4 Ağustos 2010 Çarşamba

PKK'nın artan inisiyatifi

Makamında son günlerini geçiren Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un, Uğur Dündar’a verdiği demeç sırasında yapmış olduğu bir değerlendirmenin yeterince üzerinde durulmadığını düşünüyorum: “Bir noktada önümüzdeki sürecin nasıl cereyan edeceği terörist eylemleri olduğu için terör örgütünün büyük boyutta inisiyatifine de bağlı olaylar. Çünkü bunu da bir boyutta kabul etmek mecburiyetindeyiz.”
Başbuğ, “İnisiyatif bizim elimizden çıktı, PKK’nın eline geçti”mi demek istemişti? Başbuğ’un bir tür itirafta bulunduğunu mu düşünmek gerekiyor, yoksa gelecekte olabileceklere ilişkin bir ipucu verdiğini mi?
Her ne hal ise, Başbuğ’un bu değerlendirmeyi yapmasının ardından PKK’nın eylemleri daha da yaygınlaştı ve şehirlerdeki gerginliği artırabilecek bir boyut kazandı. Son günlerde PKK eylemlerinin siyasi gündemi daha da yoğun şekilde belirleyen bir rol oynadıklarını görmekteyiz. Başbuğ’un “İnisiyatifin PKK’nın eline geçtiği” yönünde bir tespit yapmış olması, bu bağlamda, çok ilginç bir ipucu olarak değerlendirilebilir.
***
Genel seçimlere bir yıldan az bir zaman kaldı, Referanduma ise 40 gün. PKK’nın ülkemizdeki siyasetin aktörlerinden birisi olarak hareket edişini hep birlikte gözlemliyoruz. PKK’nın son dönemde yaygınlaşan eylemlerini yorumlarken bu olguları göz önünde bulundurmak şart.
Türkiye’nin çok ciddi bir iç kamplaşmanın içinde olduğu bir dönemde, PKK’nın bu kamplaşmayı yoğun olarak etkileyen ve ondan yoğun olarak etkilenen bir aktör olması son derece doğal. PKK da, bütün bu ‘süreç’ içinde, ‘kendi rolünü’ oynuyor.
Kandil’deki PKK liderliğinin iki eğilim (1.siyasi müzakere imkânına doğru “silahları bırakma” eğilimi, 2. “bekleyelim görelim” eğilimi) arasında gidip geldiğini tahmin etmek zor değil. Avrupa’da yaşayan PKK’lılar ise, yaşadıkları koşulların da etkisiyle, çözüm için şiddetten kaçınma eğilimine daha yatkınlar.
Kürt kimliği hareketinin Türkiye içindeki yasal ayağı ise, daha çok PKK’nın çizdiği stratejiye bağımlı gibi görünüyor. Bu kadar sertleşen siyasi ortamda zaten yasal alandakilerin etkisi iyice azalıyor.
***
‘Açılım’ başladığında PKK içindeki güçlü bir eğilim ‘siyasi müzakere’ yoluyla bir çözüm
aranmasına destek veriyordu. Kısmi bir güvensizlik havası vardı ama, “bir şeyler olacak” psikolojisi de ciddi bir zemin kazanmaktaydı.
Habur’dan falan söz etmeyeceğim… Üzerinde hep durduğum ve çok yanlış bulduğum “KCK operasyonları”nın Kürtler açısından bir kırılma noktası olduğuna tekrar dikkat çekmekte yarar görüyorum. PKK içindeki ‘çözüm’ eğilimi de bu yaygın tutuklamaların ardından geri çekildi.
PKK, önce gücünü göstermeyi hedefledi.
“Türkiye’nin her yerinde eylem yapabilirim ve geniş Kürt kitlesini harekete geçirebilirim” şeklinde tanımlanabilecek bir yaklaşımla çeşitli eylemler başladı. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’a, ‘inisiyatif onların elinde’ değerlendirmesini yaptıranın da bu çarpıcı eylemler olduğu söylenebilir.
PKK, (belki de daha önce hiç yapmadığı kadar belirgin bir şekilde)siyasi bir aktör olarak sahneye çıkmış ve 12 Eylül’de yapılacak referandumu etkileyeceği açık olan ‘çarpıcı’ eylemlere girişmiş durumda. Hatay Dörtyol’daki 4 polisin öldürülmesini bu stratejinin tipik bir parçası olarak değerlendirmek mümkün.
***
PKK’nın şu anki asıl hedefinin AK Parti hükümeti olduğunu düşünmemize olanak veren birçok veriye ve ipucuna sahibiz. Özellikle de son günlerdeki eylemlerin ana hedefinin AK Parti’yi düşürmek ve köşeye sıkıştırmak olduğunu düşünmek için birçok sebep var. PKK, adeta, ‘Madem öyle işte böyle’ diyen bir tutum içinde.
Referandumda AKP altta kalır ve inisiyatif kaybederse, Türkiye bir siyasi kaosun içine sürüklenebilir. PKK’nın böyle bir olası siyasi kaos ortamını, kendisi açısından yeni bir imkân olarak algılama ihtimali yüksek. Ergenekoncuların güç kazanmasına yol açabilecek başka gelişmeler de olursa, Türk-Kürt çatışması tırmanabilir. İpler iyice kopabilir. Ortamdaki kargaşanın arttığı oranda, PKK’nın inisiyatifi de artabilir.
Tabii, PKK’nın böyle bir ‘yol haritası’ üzerinden plan yapıyor olup olmadığını kesin olarak bilmemiz imkânsız. Herkes gibi ben de, yaygınlaşan eylemlerin arkasındaki mantığı, kendi elimdeki verilere göre çözümlemeye çalışıyorum.
***
AK Parti içinde de iki farklı eğilim var. Abdullah Öcalan, avukatlarla yaptığı son görüşmede, “Bana hep bekle dediler” diyor. AK Parti’nin de gelişmeleri ‘referandum’u ön planda tutarak değerlendirdiği söylenebilir. AKP, referandum eşiğini, iki milliyetçiliğin temsilcisi olarak öne çıkan akımlara uzak durarak ve ikisine de ‘vurarak’ atlatmaya çalışıyor. PKK’nın da ona bu eksende karşılık verdiğini gözlemliyoruz.
Kâğıtların referandumdan sonra yeniden karılacağına kesin gözüyle bakabiliriz.

