6 Ağustos 2010 Cuma

Beşikçi Hoca ve Kürtler-1

Sosyolog Dr. İsmail Beşikçi kendisini Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etme mücadelesine adamış bir bilim adamıdır. Bu konuda yazdığı 36 kitap’ın yanında yayınlanmış yüzlerce makalesi vardır. Yazdığı kitaplar ve makaleler hakkında TC savcıları tarafından aleyhine yüzlerce dava açıldı. Ömrünün 17 yılını Kürt halkı için zındanlarda geçirdi. Sakarya Cezaevinden Uluslararası PEN Kulübü başkanına yazdığı mektuptan dolayı 1982 yılında Gölcük Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinde yargılandığı davada 10 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldığında mahkeme sonrası bana, „ilginç değil mi savunmamı okumadan bana ceza verdiler. Herkese söyle Beşikçi taviz vermedi“ dedi. Ben onun bu sözünü Türk ve Kürt kamuoyuna anlattım. Televizyon programlarında dile getirdim.

Sarı hoca 1987 yılına kadar Gölcük, Çanakkale ve Antep cezaevlerinde aldığı bu cezasını çektikten sonra 27 Mayıs 1987 tarihinde Antep Cezaevi’nden şartlı salıverildi. Kendisini Gölcük Sıkıyönetim Askeri Cezaevi’nde savunan ben ve amcazadem halen Urfa barosu avukatlarından Ali Fuat Bucak idi. Antep’ten tahliye olduğu gün kendisini karşılamaya gidenler ise biri Türk kökenli dördü Kürt kökenli beş kişi idik.

PKK öncülüğünde 15 Ağustos’ta başlatılan Kürt özgürlük mücadelesi Beşikçi’yi derinden etkilemişti. Antep’te kendisi ile görüşürken benden öğrenmek isteği konular hep bu mücadelenin yapısı, gelişimi ile ilgili konulardı. Bilgilenmek istediği en önemli konu ise Kürt kadınlarının gerillaya katılımı ile ilgili idi.

1989 yılında ise „Özgür Gelecek“ dergisine verdiği bir demeçten dolayı Ankara 2 Nolu DGM tarafından ünlü 142/3 maddesinden dolayı yargılanıyordu. Son duruşmasında savunmasını ben yaptım. Verdiğim yazılı dilekçenin altında sadece benim imzam olmasına rağmen, daha sonra Öz-Ge yayınları tarafından yayınlanan „Red ve İnkara karşı Kürt kimlik mücadelesi“ kitabında bu dilekçenin altında başka avukatlarında isimlerinin geçtiğini gülerek okudum. Son duruşmada savunma yaparken DGM savcısı Talat Şalk tarafından ismimin not alındığını fark ettim. Beşikçi hakkında ilk defa TC mahkemeleri tarafından beraat kararı verildi. Kemalist ideolojinin bağrında bir delik daha açılmıştı. Mahkemeden çıkarken adresimin, ev ve büro telefonlarımın olduğu kartvizitimi Talat Şalk’a verdim. Hakkımdaki bilgileriniz eksik kalmasın dedim.

1990 yılının Mart ayında Beşikçi’nin Türkiye ve Kürdistan kamuoyunun gündemine bomba gibi düşen „Devletler Arası Sömürge Kürdistan“ kitabı rahmetle andığım Ayşe Zarakolu ve sevgili eşi Ragıp Zarakolu tarafından Alan-Belge Yayınları tarafından yayınlandı. Bu kitaptan dolayı Beşikçi hakkında tutuklama kararı verildi. Kendisini Sağmalcılar Cezaevine götürdüler. Burada PKK’li tutuklular ile birlikte kalıyordu. 1999 yılında geri çekilme sırasında şehit düşen komutan Serdar (Seyfettin Rüzgar) ile birlikte kalıyordu.

1982 yargılaması sırasında mumla aradığım Kürt ve Türk kökenli avukatlar yağmur gibi adlarına tevkil yetkisi vermem için büroma başvuruyorlardı. Kürt özgürlük mücadelesi onlarıda bir bilim adamını savunma için cesaretlendirmişti. Bir gün Beşikçi ile görüşmeye gittiğimde, Beşikçi Çanakkale Cezaevi’nde iken kendisine para göndereceğini söyleyip beni sekreterini yağmur altında bekletmeye mecbur eden TİP kökenli Kürt avukatın onu ziyarete gelip savunmasını yüklenme teklifini yaptığını görünce, orada bu TİP kökenli Kürt avukatı tokatlamamak için kendimi çok zorlamıştım. (devamı gelecek haftaya)


serhatbucak46@hotmail.de

Marlon Brando’dan Ahmet Altan’a

200 yıl boyunca toprağı, yaşamı, ailesi ve özgür olma hakkı için savaşan yerli halka şöyle dedik:

‘İndir silahını arkadaş, gel beraber oturalım. İndirirsen eğer silahını arkadaş, barıştan söz ederiz senle, anlaşırız senin hayrına.‘

Silahlarını indirdiklerinde ise onları katlettik. Onlara yalan söyledik.

Onları topraklarından koparmak için kandırdık. Hiçbir zaman sadık kalmadığımız ve adına antlaşma dediğimiz o kağıtları zorla imzalasınlar diye onları açlığa mahkûm ettik.

Ve onları, yalnızca yaşamın anımsayabileceği kadar uzun bir süredir yaşam vermiş bu kıtada dilencilere döndürdük. Ve tarihi nasıl yorumlarsanız yorumlayın, ne kadar çarpıtırsanız çarpıtın: biz doğru davranmadık.

Ne dürüst olduk ne de adil davrandık.

Onlara ne haklarını iade etmek zorundaydık ne de antlaşmalarımıza sadık kalmak.

Çünkü gücümüzün üstünlüğü bize diğerlerinin haklarına saldırma, mallarını gaspetme, yalnızca yaşamlarını ve özgürlüklerini savunmaya çalışırken yaşamlarını ellerinden alma hakkını sağlıyordu.

Onların erdemleri suça dönüşürken bizim ahlaksızlıklarımız erdem oluyordu!

Fakat bu sapkınlığın ulaşamayacağı bir şey var; o da tarihin büyük hükmü. Emin olun tarih bizi yargılayacaktır.

Ama umurumuzda mı?

Bu nasıl bir ahlaki şizofrenidir ki tüm dünyanın işitmesi için ulusumuzun en tepesindeki sesle ciğerlerimiz patlayana kadar taahhütlerimizi yerine getirdiğimizi haykırırız da, tarihin tüm sayfaları ve Amerikan yerlilerinin son yüzyıl boyunca geçirdiği tüm o aç, susuz günler ve geceler bu sesin dediklerinin tam tersini söyler. Görülen o ki bu bizim ülkede ‘komşunu sev’ ilkesi ve bu ilkeye saygı artık işlemez hale gelmiş ve tüm yaptığımız, gücümüzle yapmayı başarabildiğimiz ancak ve ancak, dost da olsa düşman da, yeni doğan ülkelerin umutlarını yok edecek şekilde onlara bizim insancıl, uygar olmadığımızı ve sözümüzü tutmadığımızı göstermek olmuştur.

Belki de şu anda kendi kendinize, ‘hay aksi şimdi bunun akademi ödülleri ile ne ilgisi var canım‘ diyorsunuz.

‘Bu kadın burada ne arıyor, hem akşamımızı berbat etti hem de bizi ilgilendirmeyen konularla yaşamlarımıza girdi, üstelik umurumuzda bile değil.‘

Sanırım bu sorulmamış soruların cevabı, sinema dünyasının da en az diğerleri kadar Kızılderilileri küçük düşürmekle, onları vahşi, düşmanca ve kötü göstererek karakterleriyle alay etmekle sorumlu olmasında yatıyor.

Bu dünya çocukların büyümesi için zaten yeteri kadar zor.

Kızılderili çocuğu televizyon izlerken film de izler ve soyunu filmlerde anlatıldığı gibi görünce o zihinlerin nasıl zedelendiğini bilmemiz mümkün değildir.

Geçenlerde bu durumu düzeltecek bir kaç sendeleyen adım atıldı ancak, çok az ve çok aksak.

Öyle ki bu mesleğin bir üyesi olarak, bir birleşik devletler yurttaşı olarak bu gece bu ödülü kabul etmek içimden gelmedi. Bu ülkede şu anda ödül almak ya da vermek, Amerikan yerlilerinin durumları önemli oranda düzeltilmediği sürece uygun değildir.

Eğer kardeşimizden sorumlu olamıyorsak en azından onların celladı da olmayalım.

Bu gece doğrudan sizinle konuşuyor olabilirdim ancak ırmaklar aktıkça ve otlar büyüdükçe onursuz kalmaya devam edecek bir barışın kurulmasını engelleyebilmek için elimden gelen yardımı yapmakla daha yararlı olabileceğimi hissettim.

Ümit ederim ki şu anda dinleyenler bunu kabalık olarak addetmez ve bu toprakların üzerinde tüm insanların özgür ve bağımsız kalma hakkı olduğuna inandığımızı söylemeye hakkımız olup olmadığı gibi önemli bir konuda dikkati çekmek için yapılmış samimi bir çaba olarak görürler.

***

Sinemanın efsanesi Marlon Brando, Baba filmindeki unutulmaz rolü nedeniyle 1973 yılında aldığı en iyi erkek oyuncu ödülünü Kızılderililere yapılan katliamlara dikkat çekmek amacıyla reddetti.

Oscar Ödülleri törenine Kızılderili genç bir kadını gönderdi. Yukarıdaki mektubu da törende okuması için genç kadına verdi.

Brando mektubuyla gerçek bir aydının; sanatçı ve yazarın yok edilmek istenen bir halk söz konusu olduğunda nasıl davranması gerektiğini gösteriyor.

Aynı zamanda da ‘ahlaki şizofreni‘ yaşayan ve AKP Hükümeti’nin Kürtlere karşı sürdürdüğü psikolojik savaşta acımasızca tetikçilik yapan Taraf Gazetesi‘yle Ahmet Altan’a esaslı bir vicdan dersi veriyor.

Yakından izliyorsunuzdur; Taraf Gazetesi çıktığı günden bu yana savaşı sona erdirmesi için PKK’ye ‘’silahını indir arkadaş‘ dayatması yapıyor.

Militarist sistem tasfiye olmadan ve Kürt sorununun demokratik barışçıl çözümü yolunda anayasal ve yasal güvenceler sağlanmadan ‘silah indirmenin‘ sisteme hizmet edeceğini ve Kürtlerin katledilmesi anlamına geleceğini biliyor ama, buna rağmen bunda ısrar ediyor.

Bu kadarla kalsa iyi; kalmıyor. Teslimiyeti kabul etmeyen PKK’yi bu kez Türk ordusuyla ‘işbirliği‘ yapmakla suçluyor.

Bir yandan Kürt sorununun ‘barışçıl‘ çözümünden söz ediyor, diğer yandansa Türk ordusunun itibarını (!) yerle yeksan eden, militarist sistemi çöküşe, Türkiye’yi demokratikleşmeye sürükleyen PKK’yi de ‘ordu işbirlikçisi‘ ilan ediyor.

Oysa Türk ordusu, PKK’nin öncülük ettiği son Kürt isyanını kanla bastıramamış olmanın faturasını ödüyor. Türkiye’nin ordu efsanesi çıplak yürekli Kürtlerin direnişi sayesinde çöküyor.

Türkiye ordusunu sorguluyor, halk orduya karşı sesini yükseltiyorsa bu Kürtlerin sayesinde oluyor. Bunu bütün dünya biliyor da bir tek Taraf mı bilmiyor?

Elbette biliyor fakat, işine gelmiyor. Üstlendiği misyon Kürtlere saygılı olmasına izin vermiyor.

Bu yüzden gerçeği görmezden geliyor ve her olayda bilinçli olarak PKK’ye ‘ergenekon‘ yaftasını vuruyor. Bu tutumuyla aslında savaş yanlılarına hizmet ediyor.

Bir zamanlar toplumsal duyarlılığı ve onurlu duruşuyla halklarımızın ortak değeri ve bir ekol haline gelen Ahmet Altan, ne yazık ki şimdi Ertuğrul Özkök’ün peşinden gidiyor.

Taraf Kürtlere karşı yürütülen psikolojik savaşın bayrağını Hürriyet’ten devralmış bulunuyor. Hürriyet’in ipliği pazara çıktığı için sistem şimdi devreye onu sokuyor. Dün Hürriyet’in yaptığını bugün Taraf yapıyor.

Sistem, ‘200 yıldır toprağı, yaşamı, ailesi ve özgür olma hakkı için savaşan‘ Kürt halkının karşısına şimdi Taraf‘ı dikiyor.

Kirli savaş şimdi Ahmet Altan’ı kirletiyor.



gunayaslan@hotmail.de

38’i yaşayan Gülizar’ın öyküsü

Yeni_Özgür_Politika “Gülizar, bugün İstanbul’da bir evde tek başına yaşamakta olan 83 yaşlarında bir kadın. Kendisi annem olur. Bu romanda, romanın başlangıcında 5 yaşında olan bir kız çocuğu.“
‘Perperik-a Söe’ ya da ‘Gece Kelebeği’. Haydar Karataş’ın, İletişim Yayınları’ndan çıkan romanının adı. 1938 Dersim katliamı sonrasında yaşanan acıları, yoklukları ve açlığı insani bir duygusallıkla işleyen kitap, 72 yıl önce yaşanan acıların aslında hala ne kadar taze olduğunun da bir kanıtı. Kitabın yazarı Haydar Karataş, romancı hassasiyetten yola çıkarak, tarafsız, yalın bir dil kullanmaya özen gösteriyor. Yazar; kahramanlarını sıradan, acı çeken insanlardan seçerken, sıradan halkın yaşayış biçimini oldukça iyi yansıtıyor. Haydar Karataş, 1973 yılında Dersim’de doğdu. 1992 yılında tutuklanarak, Türkiye’nin çeşitli hapisanelerinde 10 yıl 4 ay tutuklu kaldı. Cezaevinden çıktıktan sonra İsviçre’ye yerleşen Karataş, yazın uğraşısının dışında Luzern Yüksekokulu Sosyal Kültür Bölümü öğrencisi. ‘Gece Kelebeği’ni yazarı Haydar Karataş ile konuştuk.

