14 Ağustos 2010 Cumartesi

15 Ağustos ve Fanon

Frantz Fanon, 1960’lı yıllarda yoğunlaşan sömürge kurtuluş hareketlerinin tanınmış insanlarından birisidir. Fransız sömürgeciliğine karşı verilen Cezayir kurtuluş savaşını desteklemiştir ve az rastlanılan bir mesleğe sahiptir: Psikolog doktordur.

Fransız sömürgeciliği başka ülkelerin sömürgeciliklerine benzemez. Cezayir, Fransa’nın parçası olarak kabul edilir. Cezayirliler de Fransız vatandaşıdır ama ikinci sınıf vatandaştırlar.

Fransa ordusu, Cezayir kurtuluş savaşına karşı vahşi bir terör uygular. Özellikle Fransız paraşütçüleri tarafından uygulanan yoğun işkence, Fransız olan ve Cezayirlileri desteklemek için savaşa katılan Henri Aleg tarafından Sorgu isimli kitapta anlatılmıştır.

Fanon’un tek ünlü yapıtı vardır: Türkçeye Toprağın Lanetlileri olarak çevrilen Die Verdammten dieser Erde veya İngilizcesiyle The wrecked of the Earth.

Fanon, kitabında, sömürgecilik yönetiminin sömürge insanında yarattığı psikolojik yıkıntıyı ele alır. Kitabı, Cezayir’de çalıştığı süre içinde elde ettiği bilgilere dayanarak yazmıştır.

Tıpkı bir çocuğa ya da bir kadına sürekli uygulanan baskı ve şiddet gibi, bir halka karşı da yapılan benzeri uygulama, onun kişiliğini tahrip eder. Bozulmuş bir kişilik ortaya çıkar.

Fanon, sömürge halkının bu durumdan kurtuluşunun, kişiliğini onarmasının yolu olarak, sömürgeciye karşı şiddete başvurulmasını görür.

Fanon’a göre böyle bir durumda uygulanan şiddet, onu uygulayanı ya da sömürge insanını özgürleştirir.

Fanon’un kitabına uzun bir önsöz yazan Jean Paul Sartre bu durumu şöyle açıklar: Bir sömürgeci öldürüldüğünde gerçekte iki kişi öldürülmüş olur: Sömürgeci ve bir köle.

Sömürge insanı burada kendisini de öldürmüş, yeniden doğmuştur.

Gandi’nin aksine Fanon, sömürge insanının şiddet kullanmasından yanadır.

Bu şiddet hangi oranda olur, ne kadar uzun sürer, ülkesine göre değişir.

İki örnek aydınlatıcı olacaktır.

1970’li yılların başlarında sinemalarda Kanlı Ada adıyla oynamış, gerçek adı Quemada olan bir film vardır. Film Antiler’deki bir adadaki kurtuluş mücadelesini anlatır. İlk mücadele adayı işgal etmiş olan Portekizlilere karşı verilmektedir. İsyancılar ilk eylem olarak bir karakolu basarlar ve Portekiz askerlerini öldürürler. Baskının ardından filmin baş aktörü –filmdeki adıyla Jose Dolores- gözleri parlayarak tipik bir Fanon cümlesi söyler:

“Portekizli de öldürülebilir.”

Burada sorun öldürmek değil, bir sınırı aşabilmiş olmak, sömürgeciye karşı, onun en somut ifadesi olan silahlı güce karşı başkaldırabilmektir.

İkinci örnek, yıllar öncesinde Milliyet gazetesinde yer almıştı. Gazetede PKK’ye karşı savaşmış olan askerlerin anıları yayınlanıyordu.

Bir asker çatışmayı anlatıyor. Taraflar birbirlerine oldukça yaklaşmışlar. İki taraf da sürekli ateş ediyor. Anısını anlatan askerin önündeki asker bir gerilla tarafından vuruluyor. Ve ardından askeri çok şaşırtan bir şey oluyor: Gerilla silahını atıyor ve “vurdum onu, vurdum onu” diye bağırarak oynamaya başlıyor.

Bu gerilla belli ki fazla yaşamadı, ama tutumu Fanon’un tezine dayanılarak kolaylıkla açıklanabilir.

15 Ağustos, Kürt halkının travmalarından kurtulmasının da başlangıç tarihidir.

O yılların simgesi Diyarbakır Cezaevi’dir.

Hepimiz işkence gördük, hepimiz cezaevi gördük, ama bu cezaevinde yapılanları okuyarak kavrayamıyorsunuz. Yapılanlara işkence denilemez, vahşettir. Bu vahşetin tek amacı, Kürt halkının yaşadığı travmayı derinleştirmekti.

“Kişiliğinizi öyle bir bozacağız ki, bir daha düzeltemeyeceksiniz!”

Yapılmak istenilen buydu…

Buna karşı şiddetten başka hiçbir yol yoktur…

Burada şiddet, Fanon’un belirlemesiyle, özgüvenini kazanmanın, kendine olan saygını kazanmanın da yoludur.

Aradan 26 yıl geçti…

Genelkurmay dağa çıkışların azalmadığını hatta arttığını açıklıyor.

Gerekçe olarak, bölgedeki yüksek işsizlik gösteriliyor.

Gençlerin işi olmadığı için dağa çıkıyorlarmış!

Bu genç insanların Abdullah Öcalan’a yazdıkları mektupları okuduğunuzda ise başka bir şey görüyorsunuz. Açık olarak ifade edilmese bile satırların arasında Fanon’u görmek mümkün…

Dağ onlara yeni bir kişilik kazandırıyor. Dağ ve silah isyanın simgeleridir.

26 yıllık savaştan sonra önemli oranda azalmış olsa bile, baskının değişik biçimlerinin yarattığı travmanın gençlerde ortadan kalktığı söylenemez.

Dağ ve silah bu travmadan çıkış yolu olduğu için çekicidir…

Genelkurmay, hükümet, yandaş medya ve türlü çeşitli liberallerimiz de sorunu hala işsizlik, aldatılmışlık, baskı vb. ile açıklamaya çalışıyor.