Oral Calislar

Ahmet Altan ve Heron

Türk aydını Ahmet Altan, heronlardan ve termal kameralardan bir an için aklını alıp, dünkü yazısında bize mutlu yaşamanın sırrını verdi.
“Sarımsağı kıvamında yoğurtlu yaprak sarma.”
Kendileri, savaş yorgunu düştüklerinde rahatlatıcı ara yazılar yazar, hem kendilerini hem bizi yumuşatmış olurlar.
Halbuki kendisine, heronu iyi çalışan, termal kameraları cin gibi gören ve güvenliği en üst düzeyde olan bir sınır karakolunda bir gece geçirmesini önerecektim. Hayat oralarda geceleri nasıl geçiyor, bir görsün rica edecektim.
Kendileri savaşın teknolojisine, sokağın psikolojisine, kırsalın lojistiğine ve devletin kendisine o kadar hakimler ki, her PKK eyleminden sonra bilgiler hemencecik önüne akıveriyor. PKK’nin basacağı karakolun heronlarının algısını bozup, termal kameraların cin bakışlarını bunaltan karakol personeli PKK’ye şöyle diyormuş:
“Gel bizi öldür.”
Ahmet Altan’ın “sarımsağı kıvamında yoğurtlu yaprak sarması”na takılmamak mümkün değil. Kendileri, sıradan insanın mutluluk resmini çiziyor. Yemek yemekten, sevişmekten, sevgilisiyle dalaşmaktan, iş kaybetme korkusu taşımaktan ve sarımsağı kıvamında yoğurtlu yaprak sarmayı düşünmekten başka özelliği olmayan sıradan insanın resmini…
Filozof  Nietzsche, yemekten, tuvalete gitmekten ve sevişmekten başka bir özelliği olmayan insana, “Düşük insan” nitelemesini uygun görür ve bu insanları, heykel yonturken ortaya çıkan, yontu artıkları olarak değerlendirir. Bence de dünyanın en sıkıcı insanı, yemekten, sevişmekten, tuvalete gitmekten başka bir özelliği olmayan insandır. Onun bir saatine bile katlanılmaz. İnsandan daha düşük bir canlı türü olan hayvanlar bu işin alasını yapıyor. Ahmet Altan bizden hayvanlaşmamızı istiyor.
PKK’yi kurcalamaktan bitkin düşüldüğünde sıradanlık bazen sığınılacak dinlendirici, tatlı bir liman olabiliyor.
Savaşa daha profesyonel elamanların gönderilmesini istemek, mevzideki kum torbalarını daha muhkem hale getirilmesi konusunda uyarılar yapmak, heronların daha moderni ve termal kameraların daha cin gözlüsü ile savunma yapmayı önermek, bir savaş uzmanlığı ve savaş taraftarlığıdır. Ben hiçbir yazımda PKK’ye:
“Baskınlarını daha isabetli ve fazla kayıp verdirecek şekilde yap!” diye bir uyarıda bulunmam.
Bulunursam, aydınlık değil, alçaklık yapmış olurum. Aydın insan, sorunların ve haksız ölümlerin özüne inen insandır. Ahmet Altan’ın birçok yazısı, savaşı daha ileri bir teknoloji ve isabetli istihbaratla yürütülmesinin planlarını içeriyor.
