12 Ağustos 2010 Perşembe

Medyası AKP’yi kurtarmaya çalışırken…

AKP, tüm iktidar partileri gibi, özellikle ikinci kez genel seçimleri kazandıktan sonraki süreçte medya mülkiyeti alanına özel bir önem vermeye başladı. Çünkü ikinci iktidar dönemiyle birlikte neredeyse doğal olarak başlayan yıpranma/zayıflama/kan kaybetme sürecinde AKP’nin medyaya daha fazla ihtiyacı olacaktı. Parlamenter muhalefetin ve karşıtlarının sesini ne kadar kısabilir ve kendi propagandasını ne kadar sürdürebilirse, iktidarının o kadar sağlam ve uzun süreli olacağına inanıyor(du). Oysa ki medya desteği, hiçbir zaman hiçbir yerde bir siyasi iktidarın tek ve tayin edici dayanağı olmamıştır, olamaz da. Zaten sadece AKP’nin iktidara ilk geldiği 2002 yılındaki medya desteği ile bugünkü medya desteğini kıyasladığımızda bu gerçeği somut olarak görebiliriz.
Bugün Türkiye medya manzarasında televizyon ve günlük gazetelerin önemli bir çoğunluğunun halen siyasi iktidarı desteklediğini görüyoruz. Oysa ki bu medyatik/sanal gerçek, hakiki gerçeği yani toplumsal/siyasal gerçeği yansıtmıyor.
AKP, önemli bir medyatik desteğe sahip olmasına karşın mesela Mavi Marmara gibi global bir konuda ya da Kürt Açılımı gibi ulusal bir konuda kelimenin gerçek anlamıyla karaya oturdu.
Bir üst yapı kurumu olarak medya, siyasal ve toplumsal gerçeğe bayrak açarak siyasi iktidarı neredeyse gözü kapalı bir şekilde desteklemeye devam edince, ancak bir süre daha ve sadece sınırlı bir kesim üzerinde etkili olabilir.

Genel eğilim kan kaybı

Siyasi iktidar yanlısı medyanın, son dönemde referandum konusundaki yayınlarına kuşbakışı göz attığımızda dikkat çeken birkaç eğilim, evet için, ısrarlı bir haklılık ve meşruiyet arayışı ile kendinden pek de emin olmayan dolayısıyla dış destek arayan bir yaklaşımla klasik olarak muhalefeti eleştiren tutumu.
AKP’nin son yerel seçimlerde yüzde 8 oranında gerilemesi, CHP ve MHP’nin kesin bir şekilde Hayır’ı benimsemesi, BDP’nin de boykotçu tutumu, siyasi iktidarın dış destekçilerini küçük BBP ve F tipi örgütlenmeyle sınırlı tutuyor. Liberal aydın dünyacığını artık AKP’nin dışında mütalaa etmemek gerek.
Son yerel seçim yenilgisinden sonra iktidar koltuklarını kaybedenlerle kimi üst düzey bürokratların yavaş yavaş ve birer birer AKP’den uzaklaşması da içten içe kaynayan iktidar partisinin zaaflarını sergiliyor. Başbakan Erdoğan’ın yoğun ve hızlı referandum kampanyasındaki mitingleri de son yerel seçim kampanyası kadar heyecanlı ve kalabalık değil. Başbakan Erdoğan’ın son olarak YAŞ çerçevesinde TSK ile girdiği mücadelede de en hafif deyimle ofsayda düşmüş görünüyor.
Geniş yurttaş kesiminin sonuç olarak teknik bir Anayasa değişikliği olan referandum konusuyla çok fazla ilgilenmediğini, 12 Eylül günü de çok sayıda yurttaşın ilgisizlikten ya da üşenip sandık başına gitmeyeceğini bildiğinden, AKP yanlısı medya aslında pek de rahat değil.
Referandumun AKP iktidarı konusunda bir yoklamaya dönüşmüş olması da yandaş medyayı huzursuz kılıyor.
AKP’nin ‘çok akıllı’ stratejistleri, oylama gününü 12 Eylül’e alırken, büyük bir ihtimalle 30 yıl önceki darbede kendilerinin aslında askerin safında olduklarını unutmuşa benziyorlar. İdam edilen gençlerin son mektubunu gözyaşlarıyla okumak ya da Ahmet Kaya’dan medet ummak, AKP yönetiminin ne büyük çelişkiler içinde olduğunu gösteren sadece bir örnek.

Çelişkiler yumağı

12 Eylül’ün halen hayattaki en üst düzey sorumlusu emekli general Kenan Evren’e ve son darbe girişimlerinden birinin mimarı bir başka emekli general Yaşar Büyükanıt’a dokunamayan, 12 Eylül hukukunun hem ruhu hem de kurumlarını, iktidara geldiğinden bu yana kendi siyasal çıkarları için değerlendiren AKP destekçisi medyanın bu konulara hiç değinmemesi yurttaşların dikkatinden kaçmıyor.
Anayasa Mahkemesi ve HSYK konusundaki değişiklik önerilerinin gerçek anlamda bir hukuk devletini yaratmaktan çok, bir türlü ele geçiremediği yüksek yargı organlarını vesayet altına almak amacını taşıdığını herhalde AKPli seçmenler de biliyor.
CHPli bir belde belediye başkanının Evet tercihi, AKP ve AKP yanlısı medyayı bu kadar sevindirebiliyorsa, AKP içindeki MHP eskilerinin Hayırcılığını görmek onların pek işine gelmiyor.
Barış yanlısı olmadan ordu karşıtı olmak, siyasi vesayete karşı çıkmadan sadece yüzeysel bir şekilde 12 Eylül karşıtı görüntü vermek, yurttaş kesiminde kuşkulara yol açıyor. Erdoğan-Gül ikilisi, AKP ilk kez seçimleri kazandığında adeta icazet almak için öncelikle Kenan Evren’le Süleyman Demirel’i ziyaret etmişlerdi. AKP medyası bu tür ‘background’ları anımsamıyor ve yayınlamıyor.
İktidar yanlısı medya, tüm bu çelişkili konumları gizlemek/örtmek amacıyla, referandumun sivil iktidar ile askeri vesayet arasında bir tercih olduğunu, dahası demokrasi ile darbecilikle arasında bir seçim olduğu izlenimini yaratmaya çalışıyor.
Hayırcıların zayıf gerekçeleri AKP medyası tarafından aslında yeterince işlenmiyor. AKP medyasının üzerinde fazla durmadığı bir siyasi tercih de boykotçular bloku. Blok, Türkiye’deki kutuplaşmanın kırılması için önemli bir ilk adım olarak 12 Eylül sonrası siyasi ortam hakkında bir işaret veriyor.
Sonuç olarak, referandum, genel ya da yerel seçimlere oranla, iki bilemediniz üç seçenekli bir tercih olduğu için AKP ve medyası kendinden emin değil.

Sonrası daha önemli 

Ciddi bir eleştiri ve değerlendirme yapabilmek için 12 Eylül referandum sonuçlarını beklemek gerek. Sonuç ortaya çıktığında geriye dönüp AKP medyasının referandum konusundaki sunum tarzı, söylemi, içeriği, vaatleri, öncelikleri gözden geçirilmeli. Evet kazansa bile bu medya eleştirisi anlamlı. Çünkü o zaman medyatik iktidarın oylamadan önceki evet gerekçeleri ve yaklaşımı ile evet oyu kullanan yurttaşların motivasyonları kıyaslanabilir. Ayrıca AKP medyasının ikna gücü hakkında da biraz bilgi sahibi olabiliriz. Tıpkı bir kesim seçmenin sağduyusu ve siyasi tercihleri konusunda olduğu gibi…
Hayır kazanırsa, AKP medyasının siyasal/toplumsal gerçeklikten ne kadar ve nasıl koptuğunu irdelemek , sadece akademik ya da medyatik değil, aynı zamanda siyasal ve dramatik açıdan da ilginç ve eğlenceli bir çalışma olabilir.

AKP'nin 12 Eylül'ü

Freud’un yaptığı önemli tespitlerden biri, eskiden birçoklarının varsaydığı gibi rüyanın uykuyu sekteye uğratan bir zihinsel süreç olmadığı, aksine uykunun devamını sağlayan bir etkinlik olduğudur. Örneğin Christopher Nolan’ın geçen hafta vizyona giren Inception/Başlangıç filmini hatırlayalım. Filmde uyurken su dolu bir küvete düşen ana karakterimizin rüyasındaki evin pencerelerinden içeriye su fışkırması gibi; uyku sırasında vücudumuz dışarıdan gelen bir uyarıcıya maruz kalırsa, bilinçdışımız uykuyu korumak için hemen bu uyarıcıyı alıp rüyamızın hikâyesine uyarlamaya çalışır. Zira uykunun sürebilmesi için uykuda olduğumuzu fark etmememiz gerekir.
Benzer bir şekilde, bugün 12 Eylül’ü sekteye uğratacak bir özne olduğuna inanmamız beklenen AKP’nin, aslında tam da 12 Eylül’ün bizi soktuğu uyku halininin devamını sağlayan bir rüya işlevi gördüğünü kaçırıyor olamaz mıyız? Buna göre, 12 Eylül’de aldığımız darbeyle bedenimize kazınan piyasacılık, otoriterlik, muhafazakârlık, etnik düşmanlık ve sol karşıtlığı gibi travmaların bugün hızla derinleşmesinde AKP’nin ideolojik desteği zaruridir. Zira AKP tüm bu travmaları rüyamıza uyarlayarak uyanmamızı engeller. Bu yüzden değil mi ki toplumsal eşitsizlikler ve yoksulluk gözümüze “teğet geçer”? Tüm devlet aygıtlarının iktidar partisinde tekelleşmesini demokratikleşme, maden ve tersanelerde can veren işçilerimizin halini kader, dağlarda yıllardır birbirini öldüren gencecik vatandaşlarımızı “taşeron” ya da “şark kurnazı”, işçi sınıfının meydanları geri almasınıysa iktidarın lütfu sanmamız bu yüzden değil mi? Freud, “rüya uykunun bekçisidir” diye yazıyordu. AKP ise 12 Eylül’ün travmalarının...

12 Eylül’ün özü
Freud’u bir anlık unutup Marx’a dönerek bu iddiayı bir adım ileriye götürmek mümkün: 12 Eylül’ün ne olduğunu anlamak için önce AKP’yi anlamak gerekir! “Ama artık bu kadarı da fazla” diyenler çıkabilir: Geçmişe bakarak bugünü anlamak yerine bugüne bakarak geçmişi anlamak olsa olsa saçmalık değil mi? Bu sorunun yanıtını Marx’ın Grundrisse’deki meşhur cümlesinde bulmak mümkün: “İnsan anatomisi, maymun anatomisini anlamak için bir anahtar niteliği taşır. Daha yüksek bir gelişimin alt hayvan türlerindeki nüveleri, ancak üst evrim kademesi bilindiği zaman anlaşılabilir”. Bu formüle dayanarak denebilir ki, 12 Eylül’ün “özünü” ancak onun birçok yönden üst aşaması olan AKP ile birlikte okuyarak kavrayabiliriz: Örneğin 24 Ocak 1980 piyasacılığını idrak etmek ancak AKP’nin zirveye ulaştırdığı yıkıcı neoliberal reformlara bakmakla mümkündür. Darbe sonrasındaki meşhur “hep işçiler güldü, biraz da biz gülelim” sözleri ancak bugün AKP’nin sermayeyi kahkahaya boğmasıyla anlam kazanabilir. Turgut Özal’ın emek düşmanlığı, popülizmi ve din temelli vizyonu ancak Tayyip Erdoğan’ın bunları bir üst kademeye taşıması incelenerek gerçekten kavranabilir. Darbe ile birlikte resmi devlet ideolojisi yapılan Türk-İslam sentezi, ancak bu eğitimden geçmiş kadroların bugün devleti yönetmesi ile anlaşılabilir. Ve son olarak, 12 Eylül’ün yürütme organını yasama ve yargıya göre görülmemiş biçimde kuvvetlendirmesi, ancak AKP’nin 30 sene sonra yine bir 12 Eylül’de tüm bu organları kendisine bağlama girişimine bakınca berraklaşır.
Birçok sol grubun referandum paketinin 12 Eylül’ün “özünü” koruduğunu ısrarla iddia etmesi bu bağlamda tesadüf değil. Zira AKP, 12 Eylül ile hesaplaşmak şöyle dursun, aksine 12 Eylül’ü mantıksal sonuçlarına ulaştıran bir siyasi öznedir.

