11 Ağustos 2010 Çarşamba

TSK madde 35!

Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesi şöyledir:

‘’Madde 35 - Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır.’’

Bu maddenin 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve daha sonra da farklı bir darbe olan 28 Şubat’ın gerekçesi olduğu söylenmiş ve buradan hareketle bu maddenin kaldırılması durumunda TSK’nın darbecilikten uzaklaşacağı ileri sürülmüştür.

Yaklaşık 25 yıl önce Aziz Nesin, o günlerde yine tartışılan 35. madde ile ilgili olarak şunları söylemişti:

‘’Darbe yapmak isteyen gerekçesini de bulur. Gerekirse Borçlar Kanunu’ndan da gerekçe bulabilirler…’’

Aziz Nesin’in işaret ettiği, TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesinin üzerinde fırtına koparıldığı kadar önemli bir madde olmadığıdır. Ordunun darbe yapmasının koşulları ortadan kalkarsa, 35. maddenin var olması yada olmaması arasında önemli bir fark da bulunmaz.

Sonuçta bu madde, yoruma bağlıdır.

Kollamak ve korumaktan ne anlaşıldığına bağlıdır.

Askeri darbelerin varlık nedenlerinin ortadan kaldırılmasında belirleyici olan dış koşullar değildir. Bu koşullar gün gelir değişebilirler. Bugün uygun olmayan koşullar, daha sonra uygun duruma gelebilir.

TSK’nın sık sık zorlanmasına rağmen darbe yapamamasının bugünkü asıl nedeni dış koşullardır. ABD’nin askeri bir darbeye taraftar olmaması ve ek olarak da Avrupa Birliği’ne tam üye olmak isteğiyle askeri darbenin bağdaşmıyor olması, darbelerin, sanal darbeler yada darbe projelerinden öteye gidememesinin ana nedenleridir.

AKP Hükümeti, Genelkurmay’ın politik etkinliğini azaltma çabasında önemli bir dış desteğe sahiptir. Ergenekon davasında da görüldüğü gibi, ürkek ve kararsız adımlarını da ancak bu sayede atabilmektedir.

AKP Hükümeti, tıpkı Anayasa konusunda olduğu gibi, TSK konusunda da, küçük değişiklikleri büyük işler yapılmış gibi sunmakta, köklü bir değişiklik yapmaya ise yanaşmamaktadır.

TSK’nın komuta kademesi Harp Akademileri’nde eğitilir. Subaylar burada sadece askerlik mesleğiyle ilgili ders görmezler. Yeniden sıkı bir ideolojik eğitimden de geçirilirler.

Bu eğitimin esasında, ‘’ordu bu ülkede rejimin teminatıdır’’ anlayışı vardır.

‘’Sivillere güvenilmez’’, anlayışı vardır.

Harp Akademileri’ndeki eğitim programı yerinde durdukça, 35. maddenin kaldırılmasının fazla önemi bulunmuyor.

Ordunun kendisini rejimin teminatı olarak görmesi temeline dayanan eğitim anlayışı durdukça, başka neyin değiştiği o kadar da önemli değildir.

Bu yıl Silahlı Kuvvetler’deki terfilerde hükümet ağırlığını hissettirdi, ama diyelim ki birkaç yıl sonra bunun tersi de olabilir.

Subaylardaki kafa yapısı ve bu kafa yapısını sağlayan eğitim durdukça, başka türlü olması da düşünülemez.

Emekli bir general, ‘’Bize Kürt yok diye öğretmişlerdi, meğer varmış’’ demişti.

Harp Okulu’ndan Harp Akademisi’ne kadar aynı eğitimi gören, ardından da bu eğitimi genç subaylara aktaran insanlardan başka ne düşünmesi beklenebilir?

Gördükleri eğitim köklü olarak değişmedikçe, bu insanlara dünyanın bildiklerinden çok başka olduğunu anlatmak hayli zordur.

Beşir Atalay'ın Kürdistan'daki görevi...

Anayasa'nın bazı maddelerinde yapılacak değişikliklerin oylanacağı referandum süreci devam ediyor. AKP tarafından hazırlanan ve bazı maddelerinde Anayasa Mahkemesi tarafından kısmi değişiklikler yapılan Anayasa değişiklik paketi konusunda iki muhalefet partisi, CHP ve MHP hayır oyu kullanacaklarını açıkladı. Bu yöndeki kampanyalarını da sürdürüyorlar.

BDP ise Anayasa değişiklik paketini hazırlayan AKP'nin uzlaşmaz tutumu sonucu, paketin Kürt sorunu konusunda en ufak bir iyileştirme içermediğini vurgulayarak referandumu boykot edeceğini açıkladı. Sığ Ankara siyasetinin referandumu evet-hayır ikilemine sıkıştırma çabasını reddeden boykot kararı Kürdistan'da ve geniş bir muhalif kesimde karşılık buldu. Kısa sürede de etkin bir boykot bloku oluştu.

AKP kendi hazırladığı anayasa paketine evet kampanyasını iki ayrı kanaldan yürütüyor. Kampanyanın bir ayağında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan miting alanlarında, BDP'nin boykotunu CHP ve MHP'nin hayır kampanyasının arkasına gizlemeye çalışıyor. BDP'nin tavrını ısrarla hayırcılarla birlikte zikreden Erdoğan alenen halkı yanıltıyor.

AKP kampanyasının ikinci ayağında ise İçişleri Bakanı Beşir Atalay, "referandum güvenliği" adı altında Kürdistan illerinde düzenlediği toplantılarla boykot karşıtı bir başka kampanya yürütüyor.

Devletin asker ve polisi başta olmak üzere tüm gücünü seferber eden Atalay, Diyarbakır'ın ardından Van'da da bir dizi toplantı gerçekleştirdi. Van'da bulunan resmi görevlilerin yan ısıra Hakkâri valisi ve emniyet müdürleri, kaymakamlar ile askeri personelin de katıldığı basına kapalı toplantılarda BDP'nin boykotuna karşı geliştirilecek taktikler tartışılıyor.

Kürdistan'da boykot kampanyasına paralel yürüyen Demokratik Özeklik tartışmaları da AKP'nin hedefinde. Yürütücülüğünü üstlendiği, "Kürt açılımı" ile Kürdistan Özgürlük Hareketi'ni tasfiye görevini yerine getiremeyen Atalay, şimdi de referandum boykotu ve demokratik özerklik tartışmalarını boğmaya çalışıyor. Nitekim Atalay Diyarbakır’daki DTK kongresini de yakın takibe aldı.

Kürdistan'dan seçilen AKP milletvekillerini de görevlendiren Atalay'ın Van'da yaptığı konuşmada, referandum sürecinde bölgede, "provokasyonlar olacağını" vurgulaması oldukça dikkat çekici. Zira Atalay, konuşmasının devamında dilinin altındaki baklayı çıkartıyor. "İstihbarat faaliyetlerini daha da ağırlıklı şekilde yürütüyoruz" diyen Atalay, "Bu konuda halk oylaması ortamını sabote etmek isteyen veya vatandaşlara baskı kurmak isteyenlere dönüp de çok acımasızca müsamahasızca davranılacaktır" sözleriyle bölge halkını tehdit ediyor. Bundan böyle geçmişte de bir çok örneği yaşandığı gibi bölgede yapılacak her türlü provokasyonun faturası hem de acımasızca bölge halkına kesilecek.

Görünen o ki AKP hükümeti önümüzdeki günlerde halen sürmekte olan sokak protestolarını var olan şiddet politikasının dozunu artırarak bastırma yoluna gidecek. Protestocu çocukları bayıltana kadar döven güvenlik güçlerini cesaretlendiren bu açıklamalar AKP'nin Kürt sorunu konusundaki yeni şiddet yaklaşımını da gözler önüne seriyor.

Özellikle referandum sonrası, Kürdistan'da daha da yoğunlaşması beklenen Demokratik Özerklik talebine karşı AKP'nin içine girdiği şiddetle yok etme planı bizzat İçişleri Bakanı Atalay tarafından hazırlanıyor ve yürütülüyor.

Kürt sorununu terör sorununa indirgeyen resmi söylemi bir kez daha tekrarlayan Atalay, "Bizim içeride terör sorunumuz var. Kürt sorunu gibi başka temele dayanan, başka kaynaktan beslenen sorunlarımız var" sözleriyle de Kürt halkının varoluş mücadelesini dış kaynaklara bağlayan ucuz siyasetin arkasına saklanıyor.