Fakat Ahmet Altan, savaş cahili bir insandır. Bütün savaşların temel bir özelliği vardır: Savaşan güçlerin birbirleriye ilişki halinde olması… Birbirleriyle ilişki halinde olmayan bir savaş örneği yoktur. Aynı topraklarda siyaset yapanlar birbirleriyle ilişki halinde olacaklar da, aynı coğrafya üzerinde savaşanlar ilişki halinde olmayacak, öylemi?
O zaman, Kürdistanlı bir birey olarak ben PKK’ye önereyim: Gerilla güçleri yapabiliyorsa, telsiz taramalarında ve başka bir şekilde Kürdistan’daki askeri birlik komutanları ve karakollarla bağlantı kurmalıdır. Onları Kürt hak ve özgürlükleri konusunda ikna etmeye çalışmalı, Kürt halkına saygılı olan, baskı ve şiddet uygulamayan birliklerle karşı karşıya gelmemeye çalışmalıdırlar. Sıla türküsü söyleyerek ilerleyen acemi “Mehmetler”le dolu konvoylara vurmamamalıdırlar. Hatta, yapabilirlerse çatışmasız bir alan tespit edip, Türk savaş komutanlarına isli demlikte çay ikram etmeli ve onlarla daha az insan kaybı üzerine anlaşmalıdırlar. Yine yapabilirlerse, isli demlikli sohbetin resimlerini çekip, manşette kullanması için Ahmet Altan’a göndermelidirler... Savaş, bir can pazarıdır. Ahmet Altan, savaşanları, insan öldürmekten ibaret bir robot olarak görmemelidir. Bütün savaşlarda ilişki halinde olmak temel kuraldır. Bazen kıstırdığın düşmanına çekilmesi için fırsat tanırsın. Bazen tam kuşatmazsın ki, rakibin, ölümüne bir direniş sergilemektense, hayata doğru gevşek bir savunma sergilesin.
Rakibine, aman tanımadığı için ve tüm geri çekilme yollarını kapattığı için kazanmak üzereyken savaş kaybetmiş bir sürü devlet vardır.
Ahmet Altan bir savaş cahilidir ve aynı zamanda savaş kışkırtan bir pozisyondadır.
1992 yılında, Cizre-Silopi arasında gece küçük bir karakolun yanından geçiyorduk. Karakol komutanı başçavuş, tuhaf bir şarkı söylüyordu:
“İleride pusu atılmış leylim ley…”
“O tarafa gitmeseniz iyi olur leylim ley…”

Ahmet Altan, karakol komutanı bir başçavuşun bu şarkıyı neden söylediğinin anlamını bilebilir mi? Bilemez. Bilmesi için İstanbul’un Osmanlı yüreğini değil, Anadolu’nun halk yüreğini taşıması lazım.
Bizi geçiren gerilla komutanına, karakolun niye böyle bir türkü okuduğunu sordum:
 “Karakolun bir roketlik canı var,” var dedi.  “O bize karışmıyor, biz ona. Böylece o canını kurtarıyor, biz de bu yolu kullanıyoruz…

Savaşın doğasına ters bilgisiz şeyler yazan Ahmet Altan, ne kadar PKK karşıtı varsa onları sayfalarında konuşturmakla Kürtler arası gerilimi, hakareti ve güvensizliği artırıyor. Halbuki Kürtler birbirleriyle kavga yorgunu bir halktır. PKK karşıtlığı iki tür seyir izler: Bu karşıtlık iyi ayarlanmaz, Kürtler arası demokratik bir muhalefete dönüştürülmezse, serüven, Türk basın ve ajanslarının ayaklarının dibinde biter…