Herkesin Fanon okumaya ihtiyacı var anlaşılan…

Demokratik Özerklik


Kapitalist modernite kendini sürdüremezlik pozisyonundan, ancak insanlık ve toplumun değerlerini araçsallaştırarak kendini kurtarabilmektedir.
Kapitalist modernite kendini sürdüremezlik pozisyonundan, ancak insanlık ve toplumun değerlerini araçsallaştırarak kendini kurtarabilmektedir. Buna karşılık toplumsallıkta, toplumsallaşmada ısrarcı olan toplumlar kendileri ile değerlerini nasıl korumalıdırlar? Bu değerlere sahip çıkma araçları neler olmalıdır? Kadın Ana’nın yarattığı toplumsallığın yarattığı değerlerine tecavüz anlamına gelen bu kullanım biçimi nasıl aşılmalıdır? Kadının çocuk üretim makinesi haline getirilerek, erkeğin üretim aracı haline getirilerek işçileştirilmesi nasıl aşılacaktır? ”Kendinden verme” ahlaklılığı yerine,’hep kendine alma’ ahlaksızlığı nasıl tersine dönüştürülüp öze, özgür yaşam bilincine ulaşılacaktır?
Bilindiği gibi Önderlik KCK sistemini, kofederalizmi dört ayak üzerinden tanımladı; Kent meclisleri, akademiler, demokratik toplum kongresi ve kooperatifler yani ekonomik yapılanmalar. Temel toplumsal yapılanmaların gerçekleşmesi bu dört ayağın örgütlenmesinden geçmektedir. Bu toplumsal bileşenler kendi içinde kendi yapısal işlevlerini oturtmalıdırlar. Bu konular daha ayrıntılı açımlamayı gerektirdiğinden içeriğine fazla girmiyoruz. Fakat demokratik özerkliğin, konfederal sistemin günümüz siyasal, toplumsal ve kapitalist modernitenin içinde bulunduğu krizli aşamasında halkların bir çözüm modeli olarak kabul edilmesi önemlidir.                   
Demokrasi, en genel ifade ile halkın kendi kendisini yönetmesidir. Kendi kendini yönetme, öz karar organları ve öz karar gücü temelinde kendi iradi bağımsızlığını koruma amaçlıdır. Günümüz ulus devletli toplumlar ile kendi kendini yönetme iradesini oluşturan halklar, topluluklar arasındaki soruna çözüm ise demokratik özerkliktir. Devlet, demokrasi karşıtlığıdır. Yoksa devlet olamaz. Demokrasi de devletin karşısında, devletsizliktir. Devletler iktidarlarını anayasalarıyla, askeri ordu güçleriyle, üst toplum parlamento örgütlenmeleri ile kendilerini meşrulaştırırlar. Bugünkü dünya gerçekliğine bakıldığında devletle ilişkilenme işi devletli topluma bulaşmamış kültür, dil, topluluk ve cins söz konusu değildir. Bu iç içe geçmişlik durumundan kurtulmanın çözümü olarak, özerklik en geçerli çözüm olmaktadır.
Özerklik, tabana dayalı iradeyi esas alır. Devlet değildir, ama devletle karşılıklı haklar hukuku temelinde sözleşmeli olma halidir. Özgün yapısını, kültürünü, dilini, ekonomisini, siyasetini, diplomasisini, öz savunmasını oluşturur ve korur. Devletle, gönüllü ve istediği zamanlarda ilişkilenir. Devletin baskı, zor, sömürü sistemine karşı meşru savunma ile birlikte özgün ve özgür duruş sergiler. Halk kendi çıkarlarını esas alır. Kendi özgün ekonomisini, kolektif üretim, paylaşım ve adaletli dağıtımla oluşturur ve kooperatifler temelinde örgütlenir. Yerel örgütlenme özgürlüğüne dayanır. Sivil toplum örgütleri temelinde gruplar, topluluklar bir araya gelir. Her meclisin özgünlüğünü koruma şartı ile kent, eyalet ve nihayetinde demokratik ulus temelinde piramit tarzı iç örgütlülük sağlanır. En tepede tüm örgütlenmelerin (mesleki, cins, gençlik, sınıfsal, ekolojik, çevre, ve benzeri meclislerin) koordinasyonu oluşturulur.
Halkın öz iradesi esastır. Meclis katılımlarında yerel kararlar bağlayıcı niteliktedir, esastır. Alt üst şeklindeki işleyişten ziyade, iç içe geçen halkalar gibidir. Çalışmalar ve işleyiş hukuku tartışma, görüş alma ve sunma ile ilişkiler sözleşmeler aracılığı ile sağlanır. Devletle ilişkilerde, en üstte oluşan koordinasyon işlevlidir.
Demokratik özerklik modelinde, devlet sınırları esas alınmaz. Önderlik “Devlet olmayan demokrasi olunca, coğrafi sınırlara ve başka devletleri yıkmaya gerek yok. Biz kendi sistemimizi kuracağız. Devlet bunu kabul eder etmez halkımız neredeyse, halk topluluklarımız neredeyse, kendi çözüm modelimizi orada esas alacağız.” demektedir.
Bir devletle yurttaşlık hukuku olan bir topluluk örgütü için, devlet sınırları bağlayıcı değildir. Toplumun temel değerleri üzerinden ilişkilenilerek haklar korunur. Kaba sınıfsal anlayış yerine bütünü ele alan ve ona göre hareket eden bir anlayış esastır. Burjuvazi de örgütlenerek kent meclisleri içinde demokratik bir şekilde yer alabilir. Meşru savunma güçleri kent meclislerinin denetimi ve kararlaşmaları ile örgütlendirilir. Asayiş konularında, polis ve milis örgütlenmesinin biçimi ve tarzına ilişkin yine yerel meclisler söz ve karar sahibidir.
Sosyal sorunların çözümünde halkın kendi toplumsal ahlak ilkeleri esastır. Köy, kasaba, sokak, mahalle, ilçe ve kent meclisleri, komün örgütlenmesi temelinde kendini örgütler. Kentlerde, kent ve eyalet meclis oluşumlarına gidilerek yerel irade ilkesi korunur. Köylerde ise köy komünleri oluşturularak kent ile ilişkilerinde özgünlük ve özerk yönetim gerçekleştirilerek sorunlar çözüme kavuşturulur. Meşru savunma güçleri aynı zamanda halkın meşru savunma bilincini de yükseltecektir.
Devletlerle ilişkilenmesi, eşit özgür yurttaşlık hakları temelindedir. Yurttaşlık devletle olan anayasal hukuki bağdır. Günümüzde devleti demokratik mücadele ile sınırlandırma olasıdır. Eşit, özgür yurttaşlık bilincini köy komünleri ile, sokak ve mahalle meclisleri ve mesleki, ekonomik, sınıfsal, cins, gençlik, feminist ve ekolojik örgütlenmelerle geliştirme, demokratik özerkliğin daha da güçlenmesini sağlayacaktır. Kendi öz karar gücü ile kendini yönetme yurttaşlık bilinci ile mümkündür. İktidarcı devletçi sistemin giderek zayıflatılması yurttaşlık bilinci ve onun örgüt, eylem faaliyetliliği ile gerçekleşir. Ayrıca demokratik siyaseti geliştirmenin de motor gücüdür.
Demokratik özerkliğin bir diğer önemli özelliği, demokratik siyasettir. Devlet rejimlerini demokratikleştirmede demokratik siyaset ve onun araçları önemlidir. Demokratik siyaset, politik toplumun oluşumunda olduğu gibi toplumun politikleştirilmesinde de amaçtır. Araç olarak ise parti, hareket, kongreleri oluşturur. Siyasetini, rejimleri dönüştürmek için yürütür. Toplumun marjinal kesimleri ve kapitalist modernitenin istismar edilmiş kesimlerine dayanır. Yerel iradeyi dinler.
Özerklik, farklılıkların korunması felsefesi ve yaşamına dayanır. ”Farklılıklar içinde birlik” ilkesi temel ilkedir. Farklı olanı kabul etme ideoloji ve bilincinin gelişmesinde demokratik özerklik çözüm modeli katalizör rolünü oynar. Üniter, ulus devlet egemen zihniyetine dayalı  “teklik, aynılık” ideolojisi yerine, farklılıkların kabulü esastır. Demokratik siyasetin farklılıkları kendi bünyesinde toplaması, demokratik ulusun oluşturulmasında rol oynar.
Kürdistan örneğinde dört ayrı devlet arasında parçalanmış bir halk gerçekliği vardır. Suriye’nin, Irak’ın, İran’ın ve Türkiye’nin devlet yapılanmaları farklıdır. Kürdistan halkının her devletteki yaşam ve politik örgütlenme devletlerin yapılarına göre özgün olmalıdır.
Farklılık içinde birlik ilkesi, miras olarak aldıkları tarihsel koşullar içinde kendilerini günümüze kadar hem var etme hem cesaretlice mücadele etmede devletin belirlediği koşullara teslim olmamadır. Çokluk esasına dayanır. Tam da bu noktada demokratik özerklik, özgürleşmede geçiş döneminin bir özelliği olmaktadır. Gerek toplumsal gerek toplumsal cinsiyetçiliğin özgürleştirilmesi mücadelecisinde kültürel, hukuki, diplomatik, siyasal, ekonomik, dil, kimlik özgürleşmesinde devletin varlığının kabulüne dayalı bir devlet bir demokrasi veya bir devlet iki demokrasi formülü geçerli olabilmektedir. Bir halkın, toplumun vatandaşlık hukuku ile bağlı olduğu devletle ilişkilerinde olsun iki geçiş süreci söz konusudur. Devletin iktidarcı, sömürgeci ve teklik siyasetinin aştırılması, hem devletten beklentili ve devlete bağımlılığı esas alan duruşun aşılması için halk meclisine dayalı, yerelden yönetime açık bir sürece ihtiyaç vardır. Ayrıca bu süreçte halkın kendi yönetimini oluşturması yanında, kadının öncülüğüne dayalı bir toplumsal değişim, dönüşüm süreci de zorunludur. Bu zorunluluk, kadının ve onun örgütlenmelerinin demokratik özerklik çözüm modeline nasıl katılacağı sorunsalını ve özerkliğin demokratik karakterini kazanmasında kadının öncülüğini açığa çıkaracaktır. Kadının ve onun örgütlenmelerinin demokratik özerklik ile ilişkisi “iki geçiş sürecindeki geçiş” olmaktadır. A.G.Frank’ın “Bir geçiş ancak iki geçiş arasında söz konusu olan bir geçiştir” belirlemesi, tam da kadının demokratik özerklik çözüm modeline katılımındaki rolünü ve katılım sürecinin niteliğini belirlemeye yardımcı olmaktadır.
Özerkliğe demokratik karakterin kazandırılmasında, yaygın örgütlülük ve eylemlilik esastır. Toplumun her kesimi, her sınıfı, her topluluğu, her grubu örgütlenebilir. Liberalizmin sosyal demokrat hakları temelindeki hak mücadeleciliğine karşı mücadelecilik içinde bulunulmalıdır. Devleti gizleyen, devlet hakları temelinde bir mücadele tarzı olamaz. Liberal politikaların “örgütlenebilirsin, ama devletin çıkarları temelinde” ilkesine karşıt temelde bir örgütlenme esas alınır. Meslek örgütlenmeleri, ekonomik örgütlenmeler, ekolojik çevre örgütlenmelerinin amacı ahlaki politik toplum ilkeleri temelinde özgür, bağımsız düşünebilen kişilikler yaratmaktır. Devletin çıkarlarına karşı toplumun çıkarlarını savunma amaçlıdır.
O halde devletten beklemeden kendi öz örgütlülüklerini oluşturmak, öncelikli demokratik duruş sahibi olmak anlamına gelmektedir. Önemli olan kendi sistemini kurabilmektir. Sistem kuruluşu tamamlandığında devrimci duruş sağlanmış olacaktır. Nedir kendi sistemini kurmak? Kendi sistemini tamamlamak ne anlama gelmektedir?
Daha geniş ve her bir özelliğinin daha da derinleştirilmesi gereken demokratik özerklik, konfederal sistemin oluşumunda günümüz ulus devletli dünya gerçekliğinde çözüm ve geçiş modeli olmaktadır. Mevcut Ortadoğu ve Kürdistan gerçekliğinde en uygun çözüm modeli olmaktadır. Bu yönüyle de özgündür. Dört devlet tarafından askeri işgal edilen, siyasi ve sosyal, ekonomik sömürüye tabi tutulan kültürel asimilasyon uygulamalarına karşı en makul çözüm modeli olmaktadır.

Melsa Çiya

Türkiye ve Üniter Devlet -2


Kürt sorunu kendisini dayattıkça Türkiye’deki tabular tek tek yıkılmaya başladı. Bunlardan en önemlisi de Türkiye’de tek bir halk değil birden çok halkın yaşadığı,
Kürt sorunu kendisini dayattıkça Türkiye’deki tabular tek tek yıkılmaya başladı. Bunlardan en önemlisi de Türkiye’de tek bir halk değil birden çok halkın yaşadığı, tek bir dil değil birden çok dilin konuşulduğu gerçekliğinin kabul edilmek zorunda kalınmasıydı. Yıkılan bu ‘tekler’le, tekçiliğe kurumsal bir yapı kazandıran üniter devlet anlayışının da sarsılmasına neden olundu. Şu an herkes biliyor ki, Türkiye’de tek bir halk, tek bir dil, tek bir kültür yok. Birden çok halk ve birden çok dil var. Yani Türkiye homojen değil, heterojen bir toplum. Oysa üniter devlet anlayışı daha çok homojen toplumların devlet yapısı olarak işlev kazanabiliyor. Türkiye’nin yıllardır yaşadığı kısır döngü ve çatışmalı halin en temel nedeni de kendi toplumsal dokusun uymayan, homojenliğe dayanan tekçi bir devlet yapısında ısrar ediliyor olmasından kaynaklanıyor.
BDP’liler, Türkiye’yi bu kısır döngüden kurtarmanın yolunun, bölgesel özerklikleri tanıyan ve ademi merkeziyetçiği güçlendiren, ama yine üniter, bir devlet yapılanmasıyla mümkün olabileceğini iddia ediyorlar. Bu tez BDP’lilerin her zamanki gibi ‘bölücülükle’ itham edilmelerine neden olsa da bu savı ileri sürmek ve tartıştırmak bile Türkiye açısından büyük bir düşünsel devrim niteliğindedir. Ama Türkiye açısından bu tezin uygulanabilme imkanı var mı? 

Aslında Türkiye’de devlet zihniyetinin taassup yapısına bakıldığında değişim yapmanın mümkün olduğunu söylemek güç. Çünkü üniter yapıyı tartışmaya çalışmak bile hala ‘bölünme, parçalanma’ paranoyalarıyla karşılanıyor. Bunlar saplantıdır, farklı hesaplardır. Kendi durumumuza baktığımızda bunu rahat görebiliriz. Tekçi zihniyete işlerlik kazandırmak için yıllarca Kürtler yok dedik, ama son birkaç yıldır da var diyoruz. Var dememize rağmen, şimdiye kadar memleket bölünmüş değil. Üstelik dünyada benzer birçok örnek mevcut. Örneğin Fransa…

Fransa’da ulus-inşa sürecinde dil en önemli unsurlardan biri sayıldı. Bu amaçla ülkede standart bir dilin kullanılmasını sağlanmak için Fransızca akademiler kuruldu. Breton, Oksitan, Bask ve Katalan dillerinin kullanımı ise engellendi. Sırf ulus inşa etme ve üniter devlet olma adına.

Fransızlar da baktılar, yasakçı, tekçi zihniyetle bu mümkün olmuyor. Ondan sonra onlarda değişikliklere gittiler. 1951’de dil ve kültürel haklarla ilgili çıkarılan bir kanunla bu alt dillerin okullarda seçmeli olarak okutulmasına ilk defa izin verdiler. 1974’te ve 1982’de çıkarılan kararnamelerle de okullarda Korsika dilinin öğretimi düzenlendi ve 300 bin nüfuslu Korsika’ya özel bir statü tanındı. Buna göre Korsika bölgesel meclisine diğer bölgelerinkine göre çok daha fazla yetki verildi. Korsika dil ve kültürünün gelişimi için tamamlayıcı eğitim faaliyetleriyle ilgili yasa çıkarma yetkisi de bu meclise tanındı.

1991’de yetkileri daha da arttırılan Korsika, daha ayrıcalıklı bir konum elde etti. Eğitim, araştırma, üniversite, Korsika dilinin ve kültürünün korunması vb alanlarda pek çok yeni yetki kazandı. Buna göre Korsika dili ve kültürünün eğitim planlama yetkisi de Korsika Meclisi’ne verildi. Bu şekilde Korsika’ya özerk bir yapı tanındı.