Atalay'ın anlattıklarına bakılırsa AKP Hükümeti'nin, yeni politikalarının uygulayıcısı olacak özel sınır güvenlik birimi de polis içerisinde oluşturulacak. Yasalaşması meclisin yeni dönemine kalan özel savaş birliğini yetiştirmek üzere Polis Akademisi'nde yeni bir birim açtıklarını açıklayan Atalay, bu yıl da bir polis meslek yüksekokulunun, tamamen "sınır yönetimi meslek yüksekokulu" olarak eğitim vereceğini söylüyor. Görünen o ki AKP, geçmişte yine polis bünyesinde oluşturulan ve bölgede bir çok cinayete adı karışan özel harekat timlerine daha "akademik" bir kimlik kazandırmayı planlıyor.

Kürdistan'da sürmekte olan şiddet politikasını daha da kapsamlı bir hale getirme hazırlığı içinde olan AKP Karadeniz'de de ırkçı eğilimleri cesaretlendiriyor. Rize'de, çeşitli, "incelemelerde bulunan" Başbakan Yardımcısı Hayati Yazıcı, CHP ve MHP'yi tamamen bir yana bırakarak, adeta referandum AKP ile PKK arasındaymış gibi konuşuyor. PKK'ye ait olmayan bir tavrı ona mal eden Yazıcı, “PKK ‘Hayır’ diyor. Bu millet hiçbir şey bilmezse bile, hiçbir argümanı dikkate almasa bile PKK’nin ‘Hayır’ dediğine ‘Evet’ demesi lazım. En basit ölçü budur” diyor.

AKP iktidarın olanaklarını da kullanarak bütün gücünü seferber etmiş Türkiye ve Kürdistan'ın dört bir yanına dağılarak Kürtlerin referandumun sahte gündemini deşifre eden boykotunu önlemeye çalışıyor.

canerdem2126@gmail.com

İslam'ın özü ve Iktidar



Savaşlar insanda tarihin çok basit olduğu izlenimini yaratır. Kırılma noktaları, yön değişiklikleri belliymiş gibi görünür; önceyi ve sonrayı, kazananı ve kaybedeni bildiğinizi sanırsınız doğruyu ve yanlışı. Gerçek tarih, geçmiş böyle değildir. Düz bir çizgi üzerinde ilerlemez. Başı sonu yoktur, sıvı gibi kaygandır, sonsuz ve saptanamazdır. Üstelik değişkendir, tam bir düzen gördüğümüz zannettiğimiz anda, alternatif bir versiyonu ortaya çıkar.

İslamiyet'in doğuşu, kurucusu, ilk kabul edenleri ve inananları ile ilgili bilgiler yalnızca İslam hadisleri, metinleri ve tarihi anılardan sağlanabilmektedir. İslamiyet'in dış dünya tarafından fark edilmesi ve dışarıdan bakanlarca ele alınması uzun zaman sonra olmuştur. Bu açıdan İslam tarihi de, Hıristiyanlık, Musevilik ve insanlığın diğer büyük dinlerinin tarihleri gibi tarihçiler için sorundur.

Ortaçağdaki en titiz dindar Müslüman ilahiyatçılar bile dini öğretinin doğruluğunu ve mükemmelliğini tartışmasız kabul ettikleri halde, kişisel biyografik ve tarihi hadislerin doğru olup olmadığını sorgulamışlardır. Bu tür kısıtlamaları olmayan çağdaş eleştirel akademisyenler de daha başka sorunları gündeme getirmişlerdir. İslam tarihinin başlangıç dönemine ait belge, metin ve yazıt gibi bağımsız kanıtlar bulunana kadar da eleştirel tarih olsa olsa kesin olmayan değerlendirmeler yapabilirken, ilk İslam tarihine ait geleneksel anlatılar da sorunlu olarak elde kalmak durumundadır.

Müslümanlar açısından meselenin özü kesin ve açıktır. Müslümanların tarihsel bilincinin merkezinde Muhammed Peygamberin görevi, savaşımı ve sonundaki zaferi, Müslüman cemaatinin oluşması, inananların ve Hz. Muhammed'den sonrakilerin başlarına gelenler. İşte bütün bunlar dünyanın her yerindeki Müslümanların tarihsel bilincinin esasını oluşturur. Müslüman inanışına göre Abdullah'ın oğlu Hz. Muhammed, kırk yaşına doğru peygamber olmuştur.

Bir ramazan ayı gecesi Hira Dağı'nda uyumakta olan Hz. Muhammed'e Cebrail görünerek 'oku' demiştir. Hz. Muhammed önce duraklamış, sonra Cebrail üç kez daha aynı şeyi söyleyince, 'Neyi okuyacağım?) diye sormuştur. Cebrail 'Yaratan Rabbinin adıyla oku' demiştir. 'O insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabbin en büyük cömertliğin sahibidir. O'dur kalemle yazmayı öğreten, O, insana bilmediğini öğretti.'

Bu cümleler Kuran diye bilinen Kutsal Kitabın doksan altıncı süresinin ilk beş ayetidir. Kuran, Arapça bir sözcüktür, 'okuma, ezberden okuma' anlamlarına gelir ve İslam inancına göre Tanrı'nın Hz. Muhammed'e indirdiği vahiyleri içerir. Hz. Muhammed aldığı vahiyleri doğduğu yere, kendi halkına götürmüş ve artık puta tapmamalarını, evrensel bir tek tanrıya tapmalarını söylemiştir.

Hz. Muhammed, hadislere göre, 571 yılında, Batı Arabistan'daki Hicaz bölgesinin küçük vaha şehri Mekke'de Kureyş Arap aşiretinde dünyaya gelmiştir. O yıllarda yarımadanın büyük bölümü yalnızca birkaç kervan yolunun geçtiği ve az sayıda dağınık vahanın olduğu boş bir çöldü. Halk çoğunlukla göçebeydi, deve, koyun, keçi yetiştirerek, bazen de rakip aşiretlere, vaha ve sınır halklarına yaptıkları baskınlarla geçiniyorlardı. Bir kısmı olanak buldukları yerlerde küçük çapta tarımla uğraşır, bir kısmı da, dış dünyadaki gelişmeler tüccarları Arabistan'a tekrar yönlendirdiği dönemlerde ticaret yaparlardı.

Roma ile Persler arasında 6. yüzyılda çıkan savaş işte böyle bir döneme rastlamıştı ve bu sayede Akdeniz ile Doğu arasındaki kervan yolunun küçük şehirleri kısa süreliğine tekrar hareketlendirtmişti. Mekke'de bu şehirlerarasında yer alıyordu. Resullüğünü (elçiliğinin) ilk yıllarında Hz. Muhammed'e önce ailesi, daha sonra da geniş çevreler inandılar. Zamanla Mekke'deki ileri gelen aileler, bu yeni düşünceleri kaynaklandıkları yeni oluşumu şüpheyle karşıladılar ve muhalif oldular. Onlar için peygamber ve öğretisi, gerek maddi gerekse dini yönden, hem kendi otoritesi hem de var olan düzen için ciddi bir tehditti.

Geleneksel biyografiler, bazı Müslümanların baskı ve zulüm yüzünden memleketlerini terk ederek Kızıldeniz'in diğer yanındaki Etiyopya'ya sığındıklarını anlatmaktadır. Peygamber hadislere göre ilk çağrıdan (vahiyden) on üç yıl sonra yaklaşık 622'de Mekke'nin 350 kilometre kuzeyinde bir başka vahadaki küçük Yesrib şehrinden elçilerle bir anlaşma yaptı. Yesribliler, Hz. Muhammed ile beraberindekileri iyi karşıladılar, ondan anlaşmazlıklarında hakem olmasını istediler, onu ve onunla birlikte Mekke'yi terk edecekleri olanları kendi insanlarını savunurcasına savunmayı önerdiler. Hz Muhammed gitmeden önce yaklaşık altmış aileyi gönderdi, o yılın sonbaharında da kendisi gitti.