Söyleşimize „Gece Kelebeği“nin nasıl doğduğuyla başlayalım istersen..?
Cezaevindeyken Dersim’le ilgili 3 ciltlik bir roman yazmıştım, bunlara cezaevi idaresi tarafından el konuldu. Cezaevinden çıktıktan sonra İsviçre’ye kaçtım ve burada yeniden yazma gereği duydum. Ancak bu kez annenim öyküsüyle başlamak istedim. 3 ciltlik bir roman, ilk cildini yayınladım, annemin öyküsünü anlatıyorum burada. Doğuş öyküsü bu. Geçmişiyle uzun yıllar uğraştım ancak arka planda annemin kurgusunu ekledim, tek fark o.

Gece Kelebeği ne ifade ediyor?
Gece Kelebeği’nde birinci çağrışım şu; bu insanların sadece gece hareket etme olanakları var. 38 olayları yaşandıktan sonra sürekli saklanıyorlar ormanlarda. İkincisi ise ‘Gece Kelebeği’ orada bir bebeğin ismi; çok garip bir tesadüf oldu. Erkekler öldürüldükten ve sürgünden sonra köyleri yakılıyor, tüm bu olaylar sırasında anne 5 yaşındaki kızıyla bir söğüt ağaçlarının arkasında saklanıyor ve orada söğüt dallarından bir bebek yapıyor kızına. Öncelikle iki söğüt dalını birbirine bağlıyor daha sonra yapraklardan elbise yapıp giydiriyor. İsim olarak da ‘Perperik-a Söe’ yani Gece Kelebeği adını veriyor. Neden bu ismin verildiğini bilemiyorum tabii ama anne böyle bir isim vermiş bebeğe. Ben de onu romanın ismi olarak seçtim.

Romanın diline ve dokusuna sözlü bir kültür anlayışı hakim. Bu anlatı tarzının kaynağı ne?
Aslında roman anlatısının çıkış noktası Roma İmparatorluğu zamanıdır. O dönem roman demek kenar semtlerde yoksul insanların çocuklarına anlattığı hikayeler demekti. Çıkış noktası sözlüdür. Coğrafyamızda hala sözlü kültür hakimdir. Mesela Dersim tarihinde klam söyleyicileri bu kültürün temsilcileridir. Kürtlerde bu dengbêjdir, Türkmenlerde de ozan geleneğidir. Birbirine çok benzerler. Ermeni ve Süryanilerde de benzerlik gösterir. Dengbêjler, ozanlar, klam söyleyicileri, toplumsal doku içerisinde yok oluyorlar yavaş yavaş. Ozan kalmadı bizde. Sağolsun bazılarını devlet yaktı. Biz ozanın derisini yüzen bir toplumsal anlayıştan geliyoruz. İşte Nesimi’nin derisini yüzer, Sakarya ırmağına atar. Son olarak Sivas’ta ozanları yaktı toplumumuz. Ozan geleneği yok edildi Anadolu’da. Onu biraz yansıtmaya çalışıyorum bu romanda.

Biraz da Gülizar’ı konuşmak istiyorum sizinle. Kitabını ona ithaf etmişsin. Kimdir Gülizar?
Gülizar, bugün İstanbul’da bir evde tek başına yaşamakta olan 83 yaşlarında bir kadın. Kendisi annem olur. Bu romanda, romanın başlangıcında 5 yaşında olan bir kız çocuğu.

5 yaşında bir çocuğun bu kadar ayrıntıyı hatırlaması..?
Çocuk sadece babasının başının kesildiğini hatırlıyor, başka bir şey hatırlamıyor. Gerisini ona daha sonraları annesi anlatmış. İçerisinde hayalimsi anlatımlar da var tabii ki. Annem buraya yanıma geldi, güçlü bir hafızası vardır, pek çok insan tanır; Dersim yapısını, Dersim tarihini çok iyi bilen bir kadın. Mesela oradaki insanların tiplerini, nasıl öldürüldüklerini, nerelere sürüldüklerini hepsini bilir. Bu insanı hayrete düşürüyor. Her karakter üzerine yapılmış ağıdı bilir, nasıl bir ağıt yakıldı, nasıl söylendi bilir. Bunları ben birileri ileride belgesel olarak kullanmak ister diye kayıt altına da aldım.

Gülizar ne zamana kadar yaşadı Dersim’de?
Annemin, 1994’de evi yakıldı. 11 ineği vardı. İnekleri ve koyunları evle birlikte yakıldı. Ondan sonra İstanbul’a göç etmek zorunda kaldı. Geldiğinde hiç Türkçe bilmezdi. Orada Türkçe’yi öğrendi. Çok iyi Türkçe, Kürtçe ve Zazaca konuşur. Ayrıca epeyi bir Ermenice de konuşur.

Gülizar’ın yaşadıklarını anlatırken ki hali nasıldı?
Aslında roman yazarları çok duygusal görünürler ancak onlarda da acımasızlık vardır. Çok sonrasında düşündüm hani gerekiyor muydu kadına bunları yeniden anlattırmak diye...

Rahatsızlık duydu mu?
Tabii mesela kabuslar görmeye, kendi kendine konuşmaya başladı. Burada 1 ay yanımda kaldı, ilk 10 gün çok rahattı. Ben bu hikayeleri anlattırdıktan sonra kötü oldu. Anlattırmayı kestim daha sonra. Rüyalarında bağırmaya başlamıştı. Ancak bu kadın bir süre sonra gece-gündüz durmadan anlatmaya başladı. Böyle bir çalışma yapıyorsanız, annenizi toplumsal travmaya kurban ediyorsunuz. Ben kurban ettim o kadını. Ve şimdi hayatı değişmiş durumda. Birden hastalıklar çıkmaya başlamış. Çünkü bunların çoğunu unutmuştu, konuşulmuyordu doğrusu. Ancak böyle travlamalardan kurtulmak için yazılı bir geçmiş ve tarih de olmadığı için Dersim üzerine çok şeyler söyleniyor, herkes kendine göre bir şeyler çıkarıyor.

Anlatmaları tehlike ancak anlatmamaları da tehlike diyorsun...
Aslında anlatmamaları değil, siyaset yapanlar zaten halkın anlatmasını istemezler. Çünkü argümanları birbirine uymuyor pek. Politikacılar halka sormak istemezler. Romancı ise halka soruyor bunu. Tabii, travma çok derindir. Toplumsal travma denilen şey, bir kişi dahi öldürülse ortaya çıkıyor. Örneğin Hrant Dink öldürüldü, sadece bir kişiydi ama Türkiye’de yaşayan Ermeni aydınları, toplumu çok derin etkilendi bundan.

Katliamı yazıya dökmek... Zorlandınız mı? Yazarken neler hissettiniz?
Şöyle diyeyim, aslında bu roman çok trajik ve konusu sert. Bunu yaşadığımız coğrafyanın koşullarının sert olmasına bağlıyorum. Bugünkü canlı Kürt sorunu, Alevi-Kızılbaş sorunu denilen konular, Desim konusundan çok daha sert konulardır. Bunu nasıl işlemem gerektiğini, bu romanı okuyan herkes kendisini bir yere koymadan, çıplak bir şekilde bu insanları nasıl görebilir diye çok düşündüm.

Şiddet ve nefretten uzak bir dil kullanmışsın...
Aslında okurun bundan ne çıkarmak istediğine bağlı. Benimle konuşanların büyük bir çoğunluğu o sertliğe çekmek istiyorlar. Ancak burada söz konusu olan, bu temayı işlerken bu acıyı okura yaşattırmamak istedim, okuyan insanın bu öfkenin dışında hareket etmesi gerektiğini düşündüm. Sert konular arasına masallar ve o atmosferin kendisini de ekleyerek hafifletmeye çalıştım. Çünkü okuyup da travma yaşayan insanlar var, özellikle kadınlar çok okuyor kitabı.

Gülizar’ın anlattıklarının dışında kendinizden ne kattın romana?
Arka plan Gülizar’ın ama sonuçta roman teknik bir kurgu. Edebiyatçı olarak nerede durduğun, hangi roman akımı içinde bulunmak istediğin çok önemli. Nereden işlemek ve kahramanı nasıl yaratmak istiyorsun, o yazarın kendisine aittir. Onlar böyle mi yaşadı onu bilemem, tabii ancak ben bu olayı böyle işliyorum, böyle hissettim. Yazarın anlatıcıdan hissettiği budur. Şunu da ekleyeyim, yazar bir nevi kendi gerçekliğini anlatır aslında.

Kitabınızla birlikte bir Dersim edebiyatı söylemi gelişti son dönemlerde. Romanın yerel, ulusal ya da evrensel edebiyat türlerinin hagisine ait sence?
Edebiyat dünyanın her yerinde yereldir. Yereli anlatır ancak evrensel bir dille anlatır. John Steinbeck Kaliforniya’yı anlatır ancak bir Kaliforniya edebiyatçısı değildir. Oradaki insan tiplerini dünyamıza taşır. Dersim edebiyatı söylemini ise ayrıştırmak lazım. Dersim edebiyatı denilen şey, Dersim kimliği tartışmasıdır. Bu politik bir deyimdir. Dersim’in bir kimlik olduğunu söyleyen bir kesimdir. Bu aynen „ulus edebiyat“a benzer. Kısaca, Dersim edebiyatı olmadığını düşünüyorum, ama Dersim coğrafyasını anlatan romancılar olacaktır.

Sürgünde değil de ülkede yazmış olsaydın motivasyonun nasıl olurdu?
Tabii, çok isterdim orada olmayı. Bugün Desim’in yaşlıları Elazığ’a göçetmiş durumdalar. Onların içinde yazmak isterdim bu romanı. Romancı ancak sokağa çıktığı zaman kahramanlarını görür. O adamın yürümesi, yemek yemesi, oturup kalkması, birine seslenmesi gözüne ilişiyor. Ne yazık ki yıllardır ben bundan kopuk yaşıyorum. Aslında çocuk diliyle yazmamın nedeni biraz da bu belkide.

Günün birinde ait olduğun yere dönmek ister miydin?
Aslında 1994 yılında hapisanede karar verdim. Eğer çıkarsam Türkiye’de yaşamak isterim dedim. Nedeni de insan acılarıyla büyümek istiyor, başka bir yere gitmek yerine orada var etmek istiyorsun kendini. Ben halen kendi acılarımda yaşamak isterim. Benim bütün öyküm orada, ölen arkadaşlarım orada. Orada yaşamak isterim.

Yeniden yazmak istediğinde nasıl bir roman yazarsın?
Bu romanın öncesi ve sonrası olan iki cilt daha hazırlıyorum, bunu da buradan duyurmuş olayım. Annem hala hayattayken bunları yazıp tamamlamak istiyorum. Bir tanesi sürgünlerin dönüşünü anlatıyor...

‘Yayınevi kitabımı sansürledi’


Kürt edebiyatı katliamlar dışında sevgiyi ve aşkı da işleyebilecek mi günün birinde?
Kürtlerde zengin bir edebi geçmiş var. Bakir bir toprak. Dengbêj kültürü var. Bu bakir toprağı, aslında romanın karakterini oluşturmada hazır bir malzeme var elinde. Gidip bir dengbêji dinlediğin zaman, bu dengbêj bir Kürdü tarif ederken, onun düğünde oynamasını, halay çekmesini, mertliği yiğitliği anlatır. Bir karakter oluşturma var toplumda. Kürt edebiyatında malzeme var; ancak nasıl aşılır bu Kürtlerin edebıyata olan ilgilerini, nasıl doğurmak lazım? Bunun üzerinde tartışmak gerekiyor bence. Kürtler müzik dinlemesini seviyor ancak okumasını sevmiyor. Bir de roman okurunu bulmak lazım, o çok zor bir şey. Romancıyı yaratan roman okuyucusudur.


Entelektüel anlayışın doğmaması da bundan kaynaklı diyorsunuz?
Tabii, politik bir anlayış var. Roman bu politik anlayışın dışına çıkabilmeli ki, kendisine karakter yaratabilsin. Roman özgürlüğü sever çünkü. Eğer özgürlük varsa roman vardır. Toplumsal özgürlüğün kendisi varsa, rahatlık varsa toplumda romancı, karakterini istediği gibi yaratabiliyor. Ne yazık ki bugün hala sansür anlayışı hakim. Benim romanım da bu sansür anlayışından nasibini aldı.

Nasıl?
Atatürk’le ilgili şeyler yayınevi tarafından sansür edildi mesela. Bu şunu gösterir; Türkiye’de yayıncı ve yazarın kendisi cezai baskılar altındadır hala. 12 Eylül baskısı hala devam ediyor. 12 Eylül kuşağının şairi yok, romancısı yok. O dönem pek doğru düzgün işlenmedi, çünkü hala özgürlük ortamı oluşmadı. Buna rağmen sinema ve müzik, roman alanında kıpırdanmalar var.

AYDIN YILDIRIM

Halk Savaşından Barış ve Özgürlüğe:NEPAL

Nepal’de monarşiye karşı verilen silahlı mücadelenin stratejik saldırı döneminde olan ve kırsal alanların neredeyse tümünü ele geçiren ve şehirlerde de önemli kitle gücüne sahip olan Nepal Komünist Partisi Maoist, devlet mekanizmasını tümden imha yerine, şiddete (silaha) dayanmayan mücadele yöntemlerini devreye soktu. 
 
Farklı çokarlara sahip, aralarında uzlaşmaz çelişkiler bulunan sınıflar arasındaki mücadelenin esasını kuşkusuz zora dayalı (silahlı) mücadele oluşturur.

Silahlı mücadeleyle elde edilen başarılar belli bir aşamadan sonra farklı mücadele biçimlerine dönüşebiliyor. Ancak bu farklı mücadele biçimlerinin başarı olasılıkları da tartışılabilir. Bu başarı izlenen politikanın doğruluğuna, istikrarına ve kitle desteğine bağlıdır. Ayrıca bu mücadele biçimleri her ülkenin koşullarına, yapısına göre farklılıklar gösterir. Silahlı mücadelenin belli bir aşamasından sonra devreye sokulmak istenen barışçıl mücadele aslında silahlı mücadeleden çok daha zordur. Çünkü, silahlı mücadelede hedef ve amaca ulaşma araçları, yol ve yöntemleri çok daha nettir. Barışçıl mücadelede ise durum çok daha karmaşık, olabiliyor. Oyunlar, başka güçlerin taraflara müdah
aleleri vb. gibi bir çok olumsuz neden sayılabilir.

Barışçı mücadele yöntemlerinin başarısı aslında yine tarafların silahlı gücüne bağlıdır. Bir güç olamayan, etkin silahlı bir gücü olmayan bir taraf barışçı mücadele yöntemlerini zaten sürdüremez. Kaldı ki karşıt güç de güçsüz olan tarafı muhatap kabul edip barış görüşmelerine dahi girmez. Yani, silahlı mücadeleye dayalı olmayan mücadele yöntemlerinin garantisi yine tarafların silahlı gücüdür.

