modelede sahibiz ama o referans bizim söylemimizin meşruiyeti açısından kolaylaştırıcı bir boyuttur.

AB, bizim de katılmayı esas aldığımız sınırlar, uluslar üstü bir birlikse, Türkiye o birliğe tabi olmak isteyen bir ülke ise, kendini o birliğin esaslarına, siyasal kriterlerine uygun yeni bir idari ve siyasal yapıya evirmesi kaçınılmazdır. Aslında biz bu anlamıyla devletin yapması gerekeni kolaylaştıran, bir anlamda katalizör rolünü de oynuyoruz.

Bu Şart’a Türkiye’nin çekince koyduğu maddeler neler?
Bu şartın 20 civarında maddesi var. Türkiye işte bazı maddelerin şıklarına çekince koymuştur. Bunlar da daha çok farklılıkları ön gören, savunan, farklı inançlara, kimliğe, kültüre vurgu yapan maddelerdir. Bölünme korkusuyla bu şartlara çekince koymuştur. ‘Eğer Türkiye de uygulanırsa bölüneceğiz’ korkusuna kapılmıştır.

Kürt mücadelesinden duyulan bir korku...
Evet o korkudur, ona bir tedbirdir. Onu engelleme çabasıdır. Ama dünyada federasyon ile yönetilen Almanya, Hindistan, ABD ile özerk yapılardan ibaret İtalya, İspanya varken ve onlar bölünmemişlikleriyle önemli dünya ekonomik potansiyellerine sahip, ileri, demokratik ülkeler olması ortadayken, Türkiye’nin çekince koyması anlaşılır değil. Bugün Türkiye yirmi gelişmiş ekonomik ülkeden birinin gücüne sahipse, bunlar içinde 18. yerdeyse aslında bu ve benzeri uygulamalarla dünyanın önemli söz ve ekonomik gücünü sahip ülkesi konumuna gelme şansı vardır. Bunu halktan esirgemek de en azından bir devletin görevi olmasa gerek.

Türkiye’deki özerklik projesine önyargılı bir yaklaşım görülüyor. Çok anlaşılmıyor mu, siz mi anlatamadınız?
Doğru, ikisi de mümkündür. Ama Kürtlere, sistemin ve sistemden beslenen siyasal aktörlerin bakışı tamamen subjektiftir. Kürt deyince ayrılıkçı, bölücü ve terörist akıllarına geliyor. Bu yüzden söyleyecekleri her şeyin dikkate değer olmadığı gibi subjektif yaklaşımlar, mahkum edilmesi gereken düşüncelerdir. Gerçi bu yeni bir şey değil. Osmanlı da Kürdistan coğrafyasından bahsedilirken, 90 yıllık cumhuriyet tarihinin çözemediği, süpürge ile halı altına süpürülen sorunun yeniden gün yüzüne çıkmasıdır. Aslında Kürtler Türkiye açısından önemli bir dinamik. Türkiye’yi bölen, parçalayan değil Türkiye’ye dinamizm katan, onun da değişimini hızlandıran bir katalizör görevi göreceği açık. Ama bunu egemenlerimiz görmek istemiyor. Türkiye’nin savaşa aktardığı milyar dolarların geriye dönüşümünü kazanmak bir yana ortaya çıkan ötekileştirme, ayrıştırma yerine kardeşleşmenin, barış içinde farklılıkların birarada yaşayabilme fırsatını tanıyabilecek önemli bir proje bu.

Kürtler dışında Türk halkı başta olmak üzere diğer Türkiyeli halklara projeyi nasıl taşıracaksınız?
Biz BDP olarak referandumu ve sonrası genel seçimi fırsat bilerek, bu projeden ne anlaşılması gerektiğini, Türkiye halklarına kazandıracaklarını, artılarını, savaşın sona erdirilmesi sonucunda yoksulluğun, açlığın, sefaletin giderilebileceğini, refah toplumuna kavuşulması açısından önem arz ettiğini anlatmak durumundayız. Bununla da yetinmeyeceğiz. Darbe sonrası dünyanın dört bir tarafına savrulan devrimci, ilerici, Kürt şahısların, uluslararası diasporadaki sesi, yankısı her gün kulaklarımızda çınlıyor. Demokratik bir ülkede, demokratik özerk bir Kürdistan Türkiye’ye kazandıran bir projedir. Bunun altını doldurup, işlemek de bizim görevimiz olacaktır.