HİCRET

Peygamber ile yanında olanların Mekke'den Yesribe göçlerine 'hicret' denir ve Müslümanlar hicreti Hz. Muhammed'in peygamberlik makamındaki belirleyici an olarak kabul ederler. Sonraları bir Müslüman takvimi yapıldığında ise, Arap takviminin başlangıcı hicret olur. Yesrib, İslam dininin ve topluluğunun merkezi haline geldi ve zaman içinde yalnızca El Medine (şehir) denilmeye başlandı. Topluluğa da 'ümmet' adı verildi; bu topluluğun kendisi evrime uğradıkça anlamı da evrime uğrayan bir kelimeydi.

Hz. Muhammed Mekke'deki şehir yöneticilerinin başlangıçta umursamazlıklarına, sonrasında da düşmanlıklarına karşı direnen özel bir kişiydi. Medine'de ise dinsel yetkinin beraberinde siyasi ve askeri yetkileri de alarak yöneten kendisi olmuştu. Medine'deki yeni Müslüman devleti kısa bir süre sonra Mekke'deki puta tapan yöneticilerle savaşmaya başladı. Sekiz yıl süren savaş sonunda Hz. Muhammed Mekke'yi fethederek görevini başarmış oldu ve şehrin eski sakinlerinin artık ortadan kaldırılmış olan puta tapınmalarının yerine İslami inancı yerleştirdi.

Bunun sonucunda, Hz. Muhammed'in hayatı ile ondan önceki peygamberlerin, Musa ve İsa'nın hayatları arasında bunların izleyicileri tarafından da işareti edildiği üzere, önemli bir fark oluştu. Musa'nın vaat edilmiş topraklara girme izni yoktu, halkı ilerlerken o ölmüştü. İsa çarmıha gerilmişti ve Romalı İmparator Konstantin, Hıristiyanlığı benimseyip inananlarına güç verene kadar Hıristiyanlık bir azınlık dini olarak kalmıştı.

Hz. Muhammed ise vaat edilen topraklarını ele geçirmiş, yaşarken güç ve zafer elde etmiş, peygamberi olarak getirdiği dini vahiy vardı ve bunu öğretiyordu. Bununla birlikte Müslüman ümmetinin lideri olarak yasalar yapıyor, adalet dağıtıyor, vergi topluyor, diplomasiyi yürütüyor, savaş ve barış yapıyordu. Başlangıçta bir topluluk (cemaat) olan ümmet, artık bir devlet olmuştu, bir süre sonrada imparatorluk olacaktı.



(632) VEFATI

8 Haziran 632 tarihinde yaşamını yitiren Hz Muhammed'in peygamberlik görevi tamamlanmış oldu. Müslümanlar açısından onun peygamberliğinin amacı, ondan önceki peygamberler tarafından getirilen ama daha sonra çarpıtılmış ya da terk edilmiş olan gerçek tektanrıcılığı tekrar canlandırmak, puta tapınmayı yok etmek ve Allah'ın en son vahiyini gerçek inanç ve kutsal yasa halinde somutlaştırarak ortaya koymaktı. Müslüman inancına göre o sonuncu peygamberlerdi ve ölümüyle birlikte tanrının insanlığa gönderdiği vahiyler tamamlanmıştı. Bir daha başka bir peygamberden vahiy gelmeyecekti

Böylece manevi görev tamamlanmış ve manevi işlev sona ermişti ama ilahi yasayı devam ettirme ve tüm dünyaya yayma amacını taşıyan dini görev hala son bulmamıştı. Bu amacın tam olarak gerçekleştirilebilmesi, bir devlet içinde siyasi ve askeri güç kullanılarak yani tek kelimeyle egemenlik sayesinde mümkün olacaktı.

Hz. Muhammed hiçbir zaman ölümlü bir insandan farklı olduğunu iddia etmemişti. O tanrının peygamberi ve tanrının kullarının lideriydi ama ne tanrısaldı ne de ölümsüz. Bununla ilgili olarak önceki peygamberler de gelip geçmişlerdir. Şayet o da ölürse ya da öldürülürse o zaman sizlerde tabanlarınız üzerinde geri mi döneceksiniz.

Peygamber ölmüştü ve yerine başka bir peygamber gelmeyecekti. Müslüman cemaatinin ve devletin lideri artık yoktu. Yerine birinin gelmesi gerekiyordu. Bu acil gereklilik karşısında peygamberin yakınındakiler, aralarından birini seçtiler. Bu da, Müslümanlığı ilk kabul edenlerden ve en saygın kişilerden biri olan Hz. Ebubekir'di. Hz. Ebubekir liderliği için, tarihçilik geleneğindeki görüşe bakılırsa, Arapça'da duruma denk düşen bir belirsizlikle hem halef hem vekil anlamına gelen 'Halife' unvanını seçti.

HALİFET-ÜL RESUL

Anlamı çok açık olmayan bu unvan, bazılarına göre Halifet-ül Resul Allahyani Allah'ın peygamberinin halefi, bazılarına göre de Halifet-ül Allah yani Allahın vekili demekti ki, bu ikincisinin imaları farklı sonuçlara yol açabilirdi. Hz. Ebubekir'i devletin başına getirenler bunu düşünmemiş olsalar da büyük halifelik kurumu, yani İslam dünyasının en üstün egemen makamı böylelikle kurulmuş oldu.

Aslında büyük değişiklik, birbirine paralel biçimde sürdürülen asimilasyon ve sömürgelileştirme süreçlerinde gerçekleşmişti. Araplar önce egemen asker sınıfıyla bir işgal ordusu, üst düzey memurlar ve toprak sahiplerinden oluşan yönetici bir azınlık olarak kurumlaştılar. Daha önceki yönetimlerin devlet topraklarına ve fetihlerden kaçan mültecilerin topraklarına Arap Devleti tarafından el konulmuştu.

İslam egemenliğinin ilk yüzyılındaki siyasi ve askeri değişiklikler, önemli toplumsal ve ekonomik değişiklikleri de beraberinde getirdi. Tüm fetihlerde olduğu gibi Arap fetihleriyle kamu, özel ve kilise mülkiyetinde donmuş haldeki büyük zenginlikler, tekrar piyasaya sürülmeye başlandı. İlk Arap tarihçileri aşırı masraf ve ganimet olaylarıyla dolu anlatıları hayli çarpıcıdır.

Onuncu yüzyıl yazarlarından El-Mesudi, fetihleri de ele geçirilen bazı büyük zenginliklerden söz etmiştir. Mesudi, Halife Osman'ın öldürüldüğü gün özel varlığının yüz bin dinar (Roma ve Bizans altını) ve bir milyon dirhem (Pers gümüş sikkesi) olduğunu, mülklerinin de yüz bin dinar hesaplandığını ve 'pek çok at ile deve de bıraktığını' söyler.

Bugünü daha iyi anlamamız açısından birkaç örnek daha verelim: İslamiyet'i ilk kabul edenlerden ve erken İslam tarihinin önemli kişilerinden El-Zübeyr İbn ül-Avam, Irak'ta Kufe ve Basra ile Mısır'da Fustat ve İskenderiye kentlerinde çeşitli evlere sahipti. Onun Basra'daki evinde tüccarların ve denizaşırı tacirlerin ikamet ettiği biliniyor. Öldüğünde hesap edilen varlığı nakit elli bin dinarın yanı sıra 'bin kadın ve erkek köle, bin at ve söz konusu şehirlerde pek çok evdi.

Yine peygamberin yakınlarından Talha İbn Ubeydullah El-Taymi'nin Kufe'de büyük bir evi olduğundan, Irak'taki topraklarından günde bin dinar ve el şara bilgesindeki topraklarından ise bundan daha çok gelir elde ettiğinden söz edilir. Ayrıca Medine'de tuğla ve tik ağacından yapılmış bir ev vardı. İlk Müslümanlardan Abdul-Rahman İbn Avt, yüz at, bin deve on bin koyuna sahipti. Öldüğünde varlığının dörtte biri, seksen dört bin dinar değerindeydi. Zeyd İbn Tabit öldüğünde, baltalarla parçalanan altınlar ve gümüşler ile yüz bin dinarlık mal mülke sahipti.