Oedipus kompleksi
Durum böyleyken, AKP’nin yaptığı 12 Eylül karşıtı referandum propagandasını nasıl anlamlandırmak gerekir? Bu sorunun birbirini tamamlayan iki cevabı var.
Birincisi, yakından bakıldığında, AKP’nin ne Anayasa paketinin ne de propagandasında kullandığı söylemin 12 Eylül’ün yukarıda detaylandırılan “özüne” ilişkin bir eleştiride bulunuyor olması. AKP’nin soyut bir değişim ve statüko karşıtı söylemini Şafak Türküsü’nden dizelerle birleştirip duygu sömürüsüne yüklenmesi tam da bu yüzden değil mi? Zira eğer 12 Eylül’ün özünün ve kurumlarının gerçekten üzerine gidilecek olursa, AKP’nin var oluş koşulları ve tüm siyaset zemini ayağının altından çekilir. Örneğin 12 Eylül hapishanelerinde ölen, Türkiye solunun simge isimlerinden Fatsa belediye başkanı Fikri Sönmez’in anıtının dikilmesi fikrine AKP’lilerin cansiperane biçimde karşı çıkmaları, 12 Eylül eleştirilerinin doğal sınırlarını görünür kılması açısından son derece sembolik.
İkincisi, ortada baba-oğul arasında yaşanan ve boynuzun kulağı geçmesinden kaynaklanan bir aile dramı vardır. AKP, artık otoriter baba figürü 12 Eylül ile hesaplaşacak kadar büyümüştür: Ancak otoriteye ilkesel olarak karşı olduğu için değil; doğrudan babanın yerini alabilmek için. Üç hafta önce Radikal İki’de yazdığı makalede Zafer Aydın buna değinmişti: “AKP vesayet rejimini tasfiye etmenin değil, vesayetin müdahale araçlarını ele geçirmenin uğraşı içinde ... AKP’nin paketi bu rejimi değil, vesayetin odağını değiştiriyor”. İşte bu Freudyen ilişki bizi AKP’nin Oedipus kompleksine getiriyor: Devlet aygıtından kıskandığı babasını öldürerek devlet aygıtına sahip olmak isteyen erkek çocuğunun kompleksi...
Demek ki Marx’ın “Louis Napoleon’un 18 Brumaire’i” adlı eserinde, tarihte tüm büyük kişi ve olayların iki kez ortaya çıktığını ve bunların ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak yaşandığını yazdığı meşhur satırlar bugün bir kez daha geçerli. Evet, birinci 12 Eylül gerçek anlamda bir trajediydi. Ancak sonuna kadar ondan beslenirken onu ortadan kaldıracağını iddia eden “Erdoğan’ın 12 Eylül’ü”, komedi gibi görünse de trajediden çok daha korkunç sonuçlar doğurabilir. Bu noktada otoriterleşmenin yalnızca askeri rejim ile inşa edilebileceğini sanmak ise, ancak yazının başında değinilen uyku halinin bir eseri olabilir. Başlangıç filmindeki ana karakterimizin dediği gibi, “rüyanın içindeyken onu gerçek sanırız, değil mi?”

EFE PEKER:Simon Fraser Üniversitesi, Sosyoloji Doktora

'Bir devlet' ile yüzleşmek - 1



'Devlet içinde devlet'le ya da aslında 'bir devlet'le yüzleşmek

Kürt sorununda şiddet politikası yine devrede. Hükümet özel ordu birliklerini devreye koymaya hazırlanıyor. Bu girişim ise kamuoyunda kontr-gerilla kaygısını artırıyor.

AKP hükümeti bir süreden beri kontr-gerillaya karşı mücadele verdiğini söylüyordu, ancak 'kendi yöntemleriyle mücadele verecek' özel ordu birliklerini devreye koyacak olması ciddi bir çelişki oluşturuyor.

'Kendi yöntemleri ile mücadele edenler' 1990'lı yıllarda sık sık karşımıza çıktılar. Köy yakma olaylarında, faili meçhul cinayetlerde, kayıp olaylarında, işkence vakalarında, uyuşturucu ticaretinde hep onların adı vardı.

Bazıları ise 'devlet içinde devlet' olacak kadar 'kendi yöntemlerini' geliştirmişlerdi. Her taşın altında çıkan Bucak Aşireti böyleydi.

'Kendi yöntemleri'ni deneyenlerin aslında tek başlarına olmadıkları, devletin ta kendisi oldukları yetkililerce artık itiraf ediliyor. Koramiral Atilla Kıyat, 3 Ağustos 2010'da Bölge'de 1990-2000 yılları arasında işlenen faili meçhul cinayetlerin devletin bir politikası olduğunu açıkladı ve ekledi: 'Lütfen 93'ün, 94'ün, 95'in, 96'nın, 97'nin başbakanları, cumhurbaşkanları, Genelkurmay başkanları, OHAL valileri... Yatağınızda nasıl rahat uyursunuz!'

Kıyat'ın da dikkat çektiği gibi geçmişte yaşananlarla yüzleşilmesi ve hesap sorulması gerekirken, aynı yöntemlere dönmek acıları yeniden gündeme getirecek, yerini bulması gereken adalet yine gecikecek.

Kürt sorunu acılı geçmişiyle birlikte ele alınmalı ve yüzleşilmeli. Bu gerçek bir toplumsal barış ve adalet için gereklidir.

Bu dosyamızda bu acılı geçmişten bir kesit sunmaya çalışacağız. 'Devlet içinde devlet'in palazlandığı Urfa'da olan bitenlere bakacağız ve geçmişle yüzleşmenin nereden başlaması gerektiğine işaret etmeyi hedefleyeceğiz...



Yedincisini söylediğinde sıra kendisine gelmişti

31 Temmuz 1992'de Batman Gercüş'te vurulmuştu. İlk değildi, son da olmadı. Vurulan Gündem Gazetesi'nin bir başka muhabiri Yahya Orhan'dı.

Kemal'e olduğu gibi Yahya'ya da çok üzülmüştü ve kimlerin Yahya'yı vurduğunu çok iyi biliyordu, Kemal'i vuranların kimler olduğunu bildiği gibi. Zaten devletin kirli arşivlerinde Yahya'nın devlet güçlerince vurulduğu, yıllar sonra Susurluk Raporu'nda itiraf edilecekti. Kutlu Savaş'ın hazırladığı raporda Gündem'in yazar ve muhabirlerinin devlet tarafından öldürüldüğü, faili meçhul cinayetler olarak kayıtlara geçen cinayetlerin faillerinin kimler olduğunun bilindiği belirtiliyordu. (Susurluk Raporu'ndaki bu kısımlar yıllarca sansürlendi ve kamuoyuna açıklanmadı. Ancak on yıl sonra, 2008'de Ergenekon davasının iddianamesinin ek klasörleri arasında bu belgelere de yer verilince gerçekler ortaya çıktı.)

O ise yıllar sonra ortaya çıkan bu bilgileri daha ilk gün biliyordu. Yahya'nın vurulmasından hemen sonra Gündem'deki köşesinde şunları yazmıştı: 'Basının görevi, gazetecileri öldürenlerin, gözaltına alıp işkencelerden geçirenlerin, görev yapmalarını engelleyenlerin üzerlerine gitmek olmalıdır. Özgür Gündem çalışanı katledilen gazeteci sayısı, Özgür Gündem Gazetesi'nin Gercüş muhabiri Yahya Orhan ile birlikte yedi oldu. Diyarbakır muhabiri Burhan Karadeniz de uğradığı silahlı saldırıda ağır yaralandı. Bilindiği gibi daha önce 2000'e Doğru muhabiri Halit Güngören, Yeni Ülke muhabiri Cengiz Altun, Sabah muhabiri İzzet Kezer, Özgür Gündem muhabiri Hafız Akdemir, serbest gazeteci Mecit Akgün ve Özgür Halk muhabiri Çetin Abayay, tıpkı Yahya Orhan gibi 'kimlikleri belirsiz' kişilerce öldürülmüşlerdi. Vurgulayarak yazıyorum: Bu gazeteciler 'demokratikleşme' ve 'şeffaflık' şampiyonu DYP-SHP hükümeti döneminde öldürüldüler...'

Bu satırlar onun son satırlarıydı ve bir hafta sonra o da vuruldu. Kendi hesaplamasına göre vurulan sekizinci gazeteciydi.

8 Ağustos 1992'de Urfa Ceylanpınar'da işyerine gitmek için evinden çıktıktan hemen sonra üç kişinin silahlı saldırısına uğradı. Kurşunların hedefi olmuştu. Katiller ensesinden vurmuştu, tıpkı 15 yıl aradan sonra meslektaşı Hrant Dink gibi ensesinden... 28 saat direnebildi, sonra yaşama gözlerini yumdu.

Hüseyin Deniz, Gündem'in yazarıydı ve uluslararası PEN'in üyesiydi. Yahya'yı yazarken ve vurulan meslektaşlarının çetelesini tutarken belki de sıranın kendisinde olduğunu biliyordu. Çünkü tehdit edildiğini, takibe alındığını söylüyordu çevresindekilere. Hatta ailesine katillerinin isimlerini bile vermişti: 'Kontr-gerilla elemanları Mehmet Kaya ve Mehmet Gül. Beni vururlarsa onlar vurur!'

İsim de vermişti, ancak yine de ölümü 'faili meçhul' kaldı ve bugüne kadar aydınlatılamadı.

***

Musa Anter, 13 Ağustos 1992'de Deniz için şunları yazacaktı köşesinde: 'Evet 'can' Hüseyin öldü, ama Hüseyin'in öldürülmesine seyirci kalan devlet, işkenceciler, onursuz köy korucuları ve de satılmış kontr-gerilla ölülerine şehit diyorlar. Lanet olsun, o adamlar kutsal şehitliği rezil ettiler. Onun için ben Hüseyin bunlara karışmasın diye 'öldü' dedim. Aslında bizim Hüseyin Kerbela şehidi Hüseyin'den aşağı değildir. Oğlum Hüseyin ben sana öldün diyemiyorum. Ölümün bana o kadar ağır geliyor ki, sanki öldü desem seni ben öldürmüşüm gibi geliyor bana. Ama üzülme yavrum 'Ez xale te me', sağ kaldığım müddetçe senin de yerine yazarım, yok eğer beni de öldürürlerse sana kavuşurum ki, bu kavuşma en güzel kavuşma olur.'

Kavuştular, hem de vuranların inadına güzel bir kavuşmaydı onların, çünkü halkının 'can'larıydı onlar. Musa Anter, Deniz'den sadece 42 gün sonra, 20 Eylül 1992'de aynı güçlerce Diyarbakır'da ve yine arkadan vuruldu...

***

Hüseyin vurulduğunda Urfa'da vali yine Ziyaettin Akbulut'tu ve cinayetin üstünü örtmek için yine devredeydi. Devletin zirvesi bunu yapıyordu, o niye yapmasın ki! Gazeteci Hasan Cemal gazeteci cinayetlerini dönemin Başbakanı Süleyman Demirel'e sormuştu. Demirel, 'Onlar gazeteci kimliğine girmiş birer militan' diyordu.


Beyaz Renault Kemal'i bekliyordu

O gün gazete bürosundaki işlerini bitirmiş, çalışma arkadaşlarına hemen ayrılması gerektiğini söylemişti. Çünkü köyde kalıyordu ve arabaya yetişmesi gerekiyordu. Geceye kalmamalıydı, geceler bu aralar hiç de tekin değildi.

Bir kış günüydü. Saat 17.00 sıralarında bürodan çıktı ve Kuyubaşı'dan Urfa Akçakale otobüsüne bindi. Köyün yol ayrımına geldiğinde otobüsten indi, saatler 18.30 civarlarıydı.

Acele etmişti, nereden bilirdi ki, kendisini bekleyenlere gideceğini. Kendisinden önce beyaz Renault marka araba yol ayrımına gelmişti bile ve kendisini bekliyordu.