Bu konuda en önemli örneklerden biri Nepal`dir. Nepal’de monarşiye karşı verilen silahlı mücadelenin stratejik saldırı döneminde olan ve kırsal alanların neredeyse tümünü ele geciren ve şehirlerde de önemli kitle gücüne sahip olan Nepal Komünist Partisi Maoist, devlet mekanizmasını tümden imha yerine, şiddete (silaha) dayanmayan mücadele yöntemlerini devreye soktu. On yıllık yoğun bir silahlı mücadele sonrasında NKPM devletle barış görüsmeleri yaptı ve bir barış anlaşması imzaladı. Nepal Komünist Partisi (Maoist)’in önderliğinde 10 yıl süren büyük halk savaşı ve 19 günlük kitle hareketinin ardından imzalanan 21 Kasım 2006’da Kapsamlı Barış Anlaşmasıyla 250 yıl hüküm süren monarşiyi sona erdirerek, Nepal’i federal demokratik cumhuriyete ulaştırdı.

Federal demokratik cumhuriyetin kurulması, Nepal halkının monarşi karşısında verdiği 10 yıllık ısrarlı mücadelesinin sonucudur. NBKP(M) ( Nepal Birleşik Komünist Partisi/Maoist) Başkanı Prachanda bu konuya ilişkin olarak görüşlerini şöyle açıklıyordu: „ Mücadeleyle dolu bir on yılın ve 19 gün süren bir halk hareketinin ardından ülke, cumhuriyetin ilanına hazır hale gelmişti. Barış sürecine dahil olmamıza rağmen cumhuriyetin ilanını gerçekleştirmek için çok çaba sarfetmemiz gerekti, çünkü parlamentodaki partiler cumhuriyet rejimine karşı isteksizdiler. Fakat nihayet amacımızı gerçekleştirdik. Cumhuriyetin ilan edildiği gün bizim için bir zafer kutlamasıydı. Parlamenter partilerle hareket etmek fikrinin yanlış olduğunu düşünmüyorum. Onların katılımı cumhuriyet ilanını kolaylaştırdı. Bu, tarihin bir parçasıdır ve görmezden gelinemez. Evet, bu parlamenter partiler bizim başarılarımızdan korkuyor ve parlamenter karakterleri gereği daha önceki perspektiflerinden vazgeçmiş durumdalar. Halkın ayaklanarak edindiği kazanımları bir karşı-devrim yoluyla geri almak istiyorlar. Fakat yine de bu partilerle birlikte hareket etmemizin yanlış olduğunu söylemek yanlış ve haksız olurdu“.

Halk Savaşı üçüncü aşamasına ulaştıktan sonra Nepalli komünistler Kasım 2005’de taktiklerini degiştirdiler. Barış anlaşması, yeni anayasa hazırlama, geçici hükümette yer alma, kurucu meclis seçimlerine girme ve monarşinin yıkılıp yerine burjuva demokratik cumhuriyeti kurulması gibi gelişmelerin bu taktiksel değişikliklerin sonucu olduğunu savunuyor NKPM.

Nepal bağlamında demokratik cumhuriyet taktiği NKPM’in Nisan 2008`deki kurucu meclis seçimlerinde büyük başarı kazanmasını ve koalisyon hükümetinde yer almasını sağladı. NKPM Başkanı Pushpa kamal Dahal (Prachanda) liderliğinde koalisyon hükümeti kuruldu. Ancak iç ve dış düşman güçlerin yoğun engellemeleri karşısında genel kurmay başkanının (Rookmangud Katawal) görevden alınması ve cumhurbaşkanının hükümetin kararına karşı genelkurmay başkanını tekrar göreve getirmesi, (yasal yetkisi olmadığı halde) Prachan’ın başbakanlıktan istifa etmesine getirdi. Nepal tarihindeki ilk komünist başbakan başkanlığındaki hükümet de böylece yıkılmış oldu. Aslında bu, bir anlamda, yeni demokratik devrim sürecinde olan ve devrimin başarısı için yeni strateji ve taktikler deneyen Prachanda ve partisi için bir yenilgi olarak da algılanabilir.

Nepal Başbakanı ve Nepal Birleşik Komünist Partisi (Maoist) başkanı olan Pushpa Kamal Dahal (Prachanda), 4 Mayıs 2009, yaşanan siyasi gerginliğin dağılması; demokrasi, ulusal birlik ve barış sürecinin tehlikeye girmeyeceği bir ortam yaratılabilmesi adına hükümetteki görevinden istifa ettiğini açıkladı.

Prachanda istifasını verirken şunları söylüyordu: “Bir yanda, on yıllık iç savaşın ardından kurucu meclis seçimleri ile ülkeyi federal bir cumhuriyete dönüştürdük. Ve yüzyıllardır hüküm süren monarşiyi ortadan kaldırdık. Fakat diğer yandan gerek ülke içindeki gerekse dışarıdaki gericiler ve statükocular henüz daha bir bebek kadar yeni olan cumhuriyete, hızlı sosyo-ekonomik dönüşüme ve halkın beklediği gelişime karşı başından beri ciddi komplolar tertipliyor”. 24 Mayis 2009`da parlamentoda yapılan oylamada UML’nin genel sekreteri Madhav Kumar Nepal, Nepal Federal Demokratik Cumhuriyeti’nin ikinci başbakanı oldu.

Farklı Mücadele biçimleri etkisini gösterdi

 
Maoistlerin hükümetten çekilmeleri onların mücadelelerinde daha çeşitli yöntemler geliştirdi. Bunlardan biri de yeni hükümeti oluşturan Kongre Partisi (NC) ve Birleşik Marksist-Leninist (UML) partilerinin Ramechap bölge liderlerini bölgeden uzaklaştırma eylemi. Parlamento çalışmalarını bloke etmek (bir hafta süren bir eylemdi bu), ülkenin farklı bölgelerinde büyük kitle gösterileri düzenlemek, genel grev, başkent Kathmandu’ya giriş-çıkışların belli bir süre kapatılması da diğer eylem biçimleri arasında yer alıyordu. Hükümetten çekilmek zorunda bırakılan Maocuların eylemleri bunlarla sınırlı kalmıyordu.

Maocuların istemlerine yeni hükümet adeta kulaklarını tıkamıştı. Mevcut politik krizin şiddet olaylarına doğru gittigini ifade eden NBKP/M (Nepal Birleşik Komünist Partisi/Maoist) lideri Prachanda hükümete şu uyarılarda bulunuyordu: “Eğer savaş patlak verirse, sonuçlarını tahmin etmek bile mümkün değil. Zira, biz halk ayaklanmasını ilan ettiğimizde üç beş inançlı kadroyduk. Şu an ise binlerce kadrodan oluşan güçlü bir halk ordusuna sahibiz. Kadrolarımız hayal edilemeyecek kadar güçlü, hareketimiz zaten çok geniş halk kesimlerine dayanıyor.”
NBKP/M’nin ikinci sırada yeralan lideri Dr. Baburam Bhattarai de tepkisini şöyle dile getiriyordu: “Eğer diyalog ile çözüme ulaşamazsak biz de ülkede Tsunami yaratacak başka yollara bakarız.”

Özerk bölgeler ilan edildi 

 

Taleplerinin kabul edilmesi ve barış sürecinin hükümlerine uymayan hükümetin istifası için eylemlerini daha da boyutlandıran Maocular özerk bölgeleri yeniden ilan ettiler. 
Sivil egemenliğin tesis edilmesini ve hükümet ile devlet başkanının istifasını isteyen NBKP/M (Nepal Birleşik Komünist Partisi/Maoist), ilan ettiği genel ayaklanmanın 3. evresinde ülkenin doğusunda iki ayrı paralel eyalet hükümeti ilan etti. Maoistlerin ilan ettiği Limbuwan ve Kochila adlı özerk eyaletler üçer bölgenin bir araya getirilmesi ile oluşturuldu. Genel ayaklanmanın 3. evresinin programına göre 2009`da toplam 13 özerk eyalet ve paralel hükümet ilan edildi.

Maocular Kirant Federal Devleti’ni ilan etti 

 
Silahlı mücadeledeki başarısını demokratik mücadele yöntemlerinde de göstermek isteyen Maocular önemli kazanımlar yaratmaya devam ediyordu. Bu eylemleriyle Nepal komünistleri NBKP/B (Nepal Birleşik Komünist Partisi/Maoist)’in içinde yer almadığı bir hükümeti işlevsiz kılmak ve kendi taleplerini kabul ettirmek istiyorlardı. 
Nepal Birleşik Komünist Partisi (Maoist)’in politbüro üyesi Gopal Kiranti, ülkenin doğusundaki Bhojpur, Khotang, Udaypur, Okhaldhunga, Solukhumbu ve sankhuwasabha’yı kapsayan bölgede sembolik Kirant devletini kurduklarını ilan etti. 

Kirant Devleti Halk Hareketi Komitesi koordinatörü de olan Kiranti, Kirant devletini fiilen ilan ettiklerini duyurarak, dış müdahalelere karşı olan, bağımsız bir ülke isteyen herkesin Kirant Federal Devleti’ne yerleşebileceğini ve özgürce yaşayabileceğini söyledi.


Ve eylemler sonuç vermeye başladı 

 
Nepal Başbakanı Madhav Kumar Nepal, Maoistlerin direnişleri karşısında istifa etti. Nepal’de Maoistlerin öncülüğünde geliştirilen etkin kitle eylemleri sonucunda (2 Temmuz 2010) Başbakan Madhav Kumar Nepal (UML) istifa etmek zorunda kaldı. İstifanın ardından Maoistlerin merkezinde yer alacağı ortak hükümetin kurulması bekleniyor.

Nepal’in başkenti Katmandu’daki resmi konutunda yaptığı ve televizyonda yayınlanın konuşmasında istifasını açıklayan Madhav Kumar Nepal, ülkedeki siyasi çözümsüzlüğe son vermek ve barışı ileriye taşımak için istifasını verdiğini açıklamıştı. Parlamentoda en büyük parti durumundaki Maoist liderler, uzun zamandır Nepal’in istifasını istiyorlardı.

Nepal’de azınlıklar sorununun çözümü

 
Nepal 1768 yılından beri krallıkla yönetildiği için Nepal toplumunu oluşturan onlarca farlklı azınlık, ki bunlar kast olarak adlandırılıyor, monarşi yönetiminin acımasızca sömürü ve baskısına maruz kalmıştır. Hatta bazı kastlar öylesine aşağılanmış ki bu kastlardan bir insana el vermek bile günah sayılmış. Hemen hemen hiç bir sosyal,siyasal, ekonomik hakka sahip olmayan bu kastlar genellikle şehirlerden uzak, kırsal alanlarda yaşamaya mecbur edilmiş.

Büyük haksızlıklara maruz kalmış bu insanların kendi kaderlerini kendilerince belirleme, bazı olanaklara kavuşma, kendilerini ifade edebilmeleri ancak halk savaşının başarısının belirli bir aşamasından sonra olmuştur. NKPM önderliğinde verilen halk savaşında yaratılan kurtarılmış alanlarda halk, kurulan kooperatiflerle ekonomik olanaklardan yararlanmış, gerillaların kısmi tarım devrimiyle toprak sahibi olmuş, açılan okullarda egitim olanağı bulmuş ve yapılan hastanelerde sağlık olanaklarından yararlanabildi. Mücadelenin daha da gelişimiyle ezilen halklar kendini belirleme, karar verme ve yönetime katılma olanağı da buldu. Bu olanak önce köy komitelerinin oluşturulmasıyla sağlandı. Bu köy komiteleri bütün halk adına bölgesel hükümet seçimlerinde temsil hakkı kazandı. 1999 yılında yani halk savaşının başlamasından üç yıl sonra kurtarılmış bölgelerde köy ve bölge komiteleri seçimleri yapıldı. Yine aynı yıl birlik cepheleri oluşturuldu. Birlik cepheleri üyeleri kendi kendilerini yönetme özelliği kazandı.

İlk halk hükümetinin Rolpa ve Rukum`da oluşturulması çağrısı yapıldı. Bu birlik cephesi prensibine göre yapıldı. Birlik cephesi halk gruplarından oluşuyordu ve partinin (NKPM) denetimindeydi.

9 Ocak 2004’te de 80 bin kişilik bir kitle önünde Magarat’ta ilk bölgesel hükümet ve ilk halk hükümeti ilan edildi. Tamang, Newar, Madhes, Tharuwan, Tamuwan, Kirat, Bheri-Kamali ve Seti-mahakali bölgelerinde de halk hükümetleri oluşturuldu. Bütün bu gelişmeler olurken gerillanın başarılı eylemleri devam ediyordu ve parti şehirlerde de kitle örgütlemelerine hız vermişti. Devrimci mücadelenin başarısı için Nepalli komünistler parti, ordu ve birleşik cephe üçlüsünün birliktenliğine büyük önem verdiler. Başarı için bu üç kurum vazgeçilmez öğelerdir.

Nepal hükümeti ülkenin yüzde 80’inde kontrolü ele geçiren ve kentlerde de büyük kitle eylemleri koyabilen NKPM ile 21 Kasım 2006`da barış anlaşması yapmak zorunda kaldı.

Azınlıklar konusu anlaşma metnine şöyle yansıdı: „(Md.3.5) Mevcut merkezi ve üniter devlet sistemine son vererek, onu, geçerli sınıfsal, etnik, dilsel, cinsi, kültürel, dinsel ve bölgesel ayrımcılığa son verecek biçimde, kadın, yerli topluluklar, ezilen, yok sayılan azınlık toplulukların ve geri kalmış bölgelerin sorunları da dahil olmak üzere çeşitli sorunlara hitap edecek , kapsayıcı, demokratik, ilerici bir sistem şeklinde yeniden yapılandırmak.“

Kuşkusuz NBKP/M asıl amacı bölgesel hükümetler, otonom yönetimler veya özerk bölgeler yaratmak değil. Onların iki aşamadan oluşan (yeni demokratik devrim ve sosyalist devrim) devrim stratejileri var. Bu stratejide de burjuva devlet yapısının tümden imhası söz konusu. Ancak mücadelenin belirli bir aşamasına kadar bu sistemin bazı kurumlarıyla da çalışmak zorunda olduğunu sık sık dile getiriyor NBKP/M (Nepal Birleşik Komünist Partisi/Maoist). Kurucu meclis seçimleri ve monarşinin yıkılışı ise devrimin son noktası olarak görülmüyor. 