İbn Munya öldüğünde yarım milyon dinar ve üç yüz bin dinarlık arazi ve çeşitli maddi eşyaları vardı. Hz Muhammed'den sonraki süreç tam tersine izledi. Toplumun genel güvenlik ve kamusal yarar gereksinmesini kötüye kullanıp gaspçı bir savaşçı-iktidarlığı olarak kendilerini örgütleyen güçler, korkunç bir çabayla kendilerini tümüyle egemen kıldılar. Despotikleşen devlet, toplumların sırtına bir kene gibi yapıştı.

Amacımız Hz. Muhammed'in yarattığı barış dininin kısa bir kesitini sunmak ve ardıllarının günümüze kadarki pratiklerine bir ışık tutmaktır. Bilinir İslam kelime olarak her ne kadar barışı çağrıştırırsa de etkili bir Arap ulusal savaş ideolojisidir. Günümüzün küreselleşmesi gibi dünya çapında küreselleşmek ister.

Cihat en büyük ibadettir. Cihat (savaş) yolunda fethedilen her şey senindir. Yenilenleri istersen köle kılabilirsin. Kadınlara olduğu gibi el koyabilirsin. Günümüzün iktidar tarzı gibi sadece askeri fetihle yetinilmemiştir. Fethedilenlerin tüm sosyal, ekonomik, inançsal değerleri üzerinde denetim ve h‰kimiyet kuruluyor. Zihni egemenlik en yoğun yaşananıdır.

AKP ve Erdoğan ideolojik olarak tüm Ortadoğu toplumunu yeniden biçimlendirme iddiasındadır. Halifeliğe soyunması boşuna değildir. Herkese tek ve inanmış ümmet anlayışı, peşi sıra ırkçı, milliyetçi anlayışı dayatması anlaşılırdır! Büyük bir maharetle yaratılmak istenen tek tanrılı ideoloji ve toplum, aslında tek yetkili olarak sultanlığın ideolojik temelidir. Mümin tabanla sultan tepeyi ustaca yaratan İslam, belki de dünyada merkezi feodalizmin en usta teorisidir.

İslam dininin eşitlik ve barışçıl olduğu söylenir. Ne yazık ki, bugün iktidarda bulunan AKP bunun tam tersini yapmakta. Kadınlara karşı kötülük var mı, var. İslamiyet adını kullanıp, milyon dolar servet edinenler var mı, var. Eşitlik, adalet ve özgürlük isteyen insanlar hunharca öldürülüyor mu, öldürülüyor.

Burada Erdoğan'ın İsrail'e yaptığı çağrıyı hatırlayalım. İsrail'e 'öldürmeyeceksin' demişti. Ama aynı Erdoğan'ın başında bulunduğu ve onun talimatlarıyla-ki burası da tartışılır-hareket eden ordu, kimyasal silahlarla öldürüyor mu, öldürüyor. Beş vakitte secdeye dururken ne düşündüğünü merak ediyorum.

Ama bu ülkede normal olan herhangi bir olay olağandışı gibi gösterilir, olağandışı olan ise, normalmiş gibi ele alınır. Çünkü gerçek hem çıplak, hem de korkutucudur. Paradoksları bol olan bir ülkede yaşadığımız için, gerçekte anlaşılamıyor. Ama şu gerçek ki, barış Gazze'ye lazım olduğu kadar Amed'e de lazımdır.

Abdullah ÇELİK *
*Adıyaman E Tipi Cezaevi

İktidar-Tapınak-Devlet

Devlet topluma dışarıdan dayatılmış bir güç değildir. Tersine, toplum içinden çıkmış, topluma kabul ettirilmiş bir zor aygıtıdır. Her görüşte hakim olan düşünce, devletin bir 'zor', 'sömürü', 'baskı' aracı olduğudur. Bu araç, havadan-sudan araç değil, bir hedeftir. Elit bir kesimin ekonomik ve sosyal baskı aracı olduğu gibi hem kendi güvenliğini hem de baskısını yasalarla, orduyla, polisle güvenceye alır. Tabiatıyla dışarıda dayatılan bir güç olmadığını da daha iyi anlayacak durumda oluyoruz. Dışarıda dayatılan her aksiyon karşı reaksiyonu yaratır. Karşı reaksiyon baskı ve zora karşı gelişse de, alternatif olarak kendi devletini kurmak, hedefe hakim olunca, iktidar değişmiş oluyor, devlet yine yerinde kalıyor. Günümüze kadar biçimsel değişikliğe uğrayan devletin ana rahminin tapınak olduğunu tarih bize net olarak göstermektedir.

KABİLE ŞEFİ'NİN EDİNDİĞİ GÜÇ

Toprak üzerinde, toprağı ekerek-biçerek yaşayan köylü toplumu, özgürce yaşıyordu. Devletin bu dönemde iskeletine dahi rastlanmaz. İlkel tarımcılar birbirlerinden mesafeli, yer yer tarım alanlarının sınırlarıyla ilgili tartışmaları neticesinde kopmuş, yeni köy-mezralarda dağınık biçimde yaşamaya başladılar.

Bu başlangıç, gevşek bir örgütlenme biçimini başlattı. Yeminle birbirbirine yardım etmiş, zamanla aynı soydan gelmeye, aynı dili konuşmaya yol açan bu gevşek örgütlenme tarzı. Kabile atasını anma, kutlama yapmak için bir araya gelmeye başladılar. Bu ortak tören ve anmaların, kabilenin köyün veya mezranın şefi liderliğinde yaptırılması, topluluk üzerinde bir güce sahip olma avantajını getiriyordu. Bu güç, kişisel nitelik, sihirsel güçlere bürünerek pekişti.

İlk toplumlardaki ayrışma ya da sınıflaşma hemen devleti doğurmuyor. Kabile şefi ve ileri gelenler ilkel devletin görevini yerine getiriyordu. Zamanla kabileler özel mülkiyet, sınıflaştırma, başka kabilenin insanlarını yakalayıp zorla çalıştırma (köleliğin ilk adımı) az-çok silahlı bir grup. Bu kabile kendine ait toprakları bir sınır olarak da belirliyordu.

YERLEŞİK YAŞAMA GEÇİŞ

Totem etrafında yığınlar yeni yerleşim yerlerine yol açtı. Toteme sunulan kurbanların karşılığı totemden istendi. Totemin yerine yeni tapınma mekanları yaratıldı. Ahali çoğaldıkça totem dar kaldı. İş yine rahiplerin zekasına kalmıştı. Bu zeka tapınağı yarattı. Yani devletin anasını. Totem tapınağa analık yapsa da kimi araştırmacılar, ilk tapınakların mağaralar olduğu, mağara resimlerinin esasında sunulan kurbanların resmi olduğunu belirtirler.

Totem etrafındaki yerleşik yaşam köylere dönüşür, tapınak etrafındaki yerleşim yerleri, artan nüfus şehirleşmeyi başlattı. Bu bir 'kent devrimiydi.' Yoğun gerçekleşen gelişmeler köy yaşamında çıkışın en somut örnekleridir. Kentlerde kurumlaşmalar gözle görülebilecek tarzda ilerlemişti. Genel perspektif içinde oturan takım, kabile, şef, totem devlet hiyerarşisiydi.

TAPINAK HİYERARŞİSİNDEN DEVLETE

İlk tapınakların MÖ 4 binden itibaren yapılmaya başlandığı belirtilir. Zigguratlara rahiplerce yüklenen misyon evrenin direğinin simgelenmesiydi. Yer ve gök güçlerinin yaşam üreten ritüelleri bu mekanlarda hayat buluyordu. Kral ve kraliçelerin bu dönemde çıktığı kabul edilecek olunursa, o zaman bu ritüelleri kral ve kraliçeler hayata geçiriyorlardı.

Tapınağın külliyesi kozmik düzenin dünyevi taklidi olmakla kalmadı. Tüm şehir kozmik düzenin taklidi olarak kavratılıyor, kavranıyordu. Rahipler, savaşçılar, tüccarlar, köylüler farklılaşmış ama karmaşık bir şekilde duvarlarının ötesi karanlık içiyse sonsuza kadar onlar için oluşturulmuştu.

Unvanlar çeşitlenmeye başlamış ve belirgin olan, adına yakışır unvan 'temel atan rahip.' Bu unvan diğer yöneticiler üzerinde etkiye sahipti.