Karanlık çökmüştü, iki el silah sesi duyuldu ve cinayeti yakınlarda bulunan bir inşaattaki bekçi Ahmet Fidan görmüştü. Katilleri hiçbir zaman tarif edemedi, belki de aynı akıbetten korktuğu içindi.

Her zamanki gibi 'faili meçhul'e kurban gittiği yazılıyordu. Ancak hiç kimse bilmese de o katillerini iyi tanıyordu.

Bir ay önce Urfa Valiliği'ne başvurdu, tehdit edildiğini ve can güvenliğinin olmadığını dilekçeyle bildirdi. Vali Ziyaettin Akbulut'tu ve dilekçeyi reddetmişti. 11 Ocak 1992'de can güvenliklerini sağlayamadığı ve gazetelerine yönelik saldırılara sessiz kaldığı için Vali'yi kınayan bir açıklamayı kamuoyuyla paylaştı. 18 Ocak 1992'de Vali'ye hakaret ettiği iddiasıyla gözaltına alındı, sorgulandı ve bırakıldı.

Tarihler 18 Şubat 1992 idi. Gözaltına alındıktan tam bir ay sonra Kemal Kılıç Urfa'da köyüne giderken vuruldu. Gündem Gazetesi Urfa Temsilcisi Kemal, aynı zamanda İnsan Hakları Derneği'nin üyesiydi ve gerçeklerin peşindeydi. Ancak peşinde koştuğu gerçekler hayatı, akıbeti oldu.

Soruşturma başlatıldıysa da, 12 Ağustos 1993 tarihinde, savcı 'cinayetin faillerini teşhis etmenin veya yakalamanın mümkün olmadığı' iddiasıyla, 20 yıllık zamanaşımı süresi sonuna kadar araştırmaya devam edilmesi kararını verdi ve dosyanın üstünü örtmek istedi.

***

24 Aralık 1993 tarihinde Diyarbakır'daki Aydın Ticaret dükkanına silahlı bir saldırı gerçekleştirildi. Saldırıyı düzenleyenlerden Hüseyin Güney yakalandı ve Güney'in üstünde 9 mm'lik Czech marka bir tabanca ele geçirildi. Balistik inceleme sonucunda Czech marka tabancanın Kemal Kılıç'ın öldürülmesi olayında kullanıldığı belirlendi ve ayrıca 14 vurma olayında daha.

Güney yargılandı ve Kemal'in öldürülmesi olayında yer almadığını ileri sürdü. Tabancayı mensubu olduğu örgütteki başka kişilerden aldığını savundu. Nihayetinde Güney yargılama sonucunda Hizbullah davasından ceza yedi, ancak Kemal'in öldürülmesi olayından muaf tutuldu.

***

Meclis bünyesinde bir komisyon kuruldu ve Meclis Araştırma Komisyonu 9'u gazeteci 908 faili meçhul cinayetle ilgili 'A.01.GEC Sayılı 1993 10/90 Meclis Araştırma Komisyon Raporu'nu hazırladı. Raporda Kemal'in öldürülmesi olayı da yer aldı. Savcılığın yaptığı ve sonuçsuz kalan araştırmasına yer verilen rapor, 'Batman bölgesinde Hizbullah'ın siyasi ve askeri eğitim verilen bir kampı bulunduğu ve emniyet güçlerinden yardım aldıkları, bölgede sorumsuzluk olduğu ve bazı resmi görevli gibi görünen grupların cinayetlere karışmış olabileceği' görüşüyle bitirilmişti.

***

Hizbullah meselesiyle birlikte ortaya çıkan yeni durumdan hareketle zamanaşımına bırakılan dosya yeniden açıldı. Dosyada dönemin Urfa Valisi Ziyaettin Akbulut'un da cinayetle ilgili görüşlerine başvurulmak istendi. İki kez Vali Akbulut ifadeye davet edildiği halde davete gitmedi. Sonuç olarak da Kemal Kılıç'ın kendisine 'can güvenliğinin olmadığı ve koruma talep ettiği yönünde herhangi bir dilekçe vermediğini ve başvuru yapmadığını', kendisiyle ilgili iddiaların 'asılsız olduğunu' ileri sürdü.

***

Kemal'in öldürülmesiyle ilgili davada hiçbir şekilde bir ilerleme kaydedilmedi, failler açığa çıkarılmadı, devlet olayı örtbas etmek için her şeyi yaptı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ise devlet gibi düşünmedi ve 2000'de Türkiye'yi cinayetten dolayı mahkum etti.

Ancak Kemal'in kimler tarafından öldürüldüğü bu kadar ayan beyan ortadayken, cinayet yine de 'faili meçhul' olarak kayıtlardaki yerini koruyor...

'Kayıpsın' diyorlar

Sivil infazlar dönemiydi, faili meçhuller artıyordu, işkence kol geziyordu ve gazeteciler gerçekleri yazmaya ısrarla devam ediyorlardı. Peşlerine düştükleri gerçekler akıbetleri olsa da, her yazdıkları gerçeğin ardından vurulsalar da, düşen gazetecilerin kalemleri yerde kalmıyordu.

Yahya'nın, Kemal'in, Hüseyin'in, Apê Musa'nın kalemi bu kez daha ömrünün baharında olan, mesleğinin daha ilk coşkunu yaşayan genç birindeydi. Her haberden sonra daha büyük bir şevk ve mutlulukla kalemine sarılıyordu ve daha cesurca gerçeklerin peşine düşüyordu.

Murat Yoğunlu Siverek'ten aradı ve 'Çok önemli bir haber var, mutlaka gelmelisiniz' dedi. Haber olur da o gitmez mi? Öğlen saatlerinde atladı arabaya ve Siverek'in yolunu tuttu. Gitti ve bir daha dönemedi, cenazesi de gelmedi.

Tarih 12 Mart 1992'ydi ve Nazım Babaoğlu daha 19 yaşındaydı. Haber için gittiği Siverek'ten kendisinden bir daha haber alınamadı.

Ailesi, çalışma arkadaşları olayın peşine düştüler, Siverek'te Emniyet Müdürlüğü'nde Nazım'ı haber için çağıran Murat Yoğunlu ile yüzleştiler. Yoğunlu hırpalanmıştı ve işe yarar hiçbir şey söyleyecek halde değildi.

Arkadaşları olayın peşini bırakmadı. Nazım'ın Siverek'te etkin olan Bucak aşiretine mensup kişilerce kaçırıldığını ortaya çıkardılar. Tanıklar vardı. Ancak Savcı Müjdat Saraç, ne bir delili ne de bir tanığı kabul etti.

Urfa'da vali yine Ziyaettin Akbulut'tu ve olayın üstüne gidilmemesi için Nazım'ın arkadaşlarını ve yakınlarını uyarıyordu, üstelik 'can güvenlikleri için'.

Bir diğer dikkat çeken isim ise, 4 Ağustos 2010'da Balyoz Darbe Planı Davası'nda tutuklanan emekli Albay Ahmet Şentürk'tü. Şentürk, Nazım kaybettirildiğinde Siverek'te İlçe Jandarma Komutanı'ydı. Nazım, yine Siverek'te kendisinden 3 ay önce gözaltına alınan ve bir daha kendilerinden haber alınamayan Ahmet Alper ve Aziz Taşkaya ile aynı akıbeti yaşadı.

Şentürk'ün Nazım'ın kaybettirilmesinden 16 yıl sonra tutuklanması üzerine Taşkaya ve Babaoğlu aileleri davaya müdahil olmak için harekete geçti. Ziyaettin Akbulut'un milletvekili olduğu hükümetin Şentürk'ten hesap sorup sormayacağı ise merak konusu... Ancak gerçek olan şu ki; Akbulut ve Şentürk'ün görev yaptığı dönemde Nazım'ın kaybettirilmesi olayının üstü örtüldü ve Nazım için 'Kayıp' dediler.

***

Nazım'ın hikayesini yazdılar, tarih 2004'tü. 'Kayıpsın Diyorlar' adıyla kitap yayınladılar. Devlet kitaba dava açtı ve yayıncı ceza yedi. Failleri koruyanlar, olayın üstünü örten dönemin valisini milletvekili yapmış, olayın aydınlatılmasını isteyenleri ise cezalandırmıştı.

Son sözleri 'Saldırganları şahsen tanıyorum' oldu

Kemal'in, Hüseyin'in ve Nazım'ın akıbetini soruyordu, her gün dile getiriyordu. Siyasette aktifti ve aynı zamanda insan hakları aktivistiydi.

Her cinayeti sorduğunda, dile getirdiğinde tehdit ediliyordu ve bu işlerin peşini bırakması isteniyordu. Ancak o bildiğini yaptı ve gerçeklerin peşini bırakmadı.

1993 Nisan ayıydı, Köy Hizmetleri'ne gidecekti, çünkü kendisi aynı zamanda Ziraat Mühendisi olarak bu kurumda emek harcamış biriydi. Özel Timler ondan önce gitmişlerdi ve onu almaya çalışmışlardı. Tuzaktan kurtuldu ve dönemin valisi Ziyaettin Akbulut ile Urfa Emniyet'i Siyasi Şube Müdürü Mustafa Tekin'i aradı. Akbulut ve Tekin olayın üstünü örtmeyi tercih etti.

1993'ün Eylül ayında ise bir genç yaklaştı ve arkadan vurmak istedi. Ancak şoförü Mehmet Ayyıldız, daha hızlı davrandı ve cinayeti önleyebildi. Yine Siyasi Şube Müdürü Mustafa Tekin'i aradı. Tekin kendisini Emniyet'e çağırdı ve tehdit etti: 'Urfa'da bir polis ölürse sorumlusu sensin, seni de biz öldürürüz.' O da babasına bunları anlattı ve ekledi: 'Öldürülürsem Terörle Mücadele Şube Müdürü Mustafa Tekin sorumludur.'

Komplolar, takipler ve tacizler bitmedi. O da ısrarla doğru bildiklerini, sadece gerçekleri dile getirmeye devam etti.

Peşini bırakmadılar. 2 Haziran 1994'te, sabah saat 8.30 sıralarında evinde çıktığı sırada çapraz ateşe tutuldu. Daha önce kendisini ölümden kurtaran şoförü Mehmet olay yerinde yaşamını yitirdi. O ise ağır yaralı olarak Urfa Devlet Hastanesi'ne kaldırıldı. Ancak kurtarılamadı.

Son sözleri ise şunlar oldu: 'Saldırganları şahsen tanıyorum. Çünkü uzun süreden beri beni izliyorlardı. Çeşitli kereler yüz yüze geldiğim kişilerdi. Yani bize kurşun sıkanlar, önceden beni izleyen sivil polis ekibinden kişilerdi...'

Muhsin Melik de Urfa'da vurulmuştu. HEP, DEP ve son olarak HADEP'te önemli görevler üstlenmiş bir Kürt siyasetçiydi. Gerçekleri dile getirmekten, tehditlerden korkmuyordu. Ondan korkanlar onu da vurmuştu.

Kendisini rahat bırakmayan Urfa Emniyeti'nden Siyasi Şube Müdürü Mustafa Tekin'di. Urfa'nın Valisi de Ziyaettin Akbulut'tu.

Dönemin Urfa İl Jandarma Alay Komutanı ise Albay Seral Saral'dı. Ayrıca yüzlerce korucusuyla bölgede 'devlet içinde devlet' olanlar Sedat Bucak'ın aşireti Bucaklardı.

Nuri FIRAT

Jeopolitik Camii!


Iğdır merkezde 2005 yılında yapımına başlanan ve Ermenistan'dan da görülen Merkez Camii'nin kubbesine yıldırıma karşı paratoner yerine Türk bayrağı takıldı. Müftülük ise internet sitesinde de camiye ilişkin, 'Camimizin coğrafi konumu çok büyük öneme haizdir. Sınırda bulunduğu için Ermenistan'dan da görünmektedir' diyerek ilginç ibarelere yer verdi.

Minareden ırkçı propaganda

Iğdır merkezde Iğdır Müftülüğü tarafından cemaatin ihtiyacı doğrultusunda 2005 yılından itibaren 2 bin 150 metrekare alan üzerine yapımına başlanan ve Ermenistan'dan da görüldüğü belirtilen Merkez Camii'nin kubbesine yıldırımdan korunması için paratoner yerine Türk bayrağı takıldı. Müftülük internet sitesinde camiye ilişkin, 'Iğdır merkez camimizin bu ihtişamlı özelliklerinin yanında coğrafi konumu da çok büyük öneme haizdir. Konum itibarıyla sınırda bulunduğu için Ermenistan'dan da görünmektedir' şeklinde ilginç ibarelere yer verildi.