PKK sorumlularının ve içerideki Öcalan’ın Taraf gazetesine tekzip gönderme durumları yoktur.
Denecek ki, Ahmet Altan, orduyla da uğraşıyor. Zaten sorun da bu ya, Ahmet Altan Türklerin devletinin çağa ayak uydurmayan, çürümüş, Siyasal İslamı kabul etmeyen, sabah kalkıp darbe planlayan kesimlerini satışa çıkarmış. İçine PKK’yi de katıp, hepsini kelepir fiyatına satıyor… Bu satıştan geriye kalacak olan modern bir Türk ordusu, modern bir bürokrasi ve modern bir devlet mekanizması olacak… Devletin çürük yanlarının içine karıştırılıp pazara sunulan PKK satılırsa, bu satıştan geriye, büyük bir hayal kırıklığı, toplumsal cinnet, semt intiharları ve modern Türklüğün dizi dibine perişan bir biçimde çökmüş biçimsiz Kürt yığınları kalacak.

Onun için Ahmet Altan’ın PKK’ye yaptığı vuruşlarla Türk devletinin yamukluklarına yaptığı vuruşlar arasında dağlar kadar fark vardır. Bunu görmemek için aptal olmak gerekmektedir.
Bunları elbette PKK ile çok güzel ilişkileri olan Kürt aydını kimliğiyle yazmıyorum. Aksine PKK ile ilişkilerim her zaman sorunlu olmuştur. Ben onları severim, ama onlar beni sevmez. PKK’yi çoğu yerde savunmama rağmen bu ambargo hiç bitmez. Bir gün gelir, bana kafayı takmış bir sorumlu atanır, onun sayesinde Kürt gecelerinden ve festivallerinden utanç içinde dışarı atılırım. ROJ TV kapıları örneğin bana kapalıdır. ANF, Özgür Politika ve Gündem Gazetesi, pasifik okyanusunun küçük bir adasındaki 28 kişilik bir kabile üyesinin kayalara attığı çizikleri sanat haberi konusu yapabilir, fakat benim Kürtlerin elinde dolaşan romanlarımdan söz etmez. Söz etmek ağır gelir.

Türk basını, Türk televizyonları, ordu ve bürokrasisi boğazına kadar kir içindedir. Türk basını, en az Türk ordusu kadar kirlidir. Buna, Öcalan'ın öldürülmesini savunan Taraf da dahildir.