Tapınak hiyerarşisi en üstte başrahip sıfatını alan kral oturmaya başlar. Kral, başrahip sıfatıyla 'tanrının rahibi', 'tapınağın tedarikçisi' unvanlarıyla donatılır. Rahip kral hem kurban sunuyor hem de törenler üzerinde kararlar alıyordu. Rahip-kral görevlendirmeler de yapmaya başlar. Kendisini temsilen -ki kendisi de tanrıları temsilen vardı- oğlunu ya da kendisine bağlı birini rahip atıyordu.



Yüksek rahiplerin altında tapınak görevlileri yer almaya başladı. Şehir halkının, şehir tanrısıyla ilişkisini sağlayan rahipler bu aracılığın bedelini de halktan alıyorlardı. Halkın tapınaklara yaptığı bağışlar, tapınak depolarının yapılmasını zorunlu kıldı. Depoya konulan ürünlerin kayıt altına alınması için yazıcıya-katibe ihtiyaç duyuldu, rahipler bu görevi de yerine getirdiler.

Üst düzey tapınak görevlileri, tapınağa toprak kazandırmak için tapınak çevresindeki toprakları tanrılar adına elde etmiş, ama bunu yaparken 'kendi' adına yapmamıştı. Zira tapınağın da, toprağın da sahibi şehir tanrısıydı. Totem bir kabilenin tanrısı olmaktan çıkmış şehrin tanrısı oluvermişti.

Büyük tapınaklar giderek örgütlenir, iş gücü, mesleki uzmanlaşma, tapınak görevlileri, yönetici ayrışması, belirginleşen tapınak servetini paylaşma farklılaşmayı gösteriyor. Tapınaklar, tapınak topraklarında gönüllü olarak çalışanların yarattığı ürün ve bağışlanan ürünlerin birleşmesiyle ikiye katlanır. Bu tefecilik ve tanrıların ticaretinin ilk adımına yol açtı. Yazıcı-katipler halka faizle borç veriyor, tapınak çevresinde örgütlenmiş ruhban yöneticilerin çiftçi ve zanaatçılara yardım yerine vergiye bağladığı devlet formasyonunun en bariz-yalın örneğidir.

İNANÇ TEMELLİ İKTİDAR

Yerleşimin tapınak çevresinde oluşması ve tapınağın ele alındığı dönemler boyunca tek biçimcilik, başlangıçtaki hiyerarşinin en tepe basamaklarında meşruluklarını daima ilahlardan alan rahiplerin bulunduğunu görebilmekteyiz. Düşünce sistemi gökteki düzene dayandırılıyor. Rahip-kral bu düzeni tanrı adına, tanrının evi tapınakta temsil ediyor, iradeleri tanrısal, her söz ve konuşmaları kanundu. Bu yolla iktidar yerini sağlama alıyordu.

İktidarın varlık temelini dinsel inanç oluşturuyordu. Eğer bu başarıyla sonlandırılmazsa kuşkuya ve bu kuşkunun yaratacağı halk tepkisinin, iktidarı zayıflatacağının da bilincindedir. İktidardaki yönetim iki sorunda odaklanıyordu; iktidar için yönetilenin uyumunu sağlamak, yönetilenin açısından ise, sorun yalnız kendi menfaatleriyle değil, yönetilenlerin de menfaatleriyle uğraşmalarıdır. Birinin tam çözülmesi diğerinin ortaya çıkmasını engeller, ikisi de çözülmezse bu kez tapınak iktidarının yerinden edilmesi gündeme gelecekti.

Mitolojik söylemler düzeni tapınaklarda kurallara, daha düzenli anlatımlara dönüştü. Bu anlatım dinin gelişmesiydi. Mitoloji, tam olarak din sayılamaz, dinin etimolojik kökeni Babil dilinden gelir. Babil, Bab-eli, 'Allah'ın kapısı' Arapça'da 'üstün gelmek', 'zorla isteğini yerine getirmek, yargılama, hesap' demektir. Kuran'da yüksek bir hakimiyetin emirlerine uymak, bağlanmak anlamında kullanılır.

En genel tanımla büyük ve üstün insanın karşı koyamayacağı doğaüstü ilahi bir varlık tarafından bazı biçimler altında emredildiği, kabul olunan kural ve inançlardan oluşmuş bütüne 'din' denir. Bu bir sistemdir, bu sistemi tapınaklar oluşturmuş, kurumlar ve ayinler sisteminin unsurlarıdır. Dinin temel prensipleri, ayinleri oluşturan ritmik hareketler, imanın biçimleridir.

DENETİM VE KURUMSAL AYRIŞMALAR

Dinsel öğretinin temeli, çalışanlar söz dinlemeli, boyun eğmeli, aksi bir durumda tanrılar bu ve öteki dünyada kendilerini cezalandıracak. Zamanla boyun eğen için cennet, karşı çıkan için cehennem geliştirildi. İktidar bu şekilde kendine boyun eğişi meşrulaştırdı. Tapınaktaki iktidarın niteliklerinden biri emeği denetlemesi ve yönetmesiydi. İlk devlet oluşumları 'Tapınak Kentler' olarak ün kazanınca bu denetim hızlanmış, önemli alanlar üzerinde ideolojik, ekonomik, idari ve askeri güç olarak kurumsal ayrışmalarda meydana gelmişti.



Kent devleti merkezinde daha geniş anıtlar, tapınaklar ve saraylar egemen hale geldi. Bu yapılar yöneten seçkinlerin kurumsallaşan iktidarlarının geliştiğinin göstergesiydi. Kent devletleri aleni bir zor ilişkisi, farklı biçimde tabakalaşmış toplumlardı. Kent-devlet ekonomisinin iki kesimden oluştuğu, bu kesimden biri tapınakların ve ortaya çıkan devletin yönetici seçkinlerinin sahip olduğu mülklerden oluşmuştu. Bu mülk ne satılabilmekte ne de satın alınabilmekteydi. İkinci kesim, özel cemaatsal diye adlandırabileceğimiz geniş ataerkil aile komünlerinin sahiplendiği toprakları kapsardı.

Devlet sektörüne dönüşen tapınaklara ait topraklarda çalışan işçiler, toprak sahibi değillerdi, kişisel parseller tapınakta çalışan zanaatkarlar ve idari görevlilere olduğu gibi hizmetleri karşılığında tahsis ediliyordu.

İLK KENT MECLİSLERİNİN ROLÜ

Tapınaktaki ya da devlet mülkiyeti olan topraklardaki alt işçi kategorisine yalnızca üründen pay ayrılıyordu. Bunun tersi olarak özel cemaatsel kesimde yer alan topraklar topluluğun özgür bireylerinin malıydı. Bu toprakların el değiştirmesi olasıydı. Toprak sahibi niteliğinde olmayan ama aile komününün temsilcisi olan reisi tarafından satılabilirdi. Kurumlaşmış yönetici seçkinlerin toplu halde güncel konuşmalarının yapıldığı ve kararlarının alındığı bir form olan kent meclisine bağımlıydı. Bu artık hatırı sayılır bir otorite demekti.

Geleneksel kent seçkinlerinden seçilmiş bir bürokratik kadro vardı. Saray yazıcıları bunların başında geliyordu, kilit konumdaydılar. Yargıçlar, mahkeme memurları, polisler, idareciler bunlara eklenmeliydi. Kent devletlerinin sınırlarının dışına taşması, kurumlaşmayı zorunlu hale getiriyordu. Ticaret etkinliklerinin yönlendirilmesinde önemli rol oynayan kent devleti, tüccar toplulukları oluşturup, önünü açıyordu. Kurumsal kesim, özel idari denetimde mal üretimini kapsamaktaydı. Bu dönemin en önemli ticaret alanı nehir ticareti olduğu için, ilk gemi yapımı gelişmişti, işletmeci seçkinlerde oluşmuştu.

Devlet, tapınaklar tarafında geliştirilen din eğitimli okullar açar. Okulun amacı tapınak-devlet ideolojisini öğrenmek, öğretmek, ozanlarla bunu civara yayma (propaganda) şarkıcılar, müzikçiler (günümüzde ilahi-ilahiyat) tanrısal şarkıları tapınak-devlet adına yapar, tanrıların gökyüzündeki mırıldanışları olan müzik ile bütünleştirilir. Devletin ideolojik meşruluğu tanrısallıkla toplumlarla anlatılıyor, devlet bu ideolojiyle meşruluk kazanıyordu. Tüccarlar, rahipler, krallar tanrılar adına hareket ettiklerini her kesime kabul ettirme derdindeydiler.