5 YILDIR BİTMEDİ

Iğdır Müftülüğü tarafından yapımına 2005 yılında başlanan Merkez Camii'nin inşaatı halen devam ediyor. 2 bin 150 metrekare alan üzerine temeli atılan ve 10 bin kişinin aynı anda namaz kılabileceği belirtilen Merkez Camii, büyük bir kubbe etrafında dört küçük yarım kubbesi bulunan, ayrıca dört büyük minarenin de dikileceği büyük bir inşaat. Yapımı devam eden caminin Ermenistan'dan görülebildiği de belirtiliyor. Müftülük tarafından yapılan caminin kubbesine yıldırım ve şimşeklerden korunmak için paratoner takılması gerekirken, müftülük sitesinde 'Ermenistan'dan da görünmektedir' denilen caminin kubbesine Türk bayrağı asıldı.

ART NİYET YOKMUŞ!

Iğdır Müftülüğü'nün resmi internet sitesinde caminin yapımına yardım toplayabilmek için yayınladığı yardım metninde de caminin yapıldığı yerin coğrafi konumuna dikkat çekilerek, şu cümlelere yer veriliyor: 'Iğdır merkez camimizin bu ihtişamlı özelliklerinin yanında coğrafi konumu da çok büyük öneme haizdir. Konum itibarıyla sınırda bulunduğu için Ermenistan'dan da görünmektedir... Bu topraklara atılan Müslümanların imzası ve İslam'ın simgesi niteliği taşımaktadır.' Konuya ilişkin görüşlerine başvurduğumuz Iğdır İl Müftüsü Nuri Değirmenci, sitede belirtilen Ermenistan ile ilgili kısmın doğru olduğunu, bunu yazarken bir art niyet taşımadıklarını iddia etti. Değirmenci, Iğdır'ın vatanın bir toprağı olduğundan beri ilk defa böyle bir cami gördüğünü ve bunun da İslamiyet'in nişanesi olduğunu söyledi. Müftü Değirmenci, cami kubbesine paratoner yerine bayrak takılmasına da 'geçmişten gelen bir addettir' dedi.

Salih SERTKAL
IĞDIR - DİHA

NEDEN BOYKOT?

12 Eylül askeri darbesinin eseri olan 1982 anayasası üzerinde yapılan onlarca değişiklik,  demokratikleşme yönünde köklü bir iyileşme yaratmamış, söz konusu anayasanın toplumsal meşruiyet kazanmasına yetmemiştir.

Birçok temel sorunun çözümü için yeni ve demokratik bir anayasaya ihtiyaç olduğu açıktır.  Hükümet, toplumsal beklentilerin çok gerisinde kalmış, demokratik yeni bir anayasa hazırlama fırsatını değerlendirmemiş, attığı sembolik adımlardan bile geri dönmüştür. Meclis çoğunluğuna dayalı bir oylamayla “paketi”  referanduma taşıyarak ülkeyi kısır bir kutuplaşma sürecine sokmuştur.

 “Mevcut anayasanın yama tutmadığı” bizzat AKP mensupları tarafından defalarca dile getirilmiş olduğu halde iktidar toplumun önüne bir kez daha temel sorun alanlarına dokunmayan bir paketle yamalanmış, anti-demokratik özü değişmemiş bir anayasa getirmiştir.

Paketli haliyle de paketsiz haliyle de bu Anayasa'da kadınlar, emekçiler, Aleviler, Kürtler, dini inançlarından, cinsel kimliklerinden ötürü ayrımcılığa uğrayanlar yoktur: Kendileri de yoktur, talepleri de yoktur!


Demokratik temsili engelleyen, halkın iradesinin önüne set çeken seçim barajını savunan zihniyetin, ileriye dair umut verebilecek bir demokratikleşme kararlılığından da söz edilemez.


Bu koşullarda yapılan referandumun evet de dense, hayır da dense mevcut anayasayı halkoyu ile meşrulaştırmaya hizmet edeceğini, yeni anayasa beklentilerini öteleyeceğini düşünüyoruz.  Yeni makyajlarla sürdürülen statükoya oy vererek bu kandırmacaya alet olmak istemiyoruz.


*  Hiçbir kesimi dışlamayan katılımcı bir anlayışla, hak ve özgürlük eksenli bir anayasayı hayata geçirmek için bir araya geliyoruz.


*  Tek tip yurttaş yaratmayı düstur edinen, bu ülkenin farklı halklarını, inanç, kimlik ve kültürlerini bu toplumun aslî unsurları olarak kabul etmeyen darbe anayasasının kısmi değişikliklerle demokratik nitelik kazanmayacağını bir kez daha hatırlatma ihtiyacı hissediyoruz.


*  Yeni ve demokratik bir anayasa istediğimiz için bu oyunda yer almayacağımızı, seslerimizin, taleplerimizin  “evet” ya da “hayır” oyları arasında kaybolmasına, silinmesine izin vermeyeceğimizi, referandum sandığına gitmeyeceğimizi kamuoyuna bildiriyoruz.


Özgürlüklerden, insan onurundan ödün vermeyen,  emekten ve ezilenlerden yana olan herkesi, katılımcı bir süreçle yapılacak yeni demokratik bir anayasa için birlikte mücadele etmeye davet ediyoruz.


Yeni anayasa’da toplumsal muhalefetin sesini duyurmaya davet ediyoruz!

Ateşkes ve Referandum

Gözler kaç gündür Kandil’e çevrilmiş bulunuyor. PKK‘nin yeniden ateşkes ilan edeceği söyleniyor.

Belki de siz bu satırları okuduğunuzda PKK ateşkes ilan etmiş olacak. İlan edilirse eğer bu PKK‘nin savaşla geçen son 26 yılda ilan ettiği 7’inci ateşkes olacak.

Bu bile başlı başına kimin savaşa karşı, kimin savaştan yana olduğunu göstermeye yetiyor.

Bu tablo tek taraflı ateşkeslerin savaşı durdurmaya ve Kürt sorununun barışçıl demokratik çözümünü sağlamaya yetmediğini, Türk devletinin savaşta ısrar ettiğini bütün açıklığıyla gözler önüne seriyor.

Bu aynı zamanda savaş devam ederken PKK’ye ateşkes çağrıları yapan sivil toplum örgütleri ve aydınların ateşkes sonrası sorumluluklarını yerine getirmediklerini de gösteriyor.

2009 yılı Nisan ayında ilan edilen ateşkes bunun en çarpıcı örneğini oluşturuyor. O süreçte ateşkes çağrıları yapanlar ateşkesten sonra Türk ordusu ve AKP Hükümeti savaşı dayatırken üç maymunları oynadılar.

Ateşkesten hemen sonra Kürt siyasetçileri kitlesel olarak tutuklandı. Kürt partisi kapatıldı ve yetmezmiş gibi askeri operasyonlar yoğunlaştırıldı. Bir avuç insan dışında buna itiraz eden olmadı.

Savaş da zaten bu yüzden yeniden başladı. Güçlü bir kamuoyu tepkisi verilseydi ve demokratik yollardan sorunun üzerine gidilseydi silahların yeniden patlaması mümkün olmazdı.

Ancak bu yapılmadı. Birçok kişi ve çevre üç maymunları oynadı. Ve savaş yeniden başladı. Başlayınca da liberal kesimle yeminli PKK düşmanı Kürtler AKP’nin psikolojik savaşına katılıp komplo teorilerine sarıldılar.

PKK’nin savaşı AKP’yi zayıflatmak ve Ergenekon’a destek vermek amacıyla başlattığı teranesini dillerine doladılar.

Bu baylar şimdi ne diyecekler doğrusu merak ediyorum. Referandum öncesi ilan edilecek bu ateşkes hükümetin elini güçlendirmeyecek mi? PKK bu kararıyla AKP’yi rahatlatmış, ona yeni bir şans vermiş olmayacak mı?

Tabii, şimdi Ergenekoncu’lar PKK’yi AKP’yle ‘işbirliği‘ yapmakla suçlayacaklar. Komplo teorileri üretme sırası şimdi onlarda. Fakat AKP ve yandaşları gibi Ergenekoncu’ları da ciddiye almamak gerekiyor.

PKK, Ergenekon’a destek amacıyla savaşmadığı gibi AKP’ye destek amacıyla da ateşkes ilan etmiyor. Kürt halkının çıkarı neyi gerektiriyorsa onu yapıyor. Bu bazen Ergenekon’un bazen AKP’nin işine geliyor olabilir.

Bunun önemi yok. Önemli olan Kürt halkına hizmet edip etmediğidir?

Bu nedenle bunlara kulak asmak yerine önümüzdeki referanduma bakmalıyız.

Zira, AKP’nin başını çektiği dinci gericilikle, ordunun başını çektiği ırkçı gericilik arasındaki rant kavgası referandumla birlikte kritik bir aşamaya gelmiş bulunuyor. Türkiye’nin gerçek manada demokratikleşmesi ve Kürt halkının kazanımlarının korunması açısından iki cephenin de referandumdan zayıflayarak çıkması gerekiyor.

Bakmayın; ırkçılarla dinciler arasındaki iktidar kavgasının ‘demokratikleşmeyle‘ herhangi bir alakası yok. Buradan ‘demokrasi‘ çıkacağı tezleri gerçeği yansıtmıyor. Bunu söyleyen her kimse AKP’den nemalanmıyorsa hayal görüyor.

Çünkü AKP’nin ‘demokrasi‘ gibi bir kaygısı yok. AKP Türkiye’nin bu ihtiyacını kendi çıkarları doğrultusunda kullanıyor. AKP ‘demokrasiyi‘ sadece sömürüyor.

Türkiye’nin demokratikleşmesi için her şeyden önce ırkçı ve dinci blokun geriletilmesi, güçlü bir demokrasi cephesinin örülmesi gerekiyor. Referandumunun önemi de burada ortaya çıkıyor.

Bugün hem Türk halkının hem de Kürt halkının çıkarları anayasa paketini güçlü bir şekilde ‘boykot’ etmeyi gerektiriyor. Türkiye‘nin demokratikleşmesinin, Kürt sorununun barışçıl bir şekilde çözülmesinin ve yeni bir anayasa yapılmasının yolu buradan geçiyor.

Kürt iradesinin güçlenmesi ve yeni mevziler elde edebilmesi için de özellikle Kürdistan‘da AKP’ye karşı ezici bir üstünlüğün sağlanması gerekiyor.

Çünkü, Kürt halkı için asıl tehdit CHP’den ya da MHP’den değil AKP’den geliyor. Kürt halkının ağır bedeller ödeyerek yarattığı kazanımları bugün asıl olarak AKP tehdit ediyor.

Türk ordusu Kürtleri fiziken, AKP‘yse siyaseten tehdit ediyor. Ordu öldürerek, AKP tasfiye ederek bitirmek istiyor.

Fakat TC kurulduğundan bu yana ordu Kürtleri öldürse de sonuç alamıyor. Aksine sorun giderek derinleşiyor. Türk ordusunun Kürtleri öldürerek bitirmesi mümkün olmuyor.

Geriye yalnızca AKP’nin siyasi tasfiyesi kalıyor. Türk ordusu esas olarak bu yüzden AKP’yi iktidarda tutuyor. Aralarında çelişki olsa da AKP’ye Kürtleri tasfiye edeceği umuduyla destek veriyor.

Kürtler önce AKP’nin yedeğine düşürülmek, sonra da Türk-İslam sentezi içerisinde eritilmek isteniyor. Denize düşenin yılana sarılması misali Kürtler karşısında açmaza düşen ordu AKP’ye bu nedenle yapışmış, bırakmıyor.

Kaldı ki AKP Kürtlere Kürdistan’ı Türk-İslam kılıcıyla yeniden fethetmekten ve onları Ortaçağ karanlığına gömmekten başka bir şey vaat etmiyor.

Kürtler söz konusu olduğunda Tayyip Erdoğan, Ariel Şaron’u aratmıyor.

‘Kadın da olsa çocuk da olsa gereği yapılacaktır‘ diyen başbakanın elinde 2006 yılında Amed’de vahşice katledilen 9 Kürt çocuğunun kanı duruyor.