 MUSTAFA KILINÇ

Ateş ayrıldı ocaktan, kül tutuştu, duman yanıyor


Şeflerin zamanında savaşlar da kirlenmeye, yozlaşmaya devam ediyor. Çünkü savaştan beslenen toplumlar, toplumsal doğayı yaralıyor ve sakatlıyor. Savaş, insanları ve toplumları birbirine yabancılaştırıyor ve Hakikat'in parçalanmasına, Hakikat'in yerini aldatmasına, yalanın almasına yol açıyor. Marduk ile doruğa ulaşan kirli savaşçı ve tüccar toplum tamamıyla eril bir toplum açığa çıkarıyor. Asur İmparatorluğu da bunun yoğunlaşmış bir formu idi. Bütün yönleriyle bir kirli savaş imparatorluğu.

O Prusyalı General Clausewitz'in 'Savaş Sanatı' kitabında; Asur ordularının işgal ettiği ülkelerde uyguladığı zalim yöntemleri de anlatıyor. Evleri yıkmak, insanları kıyımdan geçirmekle yetinmiyor Asurlular. Tarlaları tahrip etme, hayvanları telef etme, meyve ağaçlarını kesme ve ormanları yakma ile tamamlarlarmış işgallerini. Daha sonra Roma İmparatorluğu'nun Kartaca'ya yaptığı gibi.

Tabii ki haklı savaşlarda, Tanrı'nın kararı sayılan savaşlarda da bu kirli savaş imgeleri yansıyabilir. Örneğin Med-Pers-Babil-İskif ittifakının yıktığı Asur İmparatorluğu'na da. Bu savaşta, bu özgürlük savaşında bile: 'Hiçbir kent Ninova kadar tahrip edilmemiştir. Ve hiçbir İmparatorluk bu şekilde yok edilmemiştir.' der, Gora Vidal, 'Ben Cirus' adlı yapıtında.

Bir de İkinci Paylaşım Savaşı'nda tabii ki. O ünlü 'Moskova Önlerinde' yani faşist Nazi orduları karşısında, Bilge Komutan Panfilov'a da bulaşma tehlikesi gösterir. Volga Savunma Hattı'nda güçlü bir savunma kurmuştur. Sağlam bir mevzilenmesi ve Stalingrad savunmasındaki zaferin morali de vardır, lakin hattın yüz, yüz elli metre ilerisinde, batıda, sık bir orman bulunmaktadır. Kadim kayın ve sarıçam ormanı. Panfilov, akşam günbatımında ormana öfke ile bakmaktadır, bir Nazi'ye, belki de Hitler'e bakar gibi. Orası tehlikelerle doludur; her an şeytani karanlık bir güç oradan çıkıp savunma hattını yerle bir edebilir. Ve kendisini de utandıran bir küfür savurur. Ormanı yakamaz, kesemez; çünkü bunun çok daha büyük bir cinayet olduğunu düşünür ve kötü ruhları karşılamaya hazırlanır.

İnsanların ve toplumların beşiği olan Anadolu ve Yukarı Mezopotamya ormanları yok ediliyor ve yakılıyor. Köprü, yol ve maden aramaları için kesiliyor ve milyonlarca ağaç devriliyor. Göklerin özenle beslediği ormanlar yok ediliyor. Tekeller doğayı tahrip etmede sınır tanımıyor. Yeni Asur hükümetleri doğa ve insan kırımında nerede durulacağını bilmiyor. Ve Yukarı Mezopotamya'nın milyonlarca yıllık kadim ormanları yanıyor. Kırmızı dağ ormanları yanıyor, Zergovit, Geyik, Marsık ormanları yanıyor, Mısrafa, Çırav, Deştan, Bercelan, Bêgejne ve Rubarok ormanları da. Ekinler, meralar ve meyve bahçeleri de yanıyor.

Böcekler, karıncalar, kelebekler, kuş yuvaları, kaplumbağalar, tavşanlar, sincaplar yanıyor. Yuvaları, yiyecekleri yanıyor. Yaşamları, gelecekleri yanıyor. Derler ki Kırmızı Dağ yandığında bir tilki belirir dumanların arasından ve uzak bir kayalıkta yükselen dumanlara bakar. Üç gün üç gece için için yanan ormanı izler. Göklerin yardımını bekler, lakin bir ölüm sessizliği vardır. Ve hiçbir canlıya ait olmayan sesler duyar. Öyle ürkütücü. Günbatımında uzak Munzur'a doğru koşmaya başlar. Gündoğumunda Munzur'un dinginleştiği ve ormanla buluştuğu bir meşeliğe varır. Aç, yorgun, şaşkın ve bitkindir. Orada, ormanda, Munzur'un kıyısında, kayalıkların arasında uyur.

Uyandığında gün devrilmek üzeredir. Çok acıkmıştır. Bitkindir. Munzur'un sularında yorgun kanatlarını serinleten, oynayan yaban kazlarının seslerini duyar. Munzur'un dingin ve gümüş gibi parıldayan sularına bakar. Kıyıya doğru sessizce, sinsice ilerler. Yerde sararmış yapraklarıyla bir meşe dalı bulur. Dalı ağzına alır, buz gibi sulara dalar. Suda yaban kazlarına doğru sürüklenen bir meşe dalı ve kor gibi yanan bir çift göz vardır. Yaban kazları uzun uçuşlarında serin suyla kanatlarını dinlendirmekte ve nehrin bereketiyle beslenmektedir. Ansızın suda bir kaos, bir pıtırtı kopar. Tilki bir yaban kazını boğazından yakalayıp kıyıya doğru sürüklenmektedir. Kendinden geçmek üzeredir. Yaban kazı da artık çırpınmamaktadır. Ve diğerleri de nehrin daha aşağısında, suyun artık köpüklendiği yerlerde serinlemeye ve dinlenmeye devam etmektedirler. Güneş, yanan ormanların üzerinden ulu dağların arkasına çekilmek üzeredir. Tilki, yaban kazının kendisine sunduğu yaşamla yeniden eski gücüne kavuşmaktadır, lakin korku içindedir. Ya bu orman da yanarsa nereye gidecektir?


'YENİ ATLANTİS'

Uzaklığın sisi içinde duyacaksın ki cihan yanıyor
Bir gün bir şehir yanarsa anla
O bırakıp gittiğin Esfehan yanıyor

Çekilen bir göl gibi hüzün
Yüzünde zaman yanıyor.


Aydınlanma Hareketi'nde bir de doğaya dönüş felsefesi vardır. Rönesans ve Reform kadar önemli bir gelişmedir. Bu dönüş demokratik modernitenin esası olmakta ve erkek egemen bakış açısının değişimi de demektir. Doğaya dönüş ve erkek egemen bakış açısından öyle derinlikli bir gelişme değildir tabii. Bir başlangıçtır. Değerli eserlerin yaratımında ve zihniyet değişiminde önemli bir adımdır.

Her halk ve toplum Aydınlanma Hareketi'nden farklı etkilenmiştir. Bu etkilenmeler muhakkak ki yüzeyseldir. Bazıları bilim yönteminden, bazıları ekonomik gelişiminden öncelikli olarak etkilenmiştir. Örneğin Osmanlı saray yönetiminin belki de ilk etkilendiği yenilik doğaya dönüştür. Bu durum ve öncelik tarihçilere tuhaf gelebilir; lakin henüz ciddi bir yenileşme hareketi yok iken 'Lale Devri'nin yaşanması ve şair Nedim'in doğa içerikli şiirlerini nasıl açıklayabiliriz? Zira Ortadoğu inanç sisteminde de ölü doğa esastır. Ve bu doğa da aldatıcı ve külleyin yalandır. Bu taş gibi dogma belki Nedim ile yıkılmaya yüz tutmuştur. Bugünkü iktidarın eski Osmanlı doğa anlayışından, doğanın anlamsızlığından zihniyet olarak derin etkilendiği aşikardır. Yoksa doğa kıyımında, ormanların kıyımında ve yakılmasında ki tutumunu nasıl açıklayabiliriz?

Tabii ki halk edebiyatını bunun dışında tutmak gerekir. Çünkü halk edebiyatı genellikle doğayı içerir ve kutsar. Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan ve Faqî Teyranî'de doğa Kutsal Ana simgeleri ile dile getirilmiştir. Bu kadim geleneğin derin etkisi ve doğa aşkı, değerli yazar Yaşar Kemal ve Aşık Veysel ile doruğa ulaşır.

Aydınlanma Çağı'nın alimleri, filozofları, bilim insanları ve sanatçıları doğanın kutsal değerini iade etme düşüncesinde idiler. Özellikle felsefe ve sanat bunun değerlerini inşa ediyordu. Kilise bile yumuşamıştı. Kilise de kadim inanç geleneğinde kutsanan Lotus, gül gibi imgeleri ruhani semboller olarak kullanagelmişti. Ve kilisenin denetiminde olan saray sanatçıları bu iki çiçeğe ilahi yorumlar ve gizemler yüklemişlerdi. Daha sonra lale ve devrimlerin sembolü karanfil bu imgelerin yerini almıştı.

Doğaya dönüş ve eril iktidar fikrinden (doğaya dönüş ve eril iktidar fikrinin sona ermesinden korkan) büyük bir oburlukla gelişen kapitalistler, o kömür ve çeliğe tapan doyumsuzlar, birden Francis Bacon'u (1562-1626) icat ettiler. Bacon'un yöntemi, 'tarafsız', 'nesnel', 'bilimsel' bir yöntem değildir. Doğa ve kadınlar üzerinde kurulan hakimiyet ile açıklanır. Ayrıca Batılı olmayan kültürler gibi konularda, özellikle savaşçı-erkeksi bir saldırgan tutum meşrulaştırılır. Bacon'a göre 'öfkeli insan becerisine maruz kalan nesne doğası gereği, doğal özgürlüğünden çok, kendisine ihanet etmeye hazırdır.'

Yeni zamanların koloni ve ilhak savaşlarında, saldırıya uğrayan toplumlardan bu ihanet beklentisi matematiksel bir veri gibi esas alınıyor ve politikalar bu temel üzerinde şekilleniyor. Halkların doğası hiç mi hiç hesaba katılmıyor. Irak, Afgan, Kürt, Filistin halklarına da uygulanan bu yöntem oluyor.

Doğayı koruma ile ilgili ahlak ve yasalar da bir anlam ifade etmiyor. Örneğin TBMM'de Orman Bakanı'na, 'yakılan ormanlar' soruluyor. O da 'Bunlar nitelikli olmayan ormanlardır. Bir iki yıl içinde yine kendilerini yenilerler' diyor. Para ve ırkçılığın bakış açısı bu.

Bacon'un 'Zamanın Eril Doğumu' hem doğaya hem de topluma egemen olacak 'kutsal bir kahramanlar ve üstün insanlar ırkı yaratma' vaadinde bulunuyor. Yine Bacon'un 'Yeni Atlantis'inde Hz. Süleyman'ın Sarayı'ndan yönetilen Bensalem bir bilimsel araştırma kurumudur. Erkek bilim insanları bu kurumda, toplum için kararlar aldığı gibi kurumun özel mülkiyeti olarak kalan sırlardan hangilerinin açıklanacağına dair kararlar da almakta idi.

Günümüzde Bacon'un Bensalem'de çağdaş Hz. Süleyman'ın evlerinde, yani tekel laboratuvarlarında ve yine tekellerin desteklediği üniversiteler tarafından yürütülen araştırma programları ile aynı şeyler yapılıyor.

Bensalem'lerde toplumların kaderleri, savaş ve barış ve huzur durumları, yeni paylaşım düzenlemeleri hakkında kararlar veriliyor. Dünya halklarının neyi ekip biçeceğine, nelerin üretileceğine, kaç kişinin çalışacağına, kaç kişinin işsiz kalacağına, derelerin, ormanların, madenlerin, hatta verimli toprakların, yeni imar alanlarının kimlere satılacağına karar veriliyor. Ve hükümetler de egemen olduklarına inandırılıyor.

Ülkemize daha yeni taşınan tekel yasalarının önü açılıyor. Suların kontrolü, tarımın, ormanların, besiciliğin kontrolü nasıl olacak? Hangi tekellere satılacak? Şimdi bu planlar uygulanıyor. Tüm bunlar halkların iradesi dışında gelişiyor. Bu zaman ve bu ülkeye ait olmayan bir Bensalem hükümeti tarafından tek bir beden olmuş Türk ve Kürt halkının arası açılarak bu toz duman içinde bu vurgunlar yapılıyor. Kürt aydınlanması bunu fark ettiği için demokratik bir mücadele veriyor. Türk köylüsü kendi doğasını korumak için direniyor. HES'lere karşı ortak platformlar ve sularını korumak için derelerin kardeşliği ile Bensalem hükümetine karşı duruş sergiliyor.

Bacon'a göre, doğa artık Ana Doğa değil, saldırgan erkeksi akıl tarafından fethedilmiş bir dişi doğadır. Hükümete göre de öyledir. Daha fazlası ise para ve iktidardır. Yoksa toplumda barış ve doğa da birlik ve uyum var iken, yok etmede ısrar, yakmada ısrar, yıkım ve kıyımda ısrar hangi akıl, duygu ve kültürle açıklanabilir?

Fethi SUVARİ*

*D Tipi Kapalı Cezaevi C1/2 DİYARBAKIR

Baydemir suçlu ise Atatürk de suçludur!


Osman Baydemir, Munzur Festivali'nde Demokratik Özerklik'ten ne anladığını açıklayınca kıyamet koptu. İttihatçılıkla iç içe olan milliyetçiliği ile nam salmış Cemil Çiçek hemen 'Organları yer değiştirmiş adam' gibi abuk sabuk laflar kullandı. Ama zaten bir süredir Türkiye gündemine gelen 'Demokratik Özerklik' kavramı bir tür 'bölücülük hayaletinin' canlanması olarak sunuldu, tez elden lanetlendi.

Son 90 yıllık cumhuriyet dönemi dışında hiçbir vakit tekçi ve merkeziyetçi bir yönetim tanımamış olan bu coğrafyada özerklik bir korku ağacı gibi sunulmaya çalışıldı. Oysa Demokratik Özerklik de başka öneriler gibi bir tür çözüm önerisi. Üstelik bu ülkede tarihi geçmişi olan, tanıdık bir öneri bu.

Arapça karşılığı muhtariyet olan özerkliği Kürt sorununda bir çözüm formülü olarak ortaya atan ve böyle uygulayacaklarını ilk söyleyen kişi de Mustafa Kemal Atatürk'tü. Bugün Kürtlerin dillendirdiği bu çözüm önerisini Atatürkçülük adına, Atatürk'ün kurduğu ülkeyi korumak adına hareket edenlerin lanetlemesi, suç ve ihanet kriteri haline getirmesi Türkiye'nin kurucu tarihine ve liderine ne denli yabancılaştıklarının bir göstergesi.