ÇELİŞKİLER VE AYRIŞMA

Gün geldi ki kentler arası ticareti yapanlar kral adına hareket edince, işler farklılaştı. Burada saray-tapınak ayrışması da başladı. Saray dünyevileşmekte, tapınak mitolojiye sırtını dayayıp, dini ideolojiyle hakimiyetini sağlıyordu. İnsan tanrısallaşıp tanrı-kral adıyla boy gösteriyor. Şehir devletinin koruyucu tanrısı tarafından seçildiğine inanılan kral hizmetinde tapınakların yeniden inşa edilmesi, ayin yöneticisi konumunda dayandırmakla birlikte, idari ve askeri güvenliğini sağlamak maksadıyla bölgelere askeri valiler atayarak otoritesini güvenceye alıyordu.

Kral, şehirde biriken malların fazlasını ve savaşlarda ilhak edilen toprağın büyük bölümünü alıyordu, vergiler arttırılmakta, adaletsizlik baş gösteriyordu. Arpa ölçekli olan çalışmalar düşürüldüğü için kent halkı gittikçe acı ve güçlükler içindeyken, kral ve tapınaklar sefa içerisindedir. Tapınak merkezleri artık uyumsuzluğun, yolsuzluğun, bozulmanın merkezine dönüşüyor. Çok geçmeden iç isyanlar patlar; isyanlar bir düzelmeyi yaratsa da uzun sürmez. Çünkü şehir devletinin dışındaki topraklarda huzursuzluk bitmiyor, kırdan şehre akışı da durduruyordu. Artan nüfus toprak ihtiyacını doğuruyor, bu ise, komşu kent devletleriyle savaş anlamına geliyordu.

ASKERİ ZORUN ÖNE ÇIKMASI

İç barış ve birliği gerekli kılan bu olayları sağlayacak olan tapınak ve kral değildir, ordu bunu sağlayacak, yani askeri birlikler. Askeri şef, yeni bir yönetici sınıfı olarak dünyevi gücü temsil eder: Savaşçı olmaları ve bir düzenlerinin olmasına ek olarak, silahlı bir güç, kuvvet olmaları rahip ve krallar karşısında daha fazla öne çıkarlar. Oysa askerler daha önce rahip ve kralların emrinde, sadece çatışma ve güvenlik için kullanılırdı. İç ve dış çatışmalardaki süreklilik salt çatışmalarla sınırlı kalmıyor, barış dönemlerinde de önem kazanmış oldu. Bununla yetkilerini süreklileştirdiler, statülerine devamlılık kazandırdılar. Rahip-kral çelişkisine askeri şef çelişkisi de ekleniyordu. Tapınak-saray ayrışmasına yeni bir askeri sarayda ekleniyordu.

Savaşların süreklileşmesi, Tanrı Kralların inandırıcılığını yitirmesine yol açtı, merkezi iktidara bağlı bulunan her şehir yöneticisinin bağımsızlık eğilimi de gelişiyordu. Merkezi iktidarla çelişkisi olan diğer güçlerle (iç-dış güçler) işbirliği yapmakta kaçınmayan bu kesim, egemenler arası çelişkinin bariz göstergesiydi. Sonuç olarak, devletin anası olan tapınak kendi iç örgütlenmesinin devletin oluşmasına yol açtığı, devletin de bir düşünceyle korunup-kollanması gerektiğinden hareketle, yaratılan mitolojik hikayelerden dine dönüşmüş, din devletin varlık nedeni-yasaları olarak topluma kabul ettirilmiştir. İktidar sınıfı, sömürü çarkıyla artı ürüne ek olarak devlet temelini daha da pekiştirmişlerdir.

TARIM ARİSTOKRASİSİ VE SÖMÜRÜ

Kentlerde çeşitlenmiş iktisadi faaliyetler, tapınak kontrolündeki canlı ticaret merkezi olarak denetlenen sulama, üretimin hiyerarşik olarak örgütlenişinin yanında, sabanın tarımda kullanılmasının yarattığı artı ürünün yol açtığı servet birikimi, her şehir devleti gerek çevredeki çoban topluluklar, gerekse iktisadi-ticari ve siyasal rekabet içinde bulundukları komşu kent devletler açısından bir çekim merkezi olarak, iktisadi-ticari kesim dünyevileşen saraya bağlanmaya başlar.

Askeri şef-önderlerin iktidarı ele geçirme süreci için, savaşın hammadde kaynaklarına el koymaya evrildiğini gören tüccar sınıfı, tapınağın denetiminde bir an önce kurtulmayı hayal ediyordu ve saray-askeri şefi desteklemek, kurtulmak için hayalinin gerçekleşmesiydi. Rahiplerin üstlendiği ilahi görevler onları 'soylu', 'aristokrat' yapmıştı. Böylece toplumun en zenginleri olmaya da hak kazandılar.

Tapınakların geniş arazileri, arazileri işlemek için gönüllü çalışanlar, ardından zorla çalıştırmayla köleler oluştu, toprakta bağımsızlaşan tüccarlar, rahiplerin değişen misyonlarıyla uzlaştıkları alan ticaret olmaktaydı. Özel mülkiyet ilişkileri hız kazanmış, krallık, meclis, askerlik, vezirlik, bürokratik işler, memur-çalışanlar dönemin devlet çarklarını hızla döndürüyorlardı. Kent devletlerinin yalnızca bir yerleşim yeri, yönetim biçimi değil, toplum ilişkilerinde de köklü değişimlere yol açmıştır. Ve devletin anası olan tapınak, çalışanıyla, tanrısıyla biçimsel değişiklik dışında ciddi bir öz değişim yaşamadan günümüze kadar geldi. 

AHMET ORAL*
* Muş E Tipi Cezaevi 

Kürt Aydını ve PKK


Son dönem yazdığım yazılarda Türkiye'nin farklı bir sosyoloji vadisine girdiğini, bu değişikliğin farklı yaklaşım ve değerler silsilesi yaratmaya başladığını söylüyorum.

Bir tarafta bizi birbirimize yakınlaştıran değer yargıları aşılıyor, kolektif tutunumları sağlayan sosyal değerler çözülüyor.

Diğer tarafta gelenek ile geleceği karşı karşıya getiren yeni zihniyet kodları oluşuyor.

Acaba toplumsal değişme, hızlı yenilenme, çabuk eskime Kürt aydınları cephesinde nasıl karşılık buluyor?

Soruyu önemsiyorum. Çünkü toplumsal alt-üstlerin yaşandığı bir zaman kesitinde bu değişimi hem zorlayan, hem de değişimden en çok etkilenen Kürtlerin aydın tercihi ve tutunumuna odaklanmak heyecan verici bir entelektüel çaba olsa gerek.

***

Bu çabanın çarpıcı sonuçlarını Dipnot dergisinde, '1970'lerden Günümüze Kürt Aydınlarının Gelişimi' başlıklı makaleyi kaleme alan Mahmut Şakar'ın yazısında buldum.

Şakar, günümüzün Kürt aydın tutunumu ve çabasının anlaşılması için tarihsel anlamlandırma metodolojisi kullanmış.

Şakar'a göre ilk Kürt aydınları, dinsel kodları taşıyan geleneksel aydınlardı (Mele, Seyda vs). Bu geleneksel kategorinin Kürt kültürünün yaşatılması ve kuşaklara aktarılması açısından önemli bir rolü oldu.

Ancak cumhuriyetin ilanıyla birlikte Kürt aydını ile toplum arasında bir gerilim oluştu. Bu gerilimin nedeni toplum ile aydın arasındaki uçurumdu.

Çünkü yeni Kürt aydını devlet ve iktidara eklemlenmiş, devlet ve iktidarın ideolojisini taşırmaya başlamıştı. Kürt aydını bu işlevleri ile egemen gücün Kürdistan'da yönetsel meşruiyetini sağlayan ara kademeydi.

Sayın Şakar, PKK'nin tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte bu skalada ezber bozan bir değişim yaşandığını vurguluyor.

Bu skalanın birinci ayağı parti olgusuyla 'aydın işlevinin' özdeşleşmesi oldu. Yani ilk kez gücünü toplumsal dinamikten alan bir organik aydın kuşağı doğuyordu (talebeler).