Kimse AKP’yi allayıp pullamasın. Kimse kendini de kandırmasın; Kürt meselesi çözülecekse eğer AKP’nin de CHP ve MHP gibi Kürtler karşısında iflası yaşamasıyla çözülecektir.

Aksi halde savaş devam edecektir. Yalaka Kürtlerin arkasına dizildiği AKP bugün militarist sistemin son umudu, Türk ordusunun ülkemizdeki son kalesidir. Bu kalenin çökmesi Kürtlerin geleceği açısından yaşamsal önemdedir.

Referandumda Kürdistan’da güçlü bir ‘evet’ çıkarsa AKP güçlenecektir. AKP’nin güçlenmesi Kürtlerin güçten düşmesi anlamına gelecektir.
AKP o zaman ‘bu iş bitti, Kürtlerin bir sorunu yok, sorun PKK’dir’ diyecek ve dış dünyadan alacağı destekle Kürt halkının üzerine yürüyecektir.

Bunun önlenmesi için güçlü bir ‘boykot’ gerekmektedir. Kürt halkının iradesini güçlü bir şekilde ortaya koyması birçok dengeyi değiştirecektir.
Kürtlerin Türkiye’de ve dünyada eşit ve saygın bir yeri olacak mı yoksa olmayacak mı? Referandumda Kürtler esas olarak bu soruya cevap vereceklerdir.

Kirli savaşın sona ermesinden, sorunun barışçıl çözümünden yana olan ve hem Türkiye’de hem de dünyada Kürtlere saygın bir yer açmaya çalışan her Kürdün ‘boykot’ demesi gerekmektedir.

gunayaslan@hotmail.de

Beşikçi Hoca ve Kürtler-2

Beşikçi Hoca’nın yeni kitab’ının çıkacağı, Türkiye’deki ve Avrupa’daki Kürtler arasında çabucak yayıldı. Herkes “Devletlerarası Sömürge Kürdistan” kitabını merakla bekliyordu. Kitap çıkınca, Kuzey Kürdistan’daki ve Avrupa’daki Kürtler arasındaki Beşikçi dengeleri altüst oldu. Daha önceleri İsmail Hoca’yı baştacı edenler, kitaplarını basıp, satanlar yeni kitabında özellikle ”İlk Kurşun” belirlemesine ise kızıyorlardı. Hoca’nın son kitabı bu çevrelerin Avrupa’daki etkinliklerde açtıkları standlarda masa altına indirilmişti. Her gün benim adresime Beşikçi’ye yönelik tomarlar dolusu eleştiri mektupları geliyordu. Bende mektupları kendisine iletiyordum.

Diğer taraftan “Devletlerarası Sömürge Kürdistan” kitabı basılıncaya kadar Beşikçi için tek kelime yazmayanlar, duruşmalarına, mahpusluk sürecine sahip çıkmayanlar, yeni kitabındaki doğru belirlemelere sıkıca sarılıp ona sahip çıkıyorlardı.

Beşikçi bir bilim adamıydı. Çevresinde olup bitenleri, olguları, olgular arası ilişkileri algılama metodu ile kavramaya çalışıyordu. Kürdistan’ın “devletlerarası sömürge olduğunu”, bu sömürgeci yapının kırılarak ‘’Kürtlerin de Kendi Kaderleri’’ üzerinde söz sahibi olmalarının vaçgeçilmez hakları olduğunu 1975-78 döneminde Komal Yayınları tarafından basılan “Türk Tarih Tezi Güneş-Dil-Teorisi ve Kürt Sorunu”, ”Kürtlerin Mecburi İskanı”, ”Cumhuriyet Halk Fırkasının Tüzüğü ve Kürt Sorunu” kitaplarında, mahkemelerde yaptığı savunmalarında, yazdığı makalelerde açıkça savunuyordu. Bu nedenlede Aziz Nesin tarafından “İngiliz ajanına” benzetiliyor. (Bkn. Bir Aydın, Bir Örgüt ve Kürt Sorunu - Melsa yayınları), MHP kırması liberal demokratlarında eleştirilerine hedef oluyordu. İşin ilginç tarafı sol geçinen Kürt entelijiyansının Aziz Nesin hayranlığı eksilmediği gibi, Troçkist kırması, TKP kırması şimdilerde liberal Kürt demokratı geçinenlerde MHP kırması Taha Akyol’a “siyasi “danışmanlık görevlerini sürdürüyorlar. Bunlar üstüne üstlük Beşikçi’nin de dostları oluyorlar. Beşikçi Hoca bilimsel metodlarla algıladığı olguları savunmaya devam ediyor. 1999 Mayıs ayından itibaren Kürt Özgürlük Mücadelesinin Önderliğine mesafeli durdu. Uzun müddet sessizliğini korudu. Onun bu sessizliği 1990’larda kendisine karşı tavır alanları rahatsız ediyordu. Beşikçi’nin de çapsız politikacılar gibi Özgürlük hareketine seviyesiz eleştiriler yöneltmesini arzuluyorlardı.

Oysaki Beşikçi bir bilim adamıydı, bilim adamlarının eleştirileri de seviyeli olurdu. Nihayet seneler sonra yazmaya, görüşlerini kamuoyu ile paylaşmaya başladı. Bu nedenlede hakkında soruşturmalar açılmaya başlandı. 28 Temmuz 2010 tarihinde tekrar İstanbul 11.Ağır Ceza mahkemesinde hakim karşısında idi. Yazdığı bir makalede Kürtlerin Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı’nı savunduğu için terör(!) örgütünün propagandasını yapmakla suçlanıyordu. Oysaki o her zaman Kürtlerin Devlet Kurma Hakkı’nı savunmuştu. PKK’nin kuruluşundan önce de, sonra da. 15 Ağustos atılımından önce de, sonra da... Bu nedenle de “Devletlerarası Sömürge Kürdistan” kitabında 15 Ağustos atılımını Franz Fanon’un “Dünyanın Lanetlileri” kitabındaki belirlemesinden esinlenerek “İlk Kurşun” olarak nitelemişti. Kürt kadınının gerillaya katılımını çoşku ile karşılamıştı. Kürdistan’da sömürgeci yapının kırılmaya başladığını, Kürt toplumunun kabuk değiştirdiğini anlatmıştı. Bunların hepsi bir bilim adamının olguları ve olgular arası ilişkiler algılama metodu ile gerçeklere ulaşması idi.

Bu bilimsel olgular o zaman Özgürlük hareketi karşıtlarını tedirgin etmiş, Beşikçi’nin aleyhinde uluslararası platformlarda kullanılmıştı. Nitekim ismi bende saklı bir ülkenin PEN klubü Beşikçi’ye daha önce verdiği onursal üyelik payesini dondurmuştu. Bir dostumdan aldığım fax üzerine Londra’da Uluslararası PEN klubünün sekreteri Mandy Graner ile konuyu görüştüğümde bana aynen şunları söylemişti; ”Bizler Beşikçi’nin kitaplarında neler yazıldığını bilmiyoruz. Kitapların içeriğini bize Kürtler gelip anlatıyor”. Sevgili Mandy ile konuyu uzun uzadıya tartışmıştım.

Kürtlerin Beşikçi gibi bilim adamlarına, onların yazdıklarına, söylediklerine doğru yaklaşmak, kavramak gibi bir yükümlülükleri vardır. Bende Beşikçi’nin bazı belirlemelerini onaylamıyorum. Örneğin BDP’nin boykot kararına karşı, çevresindeki, yukarıda niteliğini belirttiğim eksperlerin estirdiği rüzgar doğrultusunda karşı çıkıyor. Bunu yapıyor diye onun bütün doğrularını elimin tersi ile itemem ki! İtersem sıkıyönetim, DGM’lerdeki savunmalarımı, cezaevlerinde yaptığım ziyaretleri, Hoca’nın onyedi yılını geçirdiği cezaevi günlerini, Kürtlerin Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı’na sahip olması için verdiği mücadeleyi görmemezlikten gelirim.

serhatbucak46@hotmail.de

‘Irkçılık bir görüş değil suçtur!’

Yeni_Özgür_Politika Fransa’da ulusal kimlik tartışması sürüyor. Bu tartışma Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin İsviçre’deki minare referandumuyla ilgili olarak Le Monde gazetesine yazdığı bir yazıyla daha da alevlendi. Sarkozy’nin yazısı, hükümetin 2 Kasım’da başlattığı, ‘’Kimlik üzerine büyük ulusal tartışma“nın bir parçası. Hükümetin hedefi, Fransa’nın ‘’Geleneksel değerlerinin“ altının çizilmesi olarak kamuoyuna açıklandı.
Fransa’da ulusal kimlik tartışması sürüyor. Bu tartışma Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin İsviçre’deki minare referandumuyla ilgili olarak Le Monde gazetesine yazdığı bir yazıyla daha da alevlendi. Sarkozy’nin yazısı, hükümetin 2 Kasım’da başlattığı, „Kimlik üzerine büyük ulusal tartışma“nın bir parçası. Hükümetin hedefi, Fransa’nın „Geleneksel değerlerinin“ altının çizilmesi olarak kamuoyuna açıklandı. Fransız solu ise ilk etapta bu tartışmaya karşı olduğunu belirtmesine rağmen hükümet ve Sarkozy’nin yürüttüğü kampanya karşısında cılız bir sesle hareket etti. Ardından daha güçlü bir sesle, Fransız aydınlar Sarkozy’ye, „Bu tartışmayı durdurun. Irkçılık bir görüş değil, bir suçtur“ çağrısı yaparak bir kampanya başlattı. Hükümete en güçlü yanıt aydınların çağrısıyla geldi. 


Göçmenler yaftalanıyor!
Çağrıda, „Ulusal kimlik tartışmaları, ırkçı söylemin özgürce ifade edildiği bir mecraya dönüştü. Bu söylemin sahipleri, Fransa nüfusunun bir bölümünün, Fransa toprakları üzerindeki varlığının meşruiyetini tartışmaya açmaya hazırlar. Bu bağlamda yapılan toplantıların ciddi bir kısmı bizi utandırıyor, söylenenler vicdanımızı yaralıyor. Bütün büyük demokrasiler gibi bizim ülkemizde de, ırkçılık bir görüş değil, bir suçtur“ deniliyor.
Sinema sanatçılarından sivil toplum örgütü temsilcilerine, yazarlardan belediye başkanlarına kadar geniş bir grubun imzası bulunan çağrıda, siyasetçiler göçmenlerin yaftalanmasına göz yummakla suçlanıyor, Sarkozy’ye en yakın bakanlardan biri olan Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Nadine Morano özellikle eleştiriliyor. Morano, Müslüman gençlerle yaptığı bir toplantıda, „Ülkenizi sevin, argo konuşmayın ve şapkalarınızı düzgün takın“ demişti. Tartışmanın durdurulmasını isteyen aydınlar bir çağrı metniyle karşıt kampanyalarını başlattı.

Kampanyada, şov dünyasının önde gelenleri dahil, 140’ı aşkın ünlü imza verdi. Fransa’nın ırkçılıkla mücadele derneği de (SOS) kampanyanın öncüleri arasında yer alıyor. Çağrı metni Liberation gazetesine tam sayfa ilan olarak verildi. Sinema sanatçıları Isabelle Adjani, Josianne Balasko ve Yvan Attal, sanatçı Jane Birkin, felsefeci Benjamin Stora ve Bernard-Henri Levy kampanyanın aktivizleri arasında yer alıyor.