Üniter devlet anlayışının kaynağı ve Türkiye’de dahil tüm dünyaya ihraç merkezi olan Fransa, bu tekçi zihniyetten vazgeçmesine rağmen hala üniter bir devlet ve hala tek parça dimdik ayakta duruyor. O zaman BDP’lilerin iddia ettiği gibi üniter yapıyı reddetmeyen ama bölgesel özerklikleri de göz ardı etmeyen bir uygulama Türkiye için de mümkün olamaz mı?

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ‘bölünmez bütünlüğü’ ve üniter yapısı yine esas olur. Fakat Türkiye Cumhuriyeti sınırları dahilinde yaşayan onlarca halkın tanınması da gerekir. Böylesi bir tanıma her şeyden önce her şeyi tekleştiren zihniyetin aşılmasını gerektirir. Ki; üniterlik tek vatan, tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek dil diyen ve her şeyin tekleştiren yaklaşım değildir. Devletin yasama, yürütme ve yargı gibi egemenlik organlarının ortaklaştırılması ve bu organların biraz daha dikey bir tarzda örgütlendirilmesidir. Aynı şekilde üniter devlet yapısı ortak vatanı, birden çok milleti ama ortak bir üst kimliği, ortak bir ulusal bayrağı ama herkesin sembollerinin de serbestisini, resmi bir dili ama herkesin kendi dil ve kültürünü kullanmasına ve geliştirmesine imkan sunulmasını da kapsayabilir. Her şeyi tekleştirme, arta kalanları da inkar etme üniter yapıyı taassup bir tarzda ele alıştır.

Oysa farklılığı zayıflık değil zenginlik sayan, tek tipleştirmeyi değil renkliliği esas alan üniter bir devlet yapılanması da mümkündür. Eğitim, sağlık, iç asayiş gibi konularda yerel yönetimlerin yetkilerini arttırıp, bölgesel özerklik vermekle bu mümkündür. Her bölgenin kendi dil, kültür gibi özgünlüklerini korumasına ve geliştirmesine imkan sunan bu tür özerk oluşumlar üniterliği bozmaz. Türkiye gibi tüm halkları iç içe geçmiş, herhangi bir sınırla ayırmanın mümkün olmadığı bir ülkede özerklik tanınsa dahi bunun sınırları nasıl tespit edilecek diye bir soru hemen akla gelebilir.

Zaten özerk veya farklı bir yapılanma gündeme girdiğinde Türkiye’de akla gelen ilk husus, sınırlarla oynanacağı veya Türkiye’nin bölüneceği paranoyası oluyor. Özerklik denilirken sınırlar oluşturulmaktan söz edilmiyor. Ki, böylesi bir ayrımı yapmak da imkansız. Sözü edilen özerklik anlayışı, Kürtler kendi farklılıklarını Hakkari’de olduğu gibi bir arada bulundukları İstanbul’un herhangi bir semtinde de isterlerse yaşabilecekler. Ama istemedikleri taktirde değil İstanbul’da, Hakkari’de de Kürt kimliğiyle yaşamak zorunda değiller. Komşu ama kültürel yapısı farklı olan iki köy bile aynı dili konuşmak, aynı eğitimi görmek zorunda değildir. Her köye kendi dilini konuşsun, kendi eğitim sistemini oluştursun. Bunun zararı olmaz. Tam tersi olursa husumet doğar.

Böylesi bir özerk yapılanmanın ne mevcut sınırları parçalama ne de yeni sınır çizme gibi bir derdi yok. Sadece her topluluğun kendi tercihleri doğrultusunda yaşamını düzenleme durumu söz konusudur. Her toplumun kendi meclisleri aracılıyla yürütülecek olan bu özerk anlayış, üniter yapının alttan üste doğru örgütlenme anlayışını ve egemenlik unsurlarını reddetmiyor. 

BDP’nin ileri sürdüğü özerklik anlayışı, mevcut durumda Fransa’da da benzer şekilde uygulanıyor. Bunu uygulamakla da şimdiye kadar Fransa bölünmedi. Öyleyse Türkiye neden bölünsün ki?

Ortadoğu ve Endüstriyalizm Sorunu-2

En uzun dönem olarak yaşanan, insanlığın %98’lik gibi önemli bir bölümü doğal toplum olarak yaşanmış
En uzun dönem olarak yaşanan, insanlığın %98’lik gibi önemli bir bölümü doğal toplum olarak yaşanmış ve bu dönemde endüstriyalizm adına bir ihtiyaca gerek görülmemiştir. Ama günümüzde bu en kutsal, bu en özlem duyulan, en çok insanlığın ve doğanın varlığına gereksinim duyduğu yaşam kültürü, endüstriyalizm, dikkat edilirse endüstri demiyor “izim” ekini kullanıyorum, silahıyla vurulmak isteniyor. Özellikle kar ve sermaye hırsıyla gözü dönmüş endüstriyalizmin tarıma soyunması yansıtıldığı gibi sağlıklı ve kolay üretim olarak yorumlanması bu büyük bir gaflet olur. Ortadoğu adına bu biçimde değerlendirmek hakaret olur. Genetik yapılarıyla oynanmış, suni ve hormonsal üretim bunun küçücük bir örneğidir. Endüstri tekeli,  tarıma ve köy kültürüne karşı bu cinayeti işlemektedir. Toprak ve tarım sadece üretim araçları olarak görülüp, toplumun ayrılmaz bir parçası, varlık nedeni olduğu unutulmaktadır. Neden? Çünkü toplum kendisini bu olgular üzerinden inşa etmiş ve var kılmıştır. Ama günümüz sermayeci sistemi, ilk toplumsallaşma sürecinde olduğu gibi endüstriyle toprağı ve tarımı bütünleştirmiyor, aralarında yoğun çelişkiler geliştirip, çatıştırıyor, düşmanlaştırıyor. Bu çatışma sınıfsal, ulusal, etnik, ideolojik çatışmalara kadar varabilir. Robotlaştıran, kopyaları oluşan bir doğa veya toplum gerçeği neyi ifade edebilir? Bu durum toplumu işsizleştirmenin, aç bırakmanın, toplumu yoksulluğa sürüklemenin dışında ne işlevi veya yararlılığı olabilir? Toplum doğası kendisini çevreyle uyum ve denge içerisinde var kılabilir. Hangi endüstriyel oluşum doğa ve insan birlikteliğini, denge içinde uyumunu bir ahenk içinde yaşamı sürdürmenin yerini alabilir ki? İşte bu neden başta Ortadoğu dedik. 
İnsanlığın doğuş beşiği, toplumsal yaşamın başlangıç yeri, altın hilali olan Ortadoğu ve özelde Kürdistan…  Emperyalist, faşist sistem Ortadoğu merkezli yaşam geleneğini kendisi için büyük bir tehlike olarak görmektedir. Binyıllardır sürdürülen ve dayatılmak istenen sömürü ve talan politikaları Ortadoğu’ya çok köklü işlemedi. Yabancısı olmadığı, her ne kadar bastırılmak, talana uğratılmak, yok edilmek istendiyse de bir şeyler hep göz ardı edildi. O da Ortadoğu bu sisteme analık, ebelik etti. Yaşam Ortadoğu bağrında başladı anlam buldu.
Ortadoğu şimdi bu yabancı elbiseyi giymek istemiyor. Zorla giydirildiğinde kabul etmesi imkânsız bir şey. Bir yerde giydi diyelim bu elbisenin ona ait olmadığı hemen anlaşılır, yakışmaz.  Ya büyük olur ya dar gelir ya da kıska olur. Yabancı bir şey olduğu, onun özü olmadığı anlaşılırdır. Bunun için Ortadoğu insanlığın kurtuluşu için, özüne kavuşma, yaşam anlamına ulaşmanın ve tekrardan bu umudu yeşertmenin adı olabilir.   
Ortadoğu’da da aşınmayla karşı karşıya gelinen noktalar var tabi. Her ne kadar köklü bir gelenek, kültürel birikim var olsa da bazı tehlikeler görülmektedir. En başta ekonomik olarak çıkmaza sürüklenen sanki bir sektörün özel işçisi olmasa yaşayamayacakmış psikolojisi geliştirilen bir gerçek görülüyor. Kendi toprağını, doğasını ve onun zenginlik kaynaklarını işletemeyen, ona yetmez, geçimini sağlayamaz korkusuyla yönelir aslında tanımadığı, adını bile koyamadığı bu ucube modernite yaratımlarına! Sadece çok süslü, alacalı olması onu çekici kılıyordur. Yine kent yaşamına özenti yaşanıyor. Köyden kaçan, köy toplumunu yadırgayan, küçümseyen, büyük kent ve şehirlere göç eden ne pahasına olursa olsun, sanki şehirli olmak bir farklılıkmış, ayrıcalıkmış, üstünlükmüş gibi algılayan bir yaklaşım sergilenmektedir. Ve bu durum beraberinde işsizliği, açlığı, emekten kopuşu getiriyor. 
Doğadan kopan insanın duygusal zekâsı da diyebileceğimiz ekolojik bilinci köreliyor, iç güdüyü öldürüyor. Tarım köy toplumunu tüketiyor, yok ediyor özünde. Kültürel soykırım da diyebileceğimiz bu yaşananlar esasta çok yoğun ve çetin verilen şiddetli bir savaştır. Sanayi toplumu olarak da adlandırabileceğimiz şehir toplumu yutulmuş bir toplumdur.  Toplumsal doğanın kendine özgü, ahlaki ve politik işleyen kurallarını tasfiye etme amacı güden, varlığını bu kutsalları yok etme dolayısı ile toplumsallığı yok etme işsizliğe yol açma, insan emeğini değersizleştirme karakteri üzerinden sürdüren, ayakta tutan sistem iki yüz yılıdır insan kanını emmekte, toplumsallığı tüketmekte, tarım köy toplumunu tavsiye etmek istemektedir. Bazen bu bilinçli de olmayabiliyor tabi… Sistemin dayattığı köksüzlüğü göremeyip oyuna gelen yanlar yer yer açığa çıkıyor. 
Genelde dünyada, özelliklede Kürdistan’da var olan ve her biri cenneti aratmayan tarihsel, kültürel özellikleri taşıyan coğrafyamızı yok olmayla karşı karşıya bırakmaktadır, doğayı insana karsı başkaldırıya zorlamaktadır. Küresel ısınmadan tutalım tsunami felaketlerine kadar, doğada birçok canlının neslinin tükenmesinden tutalım da yaşanan kuraklıklara kadar, yaşanan doğa felaketleri de diyebileceğimiz bu olaylar doğanın isyanı, “Edî bese!” deme biçimidir. Yine cenneti aratmayan, yeryüzü harikası olan Heskîf (Hasankeyf), Munzur, Van gibi tarihi, kültürel yerlerin yok edilmesi bu kapitalist sistemin icadıyla gelişmektedir. Bu anlamda ‘’Ekolojik yaşama başkaldıran çağ olarak da endüstriciliği değerlendirmek mümkündür. Ekolojiye başkaldırmak ise kıyamete gidiştir.’’ belirlemeleri yerinde olduğu kadar büyük bir gerçeği de gözler önüne sermektedir. Bu anlamda kapitalizmin yaşamla hiçbir biçimde bağını kuramayacağımız gibi bir sistemi, çevreyi, yani yaşamın vazgeçilmez ortamını sürdürülebilir olmaktan çıkarmasına karşı mücadele etmemiz gereklidir. 
Daha çok, devlet oluşumlarına rağmen devletin denetimine girmeyen, ahlaki ve politik toplumun, toplumsal yaşamın ve üretimin gelişmesinde rol oynadığı tarihe bakıldığında görülüyor. Toplumsal denetimden çıkmamış, esasta da temel ihtiyaçlara hizmet eden bir yapı içeriyordu.  Dolayısıyla döneminde toplumsal işlevini koruduğundan sorun kaynağından ziyade çözüm rolü oynadığını gönül rahatlığı ile belirtebiliriz. Ama günümüz biçimiyle endüstriyalizm yaşamdan ziyade kırımı, bitişi, tükenişi ifadelendirmektedir. Yaşamın her alanında bu ucube yapıyla mücadele yürütecek, onu alt edecek bir tarihsel, kültürel, ideolojik donanıma sahip Ortadoğu geleneği bu rolü oynayacaktır.
Ortadoğu, Kürt özgürlük hareketi ve mücadelesi şahsında tarihsel rolüne tekrardan kavuşacaktır. Sanatıyla anlayışıyla iyiyi, güzeli, doğruyu, spor’la ve zihniyeti ile huzuru, barışı, refahı ve sağlıklı yaşamı, ekonomik inşası ile demokrasiyi, adaleti, ekolojik dengeyi ve ahlaki politik toplumunu yeniden canlandıracaktır. Kürtler şahsında Ortadoğu kendi özüyle, gerçek kimliği ile tekrardan buluşma, yaşam olanağı yaratma şansına sahip olacaktır.
Ferze Zîlan