Ahmet Altan’ın kardeşi Mehmet Altan, Öcalan yakalandıktan sonra, bizde kayıtlı olan bir konuşmasında şöyle demişti:
“PKK, önderini kaptırdı. Kürtler ve PKK, Türklerin karşısında artık yenik davranmalıdır.”
Bu, Türk aydını Ahmet Altan’ın da görüşüdür. Ahmet Altan, tıpkı Türk devleti gibi Kürdün PKK’li olmayanını sevmekte, ona daha çok itibar etmektedir. Çünkü kendilerine göre Kürt kimliği, Türk devleti altında, Türkiye’ye serpiştirilecek hoş görülmesi gereken bir alt kimliktir.
Bize göre ise Türkiye’de Türk devleti tarafından gasp edilmiş bir Kürt coğrafyası ve Kürt iradesi vardır. Biz bu coğrafyayı ismi ve halk iradesiyle birlikte geri istiyoruz ve alacağız.
Bakışlarımız farklı olunca bir karakol baskınını biz, Türk güçlerinin haksız konumlanmasının ortaya çıkardığı çatışmalı bir durum olarak algılıyoruz. Altan ise Türk devletinin güvenlik zafiyeti olarak algılıyor.
Örneğin yüreği yanmış bir kürde göre Tokat veya Dörtyol’daki PKK eylemleri meşrudur. Çünkü Türk devlet güçleri PKK’yi bırakalım Şırnak veya Hakkari’de vurmayı, gidip ta Kandil’de vurmaktadır. Ahmet Altan’a göre ise Kürtler bunu yapamamalıdır.
Ahmet Altan, yirmi milyon Kürdün kendi dilinde tek anaokuluna ve yirmi milyon Alevinin de resmi bir cem evine sahip olmadığı Türkiye’nin aristokrat aydınıdır. Türk aydınları için bu, utanç verici bir durumdur.  Ahmet Altan ve gazetesi, halk çocuklarının kan ve canlarıyla çivilerini söktüğü düzenin; aydın aristokrasisi, Siyasal İslam ve yükselen Anadolu Burjuvazisi lehine çöp çatanlığını yapmaktadır. Bu çok ayıp ve hileli bir şeydir.
Bizler Ahmet Altan gibiler için önemsiz olabiliriz, ama bizim de bir geçmişimiz, mücadelemiz ve kendi toplumumuz içinde bir saygınlığımız vardır. Hatta ülkemizde o kadar yerliyiz ki, ahırlarımızın duvarlarında Asurların, Urartuların ve Medlerin saray taşları vardır. Kendileri pek hatırlamayabilir. 24 çalışanı, yazarı ve muhabiri öldürülen Gündem gazetesinin ilk yayın yönetmenlerinden biriydim. Dünyada 24 mensubu öldürülmüş başka bir günlük gazete örneği yoktur herhalde. Devletten onbinlerce kişi hala katillik maaşı almaktadır.
Gercüş muhabiri Yahya Orhan, bir gün önce telefonla haber geçerken, dört yoldaki büfesinin kuşkulu kişiler tarafından gözetlendiğini söylemişti. Ona, bir süreliğine büfeyi kapatmasını söyledim. Bir gün sonra akşam büfesinin kepengini indirirken çapraz ateşle öldürüldü.
Diyarbakır Delikanlısı Burhan Karadeniz daha bir gün önce “abi, söz bir süre evi terk edeceğim” demişti. Konuştuktan bir gün sonra evinin önünde vurdular. Ona, evinden uzaklaşacağı fırsatı tanımadılar.
Musa Anter’in yeğeni Gündem yazarı Hüseyin Deniz, sürekli takip edildiğini söylemişti son telefon konuşmasında. Birkaç günlüğüne de olsa Ceylanpınar’ı terk etmesini söyledik. 8 Ağustos 1992 tarihinde üç kişi işe gitmekte olan Hüseyin’i çapraza aldı. Biri de yakın mesafeden ensesine sıktı.
Dirabakır muhabirimiz Hafız Akdemir yazıktı, yıllarca cezaevinde kalmıştı. Tehditlerden bıktım diyordu. Cellatlar onun da canını aldılar. Katliam emrini veren üst düzey katiller, saatlerce rica etmemize rağmen, Hafız’ın cenazesine katılmamıza müsaade etmediler. Olağanüstü Hal Valisi Ünal Erkan: “Devlet olarak kararlıyız, bir adım yürürseniz hepinizi öldürteceğim,” diyordu.
Urfa Muhabirimiz Kemal Kılıç, yalnız dolaşmayın diyordu bize. Bizse onun için kaygılanıyorduk. Bunu diyen arkadaşımız Urfa’da, köy yolunda tek başına yürürken öldürüldü.
Ahmet Altan, yetmiş yaşındaki Musa Anter’in, yerde, ak saçlarıyla kanlı upuzun yatan cenazesini görmüş müydü acaba?
Bir Kültür başkenti sayılan İstanbul’un göbeğindeki gazetenin merkez binasını üç grup gözlerdi. Polisler, istihbarat elamanları ve katiller… İstanbul’da minibüs şoförlüğü yapmış iki şoför arkadaşımız vardı. Bengin ve Xanemir… Ozan Xanemir şu an Avusturalya’dadır. Katillere karşı bize semt atlatırlardı.
Ölüm pusularını atlattığım bir gün, aşağı kata indim. Xanemir oradaydı:
“Sür gidelim,” dedim.
“Nereye?” diye sordu.
“Tarabya’ya doğru,” dedim.
Xanemir de Bengin gibi, arkadaki bütün araçlarla kopukluk sağlayacak şekilde kullanırdı arabayı.
İlgisiz bir yere geldiğimizde:
“Bütün takipleri atlattık, şimdi nereye gideceğiz?” diye sorardı.

Bunalmıştım, Tarabya yakınlarında arabayı durdurdum. Boğaz’ın serin sularına attım kendimi. Xanemir de şaşırmıştı. İstanbul’da mutluluk denince aklıma ölüm takibini atlattığım o gün, Van Gölü niyetine Boğaz’a atladığım o an gelir.