Seçim ve aşırı sağ tabana yatırım!
Kendisi de Macaristan göçmeni bir babanın oğlu olan Sarkozy, Fransa Cumhurbaşkanı seçilirken göçmenlerin yanında değil, karşısındaydı. Sarkozy’nin, gelen eleştiriler karşısında ‘ırkçı’ olmadığını iddia etmesi, kendisinin yakın geçmişine bakıldığında ne kadar gerçekten uzak bir açıklama olduğu görülecektir. Sarkozy, seçime girdiği dönemde Paris’in banliyölerinde Kuzey Afrikalı ve diğer göçmen gençler ayaklanmıştı. Ayaklanmanın sert bir biçimde bastırılması emrini veren Sarkozy, haksız tutuklamaların ve göçmenlere yönelik dışlayıcı açıklamaların gölgesinde göreve geldi. Yürüttüğü bütün seçim kampanyasını da göçmen karşıtı bir temele dayandırıyordu. Bu durum seçimden sonra da değişmedi.
Sarkozy’nin, Fransa’da ulusal kimlik tartışmasını alevlendiren, İsviçre’deki minare referandumuyla ilgili yazısı Aralık ayının başında Le Monde’da yayımlanmıştı. Sarkozy bu yazıda Müslümanlara, „dini gösterişsiz ve provokasyonlardan uzak yaşayın“ çağrısı yaptı.
Konu İsviçre’den kaynağını almış gibi gözükse de asıl olarak UMP ve Sarkozy’nin yaklaşan yerel seçimler, ekonomik kriz ve Sarkozy’nin kitleler nezninde güvenini kaybettiğine dair 2009 yılı sonuna doğru açıklanan anketlerdi.

Bunlardan en önemlisi de Fransa’nın bütün yasa ve yönetmeliklerle sıkıştırılmaya çalışılan göçmenler üzerine yeni plan ve programların olduğu gerçeği. Bu nedenle yine alt kimlikleri, din olgusunu, milliyetçiliği körüklemek bir çıkış noktası haline geldi. Sarkozy’nin yazısında belirtiği şu cümleler tam da bu anlamı taşıyor: „Hıristiyan medeniyetinin böylesine derin bir iz bıraktığı, cumhuriyetin değerlerinin ulusal kimliğin bir parçası haline geldiği ülkemizde, bu mirasa meydan okuyan her adım, Fransız İslam’ının kuruluşunu başarısızlığa sürükleyecektir.“
 Avrupa’da en fazla Müslüman nüfusa sahip ülke olarak bilinen Fransa’da Sarkozy’nin bu yazısı, aşırı sağcı Le Pen’nin oylarına göz dikmek olarak yorumlanıyor.



‘Düşman’ yabancı!

Bu tartışmaya halk ne diyor sorusu ise yine yapılan kamuoyu anketleriyle açıklanıyor. Le Parisien gazetesinde çıkan bir kamuoyu yoklaması, Fransızların yüzde 50’sinin bu tartışmadan mutlu olmadığını ortaya koymuştu. Hükümetin yapmış olduğu tartışma halkın içerisinde bir zemin yarattığı sinyalleri ağırlıkta. Özellikle Fransa’da ekonomik ve sosyal krizle birlikte halkın kendisinin rakibi olarak yabancıları görmesi yönünde yürütülen çok yönlü kampanyanın sonucu olarak Fransa’da ulusal kimlik ve milliyetçilik daha geniş bir zemin bulmaya başlıyor. 
Fransız aydınlar, bu tür bir tartışmanın ilerlemesi durumunda ülkede İslam karşıtlığını artıracağı yönünde görüş belirtiyorlar. Le Monde gazetesinde Sarkozy’nin kaleme aldığı yazı ile alevlenen söz konusu tartışma, kısa sürede de durulacağa benzememektedir. Kasım ayı başlarında Sarkozy’nin merkez sağ hükümeti, Fransız olmanın ne anlama geldiğini açıklamak üzere bir internet forumu üzerinden vatandaşları tartışmaya davet etmişti.

Tartışmaların hararetlenmesi ve farklı yönlere kayması doğrultusunda getirilen eleştirilere rağmen Sarkozy, ‘kayda değer bulduğu’ tartışmayı savunurken aynı zamanda da tartışmaya karşı olanları karmaşık sorunlarla uğraşmaktan korkmakla suç- lamıştır.
Fakat eleştirileri haklı çıkarırcasına mevcut tartışmalar, Fransız ulusal kimliğinin ötesinde bir zemine kaymış görünmektedir.

Irkçı söylem-merkez sağ!
Bazı Fransız aydınlarının ulusal kimlik tartışmalarının ırkçı söylemin özgürce ifadesine dönüştüğüne yönelik eleştirilerini büyük ölçüde doğrulayan Sarkozy’nin çıkışlarındaki önemli unsur ise seçimlere hazırlık olduğu çok açık.
Fransa, önümüzdeki Mart ayında gerçekleştirilecek olan bölgesel seçimlere hazırlık için kolları sıvamış durumda. Özellikle aşırı sağcı Ulusal Cephe (Front National) Partisi Başkanı Le Pen’in minare referandumunu kullanarak Fransız toplumunun kimliksel endişelerini sömürmesi olasılığı Sarkozy’i böyle bir tartışma başlatma konusunda güdüledi.
Bu tür konuların Avrupa’daki seçimlerde propaganda malzemesi olarak kullanılmasına ilk defa şahit olmuyoruz.
Özellikle göçmenlerin ekonomik ve sosyal sorunlarının salt tek-taraflı entegrasyon sorunu olarak kullanıldığı ve potansiyel terör unsuru olarak lanse edildiği pek çok seçim yaşanmıştır. Bugün oynanan oyun ise daha tehlikeli olarak görülüyor.
Tehlikenin birinci boyutunu, aşırı sağcı partilerin ve liderlerin Avrupa’da destek görmesinin ötesinde merkez sağda yaşanan zemin kaymasında aramak gerekmektedir.
Sarkozy örneğinde olduğu gibi aşırı sağcı söylemlerle siyasetin merkezinde yer alan partilerin aşırı uçtaki partiler gibi siyaset yapmaya başlaması, Avrupa’da radikalleşmenin önünü açacak bir potansiyel tehlikeyi beraberinde taşımaktadır.
Aşırı sağ partilerin bu sınırlı tabanı merkez partilere kaydırmasını önlemek için ırkçı söylem ve eylemlerini arttırması kaçınılmaz gibi gözükmektedir.
Bu aşamada tehlikenin ikinci boyutu ise ötekileştirilen göçmenler. Radikal tartışmaların döndüğü bir ortamda, Sarkozy gibi liderler tartışmayı açtıkça, özellikle göçmen genç kuşakların tepki vermeye başlaması kaçınılmazdır. Buradaki en büyük tehlike ise aşırı sağcı söylemlerin özellikle Müslüman toplumun içindeki aşırı uçları da tetiklemesi olacaktır.
Dolayısıyla cevap bekleyen en önemli sorunlardan biri de; Fransa-dışı toplumlarla kaynaşma ve diyalog bir yana, Fransa’nın öncelikle kendi göçmen nüfusuyla uzlaşmayı düşünüp düşünmediğidir.

150 yıllık geçmiş
Diğer taraftan kimlik üzerindeki tartışmalar sırasında pek çok insan Fransa’nın yaklaşık 150 senedir göç alan bir ülke olduğunu unutmuş gibi davranıyor. Komşuları 19. yüzyılda Amerika’ya milyonlarca göçmen yollarken, Fransa daha o zaman tüm Avrupa’dan gelen işçileri buyur ediyordu ki bu siyaset 20. yüzyıl boyunca da devam etti.
Sarkozy’in yazısını yayınlayıp süreci kışkırtan Le Monde gazetesinin Fransa’nın göç tarihine dair yayınladığı yazı ise resmi rakamlarla ifadesi 9 milyon, kayıt dışı rakamlar da eklenince 58 milyonluk Fransa nüfusunun 10 milyonundan fazlasını göçmenler oluşturuyor. 

Le Monde’un yazısına göre: 
Fransa’nın suretini derinden dönüştüren bu karışım hali, Altıgen’i (Hexagone: biçiminden dolayı, Fransızların ülkeye verdikleri bir isim) dünyanın en çok kültürlü ülkelerinden birisi haline getirdi. Bu durumu, tarihçi Gerard Noiriel Fransa “Avrupa’nın Amerikası oldu” diye özetliyor.
1891’de bile Fransa’da, Belçika, İtalya, Almanya, İspanya veya İsviçre’den gelen bir milyondan fazla yabancı vardı. „Histoire de familles, histoires familiales“ (2005) adlı kitabın da yazarları olan nüfus bilimciler Borrel ve Simon; “Bu yabancılara iki savaş arasında kalan dönemde Polonyalılar, Ruslar ve Ermeniler katılacaktır” diye yazıyorlar.
“1950 ve 1960’ların ekonomik yeniden yapılanma ve kalkınma dönemlerinde göçmen dalgasının yoğunlaştığını görebiliyoruz.” 
1970’lerin başlarında, petrol krizi ufukta belirirken, savaş sonrası dönemin göçmen dalgalarını beslemiş olan iş gücü göçü sert bir biçimde kısıtlandı: Ücretlilerin göçünün kaldırılması, gönüllü geri dönüşleri teşvik eden siyasetlerin güdülmesi (“Stoleru milyonu”), o dönemde daha belgesizler (‘les sans-papiers’) diye adlandırılmayanların kovulması. 


80’den sonra...
Lionel Stoleru dönemin Chirac hükümetinde Çalışma Bakanı. Fransa’daki (sayıları 3,4 milyona varan) yabancıların ülkelerine geri dönmeleri için bir milyonluk bir miktar ayırıyor. Ne var ki bu vesileyle ülkeden ayrılan göçmen sayısı 100 bini aşmıyor. Yarısını İtalyan ve İspanyolların oluşturduğu 100 bin kişi. Bu kısıtlamaların etkisi altında, göç dalgaları daha istikrarlı olmaya başladı: 1982’de Fransa’da 4 milyon, 1990’da 4,1 milyon, 1999’da 4,3 milyon ve 2006’da 5 milyon yabancı var-dı: Fransa nüfusunun yüzde 7,4’ü ile yüzde 8’ine denk gelen sayılar.


Şaşırtıcı derecede değişmez bir sayı: 1980’lerin başından bu yana, sanılanın aksine, göçmenlerin oranı fazla değişime uğramamış. Rekor sayılabilecek doğal nüfus artış oranına eklendiğinde -27 Avrupa ülkesi içinde en yükseği- bahsedilen göç dalgalarının istikrarlı hale gelmesi, komşularına nazaran, Fransa’yı bir istisna haline getiriyor. Eurostat’a göre (Avrupa İstatistik Ofisi) göçlerin Fransa nüfus artışına katkısı yüzde20 iken, aynı oran İrlanda’da yüzde60, Danimarka’da yüzde70, Belçika’da yüzde75 ve …
İspanya’da yüzde86! “27 Avrupa ülkesi için, nüfus artışı öncelikli olarak göç kaynaklı; ama Fransa, Hollanda ve Büyük Britanya bu durumun istisnalarını oluşturuyor” saptamasında bulunuyor, Giampaolo Lanzieri Eurostat’ın bir yayınında.
Göç istikrarlı bir hal alsa bile, görünürdeki hali değişim geçirmektedir. Aile buluşması kapsamında gelen kadın ve çocuklar, ek olarak Magrib’ten 1970’lerde fabrikalarda çalışmak için gelen genç bekarların yerini aldı. 


Yeni nesiller

INSEE (Institut National de la Statistique et des Etudes Economiques) tarafından geçen Eylül’de yayınlanan bir araştırmada, Olivier Monso ve François Gleizes şu noktanın altını çiziyorlardı: “Zaman içinde, göç nedenleri değişme gösterdi ve 1974’ten bu yana ailesel nedenler öne çıktı.” Gelinen ülkeler de değişti: Göçmenler gittikçe, Sahraaltı Afrika ve Güneydoğu Asya gibi, daha uzak topraklardan gelmeye başladılar.
Bu uzun göç tarihçesi, Fransa’ya komşularının çoğunda bulunmayan bir duruma yol açtı: ikinci hatta üçüncü kuşak göçmenler. “Avrupa’nın geri kalanı, İsviçre ve, daha az ölçüde, Federal Almanya istisna kalmak koşuluyla, bu durumu aynı derecede yaşamıyor” diye yazıyor François Héran Le Temps des Immigrés adlı kitapta.

“Avrupa’nın güneyinde göç çok yakın tarihli bir olgu olduğundan sorun yaratma noktasında değil henüz.”
Yıllar içinde, ikinci hatta üçüncü nesil göçmenler ülkenin görünümünü derinden şekillendirdiler, öyle ki birçok Fransız bu nedenle göçün artarak devam ettiği kanaatinde.
Catherine Borrel ve Patrick Simon’un araştırmasına bakılırsa, ikinci ve sonraki göçmen nesillerine mensup kişiler 1999’da 4,5 milyonluk bir kitleye denk geliyordu: İkinci nesil toplam nüfusun yüzde 7,7’ini oluşturuyordu –ilk neslin oranıyla neredeyse aynı, yüzde 7,4. 1999’da Fransa’da yerleşik 58 milyonun, 9 milyonu ya doğrudan göçmendi ya da sonraki nesil göçmenlerdendi.