Gıybet, yalan, iftira ve oruçlu ağızlarda kampanya


Müslümanların hayat haritasında Ramazan ayı, kimi günahların terk edilip, sonra yeniden uygulama alanı bulduğu bir geçici dönem değildir. Günah olarak tanımlanan davranışları tümüyle hayatın dışına itmek için bir perhiz ve nefis terbiyesi girişimidir. Sanki diğer aylarda işlenmesinde bir beis görülmeyen davranışları, sadece Ramazan ayında terk etmek gerekiyormuş gibi bir algı, geleneksel din anlayışının bir parçası haline gelmiştir.

Bu sene Ramazan ayının aynı zamanda referandum kampanyasına denk gelmesi, başka bir tartışmayı da yapmayı zorunlu hale getirmektedir. Oruç ibadetinde ağza hakim olmak, sadece yiyip içmekle ilgili değildir. Ağızdan çıkan sözlere dair dikkat ve sorumluluk göz ardı edildiğinde, oruç tutmanın aç kalmaktan başka bir anlamı kalmayacağını bizzat Kur'an ortaya koymuştur.

Liderlerin seçim meydanlarında kullandığı dil ve polemik tarzı, toplumsal ahlak açısından kaygı duyulacak bir seviyeyi yansıtmaktadır. Toplumsal sorunlarda yanlışları teşhir etmek nasıl bir görevse, kişisel kusurları örtmek de bir o kadar önemli ahlaki hassasiyettir. Özellikle iktidar ve ana muhalefet partilerinin liderleri, kullandıkları dil ve propaganda üslubu itibarı ile topluma kötü örnek oluşturan bir rol üstlenmişlerdir.

Liderlerin takındığı bu tutum, iki tarafta saf tutan medya ve sivil toplum temsilcilerinin de seviyesine yansımaktadır. Hakareti, aşağılamayı, yalanı, gıybeti, iftirayı, referandum propaganda yarışının doğal bir parçası gibi görme eğilimi gittikçe yaygınlaşıyor. Kazanmak için her yolu mübah gören bir anlayışla kıran kırana bir kampanya dili inşa etmenin bedelini hepimiz ödemek zorunda kalıyoruz.

Her gün ana haber programlarını, liderlerin birbirlerine neler söylediğini aktararak açan televizyon kanalları, yayın akışlarını iftar sohbetleri ile süslemeyi de ihmal etmiyorlar. Yardım kampanyalarını haber yapıp, yolsuzluk iddialarının üzerini örten bir yayıncılık anlayışını İslam ahlakı ile izah etmek mümkün olabilir mi ?

Ramazan ayının manevi atmosferi seçmen davranışlarına ne kadar yansıyacak bilmiyoruz. Ancak yürütülen kampanyanın, içinde bulunulan ayın manevi atmosferine yakışmayan bir seyir izleyeceği kesin gibi gözüküyor. Sinirlerine, hırsına hakim olamayıp ağzına geleni milyonların huzurunda dile getiren liderleri dinlemek, orucumuza zarar verecek boyuttadır. Kötü sözün dile getirildiği ortamda bulunmak, gıybet, yalan, iftira kokan ifadelerin yayılmasına ortak olmak en azından takva açısından ele alınmaya değer bir durumdur. İftar sofralarında televizyondan liderlerinin hasımları için söylediği ağır sözleri haz duyarak dinleyenler, oruçlarını yeniden gözden geçirseler kendilerine büyük bir iyilik ederler.

Ayhan BİLGEN

Boykot 'Evet'e mi yarar, 'Hayır'a mı?


Bir referandumda 'evet' demek ne kadar doğal 'hayır' demek ne kadar haksa sandığa gitmemek, referandumu boykot etmek de o kadar doğal bir haktır. Sorun 'boykot' kararında mı, yoksa bu kararı alanlarda mı görülüyor? Herkes tercihleri üzerinden anılıp, tartışılırken, BDP'nin kararı 'kime yarar' denklemi kurularak okunmak isteniyor. İşin daha ilginç yanı 'Hayır' cephesi, boykotun, 'evet' tercihine hizmet edeceğini iddia ederken, 'Evetçiler', boykotçuları, hayırcılarla birlikte anmakta ısrarlı davranmaktadırlar.

Eleştirilerin gerekçe ve tarzına bakınca sanki 'evet' ya da 'hayır' demekten başka bir tercih hakkı tanınamayacağı izlenimi doğmaktadır. Oysa sandığa gitmek nasıl tercihse, gitmemek de bir tercih olarak görülerek olduğu gibi okunmalı, kendi mantığı içerisinde kabullenilmelidir. Bir tercihe karşı olmak, onu eleştirmek elbette mümkündür, ancak bu tercihi doğru tanımlamak asgari tahammül sınırlarını gösterir.

BALYOZ MU BÜYÜKTÜR? ERGENEKON MU ESKİDİR?

Böyle soru mu olur demeyin. Türkiye yargısının verdiği kararları anlayabilmek için böyle sorular sormaktan başka yol gözükmüyor. Balyoz sanıkları hakkındaki yakalama emri mahkeme üyelerinin ilginç bir izin trafiği ile kaldırıldı. Ergenekon iddianamesinin sanıkları, bir kısmı hastanede olmak üzere tutuklu olarak yargılanıyor.

Bu tablonun tutarlı bir izahı pek mümkün gözükmüyor. Yargının bağımsızlığı, ya da tarafsızlığı tartışmasını yürütenler , yarınlara dair taahhütte bulunmadan önce bugüne dair bir açıklama yapmak durumundadırlar. Kim tarafından ve nasıl bir baskı görüyor olursa olsun yargının verdiği kararların ciddi bir güven bunalımı oluşturduğu açıktır.

ÖZERKLİK BÖLER Mİ? BİRLEŞTİRİR Mİ?

Özerklik üzerine yazılar kaleme alan kimi köşe yazarları fotoğrafı tersinden okumakta ısrarlı gözüküyor. Bir halkın karar süreçlerinden dışlanmasının kaçınılmaz sonucunu yaşıyoruz. Seçim barajı başta olmak üzere kimi dışlayıcı uygulamaların ortaya çıkarttığı bir kopuşu yaşıyoruz.

Özerklik bu süreci iç savaşa çevirmeden yeni bir hukuk inşasının vesilesi olabilir. Hem dışlayıp hem bağlılık beklemenin hiçbir yolu kalmamıştır. Şiddet, itaati değil kopuşu beraberinde getirmektedir. Özerklik, demokratikleşememenin ortaya çıkarttığı tahribatı giderme aracı olabilir. Yaraları sarma, yeniden gönüllü birlikteliğin altyapısını kurma mekanizması olabilir.

Buna dair bir öz güvene sahip olmayanlar, özerkliğin, ayrılmaya gideceği kaygılarını dile getirmeyi tercih ediyorlar.

Ayhan BİLGEN

Anayasal değişikliklerde Devlet-Özgürlükler dengesi



Bu memlekette anayasalar toplumsal eğilimlerin üst üste düştüğü noktada ortaya çıkan 'toplumsal uzlaşma' anayasaları değil, ağırlıkla tepki anayasaları oldu. Türkiye'nin gördüğü en özgürlükçü anayasa olan 1961 Anayasası bile, Menderes'in bir bakıma çoğunluk diktasına kayma eğilimi gösteren uygulamalarına karşı tepki ortamında yapıldı. Anayasanın yapılış sürecinde, iktidar gücünün nasıl sınırlanacağı, hak ve özgürlüklerin nasıl geliştirileceği ve bununla orantılı nasıl güvence altına alınabileceği en çok tartışılan konular olacaktı doğal olarak...

Öte yandan iktidarın sınırlanması, hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması bakımından 1961 Anayasası öncesi ve sonrası tüm anayasaların önüne geçecek, bu açıdan adeta bir milat olacaktı. 12 Mart 1971 cuntasının getirdiği anayasal değişiklikleri, 1982 cunta Anayasası ve akabinde gündeme getirilen değişiklikler, 2007 anayasa değişikliği, 1961 Anayasası'ndan tersine doğru bir geriye gidişin devamı olacaklardı. Anayasacılık üzerinden devlet iktidarının güçlendirilmesi artan ölçüde güncelleşecekti.

12 Eylül Anayasası bilindiği üzere Hayır'ın yasaklandığı, militarist hezeyanın egemen olduğu bir plebisit ortamında Bonapartist bir anayasacılığın mükemmel bir örneği olarak ortaya çıkacaktı. Devlet otoritesi-özgürlükler dengesinde çubuk, mutlak olarak devlet otoritesi lehine bükülecek, bu nedenledir ki 1987'de Özal, gündeme getirdiği anayasal değişikliklerle dibe vuran özgürlükleri canlandırmayı amaçlasa da, devlet otoritesini sınırlama kapasitesini yakalayamayacaktı. 1987 ile 2004 yılları arasında önemli ölçüde AB baskısı altında gündeme getirilen anayasal değişiklikler, hak ve özgürlükler alanında nispi iyileştirmeler getirse de devlet otoritesinin dokunulmazlığı devam edecek, devlet-özgürlük dengesinde, devlete dokunulamayacaktı.

2007'de gündeme getirilen anayasal değişiklik ise cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesiydi. Kestirme düşünüldüğünde iyi bir şey yapıldığı sanılır, ama bu liberal bir yanılsamaydı.

Nasıl mı? 1 Mayıs 2009 'Kabine revizyonu' kisvesi altında kamuoyundan gizlenen gerçek, Anayasa'nın aşılarak bir biçimde yeni bir hükümetin kurulmasıydı. Yetkisi fazla, sorumluluğu olmayan cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi onu daha bir güçlendirirken, rejimin güçlü başbakana cevap vermesi yürütmenin daha bir güçlendirilmesinden başka bir sonuç vermeyecekti. 1987'de başlayan özgürlükleri onarma adımlarının 2004 yılında çakılıp kaldığını rahatlıkla ifade edebiliriz artık!

Şimdilerde 26 maddelik bir anayasal değişiklik paketiyle referanduma doğru gidiyoruz. Paketin en önemli maddeleri yüksek yargıya dönük düzenlemeler. 1961 Anayasası Yasama, Yürütme, Yargı erkleri arasındaki güçler ayrılığı meselesinde, önce Yargı'ya, sonra Yasama'ya, en sonu Yürütme'ye öncelik tanıyordu. 1982 darbe Anayasası bu üçlemeyi tersine çevirecek, önce Yürütme'ye, sonra Yasama'ya, en sonu Yargı'ya öncelik tanıyacaktı.