Sık sık değiştirdiğim evler, sakallı ölüm timleri tarafından basılırdı. En son, yurtsever bir ailenin evinin içinden çıkılan bir odamız olmuştu. Birkaç kez İsmail Beşikçi ile kaldığım o oda ölüm timleri tarafından üç kez basıldı. Ne iyi ki, o zaman İzmir’deydim. Katiller, silahlı bir şekilde gazeteye kadar girdiler. Girişte tesadüfen yakalanmasa tümümüzü tarayıp çıkacaktı. Katil, serbest bırakılmasını söyledi. Kadırga Polis karakolunun köşesini işaret etti:
“Polisler orada bekliyor, beş-on dakika içinde çıkmasam gazeteyi basacaklar,” dedi.
Devlet koruması altındaki katili, mermileri alınmış silahıyla birlikte serbest bırakmak tan başka çaremiz yoktu.
Böyle katil ve rezil devlet olur mu?
Saldırılara karşı arkadaşların gazeteye iki tabanca getirmelerini söylemiştik.  İki ondörtlü tabanca getirdiler. Öldürülmek için kuşatıldığımızda o silahlarla kendimizi savunarak ölecektik. Başka çaremiz yoktu. 1995 yılında gazete havaya uçurulduğunda, ve arkadaşlarımızın cesetleri ortalığa saçıldığında devlet, patlamayla ortaya çıkmış o iki tabancamızla ilgili gazeteye dava açtı: Açtığı dava sadece buydu.

Kürdistan’da siyaset yapan öğrenci, memur, esnaf, avukat, doktor, her meslekten insan İstanbul’a geldiğinde gazeteye uğrarlardı. Onların ölüm bekleyen tedirginlikleri bizi çok üzerdi. Bunların çoğu, faili devlet olan cinayetlere kurban gitti daha sonra. Türk devleti acımasız vuruyordu. Çok vicdansız saldırıyordu. Bizlere ölüm kararımızı, ilahi müzik eşliğinde dinletiyordu. Kendimi ve arkadaşlarımı o kadar korumak istememe rağmen, Kürdistan muhabirlerinin ve Musa Anter’e yönelik devletin öldürme planlarını aşamadık. O güzel insanlar, binlerce Kürt yurtseveri, halen tümü devlet içinde maaşlı olan katiller tarafından öldürüldü.

En son ben de, o kadar dikkat etmeme rağmen katilim olacakların eline düştüm. Niye öyle yaptım bilmiyorum. Sultanahmet’te bulunan Belge Yayınevinde işim vardı. Yakındı, yazdı, bunaltıcı bir sıcak vardı. Üstümde silah olduğuna dair bir görüntü vermek için ceketimi giyindim. Belime, kemerimin arasına tabanca büyüklüğündeki tahta parçasını yerleştirdim. Tabanca taşımak çok isterdim. Fakat katillerinin karşısında tabancasız dolaşmamız için resmi polis her türlü tedbiri almıştı. Vesikalı silah mümkün değildi, vesikasız olan da yakalandığında örgüt adına silah bulundurmaktan içeri alınıyorduk.
Kadırga Polis Karakolunu geçtim. Daracık bir yol, sur dibinden Sultanahmet’e çıkar. Biraz yol almıştım ki, baktım iki kişi arkamda. Yavaşladım, onlar da yavaşladı. Hızlandım, onlar da hızlandı. İkisi de ceketli ve silahlıydı. O an bütün bir hayatım gözümün önünden geçti. Yetim çocukluğum, hapishanede yaşadıklarım… Diyarbakır’da vurulan Hafız Akdemir… Burhan Karadeniz… Hüseyin Deniz… Musa Anter… Yahya Orhan… Bir can pazarı ortasında çırılçıplaktık… O anda ne yapılabilir ki? Kaçmak, katilleri cesaretlendirir. Sığınabileceğiniz hiçbir yer yok… Sığınacağınız devlet, celladın kendisi… O an, ensesinden vurulan Hüseyin Deniz’i hatırladım. O, habersiz yemişti kurşunu. Ben ise katillerimi görüyordum. Kaçmayı veya bilerek enseden kurşun yemeyi kendim için aşağılık bir durum olarak gördüm. Ama ensenin ölüm üşümesi çok berbat be kardeşim… Düşüncemle yüreğim aynı anda karar verdi. Ani bir refleksle geri döndüm, elimi belime attım ve katillerin üstüne yürüdüm. Kurşunları alından yemek istemek harika bir duyguydu…
Geri dönmemle kaldırımda karşılıklı yürüyen katillerin dengesi sarsıldı. Maaşlı katiller korkak olur. Cinayetlerini karanlıklarda işlerler… Eşit koşullar onlara göre değildir. İki katilin el ve ayaklarının dolaşması, bocalamaları ve elim belimdeyken ölüm korkusu tatmaları cesaretimi daha da artırdı… Benimle aynı kaldırımda yürüyen katilin yanına geldiğimde, ateş edeceğimden öylesine emindi ki:
“Kimlik lütfen, ben polisim,” dedi.
Kimlikten çok, canını kurtarmak için polis kimliğine sığındığını anlamıştım. Elim belimdeyken Kimliğini katil suratına tuttum:
“Yanlışlık beyefendi, özür dilerim!” dedi.
Elim belimdeki tahtadayken beş on metre geri yürüdüm. İki katil kaldırımda titriyordu.
Bizler  bu koşulların insanlarıyız. Abartımız yoktur. Bir çok şeyi de anlatmak istemiyoruz. Türk devletinin ırkçı nefretini ölüm arsızı boynumuzun şah damarında yenmiş bir nesiliz biz. Bizimle bu saatten sonra savaşın ve ölümün diliyle konuşmayacaklar. 
“Sarımsağı kıvamında yoğurtlu yaprak sarması” mutluluğunu kendilerine iade ediyorum. 
Aydın olmanın en sıradan namusunu hatırlatıyorum onlara:
Kendi devletlerinin çıldırttığı, dağlara sürdüğü, hapislere attığı, sürgünlere çıkardığı, linç ettiği, ölüm kuyularında erittiği Kürt toplumunun ensesinden, Türk ırk namlularının geri çekilmesini talep edecekler… Sıradan aydın namusu böyle davranmayı gerektirir.