Bu ikinci neslin kökenleri, aslında Fransa’ya gelen göç dalgalarının tarihçesini yansıtıyor: ikinci nesil İtalyanlar açık ara sayıca en fazla olanlar (yüzde22,6), onları Cezayirliler (yüzde 14,1), İspanyollar (yüzde 12,9), Portekizliler (yüzde 10,4) ve Faslılar takip ediyor (yüzde 9,1).


Her dört Fransızdan biri...
„Şimdilerde Türkiye’den ve Sahraaltı Afrikası’ndan gelen göçmenlerin ikinci nesillerinin oluşumunu gözlemleyebiliyoruz. Bunlar, gelecek yıllarda daha önemli konumlara erişecekler“ diyor Catherine Borrel ve Patrick Simon. 1999’da, bu iki coğrafya için oranlar sadece yüzde 3,4 ve yüzde 5,6 idi. „Her dört Fransızdan birinin göçmen bir dede veya ninesi var. Bir sonraki nesilde bu oran üçte bire yükselecek.“ François Héran’ın öngörüsü bu yönde. INED’in eski başkanına göre, Fransa’ya göç, birkaç yıldır İspanya’ya gerçekleşen büyük miktardaki göçün aksine, „kalıcı bir hal aldı.“


SELMA AKKAYA
Kaynaklar:
Le Monde gazetesi
Le Parisien gazetesi
Liberation gazetesi
HYPERLINK „http://www.debatidentitenationale.fr/“www.debatidentitenationale.fr: Ulusal kimlik tartışmasının yürütüldüğü site. 


Irkçılık toplumsal bir felakettir

Yeni_Özgür_PolitikaOsmanlı’daki nötral milliyetçilik, Cumhuriyet ile birlikte siyasallaştırıldı. M.Kemalin „Ne Mutlu Türküm Diyene“ söylevi aslında Türk’e yönelik bir söylev değil, Cumhuriyet’te yaşayan değişik halklara yönelik söylenen siyasal bir söylevdi.
Bu politika zamanla cumhuriyetin merkezine oturdu ve korku politikaları dolayısıyla „Korku Cumhuriyeti“ geliştirilmeye başlandı. Korku duyulanlar ise ötekilerdir. Yani Kürtler, Aleviler, Rumlar, Ermeniler ve daha niceleri. ‘’Türkün Türkten başka dostu yoktur’’ diyen bir zihniyet kendi dışındaki herkesi düşman belliyor ve gösteriyor. Dolayısıyla yakın zamanda yaşadıklarımız ile bugün yaşadıklarımız ikiz kardeşler gibi yan yana durmaktadır. Ne yöntemler farklılaştı ne söylemler ne uygulamalar ne de uygulayıcıları ... Ötekileşen ve Linç kültürü ile simgeleşen bu sürecin özelliklerini aydınlara sorduk ve aldığımız yanıtları sizlerle paylaşıyoruz.

Şanar Yurdatapan (Müzisyen, aktivist): Tabii ki bir anda bu sürece gelinmedi. Bir kere en altta, şoven ve ırkçı politikaların devlet politikası olarak küçüklüğümüzden beri şuurumuzun üstüne ve altına yerleştirilmiş olması, bu gibi olayların basit bir kıvılcımla patlamasına zemin yaratan ilk faktör. Bir adım sonrasında, yıllar yılı bu gibi saldırıların takipsiz kalması, saldırganlar yerine saldırıya uğrayanların suçlanması, tutuklanması, yargılanması gelenek halinde. Bütün bunlara bir de AK Parti’nin bir adım ileri iki adım geri tutarsız politikası ve CHP/MHP ikilisinin saldırgan tavırları ve medyanın taraflı yayınları eklenince en basit bir olayın etnik çatışmaya dönüşmesi an meselesi oluyor. Tabii ki sağduyu ilk şart, yoksa her an çok kanlı bir iç çatışmanın ülkenin her yerine bulaşması işten bile değil ki böyle bir felaketin galibi olmaz. Sevgili Ahmet Türk’ün kendisine saldırıldığı gün verdiği demeç bize örnek olmalıdır.

Thomas Gerber (Yazar-araştırmacı): Osmanlı’daki nötral milliyetçilik, Cumhuriyet ile birlikte siyasallaştırıldı. M.Kemalin „Ne Mutlu Türküm Diyene“ söylevi aslında Türk’e yönelik bir söylev değil, Cumhuriyet’te yaşayan değişik halklara yönelik söylenen siyasal bir söylevdi. Bu politika zamanla cumhuriyetin merkezine oturdu ve korku politikaları dolayısıyla „Korku Cumhuriyeti“ geliştirilmeye başlandı. Dikilen gömleği beğenmeyenler düşman, eleştirenler hain olmaya başladı ve 77 milletlik bir halk bir anda ‘tek’lik üzerinde kurgulandı ve bu yönlü bir sistem oluşturuldu. Bu ve benzer sistemlere dayanan devletler geçmişte ve günümüzde çok önemli dar boğazlarda geçtiler. En önemlisi geliştirilen siyasal milliyetçilik sonuç itibarı ile kendisini vurmaya başladı ve ülkeler yangın yerine döndü. Bu kısa değerlendirmeden sonra şunu söyleyebilirim. Cumhuriyet ve mevcut politikaları, günümüzdeki Türkiye’yi ciddi oranda tehdit ediyor. Kürtlerin taleplerine cevap vermeyen Cumhuriyet, Laz, Çerkez, Rum ve değişik kültür ve halkları eritmeye çalışarak Cumhuriyeti şirozlaştırdı. Bunu gören AKP ‘değişimden’ ziyade ‘değiştirir’ gibi bir pozisyon izledi. Ne Kürtler ne de siyasallaşan milliyetçilik bunu kabul etmedi, etmeyecek de... Mevcut pozisyonda köklü değişimler hedeflenmedikçe ve Cumhuriyetin eskiyen, çürüyen ve günümüze cevap vermeyen yanları atılmadıkça sorunlar devam eder. Sonuç olarak, Türk milliyetçiliği siyasal bir milliyetçilik kimliğini geliştirdiği için yanlız Kürtler değil, diğer azınlıklar veya halklarda sürekli tehdit altında yaşamaya ve sorun üretmeye devam edecektir.

Haynne Wyss (İspanya Akdeniz Toplumsal Araştırmalar Merkezi Başkanı): Kürtlerin milliyetçi saldırıların tehditi altında olması aynı zamanda Türkiye’nin önemli bir tehdit altında bulunmasını da beraberinde getirir. Bunu ne politikacılar ne de bürokrasi engelleyebilir. Güçlü sivil toplum örgütleri, aydınlar, yazarlar ve sanatçılar önleyebilir. Halklara gerçekleri en etkin ve yalın sunabilecek tek kesim bu kesimlerdir. Örneğin Almanya’da Irkçı saldırılara maruz kalan Türklerin saldırı karşısındaki masumiyeti neyse Türkiye’de aynı saldırılara maruz kalan Kürtlerin masumiyeti de aynıdır. Bunları ancak politika üstü olan STÖ’ler ve belirttiğim şahsiyetler anlatabilir ve toplumda empati yapmayı sağlayabilir. Diğer önemli gördüğüm bir hususu burada belirtmeden geçemeyeceğim. Kürtlere karşı geliştirilen bu ırkçı saldırılar, sadece Kürtlerin sorunu olmamalıdır. Bir o kadar Türk ve Avrupalının da sorunu olmalıdır. AB’nin konuya ilişkin ciddi bir açıklama yapmaması yadırganacak bir durumdur. Önlemlerin alınması, bundan ziyade ırkçı ve ‘tek’ millet üzerinde yürütülen politikaların bir an önce terk edilmesi için Avrupa’daki yabancılar dolayısıyla Türkiye’de milliyetçi saldırılara maruz kalan Kürtler için de sivil inisiyatifleri geliştirmeliyiz ve etkin kılmalıyız.

Ali Habip (avukat ve aktivist): Öncelikle şunu belirtmek isterim ki; bu olayların sadece Dörtyol halkı veya Hatay halkı ile ilgisi yok. Şunu sadece iki hususla açıklayabiliriz ki; birincisi şudur; MHP, „yöredeki halkta haklı infial yaratılmıştır“ demekle bu olayların doğruluğunu ve haklılığını savunmuştur. İkinci durum da, „olay çıkaranların büyük bir kısmı Dörtyol dışından gelen (Antakya, İskenderun, Kırıkhan) milliyetçiler (ülkü ocakları mensubu) insanlardır. Hükümetin olaya bakışı ve bu olaylarda ki çözümsüzlüğü de kendini şu noktada gösteriyor: „Acaba böyle bir eylemi solcular yapsaydı kaç saat sürerdi ve dağıtılmalarında kolluk bu kadar pasif kalır mıydı?“ Şimdi bu durumları göz önüne alarak olayları bir kez daha değerlendirirsek, açıkçası daha iyi olur. Bunun yanında polisin keyfi olarak gözlatına aldığı ve karakol bahçesinde kurşunlanan Doğulu vatandaşın durumunu da unutmamalı. Sokaklarda baş gösteren hadiselere nasıl gelindi? Evet nasıl oldu? Kimse biz kardeşiz demedi, halkın içine kin tohumları ekildi. Öfke ile beslendi halk, tabii şu durumu da unutmamak gerekiyor ki; İskenderun-Dörtyol tarafında sıklıkla yaşanan eylemler de bu olaylarda aktif oldu. Ancak İnegöl için bunu söyleyemeyiz. Bu sürecin aşılması şu şekilde olabilir; bu olaylara sebep olan asıl faillerin yakalanması ve cezalandırılması ile çözülebilir. Yoksa başka bir şekilde bu olaylar bitirilemez. Bir de toplumsal birliktelik ve kardeşlik içinde çözülebilir.

Ragıp Duran (Gazeteci): Sokağın faşistleşmesi olarak tanımlanabilecek gelişme, kuşkusuz doğal ve kendiliğindenci bir şekilde ortaya çıkmadı. Kürt gerçeğini anlamakta ve kabullenmekte direnen egemen ideoloji, Kürt askeri ve siyasi hareketinin son dönemlerde gösterdiği etkinlikler karşısında yeniden eski askeri yöntemleri devreye soktu. Ek olarak da kitlesel destek sağlamak için popüler düzeyde kışkırtmalara ihtiyaç duymaya başladı. Bazı halk kesimleri, AKP idaresini hatta TSK’yı neredeyse pasif bir güç olarak algılamaya teşne. Egemen medyanın da kışkırtmasıyla, ‘Kürt=Terörist’ imajı güç kazandı. AKP’nin hazırlıksız, plansız, programsız, beceriksiz üstelik iyi niyetten yoksun açılım paketi de başarısızlığa uğrayınca, zaten Kürt, öteki, farklı, aykırı gibi kavram ve olgular karşısında anlayış, demokrasi ve empati kültürü zayıf olan kesimler, militarist yani şiddete dayalı geleneklerin de desteğiyle, hukuksuzluğun da katkısıyla, linç girişimlerine başladı. Bu tepkiler kimi zaman gayrı resmi devlet ajanları tarafından çıkarılıp kışkırtılsa bile, siyasal-kültürel atmosfer zaten yeterince gergin olduğu için, İnegöl ve Dörtyol benzeri hadiseler meydana geldi.