Bu durumda, darbenin hukuksal/siyasal etkilerini silmeyi önüne koymuş bir hükümetin demokratik olma iddiasındaki anayasa paketinden ne beklenir?

Darbe anayasasındaki, devletin üç ayağını/ devlet üçlemesini 1961 Anayasası'ndan geri kalmayacak biçimde tersine çevirmesi beklenir. Yasama organının lider sultası altında kalmadan yasa yapması: Yürütme'nin Yasama'nın çıkardığı yasaları belli bir denge içinde uygulamaya koyması: Yargı'nın yasaların anayasaya aykırılıklarını denetleyebilmesi, yasaların anayasaya uygun yapılmaması karşısında caydırıcı olması, tüm bunlar için bir yasal düzenleme beklenir. Güçler ayrılığının bu şekilde sağlıklı işleyişi iktidar gücünün denetlenmesini, yasamanın güçlenmesini, çoğunluk diktasına kayışını engelleyecektir çünkü...

Hükümetin anayasal değişiklik paketi içinde en önemli maddeler Hakimler ve Yüksek Savcılar Kurulu'nun (HSYK) ve Anayasa Mahkemesi'ne dönük düşünülen düzenlemeler. Yürütmeye karşı zayıf olan Yargı sistemi değiştirilmemiş, bileşiminin değişimine yönelik düzenlemeler getirilmiştir. 12 Eylül ürünü Siyasi Partiler Kanunu'nun önemli bir sonucu güçlü parti liderleri ve nihayet güçlü başbakandı. 2007 anayasal değişikliği buna çok daha fazla yetkilerle donatılmış güçlü cumhurbaşkanını ekledi. Son anayasa paketi 2004 tıkanmasının ürünü daha geri bir noktaya savruluş olan 2007 değişikliğinin devamı. Anayasa Mahkemesi'nin 17 üyesinden 10'unu cumhurbaşkanı seçiyor. HSYK'nin üye seçiminde cumhurbaşkanının benzeri etkisi sürüyor, Adalet Bakanı'nın HSYK'nin başkanı olması, Adalet Bakanı Müşaviri'nin doğal üye olması sürüyor. Kısacası mevcut anayasa değişikliği paketi Yargı'yı Yürütme'nin kontrolünden çıkarmıyor, aksine iktidar gücünün elini güçlendiriyor.

Yargı askerin kontrolündeydi deniyor. Aynen öyle! Ne ki 'asker öcüsü' sistemin el değiştirmesini doğru yapmıyor, bir yanlışa ikincisini katarak sorunu daha bir ağırlaştırıyor. Asıl doğru olan, sistemin militarist özüne yeşil bir biçim vermek değil, sistemin demokratize edilmesidir... Peki, bundan hükümeti uzak tutan nedir, devamla hükümet destekçisi sola, liberallere 'eksik, ama evet, yoksa Ergenekoncu oluruz' dedirten şey ne ola ki?..

Anlaşılan referandum yazılarına devam edeceğiz...

Celalettin CAN
celalettincan@gmail.com

Demokratik Özerk Kürdistan

Kürtler geliyor. Yüzlerce yıl ezilen, dili, kimliği, kültürü yasaklanan halk olarak inkar ve imha gören Kürtler, şişeden çıktılar. Zaten Kürtlere ‘’Cin soylu“ dendiği bilinir. Cin şişeden çıktı baylar. Onu tekrar şişeye koymak olanaksızdır. Her tarafta DTK’nin kararları cumhuriyet ilanı gibi kutlanıyor. İnsanlık güneşi altına çıkmakta halkımız gecikti. Ama parlamentosu, özerklik anayasası, barışı ve kardeşliği arayan bu gelişi; artık durdurulamayacak dikliktedir.

İngiliz ve Fransız emperyalistleri Kemal Atatürk’e, bir devlet hediye ettiler. O, bu devletin temel harcını halkların kanı ile kardı. Mustafa Kemal, devleti askere teslim edince, kısa sürede asker-devlet ali kıran baş kesen oldu. Dünyada devletin ordusu olur, ama Türkiye ordu devleti oldu. Ordu-devlet Türkçü oldu. Bizim Alevilerin peygamberlik düzeyine çıkarttıkları Kemal Atatürk, kanlı rejimini Türk ırkı ve Henefi mezhebini esas alarak kurdu. Halife olmak için cuma namazı kılıp hutbeler okudu. Bakınız, 1927 yılında nasıl hutbe veriyor? Oda TV’den kısaltarak veriyorum: “Ey cemaat-i Müslimin!.. Ey Allah’ın kulları!.. Düşmana karşı kuvvet hazırlamak üzerimize farzdır. Bu kuvvetlerin en mühim kısımlarından biri de şüphe yok ki askerdir. Allah’ını, Peygamberini, yurdunu, yuvasını seven, ırz ve namusunun kıymetini bilen her insan, askerlik görevini seve seve yapmalıdır... Peygamberimiz; ‘Silah altına davet olunduğun zaman hemen icabet et’ buyurmuştur... Peygamberimiz buyuruyorlar ki; ‘Allah için bir gece nöbet beklemek, gecesi namaz, gündüzü oruçlu geçen bin geceden hayırlıdır’.“

Mustafa Kemal’in askeri, Piran, Zilan’da on binler ve sadece Dersim’de 70.000 Kürt kırdı. M.Kemal’in askeri son 30 yılda 17.000 Kürt yurtseverini faili meçhul yaptı, Kürdistan coğrafyasını yaktı, köylerini yıktı. Kürdistan’da orman bırakmadı. Eğer bir Alevi kalkıp ‘’Hz.Ali’nin suratı Kemal Atatürk’te tezahür etti,“ diyorsa; (bunu Ali Balkız, Rıza Zelyut, İzzettin Doğan ve daha bazıları seslendiriyor ve Atatürk’ün Alevi olduğunu bile söyleyenleri duyduk,) bunlara düşkün denir. Bir de bu zatın posterleri dergahlarda asılı ise bunun altında Alevicilik yapanlara ne denir, size bırakıyorum.

Kemal Atatürk’ü ilahlaştıran devlette, Kürdün hukuku yok. Alevinin hiç yok. Prof. Dr. Mehmet Bekaroğlu Oramiral Atilla Kıyat’ın geçtiğimiz hafta yaptığı, “Faili meçhuller devlet politikasıydı” yönündeki açıklamalarını Emek Dünyası’na değerlendirirken; “Hukuk yoksa devlet de yoktur çete vardır. Bu anlamda Türkiye Cumhuriyeti devleti bir çetedir. Çünkü hukuku bekası için bir engel olarak görüyor,” diyor. Şimdi AKP, kendisi için hukuku dizayn ederken daha demokratik mi olacak? Bu anayasa değişikliği geçse de geçmese de Kürdün hukuku yok. Kenan Evren rejimi her köye cami ile AKP’yi yarattı. İşte bu AKP onun faşist sistemini sürdürüyor. Erdoğan; Kürt pazarı kurmuş. İşte 75’leri. İşte sözde aydın, düşünür geçinen, kendisini pazarlayan Ümit Fırat’tan, Metiner’e ve diğer ümitsiz çürümüş Kürtler... Bu AKP’nin anayasa değişikliğine ‘’evet“ denmesini halkımıza önerenler, Kenan Evren anayasasının ruhuna ‘’evet“ deyin diyor. Vicdanı olan, kendini sorgular. AKP’nin Kürtlere bir vaadi mi var? Ama büyük ihtimalle oylamadan ‘’evet“ çıkacaktır. Bunda Kürdün kazancı ne olacak göreceğiz.

AKP’nin Kemalist sisteme karşı olduğu bir kandırmacadır. ‘’Ya sev ya terket“ Türkeş’in sloganıydı. Şimdi Erdoğan bu slogana sarılmış. Kemalizm; ırkçı-Türkçü teklikse; AKP sistemi ise İslamcı-Türkçü tekliktir. Erdoğan, yırtık ayakkabı ile cami avlusundan çıkarak, ustası Fetullah Gülen’i taklit ediyor. Bir yerde ağlıyor, diğerinde baskın çıkıyor, bir yerde demokrasi havarisi oluyor, diğer yerde ‘’ya sev ya terket“ diyor. Velhasıl her kalıba giriyor. Kimse kalkıp sormuyor, beş havuzlu villalar nereden geldi? Oğlun nasıl armatör oldu? Bütün basını nasıl satın aldın? Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nun memur emeklisi, kendisinin de işçi emeklisi olduğunu söylüyor. “Aynı maaşı alıyoruz. Benim başbakan olmam sebebiyle, aldığım para ne biliyor musunuz? 280 lira. Niye? Abdestimden şüphem yok ki namazımdan şüphem olsun” demiş Rize’de. Buna inandınız mı? Kendisi Gürcü asıllıdır, ama Türklük köklerinin tarihin derinliklerine gittiğini söylüyor.

Kürtlerin iradesi olan DTK, Diyarbakır’da devletin demokratikleşmesi, Özerk Demokratik Kürdistan kurulması için karar alır almaz, Cemil Çiçek, “Terör konusu dinamik bir konudur. Değişen şartlara göre aldığımız tedbirleri baştan gözden geçirdik. Profesyonelleşme, özel birliklerin teşkili üzerinde durduğumuz bir konudur. Yasal düzenleme gerekiyorsa da en kısa zamanda yapacağız. Terörle mücadelede devlet olarak kararlıyız” diyor. Böylece hukuksuz halkımızı cendere altına alıp diğer yandan profesyonel katilleriyle saldıracaktır. Kürt halkı üzerindeki terör sürecek. Çünkü demokratikleşmek istemiyor. Türk devleti, bu kadroyla, kesinlikle Kürt sorununun barışçı demokratik çözümünden yana değil. Türk halkı da hükümetten ileri düşünmüyor. AKP hükümeti, M.Kemal’in askerini, Fetullah’ın polisini daha profesyonel yapıp Kürtlerin üzerine sürüyor. Ama cin şişeye girmeyeceğine göre, halkımız dayanacaktır. Savaşın içinde doğan çocuklar, Ağustos sıcağıyla direnişini sürdürüyor. Kürt mücadelesi gençleşti. Türkiye, Kürdistan’ı kaybettiğini görüyor. Afganistan’daki ABD ordusu benzeri, silah ve teknik zoruyla ağır bombardımanla, orman yakmakla üstünlük kurduğunu sanıyor. Dürüst Kürtler, DTK’ye kulak versinler. DTK, taraflara Ramazan nedeniyle silahları susturun diyor. Aklın yolu kanın durmasıdır. Kürt halkı barış yoluyla tarih sahnesine çıkmak istiyor. Demokratik Özerk Kürdistan hoşgeldin!

www.haydar-isik.com

Almanya’nın Alman Sorunu

Nasıl Türkiye’de Kürt sorunu çözülemedikçe, Türk sorunu büyüyorsa, bugünlerde göçmen yoğunluklu bir ülke olan Almanya’da da, bu gidişle adeta Alman sorunu ortaya çıkacağa benziyor. Almanya’da çoğu Türkiye kökenli olmak üzere yaklaşık 4 milyon Müslüman yaşıyor. Söz konusu, büyük nüfusun kendi anadilleri dışında ülkenin resmi dilini de öğrenme süreci normal (zaman zaman sorunlar çıksa da...) bir şekilde sürerken, din ile sorunlar, ülkenin gündeminden pek inmeyecek galiba.