Bu nedenle Kürtlerin tartışmaya açtığı öneriyi 'tehdit' olarak değerlendirenlerin, Mustafa Kemal'in Kürtlere özerklik verilmesine yönelik yaptığı açıklamalara bakmalarını öneriyorum. 'Büyük Millet Meclisi ve Mustafa Kemal' imzalı ve El-Cezire Komutanı Tuğgeneral Nehat Paşa'ya gönderilen mesaja; Amasya Protokolleri'ne; İzmit konuşmalarına bakmalarını öneriyorum.

Daha da ileri gideceğim ve ilk Büyük Millet Meclisi'nin Kürtlere özerkliği resmen verdiğini de belirteceğim. İngiliz ve Fransız arşivlerine göre 10 Şubat 1922'de Meclis'te yapılan gizli bir oturumda Kürtlere 'özerklik' tanıyan bir yasa kabul edildi. İngiliz tarihçi Robert Olson 'Kürt Milliyetçiliği ve Şeyh Said' adlı kitabında, 1922'de İngiliz Yüksek Komiseri olan Horace Rumbold'un İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon'a gönderdiği bir rapora da yer veriyor. Raporda, Meclis'te 'Kürdistan'ın Özerkliği Yasası'nın kabul edildiği belirtiyor ve 18 maddelik yasanın Meclis'te 64'e karşı 373 oyla kabul edildiği bile kaydediliyor. BMM'de kabul edilen söz konusu yasanın maddelerine bakılacak olursa bugünün özerk bölge ve yerel simgelerin kullanımı meselesinin bugün algılandığı gibi bir tür bölücülük olarak telakki edilmediği görülecektir.

Yasanın maddelerini özetle hatırlatacak olursam; ''Madde 1: BMM (Büyük Millet Meclisi), Türk Milletinin medeniyetin gerekleri doğrultusunda ilerlemesini sağlamak amacıyla, Kürt milleti için kendi milli gelenekleriyle uyum içinde bir ÖZERK YÖNETİM kurmayı taahhüt eder.

Madde 3: BMM, tüm Kürt Milleti tarafından benimsenen ve onurlu bir geçmişe sahip deneyimli bir yöneticiyi Genel Vali olarak seçecektir.

Madde 4: Genel Vali üç yıl için atanacaktır. Bu dönemin bitiminde eğer Kürt Milletinin çoğunluğu, önceki Genel Valinin görevine devam etmesini istemiyorsa, yeni bir Genel Vali Kürt Milli Meclisi tarafından seçilecektir.

Madde 6: Kürt Milli Meclisi, Doğu vilayetlerinde genel oya dayalı seçimle oluşturulacak ve her Meclis üç yıl için seçilmiş olacaktır. Meclis oturumları 1 Mart'ta başlayacak ve 4 ay süreyle görev yapacaktır. Eğer Meclis bu süre içersinde işlerini tamamlayamazsa süre, üyelerinin çoğunluğunun isteği ve Genel Valinin onayıyla uzatılabilir.

Madde 9: ÖZERK BÖLGE sınırları karma bir komisyon tarafından belirleninceye kadar, KÜRDİSTAN İDARİ BÖLGESİ Van, Bitlis, Diyarbakır Vilayetleri, Dersim sancağı ve kimi kaza ve nahiyeleri içerecektir.

Madde 10: Kürdistan'ın yönetimine ilişkin olarak, bazı yerlerde yerel duruma uygun olarak bir yargı örgütü oluşturulacaktır. Bu örgüt şu an için yarısı Türk, diğer yarısı Kürt olmak üzere yetkin elemanlardan oluşacaktır. Emeklileri durumunda Türk görevliler Kürt görevlilerce değiştirilecektir.

Madde 12: Doğu Vilayetlerinde düzeni korumak amacıyla bir Jandarma Kolordusu oluşturulacaktır. Kürt Meclisi bu kolordunun oluşturulmasına ilişkin yasayı inceleyecek, ancak jandarmanın üst komutası hizmetleri gerekli görüldüğü sürece yüksek rütbeli Türk görevlilerin elinde olacaktır.

Madde 15: Türk dili sadece Kürt Milli Meclisi'nde idari işlerde ve hükümet idaresinde kullanılacaktır. Bununla birlikte Kürt dili okullarda öğretilebilir ve yönetim, Kürt dilinin gelecekte hükümetin resmi dili olma talebine temel teşkil etmeyecek şekilde, bu dilin kullanılmasını teşvik edebilir.

Madde 16: Hukuk ve Tıp fakültelerini içeren bir üniversitenin kurulması, Kürt Milli Meclisi'nin öncelikli görevi olacaktır.

Madde 17: Genel Valinin onayı alınmadan ve BMM bilgilendirilmeden Kürt Milli Meclisi hiçbir vergi uygulamasına girişemez.

Madde 18: İlke olarak BMM ile görüşülmedikçe ve onayı alınmadıkça, Kürt Milli Meclisine hiçbir imtiyaz tanınamaz.

Öte yandan Mustafa Kemal'in 1921 Anayasası'na atıfla, 'Bu nedenle başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu gereğince zaten bir tür yerel özellikler oluşacaktır. O halde hangi livanın halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye'nin halkı söz konusu olurken onları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendilerine ait sorun yaratmaları daima mümkündür. Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Kürtlerin hem de Türklerin yetki sahibi vekillerinden oluşmuştur. Ve bu iki unsur, bütün çıkarlarını ve kaderlerini birleştirmişlerdir. Yani onlar bilirler ki, bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmeye kalkışmak doğru olmaz' demiştir. Bu söylevin bir kısmına daha önce Milliyet gazetesinden Taha Akyol da bir makalesinde yer vermişti.

Şimdi böylesi tarihi arka planı olan bir çözüm yaklaşımını tehdit olarak sunanlar, ihanet olarak lanse edenler bu ülkenin kurucu lideri Mustafa Kemal'i de, Kürtlere özerklik kararı veren 1922 Büyük Millet Meclisi'ni de suçlu ve hain ilan etmiş olacaklardır. 1920'li yılların başındaki siyasetçilerin görebildiğini ve öngörebildiğini aradan geçen 90 yıla rağmen bugünün karar alıcıları h‰l‰ göremiyorsa bu ülkeye çok yazık olur doğrusu.

Türkiye Kürt sorununu çözmek istiyorsa inkar ve imhaya dayalı tarihi referanslarını değil, bir de çözüme dayalı tarihi referanslarına bakmayı öğrenmelidir.