Bu proje toplumu kaosa sürükleyen bir uygulama değil aksine çözümü esas alan çözümden insanın mutluluğunu, özgürlüğünü sağlayacak bir mekanizmaya, araca da dönüştürmek istiyoruz. Bu yönüyle de siyaseten öncelikle bunun propagandasını, bize kazandıracaklarını özellikle ezilenler, yoksullar, emekçiler dediğimiz Türkiye halklarının öteki yüzüne anlatmamız gerekiyor. Bu anlamda pratikte fiili uygulamaların yanında onun siyasal argümanlarını, dilini, tarihin o gelişmişliğine denk düşen, onunla çelişmeyen, onu da hızlandıran bir ilişkiyi de sürdürmek istiyoruz.

Demokratik Özerklik projenize Avrupa Birliği yetkilileri nasıl yaklaşıyor?
Yeri geldiğinde bizim yeri geldiğinde onların ziyaretleri sırasında modele ilişkin düşüncelerimizi ifade ettik. Bu konuya yabancı değiller. AB’nin yaklaşımı, Türklerden duyduğumuz refleksin abartılı ve biraz da olumsuz olanına karşı daha olumlu ve destekleyici hatta bizi teşvik edici özellikte. Nihayetinde AB’nin birlik felsefesi de budur. Biz de AB’nin ekonomik birlik yerine demokratik birlikteliğine önem atfediyoruz.

Demokraki ortak vatanda, demokratik cumhuriyette birlikteliği esas alıyorsa, ulus üstü birliktelikleri insanın evrildiği, bu anlamıyla AB üst kimliğinde kendimizi de ifade edebileceğimiz bir demokratik haklar birliğini savunuyorsa, o açıdan AB’ye katacağımız, onların deneyimlerinden kazanacaklarımızın olduğunu kabul ediyor, Onların da değerli desteklerini alıyoruz.

Ancak resmi düzeyde bir destek ve çaba göremiyoruz...
Bugün itibariyle resmi noktada bir çabaları olduğunu söylemek mümkün değil. Gerçi 2002 Kasım’ından-2009 sonuna kadar AKP’ye ciddi düzeyde destek veren, kredi tanıyan, onun Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından önemli bir siyasal aktör olduğu tespitinde bulunan bir Avrupa’dan bahsediyoruz. Bunun karşında PKK üzerinden bir bütün olarak Kürtleri potansiyel suçlu gören, terörize ederek, meşru taleplerini bastıran AKP ve devleti esasına alan bir AB’den bahsediyoruz.

Ama giderek sorunun askeri ve siyasal operasyonlarla çözülemeyeceği tespiti ve gerçekliği Avrupa’yı da bir kez daha kendisine döndermiş bulunmaktadır. Sorunun AKP’nin de taraf olduğu askeri operasyonlarla çözüme kavuşmayacağı gerçeği, artık AB’de de dile getirilen, tartışılan bir konu olmuştur. Kaldı ki 2014 katılım takvimine göre her geçen gün Türkiye’yi sıkıştıran, kısa süreye sığdırması gereken onlarca devasa reform paketi söz konusu. AKP ya değişecek, bu temel talepleri kabul edecek ya da tarihin deviniminin dışına ötelenen, atılan bir siyasal aktör olmayla karşı karşıya kalacaktır.

Bu açıdan BDP olarak, yarın-öbür gün değilse bile yakın zamanda Avrupalı dostlarımızın da, demokrasilerinin temel değerlerine bağlı olarak Kürtlerin var olan meşru taleplerini görmezden gelemeyeceklerini, tam da Avrupa’nın halkların demokratik birliği felsefesine denk düşen taleplerinin, Kürtlerin meşru talepleri ile örtüştüğünü göreceklerini umud ediyoruz..

DENİZ BİLGİN