Nitekim bugünlerde bir yandan ABD’yi hedef alan 11 Eylül saldırısının zanlılarının da buluştukları yer olarak bilinen Hamburg’daki Taibe Camii’nin kapatılması Almanya’da yeni bir tartışma başlatırken; Alman özel televizyon kanalı RTL II, bir ilke imza atarak, Ramazan boyunca her gün sahur ve iftar saatlerini verecek. Dahası son dönemde baş örtüsü ve okullarda İslam dersiyle ilgili tartışmaların alevlenmesiyle; kilisenin toplumsal hayattaki yeri, yeniden tartışılmaya başlandı.

Bundan 15 yıl önce Bavyeralı bir çift, eyaletteki her devlet okulunda çarmıha gerilmiş Hz. İsa sembolü bulunmasını öngören yönetmeliğe karşı dava açmış, Anayasa Mahkemesi devletin tarafsızlık niteliğine işaretle itirazı haklı bulmuştu. Ancak Anayasa Mahkemesi’nin bu kararının ardından -başka eyaletlerde değil ama- Bavyera eyaletindeki devlet okullarında çarmıha gerilmiş Hz. İsa figürünün yerini haç aldı. Eyaletteki her sınıfta duvarda haçın asılı bulunması gerekiyor.

Almanya’da kilise ve devletin ilkesel ayrılığına rağmen kiliseye birtakım imtiyazlar sağlayan fazlasıyla girift bir yapı mevcut. Bu nedenle Almanya’daki laikler, I. Dünya Savaşı’ndan bu yana, Almanya’da da Fransa’daki katı laiklik anlayışının yerleşmesi için mücadele ediyor. Almanya’da 1918 Kasım devrimiyle monarşinin sona ermesinden bu yana devlet ve kilise arasında çok daha net bir ayrım oluşturulması için sürdürülen çabalar var. Ancak bunun önüne geçmek için Protestan ve Katolik Kiliseleri mensuplarını seferber ederek toplu protesto gösterileri yapıldı.

Okullarda din dersleri verilmesiyle ilgili bitmeyen tartışma da aynı dönemde filizlendi. Almanya’da devlet her ne kadar din derslerinin içeriğini tek başına belirleyemese de, müfredatta sağlam bir yeri olmasını sağlıyor. Benzer bir şekilde devlet üniversitelerindeki ilahiyat eğitiminde kilisenin yoğun etkisi göze çarpıyor. Ayrıca Almanya’da kilise vergisi adı altında dünyada eşi benzeri olmayan bir uygulama da söz konusu. Almanya’daki kiliseler Hristiyan çalışanların maaşlarından devletin Maliye Bakanlığı’nın doğrudan kestiği vergilerle finanse ediliyor.

Buna kaynaklık eden Weimar Anayasası’nda gerçi dini topluluklar ibaresi geçiyor; ancak gerçek hayatta bundan sadece Protestan ve Katolik Kilisesi anlaşılıyor. Çünkü bu kiliseler kamu hukukunun vazgeçilmez bir parçası haline getirilmiş durumda. Bu sayede örneğin vergi hukukundaki avantajlar gibi belirli imtiyazlara sahipler ve bu da onları diğer dini gruplardan ayırıyor. Alman devleti bunun dışında askerlik görevi sırasında sunulan dini danışmanlık çalışmalarında da kiliseyle sıkı bir bağ içerisinde bulunuyor.

Ayrıca ülkedeki birçok hastane, huzur evi, eğitim kurumu ve çocuk yuvası da kilise bünyesinde. Yani uygulamada kilise devletin sosyal görevlerinden bir bölümünü üstlenmiş oluyor. Almanya’da kilise ayinlerinin yapıldığı pazar günleri ve dini tatil günleri de bir anlamda devletin koruması altında. Kamu radyo ve televizyonlarında da kilise için ayrılmış özel yayın saatleri mevcut. Her ne kadar kilise vergisi sadece Hristiyanlardan kesilse de, Protestan ve Katolik Kilisesi’nin geliri aslında tüm vergi mükelleflerinden sağlanıyor.

Zira kiliseler, kilise vergisinin dışında kamu bütçesinden yılda 400 milyon euronun üzerinde mali destek de alıyor. Bu parayla örneğin piskoposların maaşları karşılanıyor. Diğer yandan Almanya’da devlet ve kilise arasındaki bu girift ilişkinin yeniden yapılandırılması hiç de kolay değil. Zira devlet ve kilise, dolayısıyla Vatikan ve Federal Almanya Cumhuriyeti devleti arasındaki anlaşmaların feshedilebilmesi, ancak her iki tarafın onayıyla mümkün olabiliyor. 11 Eylül’den sonra tırmandırılmak istenen İslam düşmanlığı, Hristiyanlığı da vuracak galiba...

aykol267@gmail.com

İspanya’da 17 özerk bölge-1

Yeni_Özgür_Politika İspanya devletinin Basklılara tanıdığı özerklik sınırlı özerklik olarak ifade edilen ikinci kategorideki özerkliktir. Basklılar ise, birinci kategorideki tam özerlik talebinde bulunuyor.
Tam özerklik, özerklik sıralamasında bağımsız devleti ifade ediyor. Bask ülkesinde İspanyolca dili ve kimliği birinci dil ve kimlik olarak ele alınıyor. Basklılar ise, Bask ülkesinde Bask dili ve kimliğinin birinci dil ve kimlik olması gerektiğini dayatıyor.

Ulusal ve Toplumsal Sorunlarda Barış Arayışları Üzerine - 1
Devletin silahlı gücü son 26 yılda Kürtlere karşı çok kirli bir savaş yürüttü. Bu savaşta Devlet uluslararası ilişkilerini, legal ve illegal bütün savaş gücünü devreye soktu. Ama gelinen aşamada sonuç almak bir yana, Türkiye misaki milli sınırlar tanımlamasıyla, belki tarihinde (Birinci paylaşım savaşı hariç) ilk defa bu kadar bölünme tehlikesiyle karşı karşıya oldu. Bu realite Türk devletini bazı ‘yeni’ arayışlara yönlendirdi. Kürt açılımı olarak ileri sürülen ‘yeni’ arayış işte bu zorlanmanın bir sonucu oldu. Bu çıkış geniş toplumsal çevrelerde umut dalgasına yol açtı. Kürt tarafı Gerilladan ve Avrupadan gelecek iki barış gurubuyla sürece cevap verdi.Gerilladan gelen gurubun Kürt toplumunda sevgi infialine yol açması, devleti telaşa düşürdü. Bu gelişmeden sonra devlet Kürt özgürlük hareketine ve Kürt legal toplumsal örgütlerine şiddetle yöneldi. DTP kapatıldı, içinde seçilmiş belediye başkanlarınında bulunduğu 1500 siyasetçi tutuklandı. Gerillaya karşı aralıksız operasyonlara paralel olarak Kürtlere karşı topyekün bir sindirme ve baskı kampanyası geliştirildi. Bütün bunlara rağmen Kürt sorununda çözüm mümkün değil mi sorusunu ortaya atmak ve diğer deneyimleri aktarmak yararlı olacaktır. Bu konuda Bask sorunu çarpıcı bir örnek teşkil ediyor. Çünkü Bask sorunu ve çözümü, Kürt sorunu ve çözümüne iyi bir örnek teşkil edebileceği kanaatindeyiz. Çünkü hem iki devletin, hem de bu ülkelerde var olan toplumsal sorunların hayli ortak yönleri var.

Bask ve Kürt ulusal hareketinde benzerlik
İki ulusun hem tarihsel, hemde toplumsal olarak çok ortak yanları var.İkisi tarihte devlet kurmuş, bir İmparatorluğun sistemi içinde yer almış; ulus devletler ortaya çıkınca inkar ve imhaya maruz kalmışlardır. İmparatorluğun egemenlik sahasında yer almalarından kaynaklı ulus devlet döneminde ikisi de iç sömürge statüsüne düşerek egemen ulusun bir parçası olarak ilan edilmişlerdir. Birden fazla ülkenin iç sömürgesi olmalarından ötürü iki ulusun sorunu, sınırları aşarak uluslararası bir sorun haline gelmiştir.Bağımsızlık talepleri bölücülükle suçlanıp ayrılıkçı ilan edilmişlerdir. Bütün bu ortak yanlar yanında hiç ortak olmayan yanlarda mevcut. Basklılar tarih boyunca hep Özerk ve iç işlerinde yasaya dayalı güvencelere sahip oldular. Kürtlerin Osmanlı dönemindeki görece ‘Özerk’ yapısı yasal güvenceye değil toleransa dayanıyordu. Basklılar elindeki Özerklikle yetinmiyor bağımsızlık istiyor, Kürtler Kürt kimliğinin tanınması için mücadele ediyor. Basklılar İspanyanın 1833,1931 ve 1978 Anayasalarında geniş ulusal güvencelere sahip olurken, Kürtler 1924 Anayasasıyla inkar ediliyor ve varlığı dahi kabul edilmeyen bir statüsüzlüğe mahkum oluyor.

İspanya ve Türk devletinin ortak özellikleri
İkisi İmparatorluklar kurmuş, kıtalara hükmetmiş, uluslaşma sürecine geç girmiştir. Devlet eliyle ulus yaratmaya çalışmış, büyük yenilgiler alarak koca bir imparatorluktan küçük devletçik haline gelmiştir. Kaybetmenin piskolojisiyle yeni ülke diye tanımlanan sınırlar içinde ki halklara zulüm etmiş, inkar ve imha siyaseti yürütmüştür. Ve ikisi uzun yıllar tek partinin faşist diktatörlüğü altında yaşamıştır.

Bask tarihine kısa bakış
Basklar, Pirenelerin batısında yer alan dört bölgesi İspanya, üç bölgesi Fransa’da bulunan Bask ülkesi olarak bilinen ve çoğunluğu Kuzey Navara’da yaşayan,nüfusu yaklaşık 3 milyonu bulan yerli bir halktır.Kökenleri Akitanyalılara kadar gitmektedir.Bilinen ilk Bask devleti 9.yy’da kurulan Pamplona kırallığı’dır. Bu devlet daha sonra Navara Krallığı adını almıştır.