Hasan Bildirici
bildiricihasan@hotmail.com

Karasu: AKP 12 Eylül rejiminden nemalanıyor

KCK Yürütme Konseyi üyesi Mustafa Karasu, AKP’nin 12 Eylül ile hesaplaşma politikasının olmadığını belirterek, “AKP yüzde 10 barajını da kaldırmamakta ısrarlıdır. Çünkü yüzde 10 barajından, yani antidemokratik olan bu barajdan nemalanmaktadır. Nemalanma budur. Antidemokratik otoriter sistemden, gerici sistemden, 12 Eylül rejiminden nemalanmak budur” dedi.

Mustafa Karasu, kendisiyle yaptığımız mülakatın ikinci bölümünde, anayasa referandumuna ilişkin değerlendirmelerini sürdürdü. Karasu, AKP’nin Kürt sorununun çözümü değil, çözümsüzlüğü üzerinden yaşayan, politika yapan bir parti olduğunu belirterek, “Bu açıdan Kürt sorununun demokratik çözümü konusunda adım atması mümkün değildir” diye vurguladı.

İktidar partisinin 12 Eylül’le bir hesaplaşma politikası olmadığını kaydeden Karasu, “Bugün de yarın da 12 Eylül’le hesaplaşmanın tek yolu Kürt sorununun çözümüdür” ifadelerini kullandı.

Karasu, “Artık Kürtsüz anayasaları da, Kürtsüz yasaları da, Kürtsüz demokrasiyi de, Kürtsüz Müslümanlığı da, Kürtsüz insan haklarından söz etmeyi de, Kürtsüz adaletten ve eşitlikten söz etmeyi de tamamen münafıklık ve oportünistlik olarak görüyoruz” şeklinde konuştu.

AKP’NİN KARAKTERİ

*Mevcut anayasada şimdiye kadar başka değişiklikler de oldu, ama son değişiklik paketinin 12 Eylül’le hesaplaşma gibi gösterilmesini neye bağlıyorsunuz?

-Bu, aslında bir yönüyle de AKP'nin karakteriyle ilgilidir. AKP başından beri demokrasi söylemiyle, sosyal refah söylemiyle, özgürlükleri genişleteceğim söylemiyle iktidara gelmiş bir partidir. AKP'nin karakteri şöyledir: Türkiye toplumunun nabzını iyi yokluyor. Türkiye toplumu neyi istiyor, özlemi nedir, talebi nedir bunları değerlendiriyor ve bu konuda Türkiye halkının taleplerine ve özlemlerine sesleniyor. Bu konularda demagoji yapıyor. Sağın da solun da herkesin de istediği, genellikle toplumda genel eğilim olan özlemleri, düşünceleri dillendiriyor. Bu talepleri yerine getirmiyor, ama yerine getirecekmiş gibi gösteriyor. Ya da sınırlı bir şeyler yaparak bunları toplumun genel özleminin, talebinin karşılanmasıymış gibi ortaya atıyor. Böylelikle toplumu etkilemeye ve hükümetini sürdürmeye çalışıyor. Diğer taraftan ise toplumun açıkça istediği, ama yerine getiremediği şeyleri, yani demagojiyle aldatamayacağı, kandıramayacağı konuları için ise ben yapmak istiyorum, ama engelleyenler var diyerek yine kendisini demokrasi, özgürlük, sosyal refah, adalet ve eşitlik konusunda çalışan bir parti gibi göstermeye çalışıyor. Bu konuda belirli düzeyde başarılı olduğu söylenebilir. Algı yaratma, bu yarattığı algıları yönetme konusunda bir becerisi olduğunu görüyoruz.