Skalanın ikinci ayağı Kürt aydın kuşağının tercihiydi. Partili aydın kuşağı sadece Kürtlerin varlığıyla ilgilenmiyordu, aynı zamanda kurtuluşunu da esas alıyordu.

Mahmut Şakar, bu özelliğin yeni Kürt aydınını daha radikal bir söylem, örgütsel anlayış ve yöntemsel farklılığa götürdüğünü söylüyor.

Artık karşımızda verili Kürt aydının karşısında kendisini aydın olarak değil devrimci olarak tanımlayan, politik tercihlerin de merkezde olduğu yeni yepyeni bir aydın kuşağı vardı.

***

Sayın Şakar, aşırı politize olmuş, topluma öncülük yapan yeni organik aydın sınıfının mevcut aydınlara yönelik 'güvenilmez' oldukları tasavvuruna gittiğini, bir süre sonra kaygıların aydın işlevini yok sayma sonucu yarattığını, bunun da aydını küçümseme tutumları doğurduğunu vurguluyor.

Bu bakış açısı PKK ile verili Kürt aydını arasında gerilime yol açtı.

Verili Kürt aydını PKK'ye 'kurşun asker istiyorsun' itirazı yaparken PKK de ideolojisi dışında anlam üreten aydına 'sisteme eklemlenen işbirlikçi' damgasını vurdu. 1978 ile 1999 yılları arasında gerçekleşen buydu.

Ancak 1999 sonrası Kürt siyasetinin siyasallaşarak kurumsallaşması aydın ile PKK arasında farklı düzlemler yarattı.

PKK aydına bakış açısını değiştirdi. Çünkü siyasal mücadele artık kurtuluş yerine inşa gerektiriyordu. Bu da aydının başat rolünü gerekli kılıyordu.

Ancak ortada birikimli, donanımlı bir aydın kuşağının bulunmaması Kürt aydınının PKK karşısında etkili konuma geçmesini engelledi.

Bu sonuç PKK'yi yeni toplumsal inşa için gerekli olan entelektüel referansı üretmeye zorladı.

Öcalan'ın İmralı'da yazdığı kitaplar toplumsal inşa ve öncülük için Kürt aydın kuşağının yaratamadığı referansları yaratmaktan başka bir şey değildi. Öcalan'ın yeniden anlam üreten aydın statüsüne geçmesi aydın-PKK ilişkisini yeniden kurguladı.

PKK Kürt aydınına, 'Toplumsal yenilenme ve gelişme için artık bir kaynağımız var. Sizden beklenen bu kaynaktan ve güneşten beslenip toplumu aydınlatmanızdır' derken...

Kürt aydını da PKK'ye 'Aydının görevi güneşten ışığı alıp toplumu aydınlatmak değildir. Toplumu aydınlatacak ışık ve kaynağı bulmaktır. Aksi halde özgür sorgulama yapamayan bağımlı ve organik aydın yaratmış olursunuz' itirazı gönderdi.

Karşılıklı bu bildirim yeniden aydın ile PKK arasında gerilime yol açacaktı.

Bu gerilimi PKK'yi aşamayan bir entelektüel referans oluşturamamanın yarattığı komplekste aramak daha doğru olacak.

Cengiz KAPMAZ
cengizkapmaz@hotmail.com

Direniş

Son Kürt direnişi yirmi yedinci yılına giriyor. Kürtler yirmi yedi yıldır kesintisiz olarak direniyor. Bir halk olmaktan kaynaklanan meşru haklarını kullanıyorlar. Başta BM olmak üzere uluslararası kurumların kararları da buna onay veriyor.

Aslında Kürtler son doksan yıl boyunca hep direniyorlar. Birinci Dünya Savaşının yarattığı sonuçları kabul etmediler. Önce İngiliz ve Fransız ordularına karşı direndiler. Sonra da İngiltere ve Fransa’nın yarattığı ulus-devletlere karşı direndiler. Ve halâ da bu direnişleri sürüyor.

Birinci Dünya Savaşı önce Kürtleri ve Kürdistan’ı bölüp parçaladı. Kürtler bu bölünmüşlüğü hiç kabul etmediler. Kendilerini bölen sınırları hep yok sayıp ihlâl ettiler. Bu sınırlar içlerine ısınmadı. Şimdi de bu sınırların adı var, ama aslında kendileri yoktur.

Birinci Dünya Savaşı sonra da Kürtler üzerinde bir soykırım rejimi kurdu. Daha doğrusu savaşın yarattığı bölge ve dünya sistemi Kürtleri yok sayarak yok etmeyi öngördü. Kürtler de kendilerini yok etmek isteyen sisteme karşı direndiler ve halâ da direniyorlar.

Aslında Birinci Dünya Savaşı sadece Kürtleri bölmedi, tüm Ortadoğu’yu böldü. Osmanlı’yı böldü, Arapları böldü, Azerîleri böldü. Tabi en kötü bir biçimde de Kürtleri böldü. Şimdi bu bölüp pörçük durum Ortadoğu’nun tarihsel bütünlüklü ve görkemli duruşuyla uyuşmuyor, tersine çelişki arzediyor. Bölgede yaşanan çatışmalar işte buradan kaynaklanıyor. Bugün Üçüncü Dünya Savaşı denen savaş, aslında birincinin devamı oluyor. Bölgenin sırtına geçirilmiş bir deli gömleği olan bu parçalanma ve ulus-devletçilik aşılmadan da Ortadoğu’nun savaştan kurtulamayacağı anlaşılıyor.

Yine Birinci Dünya Savaşı aslında sadece Kürtler üzerinde bir soykırım rejimi kurmadı, ondan önce de Ermeni ve Asurilere dönük bir soykırım uyguladı. Dünya savaşı içinde yaşanmış olan olayların muhasebesi halâ yapılabilmiş değil.

Avrupa’nın Ortadoğu’yu ele geçirmesinin sonuçları işte böyle olmuştur. Halâ bugün bu sonuçlar insanlığı en çok uğraştıran sorunlar durumundadır. Kürtlerin kabul etmediği ve tam bir asırdır direndiği gerçek işte budur.

Bazıları bunun için diyor “Kürtler isyan ediyor”. Peki isyan etmesinler de ne yapsınlar! Kendilerine dayatılan ve reva görülen uygulamalar öyle kabul edilir cinsten değil. İnsan soyunun kabul edeceği ve sineye çekeceği uygulamalar kesinlikle değildir.

Burada bir hususu da düzeltmek gerekiyor. Ağzını açan “Kürtlerin isyan ettiğini” söylüyor. Öyle bir anlama getiriliyor ki, sanki Kürtler durdukları yerde isyan etmişler de, onlara yönelik insanlık dışı uygulamalar, mevcut inkar ve imha sistemi onun üzerine gerçekleşmiş!

Gerçi böyle olması da mevcut soykırım rejimini haklı çıkaramaz. Fakat bu görüş kesinlikle doğru değildir. Katliamcının suçunu hafifletmek için uydurmuş olduğu bir görüştür. Doğru olan, Kürtler dönük katliam ve soykırım dayatmasında bulunulması ve Kürtlerin de bunu kabul etmeyerek direnmesidir.

Örneğin bu konuda 19. Yüzyılı ele alalım. Durduk yerde Kürt Beyleri mi isyan ettiler, yoksa Osmanlı merkezi yönetimi daha çok asker ve vergi için operasyona mı çıktı? İkincisinin gerçeği ifade ettiğini artık herkes biliyor ve kabul ediyor. Eğer Osmanlı merkezi ordularının saldırıları olmasa hiçbir Kürt beyinin yerinden bile deprenmeyeceğini herkes biliyor.

Benzer durum 20. Yüzyıl için de geçerlidir. 20. Yüzyılda önce Kürtler isyan etmemiş, Birinci Dünya Savaşında Kürdistan’ı bölüp parçalayan İngiliz ve Fransız emperyalistleri böldükleri Kürtleri yok sayarak yok etmeyi öngören bir soykırım sistemi kurmuşlardır. Tarihin bu en kadim halkını tarihten silmeyi öngörmüşlerdir.