Yüksel GENÇ

Kapitalizm En Gelişmiş Egemenliktir, İktidardır

Toplumu biçimlendirme eylemi olarak kapitalist sektörün karşılıklı rolünü yorumladığımızda, toplum biçimleri sorununa daha somut yaklaşmış oluruz.
Toplumu biçimlendirme eylemi olarak kapitalist sektörün karşılıklı rolünü yorumladığımızda, toplum biçimleri sorununa daha somut yaklaşmış oluruz. Şu sorunu cevaplandırmaya çalışıyorum: Kapitalist-ekonomi ve toplum biçimi, toplumsal-tarihsel bir zorunluluk mudur? Cevap olarak savunmamın bu bölümü, tarihsel-toplumsal bir zorunluluğun olmadığına ilişkindir. Tarihsel materyalizmin Marksist yorumunun (kaba materyalizm) büyük bir yanlışı ve saptırması, zorunluluk olduğu ideasıdır. Daha da vahimi, toplum biçimlerinin art arda düzenlenişi, Hegel idealizminin materyalizm adı altında sunulması ikincil bir türevden başka içerik taşımaz. E. Kant’ın çok utangaçça yapmaya çalıştığı, bu tür nesnel gelişim anlayışına karşı öznenin gücünü, dolayısıyla ahlakın bir özgürlük tercihi olarak rolünü belirtmiş olmasıdır. Marksizm özgürlük ahlakı açısından Kantçılığın da gerisine düşmektedir. Diğer sağ liberal anlayışlardan bahsetmek bile gereksizdir. Onlar kapitalizmi sadece bir zorunluluk olarak değil, tarihin son sözü olarak değerlendirirler. 
Dinden daha tehlikeli olan ve arkasına en tutucu din olarak pozitivizmi alan bu kapitalizm tanımlamalarının içyüzü açıklanıp boşa çıkarılmadıkça, özgürlük tercihinin herhangi bir şansı olamaz. Zaten iki yüz yıllık sosyalizm ve reel sosyalizmin tarihi de kapitalizme soldan destek olma çabasını aşamadığını göstermektedir. Mesele hatanın, yanlışın nerede yapıldığının çok üstündedir. Paradigmanın kendisi yanlıştır. İçinden ayırt edici bir iki yanlış veya doğrunun olması, paradigmatik açıdan sonucu pek değiştirmez. Topluma düz bir çizgi üzerinden yaklaşıp, sırayla her biçiminin sanki Levhi-Mahfuz’da (tanrı katında çok önceden belirlenmiş) yazıldığı gibi bakılmaktadır: Sırası gelince gerçekleşir. Ortaçağın cüzi ve külli irade tartışmaları bile bu tür pozitivist-materyalist yaklaşımların üstündedir. Sosyalizm uğruna verilen büyük mücadelelerin yenilgisinde belirleyici etken, topluma ilişkin bu paradigmatik yaklaşımdır. 
Bundan önceki başlıklar altında yaptığım tanımlamalar açık ki bu yaklaşımların tamamen dışındadır. Kapitalizmi zorunlu bir toplumsal aşama olarak görmek şurada kalsın, bu yaklaşımın kendisi ya bilerek ya da bilincinde olmadan bu sistemin etkisi altındadır ve propagandasına alet olmaktadır. Sondan söyleyeceğimi önceden söyleyeyim. Kapitalizm bir toplum biçimi olamaz. Etkilemek ister, etkili olur, ama biçimi olamaz. Denilebilir ki, dört yüz yıldır dünyaya egemen olan tek biçim değil midir? Egemen olmak ayrı bir husus, biçim olmak ayrı bir husustur. Tarih üç toplum biçimini veya tarzını tanımaktadır: İlkel klan toplumu, sınıflı devlet veya uygarlık toplumu ve demokratik çoklu toplum. İlkel, köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist toplum gibi çizgisel ilerlemeci yaklaşımlar fazlasıyla dogmatiktir. Diğer bir deyişle idealist ve kadercidir. Daha da önemlisi, tanımlamamda üç toplum tarzı da düz çizgisel bir doğrultuda ilerlemez. Derinleşen ve genişleyen döngüsel bir sisteme daha yakındır. Diyalektik işleyişi kabul etmekle birlikte, uçların birbirini yok ederek ilerlemesi gibi bir yorumu doğru bulmadığımı açıkça belirtmek durumundayım. Tez, antitez ve sentezci yaklaşımlar evrenin işleyiş esaslarını açıklamada elverişli bir mantık aracı olabilir. Ama çok zengin, farklılığı mümkün kılan, karşılıklı beslenmeyi tanıyan (simbiyotik ilişki) bir diyalektik ilişki tarzı veya kavrayışı doğanın diyalektik işleyişine daha yakındır. Veya açıklayıcı niteliktedir. 
Unutmamak ve farkında olmak gerekir ki, evrende en küçük zerreciklerden tutalım kozmos seviyesindeki bütünlüğe kadar, oluşumu mümkün kılan ikilemler ve bunların karşılıklı ilişki ve etkilemelerinden doğan, her ikisini bağrında taşıyan, fakat ikisinin de toplamından farklı olan bir oluşum tarzı esastır, evrenseldir. Tüm değişimin ve gelişimin temelinde bu tarz oluşumu görmekteyiz.
Toplum da bu oluşum tarzının dışında bir varlık değildir. Aynı tarzın oluşum diline sahiptir. Özcesi, ikilemleri sürekli oluşturur. Bundan ikisini de bağrında taşıyan, ama toplamlarını aşan yeni farklı oluşturmalara imkân tanır. Toplumların değişim ve gelişimlerindeki diyalektiği böyle algılamak, somutun bilgisine daha fazla sahip olmamızı sağlar. En küçük toplumsal birimlerden bütünleşmiş biçimlerine kadar bu diyalektik anlayışıyla yaklaştığımızda, yorumlama ve algılama gücümüzün daha insani özelliklerimizi (özgür insan potansiyeli) harekete geçireceğini belirtebilirim. Hem toplumu bireyde somutlaştırarak sorumlu özgür bireyi geliştirebiliriz, hem de özgür bireylerden etkilenmiş toplumu daha çok özgürleştirebiliriz. Özgürleşme imkânı en iyi eşitlik ve demokratikleşme potansiyeline ve şansına sahiptir. 
Tekrar belirtmeliyim ki, toplumsal gerçekliğin üçlü dinamiğini belirtirken bir keşifte bulunmuyorum. Sadece evrensel oluşum dinamizmini topluma uyarlamaya çalışıyorum. Neden üçlü dinamizmler diye bir soru sorulursa, VAROLUŞ’TAN ötürü derim. Eğer var olmak da bir sorun olarak cevabını bulmak isterse, o zaman neden varız sorusuna atlamak gerekir. Fakat var olmak bence tartışılmaz. Varlık olmasaydı, zaten bu soru ve sorunlara da hiç gerek olmayacaktı. Olmayan bir şeye yer olmaz. Olmayanlık durumunda sadece oluşumsuzluk, hiçbir şey olmamaktan bahsedilebilir ki, bu da saçmalık dediğimiz şeydir. 
Eğer varlığı, varoluşu kabul ediyorsak, oluşum tarzından bahsetmek anlamlıdır. Yaşamın tüm anlamı, düşüncenin tüm gelişimi, değişim ve gelişimin oluşumdan kaynaklandığını sezmişlerdir. Bu temelde mitolojik, dinsel, felsefi ve bilimsel düşünme kategorilerinde muazzam bir külliyat oluşturmuşlardır. Herhalde bu külliyatları inkâr edemeyiz. Hepsi de esasta oluşumu cevaplandırmak istemiştir. Bunun için kimi mitolojik, kimi dinsel yönteme başvurmuş, bunlar yetmemiş, imdada felsefe ve bilim kategorileri yetişmiştir. İşlevsellikleri aynıdır, fakat cevapları farklıdır. Oluşumun nedeni, nasılı ve amaçları hep sorulmuş, her kategori kendi disiplinine göre cevaplar üretmeye çalışmıştır. En iddialı disiplin olan bilim, oluşumun üçlü dinamiğini önemli oranda aydınlatmıştır. Madde-enerji, parçacık-dalga mekaniği kuantumlar düzeyine taşırıldığında (hem teorik hem deneysel) ikilemin hep oluşumlara yol açtığını, bu oluşumların ürünü olan sonucun hep içinden çıktığı ikilemin (madde-enerji, parçacık-dalga akımlarının everenselliği vardır) izini ikisinin üçüncü içinde devamını sürdürerek farklılaştığını, değişimin gelişme veya ters-gerileme biçiminde olduğunu, varlık dinamizminin temel karakteristiğinin bu tarz olduğunu kanıtlamıştır. Yeniden kanıtlamaya da gereksinim yoktur. 
Kendimize bakalım. Baba-annenin çocuğu, anne ve babaya çok benzeyen, ikisinin kalıtını sürdüren, ama bunu farklılaşarak (Bu farklılaşma çok yavaş seyreder. Doğanın her olayında farklılaşma böyledir) yeni bir biçimde temsil eden bir oluştur. Ezeli oluşun bir zerreciği olarak da yorumlanabilir. Oluşum ancak bu tarzda olmakla aslında varlık savaşını kazanıyor. Nedir varlık savaşı? Var kalmak nasıl oluyor? Var kalmak, kendini değiştirerek sürdürmektir. Niçin? Belki de var olduğunu kanıtlamak için. Değişerek var olmanın tanrısallığını, muhteşemliğini seyre dalmak için! 
Saçmalık şuradadır: En yakınımızdaki oluşları gözleyerek sağlam bir mantık edinmemiz gerekirken, neden bu asli hakikatten bu kadar uzaklaşabildik veya uzaklaştırıldık?
Eğer bu saçmalığı aydınlatırsak, esas meseleye gelmiş olacağız. Toplumsal olgunun işleyiş karakterini daha doğuşundan itibaren saran anlatım ağlarını, örüntülerini, örtülemelerini söz konusu ediyorum. Toplumsallık neden bu örtülemelere ihtiyaç duydu? Zekâ bu gelişmeler karşısında neden duygusal ve analitik boyutlara bölündü? İşlevleri neler oldu? Verilecek cevaplarla toplumsallığımızı olduğu gibi, olmasını istediğimiz gibi yorumlayıp değiştirebileceğiz. İnsan, özne olarak, YORUMLAYIP İSTEDİĞİ BİÇİMDE DEĞİŞTİRME değeri olan bir varlıktır. Yorumlama ve arzu (diğer bir deyişle düşünme ve duyumsama, isteme) ne kadar oluşum dinamizmine denk düşerse, yeni biçimin gelişme şansı o denli yüksek olur. Ne kadar uzak düşerse, toplumsallıkta ya tutuculuk ya gerileme yaşanır. Duygusal ve analitik zekâ gelişimi bu sorunlar etrafında gelişir. 
Epey felsefi yoruma kaçan bu bölümü burada kapatmalıyız. Daha çok Özgürlük Sosyolojisi’nde açımlamaya çalışacağım.
Klan diye adlandırdığımız toplumsallık, şüphesiz ki durağan bir oluş değildir. Türün farkını (diğer insanımsı primatlardan) geliştirmesi, klan toplumunun da gelişmesidir. Temel sorunu var kalmaktır. Genel olarak da bir toplumun (binlerce topluluğun toplumu) sorunu öncelikle var kalmak, ayakta durmaktır. Kendini toplum olmaktan çıkarmak isteyen güçlere karşı varlığını savunmaktır. Her zaman ve her yerde toplumların bu sorunu vardır. Bu savunma bazen tehlikelere, risklere karşı öz savunma biçiminde varlığını korumak hedefine kilitlenir. Bazen elverişli, simbiyotik, karşılıklı gelişmeye fırsat tanıyan yararlı bir ortam ve varlıklar olur. O zamanda ve o yerde pozitif gelişme hız kazanır. Türün, klan veya toplumun maddi ve manevi kültürce zenginleşmesi yaşanır. Son dönemin sosyolojik kavramları olan ‘ben ve öteki’ ikilemini sarmalayarak anlatırsak, benler tehlike, risk arz eden ötekiler karşısında öz savunmaya geçer. Ya ötekini yener, gelişmeye devam eder; ya denge durumunda kalır, varlığını korur ama gelişme yavaşlar; ya da yenilgiyle karşılaşır, yenilgi düzeyine göre varlığını kısmen veya tamamen yitirir. O zaman kendisi olarak varlık olmaktan çıkar. Başka varlığın nesnesi olur. Ya da asimile edilerek, başkası olarak var olmaya devam eder. Çarpık veya yozlaşmış var olmalar denilen kategoriler oluşur.
Daha somut olarak, toplumun varlık mücadelesi daha basit oluşum düzeylerinde bir yandan yırtıcı hayvanlara av olmamak, diğer yandan iklim koşullarından, yetersiz besin ortamlarından ve hastalıklardan korunmak için doğal koşullara karşı hep mücadele içinde olur. Tehlikeler varlığı tehdit ederken, elverişli koşullar olumlu geliştirir. Büyük kısmı Afrika’da ve yaklaşık son bir milyon yılı da Avrupa ve Asya’da geçen bu serüven temel halkalarından sınırlı da olsa aydınlatılmıştır. Birbirine benzeyen, henüz simgesel konuşma tarzını geliştirmemiş, yüz kişiye varmayan sayısal nicelikteki bu toplumsallık, ağırlıklı olarak biyolojik özelliklerinin de etkili olduğu, ama daha çok topluluk pratiği nedeniyle ana-kadın etrafında oluşur, kümeleşir. İlk dillerin kadın ekli yapısı da bu gerçekliği doğruluyor. Toplumun anacıl karakterini göz ardı etmemek gerekir. Ana-kadını bir şef, bir otoriteden ziyade, yaşam tecrübesiyle ve çocuk beslemesiyle doğal bir ‘idari’ güç odağı olarak görmek önemlidir. İlk ev düzeneğine benzer yerleşimlerde odak konumu ve çekiciliği daha da artar. 
Babalık kavramı çok sonradan ortaya çıkan bir sosyal ilişki olup, uzun aşamalarda toplum bu kavramdan yoksundur. Miras kurumu, mülkiyet düzeni geliştikten sonra ataerkilliğe bağlı olarak gelişir. Çocukların aidiyeti ve dayılık, yani ana-kardeşliği daha erken ortaya çıkan kavramlardır. Besin toplayıcılığı ve sınırlı ölçüde avcılık, maddi ihtiyaçları giderme biçimleridir. Klan üyesi olmak yaşamın en önemli güvencesidir. Büyük ihtimalle klan toplumundan dışlanmak veya tekleşmek ölümle sonuçlanırdı. Klana sağlam bir toplum çekirdeği olarak bakmak gerçekçidir. Toplumun en asli biçimidir. 
Uzun gelişim aşamalarından sonra coğrafyanın da elverişliliği sayesinde neolitik toplum aşamasına geçildiğini, bunun ana nehir olarak Zagros-Toros dağ sisteminin elverişli ortam sunmasından kaynaklandığını sıkça dile getirdik. Anacıl toplumun zirvesi olarak da bu aşamanın değerlendirilebileceğini, artık-ürün imkânının doğduğunu da sıkça belirttik. Sosyal bilimlerin çoğunlukla ilkel komünal düzen, eski ve yeni taş devri, vahşet düzeni dedikleri bu düzende, bana göre komünal anacıl-toplum demenin daha anlamlı olabileceği bir aşamalar serisi söz konusudur. Bu, insan toplumunun toplam yaşam süresinin neredeyse yüzde doksan dokuzluk kısmını teşkil eden bir aşamadır. Küçümsememek gerekir. Komünal anacıl toplumun bağrında artık-ürün ve diğer kültür değerlerini biriktirmesi karşısında, hep yanı başında avare avare gezen, bazen başarılı avcılık seferleriyle gittikçe güç kazanan güçlü ve kurnaz erkeğin bu toplumsal düzen üzerinde ilk egemenlik arayışına yöneldiğini çıkarsamak zor değildir. Birçok antropolojik belirti ve arkeolojik kayıt, gözlem ve mukayese, bakış bu ihtimali güçlü kılıyor. 
Ataerkil toplumun şaman + yaşlı tecrübeli şeyh + askeri komutan erkek ağırlıklı oluşumundan da sıkça bahsettik. Yeni bir toplum biçiminin prototipini bu gelişimde aramak daha doğrudur. Yeni toplumdan kastımız, klanın hiyerarşi kazanma durumudur. Hiyerarşinin kalıcı sınıflaşma ve devlet tarzı örgütlenmeye yol açması bu bölünmeyi kesinleştirdi. Sınıf ve devleti tanıyan toplum açık ki nitelik değiştirmiştir. Artık-ürünün armağan olmaktan çıkarılıp değişim malı halinde metalaştırılarak pazarda alışveriş konusu yapılması bu değişimin temel dinamiğidir. Toplumda pazar-kent-ticaret üçlüsünün kalıcı bir unsur olarak devreye girmesiyle devletleşme ve sınıflaşma daha da ivme kazanır. Zaman ve mekân koşullarında bu gelişmenin nasıl seyrettiğini de sıkça işlediğimiz için tekrarlamayacağım. Farklı anlatımlar olarak çeşitli sosyolojiler bu yeni topluma sınıflı toplum, kent toplumu, devletli toplum, köleci, feodal, kapitalist toplumlar adıyla birçok kavramlarla karşılık vermeye çalışmışlardır. Sınıfsallık, kentlilik ve devletlilik daha bariz ve kalıcı özellikler olduğundan, daha çok da bu süreçlere ‘uygarlık’, ‘medenilik’ sıfatı tanındığından, bence içeriğine uygun olarak ‘uygar toplum’, daha kısaltılarak uygarlık demek uygun düşer.
Fakat dikkatten kaçmamış olmalı ki, uygarlık derken toplum etiği açısından bir yücelmeyi, gelişmeyi değil, düşüşü ve baskılamayı esas nitelik olarak yorumluyoruz. Uygar toplum eski komünal anacıl değer yargılarına, yani ahlak anlayışına göre büyük bir düşüş anlamına gelmektedir. En eski bildiğimiz dil olan Sümercede bu ilişki çarpıcı biçimde dile gelmektedir. Amargi kelimesi hem özgürlük, hem anaya ve doğaya dönüş anlamına gelmektedir. Ana, özgürlük ve doğa arasında kurulan özdeşlik çarpıcı ve doğru bir algılamadır. Uygar toplumu ilk defa tanıyan Sümer toplumu, henüz çok uzak olmadığı eski topluma veya komünal anacıl topluma Amargi kelimesi ile özlem duymaktadır. Bu toplumsal altüst oluşu Sümer orijinalinde izlemek hem mümkün, hem çok çarpıcı ve öğreticidir. 
Kadın-erkek ilişkisindeki dengenin kadın aleyhine bozulmasındaki yansımalar, İnanna-Enki (Uruk ve Eridu koruyucu tanrıça ve tanrısı) arasındaki diyaloglar biçiminde düzenlenmiş ilk destan denemesinde görülmektedir. Gılgameş Destanından önceki bir destandır. Komünal anacıl düzenle veya toplumla hiyerarşik ataerkil (uygarlığa geçiş toplumu) toplum arasındaki kavgayı dile getirmektedir. Sürecin çok adaletsiz ve mücadeleli geçtiği netçe anlaşılmaktadır. Tarihi veriler Sümer toplumunun ilk aşamasında ilkel demokrasi diyebileceğimiz bir süreci de yaşadığına dair argümanlar sunmaktadır. Yaşlılar meclisi henüz ataerkil bir düzene dönüşmemiştir. Çok canlı geçen tartışmalar bir nevi demokrasiye işaret etmektedir. Tanrı emri (aslında güçlü ve kurnaz adamın takındığı bir maskeli tipten kaynaklanan tek taraflı askeri-despotik düzen ilkesidir), buyruğu türü kavramlar henüz oluşmamıştır. Zaten İnanna Destanındaki söyleşi tarzı çok canlıdır ve toplumda olup biteni; adaletsizliği, kadının ve birikimlerinin, çocuklarının başına gelen felaketleri anlatmaktadır. Belgeler çok olsaydı, Atina demokrasisini (köleci sınıf demokrasisi) çok aşan bir demokratik geçiş aşamasının da bulunduğunu güçlü bir olasılık olarak görebilir, fark edebilirdik. 
Uygar topluma geçişin aynı zamanda demokratik topluma geçişle iç içe oluştuğunu teorik olarak kestirtmek mümkündür. İlk ihtiyar meclislerindeki sert tartışmalar demokratik toplumun ayak sesleri, ilk yansımalarıdır. Tüm toplumların bu aşamasında benzer bir ikileme daha tanık oluyoruz: Demokratik toplum ve uygar toplum ikilemi. Daha anlaşılır bir somutluk biçiminde, devlet ve demokrasi ikilemi. Devletin olduğu her yerde demokrasi sorunu vardır. Demokrasinin olduğu her alanda bir devletleşme riski vardır. Demokrasi bir devlet biçimi olmadığı gibi, demokrasi olarak da devlet kavramı yanlıştır. İkisi arasındaki ilişkinin niteliğine çok dikkat etmek gerekir.
Tarih boyunca üzerinde oynanan bir ikilem de bu olmuştur. Gelişenin (eski toplumun bağrından) demokrasi mi, devlet mi olduğu büyük çarpıtmalara, tartışmalara yol açmıştır. Sürecin iç içeliğine ilişkin kendisinin çok kavgalı, çekişmeli ve savaşlı geçtiğini göstermektedir. Örneğin en iyi bildiğimiz İslam örneğinde demokratiyet-cumhuriyet ve saltanat tartışma ve kavgaları çarpıcı ve nettir. Hz. Muhammed’in Medine Mukavelesi sanki J. J. Rousseau’nun Toplumsal Sözleşmesi gibidir. Kuran ve hadislerde bu açıkça gözlenebilir. Fakat yanı başlarında çok güçlenmiş olan aşiret aristokrasisi, özellikle Kureyş kabilesinin hiyerarşik düzeni açıktan Bizans ve Sasani örneği bir saltanat arayışındadır. Daha Hz. Muhammed zamanında bu kavga vardır. Zaten Mekke ile Medine arasındaki kavganın bir anlamı da yeni düzen cumhuriyet mi (Arapça halk demokrasisi demektir), saltanat mı (babadan oğla geçen monarşik düzen) olacak kavgasıdır. Hz. Muhammed’in Mekke’den kaçışıyla (M.S. 610) başlayan bu kavgalı süreç, Hz. Ali’nin 661 yılında halen aynı şiddete benzer bir çatışmanın bugün de yanı başında geçtiği Kufe’de öldürülmesiyle, saltanat yanlısı Muaviye kliği bu elli yıllık kavgadan zaferle çıkmıştır. O dönemde çok güçlü aşiret hiyerarşik düzeni cumhuriyete, daha doğrusu ilkel bir demokrasiye bile şans tanımamaktadır. İslamiyet’i bir de bu açıdan gerçek bir sosyolojik araştırmaya tabi tutmak hayli çarpıcı ve ilginç sonuçlar verecektir!
Tarih diğer çarpıcı bir örneği İran Pers İmparatorluğu kurulurken de sunmaktadır. Persler Med Konfederasyonunun mirasını uzun bir tartışma ve kavgadan sonra imparatorluğa çevirdiler. Bunda Akamenit sülalesi belirleyici rol oynamıştır. Medyalı rahiplerin önderliğinde M.Ö. 560’lardan 520’lere kadar çok şiddetli bir dönemin geçtiğine dair çok gösterge vardır. Sahte Kambiz en çarpıcı örnektir. Hâlbuki daha önceki Med Konfederasyonunun kuruluşu tipik bir ilkel demokrasi örneğidir. Heredot Tarihi bu konuda ilginç anlatımlar sunmaktadır.
Atina demokrasisi diğer iyi bilinen örneklerdendir. Gerek Isparta Krallığıyla gerek Persler ve Makedonlarla yaptıkları savaş, diğer bir anlamda demokrasi mi, imparatorluk veya krallık mı savaşıdır. İlkel de olsa, sınıf temelinde de olsa, demokratik toplum mu, uygarlık toplumu mu tartışması ve kavgası hep vardır. Roma’da cumhuriyet ve imparatorluk kavgası, başta Sezar olmak üzere en ünlü kişiliklerin bile bu kavgalarda öldürülebileceğini, dolayısıyla şiddetli, savaşlı bir ikilemin var olduğunu gösterir. Bu örnekler çoğaltılabilir. Hatta konuya ilgimizi yüksek tutabilmek ve kavrayış gücümüzü geliştirmek için, büyük Fransız ve Rus Devrimlerini de bu açıdan tanımlayabiliriz.