Bask diasporası
Pek çok Bask ekonomik ve siyasi sorunları dolayısıyla bölgeden göç etmek zorunda kalmıştır.En büyük göç Arjantin’e olmuştur.Yaklaşık % 10 Bask kökenlinin olduğu tahmin edilmektedir. Meksika’da Bask toplulukları genellikle Monterrey ve Durango eyaletlerine yerleşmişlerdir. Diğer bir önemli Bask topluluğu ise ABD’nin Idaho eyaletinde yaşamaktadır. Boise şehrinde bir Bask Müzesi ve Kültür Merkezi bulunmaktadır. (1)

İspanyol uluslaşması denemeleri Bask sorununun ortaya çıkışı
İspanya’nın çekirdeği olan Aragon ve Kastilya krallıklarının başından beri ayrı kurumlara sahip olması, yönetsel yaklaşım farkları ve en önemlisi birbirleriyle tarihsel süreç içinde entegre olamamaları sonucu,Ulus devlete tekabul edecek bir İspanyol ulusal bilinci oluşamamıştır. 1700-1715 yılındaki İspanya Veraset Savaşları sonunda, Bourbonlar’dan 5.Felipe’nin İspanya tahtına geçmesi ile merkezi devlet yapılanması süreci başlamıştı. 17. ve 18. yy’da devlet oluşturma adına yapılan merkezileştirme çabaları, özellikle yüzyıllar boyunca özerk olan Bask ülkesi ve Katalonya gibi tarihi bölgelerin merkeze karşı tepkilerine neden oldu.19. yy’da ise, İspanya büyük bir imparatorluğu yitirmiş, geçmişte yaşadığı altın devrini geride bırakmış, ekonomik devrimini yapamamış, devlet kurumlarını yerleştirememiş ve çeşitli ideolojik akımların birbiriyle sürtüştüğü (laiklik-dincilik, monarşistler-cumhuriyetçiler, gelenekselciler-liberaller) (19.yy ve 20. yy Osmanlı İmparatorluğunda yaşanan durumla büyük benzerlik oluşturan bir durum) bir ülke durumundaydı. Bu koşullarda, İspanya’nın ulus oluşturma çabaları başarıya ulaşamamıştı. (2)

Bask milliyetçiliğinin ortaya çıkışı
Devletin merkezileşme süreci başlatmakla birlikte, Bask bölgesi ve Katalonya gibi özerk bölgelerin bazı yönetsel hakları ve imtiyazları ellerinden alındı. Kastilya’ya bağlı özerk bir bölge olan Basklıların asırlardır sahip oldukları bu ayrıcalıklarının ortadan kalkması, Bask ülkesinde tepkilere yol açtı. Sürgündeki 7.Carlos’u destekleyen Karlizm akımı, özellikle Bask ülkesi, Navarre ve Katalonya’da destek buldu. 1833-1839 yıllarındaki 1. Karlist Savaşlarından sonra Basklılar, yönetsel haklar ve vergi konusundaki bazı ayrıcalıklarını sürdürdü. 1870-1876 yıllarındaki 2.Karlist Savaşlarından sonra ise, yönetsel özerklik tamamen ortadan kalktı. Asırlardır özerk yaşayan ve önemli imtiyazlara sahip olan Basklılar, tüm bu ayrıcalıklarının ellerinden alınması sonucu, merkezi devlete karşı isyana başladı. (3)

Bask ulusal mücadelesi
II.Cumhuriyet döneminde(1931-39) Bask ülkesi, Katalonya ve Galicia gibi tarihi bölgelere özerklik tanınmıştı.14 Nisan 1931 tarihinde Bask ülkesinin Aiber kentinde İspanya’nın ikinci cumhuriyeti ilan edildi.1936 tarihinde Franco önderliğinde askeri ayaklanma başladı.1936 yılında İspanya Parlamentosu Bask Otonomi statüsünü kabul etti. Jose Antonio Aguirre Bask Otonom devletinin ilk başkanı oldu. 1937 Santona antlaşmasıyla bütün Bask ülkesi Franconun işgalci güçlerinin eline geçeti.1939 tarihinde Franco faşist dikttörlüğünü ilan etti. Yaklaşık 40 yıl süren Franko faşist diktatörlüğü, bölgeselciliğe, komünizme ve demokrasiye karşı bir dikta rejimiydi.(Türkiyedeki tek parti dönemi gibi 1924-1946). Franko döneminde Bask Milliyetçi Partisi (PNV) Paris ve Londra’ya yerleşti. Bu dönemde, PNV’nin durumu uluslar arası konjonktürün etkisiyle bu ülkelerde tolere ediliyordu. (4)

Franko faşist diktatörlüğüne karşı Bask mücadelesi
1945-47 faşist Franko rejimine karşı olan Batılı müttefikler için PNV bir müttefikti.Fransa ve İngiltere’nin bu tutumu, sürgündeki PNV’nin prestijini arttırdı. Fakat bu durum soğuk savaş yıllarında tam tersi bir etki yarattı.1948-52 soğuk savaş döneminde batılı ülkeler nezdinde anti-komünist Franko rejimi mütefik haline gelmişti.

ETA’nın doğuşu
Franko döneminde, özellikle Bask bölgesinde koyu bir faşizm uygulandı. Sürekli olağanüstü hal ilan edildi. Bask dili, kültürü, kimliğiyle ilgili herşey baskı nedeni oldu. Yaşanan dikta rejiminin ve PNV’nin zayıflamasının etkisiyle, Bask milliyetçiliğinde önemli değişiklikler oldu.(Türkiyede 1938-78 arası dönem Kürdistanda yaşananan süreç gibi) 1952 yılında PNV’nin liderliğinden hoşnut olmayan bir grup genç, Ekin adlı bir dergi çıkardı. Bu oluşum 1958’de ETA (Euzkadi Ta Azkatasuna- Bask Ülkesi ve Özgürlük) adını aldı. ETA‟nın ortaya çıkışını yalnızca Franko rejimi değil, Bask burjuvazisi de kendisine karşı bir tehdit olarak görüyordu. Çünkü sanayiye ve maliyeye hakim bu kesim, Franko’nun ekonomik politikalarına bağımlıydılar.

Franko’ya karşı, muhalefet ve mücadelede komünistler kadar, ETA’nın da önemli bir rolü vardı. Öyle ki, 1973’te 10 tutuklu komünist liderin yargılanmasına 15 dakika kala, Başbakan Carrero Blanco’ya suikastte bulunmuş ve bu olay tüm İspanya çapında diktatörlerin baskısına karşı bir direniş sembolü olarak büyük yankı uyandırmıştı. 1974 yılında ETA’nın ETA p-m (sosyalistler) ve ETA-m (milliyetçi ) şeklinde ikiye ayrılmasına neden oldu. ETA p-m, 1981 yılında ordudaki aşırı sağcı subayların hükümeti ele geçirmek için yaptıkları başarısız darbe girişiminden sonra, demokratik platformda mücadele etmeye karar verdi.

İspanya’nın demokrasiye geçişinde toplumsal mutabakat
Franko 1975’te öldüğü zaman, İspanya çoğulcu demokratik rejime nihayet geçme umudundaydı. Bu umudun nasıl realize edileceği ise belirsizdi.Çünkü hem tarihten,hemde 40 yıllık faşist diktatörlükten kalma sosyal ve toplumsal engeller mevcuttu. Ordu ise, faşist ideolojinin bekçisi olarak hazırlanmıştı. Bütün bu faktörler demokratikleşme sürecini zora sokuyordu. Özellikle Basklıların tam bağımsızlık talepleri ve sosyalist ve Komünistlerin tam demokrasi istemleri de süreci zorluyordu. İspanya’nın demokrasiye geçişi, krallığın, solun ve Franko taraftarlarından ‘yenilikçi’ kesiminde içinde yer aldığı bir uzlaşma ortamı ve onun üzerinde bu güçlerin temsiliyetine dayanan blokun(LOAPA: Ley Orgánica de Armonización del Proceso Autonómico) oluşmasıyla mümkün oldu. Buna karşılık ETA ve Bask ülkesi KAS’la(Koordinadora Abertzale Sozialista Bask ülkesi bağımsızlık hareketleri sol birliği) görüşmelere katıldı. Adolfo Suarez’in liderliğindeki UCD(Demokratik Merkez Biliği)1977’deki ulusal seçimleri kazandı. 1978’de İspanya’nın demokratik anayasası yürürlüğe girdi. Bu arada, İspanya radikal bir devlet yapılanması sürecine girerek, 17 özerk bölgeye ayrıldı.(5)

Özerklik anlaşmaları
Hemen belirtmek gerekirki İspanya devletinin Basklılara tanıdığı özerklik sınırlı özerklik olarak ifade edilen ikinci kategorideki özerkliktir. Basklılar ise, birinci kategorideki tam özerlik talebinde bulunuyordu ve hala bu talebinden vazgeçmiş değildirler. Tam özerklik, özerklik sıralamasında bağımsız devleti ifade ediyor. Tabii buna bağlı olarak Bask ülkesinde İspanyolca dili ve kimliği ikinci dil ve kimlik olarak ele alınıyordu. Basklılar ise, Bask ülkesinde Bask dili ve kimliğinin birinci dil ve kimlik olması gerektiğini dayatıyordu. Daha sonra yapılacak bütün barış görüşmelerinin çıkmazı ve silahlı mücadelenin tekrar gündemleşmesi esasında bu iki noktadaki tıkanıklıktan kaynaklanmıştır.

2. Cumhuriyet döneminde taslakları hazırlanan ve onaylanan Bask ülkesi Özerklik kanunları, 1936’daki iç savaş döneminde uygulanmadı. Franko Faşizmi döneminde ise, tamamen uygulamadan kaldırıldı. İspanya’nın demokratikleşme sürecinde en önemli oluşum, yönetimsel gücün toprak bazında değerlendirilmesiydi. Dolayısıyla, 2. Cumhuriyet döneminde yarım kalan bu sürecin tamamlanması gerekiyordu. Bu amaçla 1981 yılında Özerklik Antlaşması yapıldı. Buna göre, ulusal kanunların özerklik kanunu yapabilmeye destek vermesi ve yönetimsel gücün merkezden özerk bölgelere kayabilmesi için gerekli düzenlemeler yapıldı. İspanyol Anayasası’nın (1978) 2.maddesi: “Anayasa, İspanyol ulusunun parçalanmaz birliğine, bütün İspanyolların ortak yurdunun bölünmezliğine dayanır; ulusu oluşturan milliyetlerin ve bölgelerin özerklik hakkını ve kendi aralarında dayanışmasını tanır ve güvence altına alır.’’ Bask Ülkesi dahil, İspanya 17 Eyalete ayrılıyor. Fakat 1978 anayasası, Basklıların %65‟i tarafından, yukarıda belirtilen nedenlerden dolayı reddedildi. Basklılar, reddini şöyle gerekçelendirdi: ‘’Self-determinasyon hakkı yeni anayasada yer almıyor. Özerkliğe daraltılmış yetkiler sunulurken, merkezi yapı bir dehdit gibi güçlü yetkilerle donatılıyor. Bask ülkesi bölgelere ayrılıyor. Bask dili ve kimliği Bask ülkesinde ‘ikinci’ dil ve kimlik olarak ele alınıyor; bu asla kabul edilmez.’’

Anayasanın 3. maddesine göre, İspanyolca tüm İspanyolların resmi dili idi, fakat diğer dillerde, sözkonusu olduğu özerk bölgelerde İspanyolca’yla birlikte resmi dil olarak kabul edilecekti. İspanya’da İspanyolca, Baskça, Katalanca ve Galiçyaca olmak üzere 4 resmi dil vardır. Bu arada, kral Juan Carlos’da Bask ülkesindeki şiddetin sona erdirilmesi ve demokratik sürecin hızlanması için, Basklıların ulusal bayrağını resmi olarak tanıdı ve 1978’de ETA’nın siyasi kanadı HB’nayı(Herri Batasuna) yasallaştırdı. Tüm bunlar, Legal Bask örgütleriyle İspanyol hükümeti arasındaki yakınlaşmaların başlangıcını oluşturuyordu.(6).

KAS’ın alternatif kanun teklifi (Bask Ulusal Örgütleri Birliği)
Bask ulusal örgütleri birliği KAS yukarıda değinilen gerekçelerden hareketle kendi yasa taslağını hazırladı ve bunu kamuoyuna ve İspanya Anayasa Özerklik komisyonuna sundu. Bu kanun teklifinin en önemli maddeleri şunlar: Bask ülkesine bağımsız bir devlet kurma hakkı tanıma, Güney ve Kuzey Bask ülkelerinin arasındaki bağın tanınması (İspanya ve Fransa’da ki bask ülkesi kastediliyor BN), Navarre’ın Bask ülkesine tekrar dahil edilmesi, Bask ülkesinde bulunan İspanyol polis ve güvenlik gücünün buraları terketmesi.