Kısa vadede, emniyet ve adliyenin linç ve kışkırtmacı kişi ve kurumlara (medya dahil) karşı yasaların öngördüğü sert, önleyici yaptırımlar uygulaması gerekir. Siyasi iktidar sözcülerinin‚ ‘Olayları çıkaranlar maalesef yurtsever vatandaşlar’ türünden açıklamalarına kesinlikle yasal yaptırım uygulanmalı. Öte yandan Kürt silahlı hareketinin de iç savaşın yolunu açma riski taşıyan eylemlerini sivil hedeflere ve kentsel alanlara taşımaktan kaçınması gerekir. Milliyetçiliklerin ve şiddetin birbirlerini karşılıklı olarak besledikleri gerçeğini gözönünde bulundurarak, haklı ve meşru bir mücadele, siyasal alanda barışı hedeflemek zorunda. Kopuş işaretlerinin arttığı bir dönemde, milliyetçiliğe, ırkçılığa ve şiddete karşı mücadele, özel bir anlam taşıyor. AKP, Referandum, Ergenekon, Irak Kürdistan Yönetimi gibi siyasal konjonktür unsurlarını da hesaba katan, ama daha geniş ve yapısal bir perspektifle, yerel, bölgesel, ulusal ve global güç dengelerini de iyi değerlendiren en az orta vadeli bir politikayla, önce şiddeti devre dışı bırakan, sonra da soruna kalıcı çözüm üreten bir yaklaşımı adım adım uygulamak lazım.

Ali Nesin (Aziz Nesin Vakfı Başkanı ve öğretim üyesi): Tecrübeyle sabit ki bu tür hadiseler Türkiye’de çok iyi organize olmuş bir teşkilatın provokasyonu olmazsa olmaz. Yine tecrübeyle sabit ki bu tür olayları aydınlar, sivil toplum örgütleri ve ikincil siyasi partiler engelleyemiyorlar. Olayların geri dönüşü olmayan noktaya tırmanmasını ancak ve belki hükümet (ve muhalefetle el ele vererek) engelleyebilir. Bu tür olayların ardında öylesine gizli kapaklı oyunlar vardır ki, benim gibi sıradan bir vatandaşın yukarıda söylediklerimin dışında yapacağı her türlü tahmin ‘laf olsun, çuval dolsun’ kategorisine girer. Kısa dönemde çözümü bilmiyorum. Kimin bilebileceğini de bilmiyorum. Uzun dönemde çözüm eğitimde ve ülkenin refah düzeyini artırmaktadır.

Avrupa Antiracism Örgütü Yönetim Kurulu: Avrupa’nın birçok ülkesinde ırkçı saldırılara maruz kalan Türk vatandaşların, Türkiye’de Kürtlere ırkçı saldırılarda bulunması düşündürücü. Bu tür ırkçı saldırıların temel nedeninin ülke ve insanınını sevmek olmadığını yapılan araştırmalar ortaya çıkardı. Temel neden mutsuz insanlar topluluğunun olmasıdır. Mutsuz insanın bu ve benzeri eğilimleri her zaman ortaya çıkabilir. Sorun, yönetimlerin buna karşı tepkisi ve önlemleridir. Solingen’de gerçekleştirilen ırkçı saldırıya tepki gösteren Türk yetkilileri, eğer Kürtlere yapılan ırkçı saldırılara sessiz kalıyorsa bu devletin Solingen’deki tepkilerini samimi görmek mümkün olamaz. Almanya’daki ırkçı anlayış neyse Kürtlere yapılan ırkçı saldırılara sessiz kalmak ya da meşru göstermek aynı zihniyeti taşır, ki bu tam anlamıyla bir çifte standart olur. Irkçılığa karşı alınması gereken en önemli önlem farklı kesimleri bir araya getirmek ve empati yapmalarını sağlamaktır. Ön yargıları ancak bu yolla ortadan kaldırabiliriz. Şimdi Türk devletinin bahsettiğiniz saldıralara karşı göstereceği reaksiyon, Avrupa’da yaşayan ve sürekli ırkçı tehditlerle karşı karşıya kalan Türk vadandaşları için bir esas olmalıdır. Buna tanık olmak ve yaşamak istiyoruz.

Masudan Samii Donald (Sosyolog ve ABD Irkçılık Karşıtları Birlik Platformu Sekreteri): ABD’de siyahlara karşı gerçekleştirilen ırkçılığa ‘bir zamanlar’ diyerek sanki bugün ırkçılık yokmuş gibi bahsedenler günümüzdeki psikolojik ırkçılığı görmemeye başladılar. Dünyada ‘bir zamanlar’ açıktan açığa yapılan kaba ırkçılık, bugün psikolojik bir ırkçılığa dönüşmüş durumda. Obama’nın ya da siyahi birinin ABD’nin başında olması durumu değiştirmiyor. Öyle zannediyorum, ki takip ettiğim kadarıyla Türkiye’nin siyahileri de Kürtler. Parlamento’da kaç Kürt’ün olduğu, bir cumhurbaşkanının ya da bakanların Kürt olması, Kürtlere bazı hakların verilmesi, Kürtlere yönelik ırkçılığı ortadan kaldırmaz. Tıpkı ABD’de olduğu gibi. Çünkü ırkçılık bir zihniyet sorunudur. Sorun bu zihniyetin değişmesidir. Bu zihniyetin diri tutulmasına bir de sistem göz yumarsa, sorun sokaklara, karanlık köşelerde insanları sıkıştırmaya kadar ulaşır ve toplumlarda derin yaralar açmaya başlar. Günümüzdeki ırkçılık Hitler ırkçılığı değildir artık. Kimse toplama kamplarına doldurulmuyor. Günümüzde daha ince, psikolojik, politiktir. Hatta yasalarda yer edinen inceden inceye bir ırkçılık var.

Ne yapılmalı sorunuza karşı ancak şunu belirtebilirim. Kardeşleşmek, barış, anlayış, hoşgörü ve empati ancak bunlar da sadece birer temennidir. Ama hayat böyle okunmuyor. Bu söylemler, ırkçı zihniyeti taşımayanlar için geçerlidir. Bu nedenle esas olan kişiden topluma kadar ırkçılığa maruz kalanların kendilerini tepeden tırnağa şiddetsiz bir savunma mekanizması ile donatmalarından geçiyor. En önemlisi yasalarda, hayatın içinde kendilerine ayrıcalık tanınmasını sağlamalılar. Yani ırkçı saldırıyı gerçekleştirenlere karşı teredütsüz ağır cezalar verilmeli. Bu ve benzeri her türlü ırkçılık zihniyeti taşıyan, eylemde bulunanlara karşı sosyal tecritler de, yine yasalar yoluyla gerçekleştirilmeli. Eğer buna benzer düzenlemeler olursa ırkçılık, en azından kitleler boyutundan çıkarak, bireysel boyutlara düşer.

BİTTİ

ALİ ONGAN

Desmont Tutu'nun Erdogan'a gondermek istedigi Baris Metktubu kabul edilmedi

Yeni_Özgür_PolitikaGüney Afrikalı Nobel Barış Ödülü sahibi Başpiskopos Desmond Tutu’nun, Kürt sorununu barışçıl yöntemlerle çözülmesi için Türk Başbakanı Recep T. Erdoğan’a göndermek istediği mektup, Londra’daki Türk Büyükelçiliği tarafından kabul edilmedi.
- Nobel Barış Ödüllü Başpiskopos Desmond Tutu’nun, Türk Başbakan Recep T. Erdoğan’a göndermek istediği çözüm ve barışa çağrı mektubu, kabul edilmedi.
- Desmond Tutu, mektubunda, “Böylesi bir çatışmanın galibinin olmayacağını tecrübeyle biliyoruz. Sorunun kalıcı çözümü ancak barışçıl müzakerelerle sağlanır” dedi.
- “Türkiye’nin siyasi lideri olarak, sizi ülkenizdeki çatışmanın sona ermesi için konumunuzu ve etki gücünüzü kullanmaya çağırmak istiyoruz” diye seslendi.
Güney Afrikalı Nobel Barış Ödülü sahibi Başpiskopos Desmond Tutu’nun, Kürt sorununu barışçıl yöntemlerle çözülmesi için Türk Başbakanı Recep T. Erdoğan’a göndermek istediği mektup, Londra’daki Türk Büyükelçiliği tarafından kabul edilmedi. Güney Afrika’daki ırkçı Apartheid rejimine karşı yürüttüğü mücadele ve ‘Hakikatleri İnceleme Komisyonu’nun başkanlığını da yapmakla tanınan Tutu’nun mektubunu, Kürt İnsan Hakları Eylem Grubu Başkan Yardımcısı Rahip Matthew Esau ve yanındaki heyet Büyükelçiliğe teslim etmek istedi.


‘Kapılar yüzümüze kapandı’
Esau’ya milletvekilleri Siobhain McDonagh, Jeremy Corbyn, Londra eski Belediye Başkanı Ken Livingstone, insan hakları savunucusu Frances Webber ve Liberal Demokrat politikacı Frances Webber eşlik etti. Ancak Türk Büyükelçiliği mektubu kabul etmeyeceğini bildirdi. Bunun üzerine Esau bir basın açıklaması yaptı. Güney Afrika’nın ırkçı rejimine karşı en sert mücadeleyi yürüttükleri bir dönemde bile mektup kabul ettiklerini belirten Esau, “Elçilik bu mektubun içeriğini bilmeden, doğrudan mektubu reddediyor. Bu da hükümetin açılım politikalarının ne kadar aldatmacaya dayalı olduğunu gösteriyor. Biz buraya bir mektup vermek için geldik ancak kapılar yüzümüze kapandı” şeklinde açıklamada bulundu.

HASAN UŞAK/LONDRA



Tutu’nun kabul edilmeyen mektubu
Sayın Erdoğan,
Öncelikle barış dolu selam ve iyi dileklerimizi iletmek istiyoruz. Türk halkının ve hükümetinin Filistin halkına göstermiş olduğu destek bizleri oldukça sevindirdi. Özellikle Türkiye’nin, Filistin’e insani yardım taşıyacak filoya tesis sağlayarak Filistin/İsrail’deki barış çabalarına destek sunmuş olması bizleri mutlu etti.
İsrail’in yardım filosuna yönelik Mayıs 2010’da gerçekleştirdiği şiddetli saldırıyı kamuoyu önünde kınayarak, Filistinle İsrail halkları arasında barışçıl müzakerelere dayalı bir uzlaşmaya varma yöndeki kararlılığımızı yinelediniz.

Yaptığınız açıklamaların yerinde olduğunu düşünmekle beraber, bu açıklamalarınızı uluslararasındaki sorunların bir tek, taraflar arasında barışçıl müzakereler yoluyla çözülebileceğini deklare eden bir beyan olarak değerlendiriyoruz.

Ancak, her iki tarafta masum genç insanların ölümüne neden olan Türk ve Kürt halkları arasındaki sorunun kızışması bizleri kaygılandırıyor. Tecrübelerimizden biliyoruz ki, böylesi sorunlardan kimse kazanan taraf olarak çıkmaz. Aynı şekilde Filistinlilerle İsrailliler arasındaki sorunda da kimse galip gelmeyecektir. Ortadoğu’daki sorunların kalıcı çözümü bir tek barışçıl müzakerelerle mümkündür. Kürt sorununun da aynı şekilde bir tek Kürt halkının gerçek önderliği ile çözülebileceğine inanıyoruz.

Türkiye’nin siyasi lideri olarak, sizi ülkenizdeki çatışmanın sona ermesi için konumunuzu ve etki gücünüzü kullanmaya çağırmak istiyoruz. Türkiye’deki Kürt sorununun çözümü, Ortadoğu’nun diğer parçalarındaki soruların benzer şekilde çözülmesi için bir sıçrama tahtası olarak rol oynayabilir. Bu şekilde katkı sağlamanız durumunda tarih sizi hatırlayacaktır - tıpkı tarihin Nelson Mandela’yı barışçıl yöntemlerle Güney Afrika’ya barış getirmiş olmasından dolayı anlamlı bir şekilde tasdik ettiği gibi- Siz de tarihin yıllıklarında aynı saygı ve onuru hak edebilirsiniz.

Güney Afrika’da bir insan hakları örgütü olan Kürt İnsan Hakları Eylem Grubu (KHRAG) size bu inisiyatifte yardım etmeye ve ülkenizdeki Kürt sorununun barışçıl çözümü için uluslararası desteği seferber etmeye hazırdır.

Ortadoğu’daki sıradan insanların, yüzyıllardan beri acı çeken insanların yaşamında kalıcı bir fark yaratmak için tarihin size eşsiz bir pozisyon sunduğuna inanıyoruz. Sizi, bu fırsatı değerlendirmeye ve tarihin size verdiği görevi üstlenmeye çağırıyoruz.
Sizden olumlu bir yanıt bekliyoruz.
Tanrı sizi korusun.

Desmond Tutu Emekli Başpiskopos