Fransa Devrimi (1789) mutlak monarşiye karşı başlatıldı. Cumhuriyetle (radikal toplumsal demokrasi) sonuçlandı. Çok şiddetli, yani devrimci terör döneminden geçti. Triumviralık’tan sonra Napolyon İmparatorluğuyla devam etti. Çeşitli geçiş dönemlerinden sonra günümüze kadar beş cumhuriyet ilanı tanıdı. Altıncısı tartışılmaktadır. 
Büyük Rus Devriminde (1917) perde daha radikal bir demokrasiyle açıldı (Sovyet, şuralar dönemi). İç savaşta devrimci diktatörlüğü tanıdı. Stalin döneminde diktatörlük kalıcılaştı. 1989’da Fransız Devriminin iki yüzüncü yıldönümünde tekrar demokrasiye döndü. Halen demokrasisini geliştirmek istiyor. Kapitalistik modernizm döneminde benzer yüzlerce örnek neredeyse her yıl yaşanmaktadır.
Bu uzun örneklerle anlatımı iki ilişki yumağı, uygarlık ve demokrasi odaklaşması arasındaki çelişkili, gergin ve kavgalı ortamı, alanı yansıtmak açısından sundum.
Dikkat edilmesi gereken en önemli bir husus da, iki yeni toplumun da komünal toplum üzerinde varlık bulmaya çalıştıklarıdır. Tanımladığımız gibi, komünal toplum halen de devam eden, toplumların tüm dokularında kalıntı halinde de olsa varlığını sürdüren ve vazgeçilmez insan türünün sonuna kadar kalıcı olacağından kuşku duyulmaması gereken ‘ana hücre’ toplumudur. Nasıl ki ana hücreler vücudun değişik dokularında bünyeyi besleyip tamir etmek, gerektiğinde yeniden inşa etmek rolünü oynuyorlarsa, komünal anacıl toplum da tüm ikilemli toplumlarda varlığını benzer tarzda sürdürmektedir. Bünyesinden doğurduğu demokratik ve uygar toplumlarda çatışmalı, gergin, bazen uzlaşmalı da olsa komünal toplumun yok olmadığını ve olmayacağını sıkça vurgulamamın önemli nedenleri ve sonuçları vardır. Yeri geldiğinde sunmaya sık sık devam edeceğim. 
Demokratik toplumla uygar toplum arasında hep çatışmadan bahsetmem uzlaşma olasılığını dışlamıyor. Tersine, bu iki toplum arasında uzlaşma esastır. Daha doğrusu esas olmalıydı. Bunun başta gelen nedeni de, uçların birbirini yok etmediği bir diyalektik anlayışın da sonucu olarak, demokratik toplumla uygarlık toplumu birbirisiz edemezler. Birinin varlığı diğeriyle mümkündür. Vurguladığım gibi, demokrasi ve uygarlık çıkışlarını aynı komünal ana toplumdan alırlar. Demokrasi daha çok hiyerarşik üst tabakanın ihanetine, baskı ve sömürüsüne uğramış alt çoğunluğu ve çoklukları kendine esas alırken, uygarlık daha çok üst tabakanın baskı, sömürü ve ideolojik hegemonyasını sürdüren kesimini temel alır. Tabii bu kesimler bıçakla kesilmiş gibi birbirinden ve komünal ana toplumdan kopmazlar. İç içedirler, fakat farklılıkları epey gelişmiş odaklardır. 
Bu noktada bir bütün olarak toplum kavramı anlayışını gözden geçirmemiz gereği vardır. Hem de sık sık hatırlamak, bilince çıkarmak kaydıyla. Toplumlar sınıflaşmanın, her sınıf içinde binlerce alt grupların, milyonlarca ailenin, sınıflaşmamış, sınıflaşmaya karşı direnen her tür topluluğun, küreselleşenler kadar yerelleşen birimlerin, dinlerin, dillerin, siyasilerin, ekonomilerin, aşiretlerin, ulusların, uluslararasıların, kaos ve düzenlerin gergin, dingin, çatışmalı, dayanışmalı bin bir çeşitten ilişki ve çelişkilerin iç içe geçtiği, teklik biçiminde değil, tekillerin binlercesinin bütününün bütünü olarak anlaşılmalıdır. Bu büyük karmaşa içinde demokrasi ve devlet birbirini dengelediği oranda, barışa yakın bir toplumsal düzen oluşur. Tam barış hali ancak devletsiz hali gerektirir ki, teorik olarak düşünülse bile, pratikte henüz bundan çok uzağız. 
Tüm toplumu, hatta devlet toplumunu da kapsayan uzun süreli bir demokratik yaşam ancak tam barışa götürebilir. Var olan tarih momentinde söz konusu olan güçlerin dengesine (devlet ve demokrasi güçlerinin) dayalı çatışmasız süreç olarak barışlardan bahsedebiliriz. Demokrasi devleti tam yutmak isterse, mevcut tarihi momentte daha çok kaotik özellikler ağır basar. Birçok ülkede yaşanan deneyim bunu gösterir. Devlet demokrasisizliği sürekli dayatırsa, despotik, diktatörlük sistemleri oluşur ki, yine mevcut tarihsel momentte sonuç kaostur. Tarihsel süreç de denilen uygarlaşma yaklaşık beş bin yıldır devam ediyor. Demokrasi daha sınırlı yaşama şansı buldu. Ama toplum ezici çoğunluk ve çokluklar olarak hep demokrasiyi bekledi. Onun için mücadele etti. Belki binlerce yıl geçse de, aynı biçimde olmasa bile, bir tür olarak devlet ve demokrasiler iç içe yaşamaya devam edecekler.
Sorun olan devlet ve demokrasiyi ayrıştırmak kadar, nasıl verimli olarak ya da en azından birbirini inkâr etmeden bir aradalıklarını sistematik kurallarla belirlemektir. Belki de yeni türde anayasalar oluşturmak gerekecektir. Mevcut devlet ve demokrasi iç içeliği tam bir kandırmacadır. Birbirlerinin ayıbını gidermeye yarayan, çıplak vücudun ayıplı yerlerini örten asma yaprakları örneğidir. Bu durum aşılmadan, tutarlı bir devlet ve demokrasi tartışması bile yapılamaz. En modern iki devrim olan Fransız ve Rus Devrimleri bu konuda gelişme ve netlik kazandırma şurada kalsın, karmaşayı daha da arttırmışlardır. Siyaset teorisinin en azından demokrasiye açık devletle (kendini demokrasi yerine koymayan ve demokrasiyi yasaklamayan) devleti inkâr etmeyen (kendini hızla devletleştirmeyen ve devleti hep yıkılması gereken engel olarak görmeyen) demokrasinin içerik ve biçim belirlemesini tam yapmaya şiddetle ihtiyaç vardır. Teoriye gerçekten ihtiyaç vardır; fakat pratik ortamın karmaşa haline cevap veren teoriye ihtiyaç vardır. Devlet ve demokrasinin daha az çatışmalı ve birbirlerini daha verimli kılacak biçimlerinin hem çok gerekli hem de mümkün olduğuna, ihtiyaç duyulan en güçlü siyasi olasılığın bu temelde geliştirilmesi gerektiğine inanıyorum. Mevcut devletler demokrasiyi özde tanımıyor. Devletler çok hantal ve dev cüsselidir. Demokrasiler ise birer devlet karikatürü olarak çok çarpık ve işlevsizdir. Siyaset felsefesinin ve pratiğinin en temel meselesinin bu olduğu kuşkusuzdur. 
Tekrar belirteyim, birçok yenilik içeren bu hususları Özgürlük Sosyolojisi kitabında genişçe tartışacağım.
Geleneksel liberal ve sosyalist paradigmalardan farklı bir paradigmayı, ana teorik çerçeveyi sunduğumun farkındayım. Daha da içerik kazandırmaya çalışacağım. Bu kısa çerçeveyi bir ‘toplum biçimi’ olarak kapitalizmi nereye ve nasıl oturtacağım sorununa yanıt vermek için çizdim. Açık ki kapitalizmi salt bir ekonomik biçim olarak görmediğim gibi, bir toplum biçimi olarak da görmüyorum.
Öncelikle kapitalist ekonomi denilen ilişkiyi bir uygar toplum bütünlüğü içinde görmeye çalışalım. Kapitalist ekonominin, değişim ekonomisi de denilen metalaşmanın pazar ilişkisi ve rekabetinin üstünde tüneyen ve esas olarak fiyatlarla oynayarak ve farklı alanlar arasında oluşan farklı fiyatlardan yararlanarak kurulan bir tekelcilik kazancına dayandığını iyi kavrayıp özümsemek gerekir. Aslında değişim değeri yaratan bir sektör olmadığını da bu tanım gereği iyi anlamalıyız. Genel ekonomik yaşamın çok cüzi bir kısmıyla ilgilidir. Ama stratejik konumu nedeniyle bu belirleyicilik sağlayan bir cüziliktir. Çok az kişinin elinde çok büyük ölçüde biriken bir değişim değeri toplamıdır. Dolayısıyla hem arz hem taleple oynama stratejik üstünlüğü vardır. Unutmamak gerekir ki, bu üstünlük o güne kadar devletlerde de yoktur. İlginç olan, bu üstünlüğün doğuşu ve kullanılış tarzıdır. Doğuşunu az çok anlıyoruz. Kullanılışı sürekli sermaye büyümesine dayandığı için, çok daha çarpıcı ve toplumu altüst edicidir. Buna devrimci demek topluma ihanetle özdeştir. Özellikle tarihsel-demokratik topluma!
Sermayenin kendini büyüterek (Ekonominin süpermenleri ekonomi politikacıların kanun adının kutsiyetinden de yararlanarak cilalayıp sundukları meşhur kâr kanunu) kullandırılmasının en ince ve kılıfına uydurularak yapılmış bir talan olduğunu ekonomi-politik bilimi ne zaman itiraf edecek? Güçlü ve kurnaz adama neden kapitalist demiyorum? Çünkü el koyuşu açık güce ve savaşa dayalı da ondan. Savaşın tuzak demek olduğunu tabii unutmuyoruz. Hukuka, dine uydurmaya, kılıfa büründürmeye gerek duymaz. Yalnız kapitalist ekonominin hakkını şu noktada teslim etmek gerekir: Kendinden önceki devlet-ekonomi ilişkisi cebren el koymaya dayanıyordu. Hiyerarşinin örf hukuku ve geleneği mensup olduğu dinin “kâfirin malı helal” kuralı açık gaspa, ganimeti hak bellemeye cevaz veriyordu. Yani güçlü ve kurnaz adam artık devlet oluyordu. Kapitalist ekonomi bu noktada klasik devletten ayrışır. Zıtlaşır demiyorum. Uygar toplumun gelişim düzeyi ganimet türü bir talanı verimli kılmadığında bu sektöre gün doğar. Zaten köleci ve feodal devletin verimsizleşmeye (açık gasp, talan demek olan ganimet hakkı verimli olmadığında, toplumun iliklerini kurutup artık-ürün üretemez sınırlara taşıdığında) başladığı an ve süreçlerde devreye girmesi bu farkı ortaya çıkarıyor. Kendine yeni bir ekonomik düzen yaftasını vurma şansı tanıyor.
Köleci devlet tekeli ilk çağlarda çok verimlidir. Firavun piramit mezarlarına, Greko-Romen kent kalıntılarına baktığımızda kendini gösterir. Kapitalistik sektör bu dönemde de vardır, ama çok sınırlıdır. Devlet tekelinin verimliliği ona, o sektöre gelişme şansı tanımıyor veya çok az tanıyor. Köleci çalışma düzeni verimsizleştiğinde, feodal çalışma düzeninin yaygınlaştığını biliyoruz. Köleci uygarlığın neden verimsizleştiğini çözümlemek konumuz değildir. Bu uygarlığın çok uzun süren (M.Ö. 4000-M.S. 500) çalışma ve yaşam anlayışıyla, geniş mekânlara yayılımıyla, muazzam masraf yapısıyla, zorla ve kölece daha fazla alan ve insan elde edilişinin sınırlarının tükenmesiyle, içten ve dıştan binlerce demokratik ve özgürlük karakterli direniş ve isyanlarla aşıldığını belirtmekle yetinelim. 
İnşa edilen ve daha çok İslam Ortadoğu’suyla Avrupa Hıristiyanlığınca temsil edilen uygarlık toplumu; mirasını devraldığı Greko-Romen uygarlığına ve onların da üzerine kurulduğu Sümer ve Mısır uygarlığına nazaran farklı bir meşruiyet ve sömürü tarzına dayandı. İki din güçlü bir meşruiyet sunarken, köleye nazaran biraz kendisinin olan serf köylüyle uygar toplum kendini yenilemeyi başardı. Şüphesiz üç yüz yıl yoksulların vicdanı olan Hıristiyanlığın uzun bir süresiyle İslam’ın farklı mezhep örtüsü altında süren eşitlik ve özgürlük mücadelesi, dolayısıyla demokratik toplum çabaları ve arayışları, uygarlığın hem kendini yenilemesinde hem de daha taşınır kılınmasında başat rolü oynar. Uygarlık ideologlarınca iddia edildiği gibi, bu durum uygarlığın yüceliğinden, onurlu gelişiminden kaynaklanmıyor. Bazı kazanımları varsa bile, eski komünal toplum kalıntıları, aşiretlerin, kavimlerin, kölelerin kaçışı ve yoksulların binlerce direniş ve isyanlarıyla bu evreye erişildi. 
Uygar toplumda baskı ve sömürünün yeni meşruiyet araçlarıyla kendini yenilemesi, temel araçları olan sınıf, kent ve devletin de yenilenmesini sağladı. Serf-senyör, kent-pazar, devlet-kul ilişkilerinin yeni ortamında kapitalist öğelerin gelişmesi kolaylaştı. Çin’den Atlas Okyanusuna kadar pazar etrafında gelişen kentler, meta üretiminin hızlanmasını ve değişimin derinlik ve genişlik kazanmasını beraberinde getirdi. Pazarlar arasındaki fiyat farkı tekelci tüccar kârlarının görülmemiş seviyelere ulaşmasını sağladı. Kentlerin ilk defa kırsal alan karşısında denge sağlaması imkân dahiline girdi. Uzakdoğu ve Avrupa arasında İslam uygarlığı bir nevi ticaret uygarlığıydı. Ticari açıdan Avrupa için ne gerekliyse onu sundu. Hem maddi hem manevi kültür olarak… Uygarlığın diğer temel araçları zaten ilkçağdan beri sunulmaktadır. Kent, sınıf ve devletin taşınması İslamiyet ile sona eriyor. Bunda şüphesiz Araplar ve Yahudiler başrolü oynadılar. Antikçağda Greko-Romenlerin yarım bıraktığı işleri Arap ve Yahudi bilgin, zanaatkâr ve tüccarları tamamladılar.
Ortadoğu uygarlığının tek önemli eksikliği, kapitalist sektörün kentleri aşıp bir ülke mekânında başat rol oynamamasıydı; Amsterdam ve London’un başardığını başaramamasıydı. Bunda Avrupa mutlakıyet rejimlerinden daha ezici merkezi despotik otorite başrolü oynadı. Çin ve Hindistan’daki siyasi yapılanma Ortadoğu saltanatlarından da merkezi ve asimetrik ezici bir üstünlüğe sahipti. Japonya kısmen Avrupa tarzı feodal siyasi yapılanmada kaldı. 
16. yüzyıla dayandığımızda, kadim Asya uygarlıklarının yeni hamle takatleri kalmamıştı. Cengiz ve Timur’un seferleri, daha önceki Türk boylarının göç ve akınları taze kan vermekten, ömürlerini uzatmaktan öteye bir rol oynamadı. Ne olacaksa bir nevi Asya’nın batı ucundaki yarımadası niteliğindeki Avrupa’da olacaktı. Yeni uygarlık laboratuarı orasıydı.
Uygarlıkla birlikte ticaret ve kapitalist sektör Avrupa’ya taşındığında, önlerinde bakir topraklar, taze kent kuruluşları ve toy, yeni yetme bir Avrupa feodalitesi oluşuyordu. Onlara uygarlık bile denemezdi. Hıristiyanlığın onuncu yüzyılın sonlarına dek başardığı, manevi moral aşıydı. Ortadoğu tarzında kadim bir uygarlık Avrupa’da oluşsaydı, kapitalist uygarlığın gelişme şansı son derece tartışılı olurdu. Yeni uygarlıklar bakir topraklarda oluşur. Uygarlıklar açısından bu yönü de dikkate almak öğreticidir. Avrupa uygarlık mayalanmasına baktığımızda, ilginç bir boşluk kendini hissettiriyor. Eskinin sürdürülme zorlukları ve yeninin toyluğu (feodalite) üçüncüsüne aradan sıyrılma şansı veriyor. Örneğin İspanya üzerinden Arapların, Balkanlar üzerinden Osmanlıların, Sibirya’nın güneyinden kavimler saldırısının, en son Moğol akınlarının bir kolu Avrupa’da eski tarz bir imparatorluk kursaydı, acaba tarih nasıl yön alırdı? Demek ki Avrupa için şans da önemli bir faktördür.
Tüm bu uygarlık üzerine spekülasyonları kapitalistik bir sektörün doğuşuna ve hegemonik bir karakter kazanmasına açıklık getirmek için yapıyoruz. Görüyoruz ki, uygarlıksal bir gelişmenin kaçınılmaz bir halkası söz konusu bile değildir. Binbir tesadüfün birleşik etkisiyle ve kadim uygarlıkların yarıklarında ve marjinal bölgelerinde, pazarın üzerinde ve karşıtında para oyunlarıyla sağlanan ve uzak ticaret yollarından, sömürge talanlarından payına düşeni fazlasıyla almış bir grup büyük tüccar spekülatörü, Avrupa’nın en iddiasız iki kenti üzerinden önce Avrupa’da, sonra tüm dünya üzerinde hegemonyasını kuracak şansı yakalamış ve müthiş kullanmıştır.
Bütün araştırmalar bu spekülatör grubun son derece tutucu olduğunu ve hiçbir yaratıcı fikrinin, icadının bulunmadığını göstermektedir. En becerdiği iş, para üzerinden para kazanmaktır. Kıtlık ve savaş rantlarından yine para kazanmak, dünya genelinde oluşan fiyat farkından kazandıkça daha çok para kazanmak, becerikli olduğu tek toplumsal alandır. 16. yüzyıl başlarının Avrupa’sının ilginç bir özelliği de paranın her şeye hükmedecek bir güce erişmesiydi. Gerçek yönetici ve komutan para olmuştu. Para kimdeyse güç ondaydı. Bunda şüphesiz müthiş metalaşma, pazarlaşma ve kentleşme temel etkendir.
Hiçbir kadim Asyatik iktidar gücünün, sultanı veya imparatorunun, hatta hiçbir Roma imparatorunun metalaşmanın ürünü paralaşma, parayla iktidar yürütme sorunu yoktur. Olsa bile çok sınırlıdır. Varsa dünya hazineleri, onlar da çoktan saraylarına taşınmıştır. Kapitalist sektör başarı üzerine başarı kazandığında, Avrupa kralları borç dilenir durumdaydı. Para-iktidar gücünün farklı bir aşaması söz konusuydu. İlk defa siyasi iktidar, para karşısında diz çökebiliyordu. Bu gerçeklik paranın komuta gücünü devralacak kadar güçlendiğinin de kanıtıdır. Napolyon ordu konusunda “Para! Para! Para!” derken bu gerçeği dillendiriyordu.
Dünya uygarlık tarihinde (uygarlık karşıtı dünyanın tarihi değil!) yeniliğin temelinde para etkeninin ağır basması, uygarlıkta bir yenliğe yol açar. Ama temel niteliğinde hiçbir köklü değişikliğe yol açmaz. Kaldı ki, uygarlık parayı, pazarı, kenti, ticareti, hatta banka ve senedi yeni tanımıyor ki. Hepsi binlerce yıl önce icat edilmiş araçlardır. 
Diğer önemli bir başlık, kapitalist sektörün başlangıçta üretimle ilişkisinin olmamasıdır. Hatta küçük ticaretle de ilişkisi yoktur. Ekonominin temel ilişkilerinde herhangi bir keşfi, yeniliği söz konusu değildir. Meta ve değişimin de yaratıcı gücü değildir. Binlerce yıldan beri metalaşma, değişim sürüp gelmektedir. Eğer illa bir yeteneğinden bahsedeceksek, paranın gücünü çok iyi keşfetmesi, kullanması, parayı sermaye haline getirmesi, yani paradan para kazanma zanaatını iyi becermesidir. Paranın kazanılacağı kent ve ülkeleri, yol ve pazarları da iyi takip etmede ustalıkları tartışılmaz. Para ve mal dolaşım ağlarının uzmanlarıydılar. 16. yüzyıl başlarında Avrupa’nın paranın komutasına girmesini bu grubun ustalığına bağlamak gerçekleri zorlamak olur. Dile getirdiğimiz tüm gerçekler, uygarlıksal gelişmede bu grubun rolünün son derece marjinal olduğunu gösterir. Para ve pazarın kapitalist ekonomik sektörü doğurması bir zorunluluk değildir. Avrupa’nın çok üstünde para ve pazar gücü Asya uygarlıklarında vardı. Direkt bağlantılı olsaydı, öncelikle oralarda doğardı. Kapitalizmin doğuşunun bilim, sanat, din ve felsefeyle bağlantılı kılınamayacağı, bilakis bu disiplinlerin moral ilke açısından bu doğuşa hep kuşkulu ve karşıt baktığı genel bir kabuldür.
Her zaman hatırlatmaya çalıştığım bir konudur. Kadın gibi bir gücün, fazla üretken ve yaratıcı bir özelliği olmayan erkeğin elinde neden bu kadar zavallı durumu düştüğü ve eline mahkûm olduğudur. Cevap tabii ki zorun rolüdür. Ekonomi de elinden alınınca, korkunç bir tutsaklık kaçınılmaz olur. Başına bir erkek çocuk koysan, kırk yıl karılık gibi çok düşkün bir sanatı icra etmeye razı edilmiş kadar kendisi olmaktan çıkarılmıştır. Kaldı ki, güçlü erkeğin karılığı daha korkunçtur. 
Paranın, sermaye olarak paranın toplum üzerinde kazandığı gücü bu örnekle kıyaslamanın çok öğretici olduğu kanısındayım. Paranın komuta gücü kazanması, aslında ekonomik olay olmaktan çıktığının da itirafıdır. Usta tarihçi Fernand Braudel, kapitalizm pazar karşıtı, dolayısıyla ekonomi karşıtı, hatta ekonomi dışıdır derken, çok anlamlı bir gerçeği dile getirmektedir. Ekonomiyi değişim ve pazar olgusuyla başlattığı için bu yargısı büyük değer arz etmektedir. Her şeyi ekonomiye boğan kapitalizmin ekonomiyle ilgisinin olmadığı, hatta onun can düşmanı olduğu benim de hep dile getirmek istediğim bir görüştü. 
İDDİA EDİYORUM: KAPİTALİZM EKONOMİ DEĞİL, EKONOMİNİN CAN DÜŞMANIDIR.
İleriki bölümlerde bu konuyu kapsamlı ele alacağım. Finans, ekonomi midir? Küresel finans, ekonomi midir? Çevre felaketi ekonomi midir? İşsizlik ekonomik sorun mudur? Banka, senet, kur, faiz ekonomi midir? Kanser gibi kâr uğruna meta üretmek ekonomi midir? Soru listesi kabarıktır. Hepsine verilecek tek cevap koca bir HAYIR’DIR. Formül şudur: Para, sermaye bahane = iktidar şahane! Para-sermayenin son derece hileli oyunlarıyla ne yeni bir ekonomik biçim yaratılmıştır, ne de kapitalist toplum biçimi, hatta kapitalist uygarlık diye bir uygarlık biçimi söz konusudur. Ortada tarihin hiçbir döneminde tanık olunmayan toplumun bir ele geçiriliş oyunu vardır. Sadece ekonomik gücün değil, tüm siyasi, askeri, dini, ahlaki, bilimsel, felsefi, sanatsal, tarihi, maddi ve manevi tüm kültürel gücün ele geçirilişi. 