Özerklik kanunu’nun İspanya bürokrasisi ve ordusu üzerindeki etkileri
Özerklik kanunu, 1979’da onaylanıp, yürürlüğe girdikten sonra iki önemli sorun ortaya çıktı: Birincisi, Basklıların asırlardır elde ettikleri ayrıcalıkları İspanyol anayasasına aykırı olmayacak şekilde sürdürebilmeleri ilkesiydi. Basklılar buna,‟bu ayrıcalıklar bizim tarihsel hakkımız, anayasanın bir lütfu olamaz‟ diyerek karşı çıktı. İkincisi ise, Navarre’ın bask ülkesine dahil edilmesi isteği idi. Tüm bunlar olurken, İspanya’nın giderek federalleşmesi ve merkezin zayıflamasına tepki duyan aşırı sağ basın ve ordu mensupları, Suarez’in bu uygulamalarına karşı tepki gösteriyorlardı. 23 Şubat 1981’de Madrid Parlamentosu’nda UCD Partisi içinden yeni bir başbakan seçimi yapılırken, General Tejero, 200 askerle meclise girip, tüm kabine üyelerini ve 300 milletvekilini 18 saat rehin aldı.(7)

Gonzales hükümeti döneminde açılım ve ETA’ya karşı şiddet konsepti
1982 yılında yapılan ulusal genel seçimlerde, PSOE(Sosyalist İşçi Partisi) birinci parti oldu. Gonzalez hükümeti, terörle mücadele adı altında polis gücüne büyük yetkiler verdi ve GAL gibi terör örgütlerini kurdu. Polis gücünü desteklemek için ‘’Sivil Koruyucular’’ adlı paramilliter terör örgütleri oluşturuldu. 1980’li yılların ilk yarısında, Bask ülkesinde PNV(Milliyetçi Bask Partisi) hem bölgesel hem de ulusal seçimlerde birinci parti, PSOE ise 2. parti durumundaydı. HB ise oyların beşte birini alabilmişti. 1980-1985 yılları arasında, artan şiddet eylemleri PNV içinde ayrılıklara yol açtı. Bask ülkesindeki 1990 seçimlerinde, PNV %28, PSOE %19, HB %18, EA %11 ve EE %8 oranında oy aldı. Madrid’deki ulusal parlamentoda PNV’nin 5, HB’nin 4 sandalyesi vardı.

Gonzalez, ETA ve HB’yi siyasi taktik açıdan soyutlamak için ulusal ve özellikle Bask bölgesindeki tüm partilerle(HB ve ETA hariç) terörle mücadele konusunda anti-terör antlaşması yaptı. ETA’yla mücadelede Gonzalez hükümeti polis gücünü kullanmıştır. Güvenlik güçlerinin terörü, etnik milliyetçilik ve ETA’nın şidet eylemleri bu hassas bölgede,Gonzalez hükümetinin olaylara sert ve aşırı müdahalesi (Franko döneminde olduğu gibi), bölge halkının tepkisine neden oluyordu. (8)
Yarın:Fransa ve İspanya’nın ETA karşıtlığı

ALİ ÇATAKÇIN

AKP’nin Referandum Oyunları

Yeni_Özgür_PolitikaAnayasa değişiklik paketinin 12 Eylül’de referanduma sunulmasına bir ay gibi bir süre kala paketin geçmesi için her yolu deneyen AKP Hükümeti, PTT Genel Müdürlüğü’nü de devreye koydu.
Bazı illerdeki PTT başmüdürlüklerine gönderilen emirle, şimdiye kadar sadece muhtarlıklardan alınabilen seçmen kartlarının postacılar tarafından vatandaşlara ulaştırılması istendi. AKP, Iğdır ve Antep’te de gıda ve kömür yardımı yaparak vatandaşlardan “Evet” oyu istiyor. 12 Eylül’de halk oylamasına sunulacak kısmı anayasa değişiklik paketinin oylamadan geçmesi için elinden gelen her türlü yolu deneyen AKP Hükümeti, bunu sağlamak amacıyla Türkiye’de bir ilke daha imza attı. Bugüne kadar genel veya yerel seçimlerde, referandumlarda vatandaşların oy kullanmak için sadece bağlı bulundukları muhtarlıklardan alabildiği seçmen kartları, özel olarak belirlenen bazı illerde vatandaşlar tarafından muhtarlıklardan alınmak yerine postacılar eliyle dağıtılması gibi bir uygulama yoluna gidildi. Belirlenen 20-25 il için PTT Genel Müdürlüğü tarafından söz konusu illerdeki PTT Başmüdürlüklerine gönderilen emirle, İl Yüksek Seçim Kurulları’na gidilerek seçmen kâğıtlarının PTT eliyle dağıtılması için anlaşma yapması istendi. Genel müdürlükten gelen bu yönlendirme doğrultusunda da PTT Başmüdürlükleri İl Yüksek Seçim Kurullarına başvurarak seçmen bilgi kartlarının postacılar eliyle vatandaşlara imza karşılığı teslimini sağlamak için YSK ile sözleşmeler imzalamaya başladı.

Start Bingöl’den verildi
Seçmen kartlarının postacılar eliyle tesliminin yapılması için seçilen ilk il ise son derece ilginç. Kartların postacı eliyle imza karşılığı seçmene teslimi uygulaması ilk olarak Türk Başbakan Recep T. Erdoğan ve AKP’nin Anayasa referandumunda sembolik önem atfettiği Bingöl’de başladı. Bingöl’ün ardından Mardin, Urfa ve son olarak Denizli’de de PTT Başmüdürlükleri illerindeki YSK’lere başvuruda bulunarak seçmen kartlarını postacıların dağıtması için anlaşma yaptı. Anayasa değişikliği referandumunda halkı sandık başına götürememe ve istediği oy oranını alamayacağı konusunda duyulan tedirginlik nedeniyle AKP Hükümeti tarafından bazı illerde gidilen bu “yenilik” için, ticari bir kılıf da hazırlandı. PTT tarafından il içerisinde imza karşılığı teslimi yapılacak taahhütlü bir gönderinin en düşük ücreti 3,55 TL, yine imza karşılığı teslimi yapılan bir tebligat ücreti ise 5,00 TL. Üstelik söz konusu bu türden gönderilerde postacı adrese bir sefer gitmekte ve alıcı adreste bulunmadığı takdirde de ihbar kâğıdı bırakarak alıcının gönderiyi PTT’den alması sağlanıyor ve aynı adrese ikinci bir kez gitmemektedir. Belirlenen bu söz konusu özel illerde ise durum biraz farklı. Bu illerdeki PTT Başmüdürlükleri tarafından İl Yüksek Seçim Kurulları’yla yapılan anlaşmaya göre her bir seçmen bilgi kartının dağıtımı karşılığında 0,06 kuruş gibi cüzi bir rakam belirlenmiş. Mevcut ödeme tutarının yanında belirlenen bu rakam, PTT’nin kendi çapında hükümete bir desteği olarak ta algılanabilir.

HABER-SEN: Siyasi bir talimat
Hükümetin referandumunda postacıları kendi çıkarları doğrultusunda kullanma yoluna gitmesine, postacıların örgütlü olduğu KESK’e bağlı HABER-SEN Genel Merkezi de yayınladığı bildiri ile karşı çıktı. AKP’nin bu yöntemle, bu seçimin diğer seçimlerden çok daha önemli olduğu izlenimi yaratırken, diğer taraftan boykotu kırmaya çalıştığına dikkat çekilen söz konusu bildiride, dağıtımın 0,06 kuruş karşılığında yapılacak olmasının da bu işin ticari değil, siyasi olduğunun kanıtı olduğuna vurgu yapıldı. Ayrıca, yayınlanan bildiride seçmen bilgi kartlarının dağıtımında herhangi bir aksama olması veya yanlışlık yapılması halinde postacıların seçim suçu işlemiş sayılarak haklarında yasal işlem yapılacağına da işaret edildi.

Postacıların görevi değil
11 bin postacının, 53 bin muhtarın bulunduğu Türkiye’de İl Yüksek Seçim Kurullarının muhtarları değil de postacıları tercih etmesinin kendilerinde soru işareti yarattığını dile getiren HABER-SEN, “Bu kadar az postacı normal posta hizmetlerini bile sürdürememektedir. Postacıların 49,5 milyon adet seçmen kağıdını üstelik imza karşılığı dağıtması imkansızdır. Ve görevi de değildir. Seçmen kartlarının dağıtımında ileriki günlerde yaşanacak aksamalar veya yanlışlıklarda postacının sorumlu tutulmasını kabul etmeyeceğimizin bilinmesini istiyoruz” dedi.

Al makarnayı bas ‘Evet’i
AKP bir çok seçimde yaptığı gibi yardım adı altında seçim rüşvetlerine başladı. Ramazan ayı ve referandumun birlikte gelmesi AKP’nın yardımseverliğini yeniden gündeme taşıdı! Iğdır’da AKP Kadın Kolları tarafından dağıtımı yapılan gıda paketlerini alan vatandaşlardan referandumda “Evet” oyu kullanmaları istendiği ileri sürüldü. Yardım paketlerinin dağıtıldığı Yedikasım Mahallesi’nde yaşayan Rahmiye Yalçın, Ramazan ayı ile birlikte AKP Kadın Kollarından tesettürlü kadınların, yardım paketlerini mahallede bulunan tüm evlere dağıttığını söyledi. İlk başta yardımın Valilik tarafından yapıldığını düşündüklerini ancak paketleri dağıtan kişilerin kendilerinden referandumda “Evet” denilmesini istemesinden sonra dağıtımın referandum çalışması olduğunu anladıklarını belirtti.

Camilerde propaganda
Yalçın, yardımın AKP eliyle referandum öncesi “Evet” oyu toplamak için yapıldığını belirterek, yardımın sadece ihtiyacı olanlara değil herkese yapıldığını söyledi. Yalçın ve ismini vermek istemeyen bir çok mahalleli, mahallelerinde bulunan Muzaffer ve Er Haci Camilerinde de din kullanılarak referandum çalışması yapıldığını ifade etti. Mahalleliler, kendilerine yapılan yardımların amacını bildikleri için aldanmayacaklarını belirterek, referandumda sandığa gitmeyeceklerini söyledi. Üzerinde “Koyuncu Group” yazılan yardım paketlerinde makarna, pirinç, kemalpaşa tatlısı, un, yağ, mercimek ve bulgur gibi kuru gıdaların bulunduğu belirtildi.

Antep’te kömür dağıtılıyor
AKP’nin anayasa değişiklik paketinin oylanacağı 12 Eylül’de referandumu öncesi sıcaklıkların 45 dereceye kadar çıktığı Antep’de de kömür dağıtımı başladı. Referanduma bir ay kadar zaman kalırken, Antep’te mahalle muhtarlıklarının önünde kömür için kuyruklar oluştu. Aşırı sıcakların yaşandığı bu günlerde Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı kanalıyla aile başına 650 kilo kömür veriliyor. Antep’in merkez ilçeleri Şahinbey ile Şehitkamil merkez ve köylerinde toplam 33 bin aileye kömür yardımı yapılacağı bildirildi. 54 Merkez Şahinbey İlçesi’nde 18 bin ailenin, Şehitkamil İlçesi’nde ise 15 bin ailenin kömür yardımından yararlanacağı kaydedildi.
ÖMER ÇELİK /SALİH SERTKAL/DİHA/İSTANBUL-IĞDIR