Peki bu durum karşısında Kürtler ne yapmalıydılar? Onlardan ne yapmaları beklenirdi? Herkes kendini Kürtlerin yerine koysun ve cevap versin: Böyle bir durumla karşı karşıya gelse ne yapardı? Kürtler de işte herkesin yapacağı şeyi yaptı. Kendisine yöneltilen soykırımı kabul etmeyerek direndi, isyan etti. Kendini insan ve toplum olarak tanımlayan her canlının yapacağını yaptı. Eğer Kürtler yok sayılmasa ve soykırım rejimine tabi tutulmasaydı, tek bir Kürt bile isyan etmez, doksan yıl boyunca böyle bir ölüm-kalım direnişi içinde olmazdı.

Demek ki bugün yaşanan sorunların sorumlusu Kürtlerin isyankârlığı değildir. Kürtlere dayatılan inkâr ve imha sistemidir, soykırım rejimidir. Böyle bir dayatmaya karşı direndikleri için Kürtler suçlanamaz. Tersine direnmeselerdi tarih ve insanlık karşısında suçlu duruma düşerlerdi. Bu nedenle, direnenleri suçlamak değil, hepsini saygıyla anmak gerekiyor. Elbette direnmeyenleri ve başarılı olamayanları da eleştirmek gerekiyor.

Görülüyor ki, bir asırdır yürütülen emperyalist soykırım saldırısına rağmen Kürtler yok edilememişlerdir. Tersine böyle bir saldırıya karşı direniş içinde uluslaşmışlar, yeniden toplumsallaşmışlardır. 15 Ağustos 1984 Eruh ve Şemdinli eylemleriyle başlayan son Kürt direnişinin ezilememesi ve yirmi yedinci yılına giriyor olması da bunu göstermektedir.

Gerçek böyle olmasına rağmen, halâ Kürtleri inkar ve imhada ısrarlı olmanın fazla akıllı bir tutum olmayacağı ortadadır. Çünkü, bazı kesintiler olsa da Kürtler sürekli bir direniş göstermeyi başarmışlardır. Direnerek var olmayı ve özgür yaşamayı öğrenmişlerdir. Dolayısıyla Kürt direnişinin kırılıp ezilebileceğini sanmak, kendini kandırmaktan başka bir anlama gelmez.

O halde aklı başında olanın yapması gereken ne? Çok açık ki, oluşan Kürt iradesini kabul etmek ve onunla sorunların barış içinde çözümünü aramaktır. Kürt iradesi bu konuda oldukça mütevazı ve tutarlıdır. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, 18 yıldır barışçıl-siyasi çözüm için çalışmakta ve Demokratik Özerklik çözüm projesini ortaya çıkarmış bulunmaktadır. İşte Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir de böyle bir çözümden yana olduğunu ortaya koymuştur. Kürt iradesinin çözüm projesinde somutlaşmış olduğu görülmektedir. O halde başkalarına düşen de bu iradeyi tanımak ve onunla birlikte barışın kapılarını aralamaya çalışmak olmalıdır.

Böyle olmaz ve çözümleyici yaklaşılmazsa Kürt direnişi sürer, hem de onlarca, hatta yüzlerce yıl sürer. Bunu herkes böyle bilmelidir. Kürtlerin direnişten vazgeçeceği veya direnişi sürdüremeyeceği sanılmamalıdır. Kürtler her şeyi bu direniş içinde kazandılar, insan olmayı ve özgür yaşamayı direniş içinde öğrendiler. Onbinlerce şehit vererek bugüne geldiler. Direnmenin yaşamak olduğunu, bunun dışında bir yaşamın olmadığını Mazlum’larla, Agit’lerle öğrendiler. Bu konuda artık hata yapmayacakları, oyuna gelmeyecekleri, bu kutsal değerlerden kopmayacakları kesindir.
Bu temelde Kürdün direniş gününü kutluyor, tüm şehitlerimizi saygıyla anıyoruz!.. 

SELAHATTİN ERDEM

Evet-Hayır Oyunu

Tiyatro sahnesi gibi, iki söz üzerine oyun kurulmuş, evet-hayır. “Kırk katır mı kırk satır mı?” İkisinden birini seçmek durumunda bırakılmış insanlar. Demokrasi adına. Her iki tarafta demokrasi talep ettiklerini söylüyor, olası bir kitlesel boykotu engellemeye çabalıyorlar... Sanki iki seçenekten başka bir şey yokmuş olamazmış gibi... Sadece iki seçenek üzerinden tartışma yürütüyorlar. Aslına bakılırsa farklı gibi görünen seçenekler ve bunların üzerinden yürütülen tartışmalar aynı kanallardan, aynı düşünsel çıkış noktasından besleniyor. Hayırcılar, orta ve üst sınıflardan oluşuyor, Militarizmin ekmeğine yağ sürüyorlar. Kendi içlerinde homojen olmasalar da aynı yerlerde saf tutmuşlar...

Evet’ler ise rejimle anlaşmazlık yaşayan yeni sermayedarlar. Bilindiği gibi bunlar AKP’nin seçmen tabanı ve düşünsel olarak onlara yakın duranlar. Meseleye böyle baktığımızda, Başbakan’ın 12 Eylül mağdurlarını dile getirirken yaşadığı duygusal anlar net bir şekilde anlaşılıyor. O’nun 12 Eylül ile gerçek bir hesaplaşmayı amaçlamadığı, ancak, karşı cepheden oy biriktirme uğraşı içerisinde olduğu görülüyor. Her türlü etkiye açık olan evet ya da hayırcı kitlenin verecekleri oyları hesaplıyor... Olası oy kazanımları ile içinde bulundukları krizi, statükonun devamını sağlayarak aşmaya ya da mevcut statükoyu ele geçirerek aşabileceklerini planlıyorlar.

O nedenle; yoksulluğa mahkum olan geniş halk yığınlarını, kendilerini ilgilendirmeyen saflarda taraf olmaya çağırıyorlar. Oysa referandumdan ne çıkarsa çıksın sonuç değişmeyecek. Yine geniş halk kesimlerine, demokrasi güçlerine karşı kuracakları yeni gerici-savaşçı ittifaklar zeminini oluşturmak olacak...

Buna karşın, iki seçmen kitlesinin de az-çok şu veya bu nedenle sisteme muhalif gibi görünenlerin birçok şeyin farkında olmadıklarıdır. Farkında olsalardı çalışma alanındaki değişikliklerin tam da 12 Eylül ruhunu yaşatmaya yeminli olduklarını görebileceklerdi.. Yine Kürt sorununa ilişkin, herhangi bir değişikliğin olmaması da gözlerden kaçmayacaktı. Burjuvazi değişiklikleri savunur gibi yapıyor. Sözüm ona gerçek niyetini dışa vurmadıklarını sanıyorlar, öyle gösteriyorlar. Örgütlü kesim de bütün bunlardan bi haber. O nedenle olanlar, planlananlar örgütlü emek kesimleri ve yoksul halk kesimleri tarafından yeterince tahlil edilemiyor. Yazık ki sınıfsal ve kitlesel bir karşı koyuş da yeterince örgütlenemiyor...

Açıktır ki! AKP’nin hedeflediği şey, ülkeye daha fazla demokrasi getirme kaygısı değildir. Bilindiği gibi demokrasi onlar için araçtır. Cuntanın yaptırmış olduğu darbe anayasanın özü korunarak, hedefledikleri rejimi yaratma uğraşıdır. Yaptıkları değişikliklere verilecek evet ya da hayır oyları ise referanduma katılım oranının yükseltilmesi, artık iyice yaralanmış yıpratılmış, itibarsızlaşmış 1982 anayasasının itibarının yeniden kutsanması olacaktır.

Durum böyle iken, kendilerini solun değişik versiyonları içersinde görenlerin bir kısmı, “değişiklikler yeterli değil, ama yine de evet” diğerlerinin de hayır cephesi içersinde bulunmaları, her iki kesimin de kafa karışıklıklarının sürdüğünün göstergesidir.

Oysa sola düşen bağımsız duruş olmalıdır. 12 Eylül karabasanından ve onun toplumun üzerine düşen gölgesinden kurtulmanın yolunun evet/hayır’a karşı bağımsız duruş olmalıdır.

Aksi halde, evet ya da hayırlarla saf tutmamız, gerici, militarist güçlere yedeklenmek olacaktır...