KAPİTALİZM EN GELİŞMİŞ EGEMENLİKTİR, İKTİDARDIR.

Kapitalizm çağı da denen insanın son dört yüz yılına bakalım. Toplumla ilgili egemenlik altına alınmamış, en ince kılcal damarlarına kadar üzerinde iktidar kurulmamış toplumun bir hücresi, dokusu kalmış mıdır?
Kurnaz İngiliz sosyologu Antony Giddens, modernitenin üç süreksizliğinden bahseder: Kapitalist üretim biçimi, ulus-devlet ve endüstri. Moderniteyi bu üçayakla tanımlarken görünüşte gerçekçidir. Fakat sanırım farkındadır; bu paradigmayla özünde kapitalizmi anayurdunda kurtarma savaşının yeni bir aşamasının teorisyenliğini yapmaktadır. Kapitalizmin değişerek sonsuz kılınmasının teorisi liberalizmin sağ tarzı tarihin sonu ideası, liberalizmin sol tarzı sonsuzluğu ideasıyla birlikte bir kez daha beyinlere sızdırılmak isteniyor. Son kapitalist küresel hamleyle birlikte…
Kapitalizme ilişkin yorumlamayı bundan sonraki modernlik çözümlemesi temelinde sürdüreceğim. Özellikle ulus-devlet ve endüstriyalizm boyutunda… Fakat kendisini de bizzat iktidar karargâhlarında takip etmeye çalışacağım. F. Braudel’den ilham aldığım, ama eksik bulduğum başlığı ‘kapitalizm evinde’ biçiminde değil de, tıpkı Sümerlerin kurnaz tanrısı Enki gibi, Helenlerin Hades’i gibi yeraltı saraylarında, yani görünmez kıldığı iktidar oyunu alanlarında. Dolayısıyla başlığımız ‘çıplak kral ve maskesiz tanrı sarayında’ gibi olursa daha anlamlı olacaktır. Başından beri küresel iktidar sistemi arzusu olan kapitalizmin bu emelini ulus-devlet ve endüstriyalizm ayaklarıyla nasıl başarmaya çalıştığını tüm anlatım tarzlarını sentezleyerek sunmaya devam edeceğim. Çünkü büyük anlatım tarzlarının parçalanması da bu yeni Leviathan’ın ilk işlerindendir. Birleştirmeden anlatım çok eksik bir anlatımdır. Birleştirme eleştirinin hedefinin hizmetine girmesine yol açar. Yöntemim yadırganabilir, ama toplumsal ilişkinin yetkin yorumuna, dolayısıyla bilincine götürdüğüne inanıyorum. Değerlendirmemin son bölümünü Ekonominin Can Düşmanı Kapitalizm başlığı altında tamamlamaya çalışacağım. Ondan sonraki çalışmam Özgürlük Sosyolojisi adı altında demokratik, özgür ve eşitlikçi toplumun çözümlenmesine ayrımlanacaktır.