Nasıl ki dünyasına imaj ve marka dünyası deniliyorsa; imaj, marka, reklam, moda ve bunlarla toplum yönlendiriliyorsa, özden çok biçimin esas olduğu bir toplumsal yaşayış ve düşünüş biçimi ortaya çıkarılıyorsa, kapitalist modernist siyaset tarzında da algı yaratma, algı üzerinden insanları yönetme, etkileme çalışması öne çıkmış bulunuyor. Özellikle iletişim ve bilişim tekniği kullanarak insanların beyinleri propagandayla, iletişim ve bilişim araçlarıyla bombardımana tutulmakta ve istenilen yöne sevk edilmektedir. AKP'nin bu konuda iyi çalıştığı, iyi çaba gösterdiği söylenebilir. Özellikle de ekonomik imkanları ele geçirdikten sonra çok geniş bir medya gücüne sahip olmuştur. Öyle ki şu anda medyanın çoğunluğu kendi elinde olmasına ve hükümet olarak diğerlerini bile etkilemesine ve kendi politikasına çok karşı çıkmayan bir tutuma sokmasına rağmen hala sanki medya karşısında mağdurmuş gibi bir yaklaşım içine girmektedir. Bu nedenle gerçekten de mağduriyete dayalı politika yaptığını söylemek yanlış olmayacaktır. Medyadan en son şikayet etmesi gereken kendileriyken hala medyadan şikayet etmesi, aslında benim yarattığım algı, benim yarattığım düşünce dışında hiç farklı düşünce olmasın, ağzımızdan çıkanı herkesin kabul etsin diyen otoriter bir yönetim anlayışın ortaya konulmasıdır. Bu yönüyle Orwel’in 1984 adlı kitabındaki büyük abi gibi bir egemenlik peşinden koştuğu anlaşılıyor.

AKP elindeki imkanları da kullanarak, bu demagojik karakteriyle, bu hırsıyla değişiklikleri de sanki ilk defa kendisi yapıyormuş, bundan önce değişiklik yapılmamış, kendi yaptığı değişiklikler köklü değişikliklermiş gibi toplumu kandırmaya çalışıyor. Biraz önce belirttiğim gibi özellikle 15. Maddenin değiştirilmesi üzerinden bu makyaj, bu promosyon maddesi üzerinden değişiklikleri 12 Eylül karşıtı olduğunu gösterme çabası içindedir. AKP biliyor ki böyle gösteremediği taktirde kendi çıkarları doğrultusunda düzenlediği bu değişiklikler geçmeyecektir. Toplum bu değişikliklere ilgi göstermeyecektir. Boykot gösterenler belki de ‘hayır’dan da ‘evet’ten de daha fazla olacaktır. Bu açıdan bütün stratejisini bu değişikliğin 12 Eylül’ün köklü değiştirildiği üzerine kurmaktadır. Eğer böyle bir imaj yaratır, bir de ‘evet’i hakim kılarsa bu kendisi açısından ucuz bir zafer olacaktır. Bu ucuz zafere dayanarak da yeni bir seçim kazanıp dört yıl daha iktidarda kalarak devletin başat gücü olacağını, bu konudaki önündeki engelleri temizleyeceğini düşünüyor.

EN BÜYÜK DEĞİŞİKLİK İDAMIN KALDIRILMASI, O DA ECEVİT DÖNEMİNDE OLDU

Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: eğer 80’den bugüne değişikliklerden önemli olanları söylemek gerekirse bunlar da, Ecevit döneminde idamın kaldırılması, Türkçe dışındaki yayınlara belirli sınırlar dahilinde izin veren ilgili anayasa değişiklikleridir. Çünkü idamın kaldırılması gerçekten de çok büyük, köklü bir adımdır. Siyasetin demokratikleşmesi açısından da siyasetin üzerinde idamın Demoklesin kılıcı gibi kullanılmasının kaldırılması açısından da idamın kaldırılmasını sıradan bir değişiklik olarak görmemek gerekiyor. Belki bir-iki madde gibi görülebilir, ama 12 Eylül özünde ve ruhunda açılan tek gediktir. Ne ondan öncekiler ve ne de şimdi yapılanlar 12 Eylül anayasasının özünde ve ruhunda hiçbir gedik açan niteliktedir.

*Demokratikleşme için katbekat sonuç yaratacak yasal değişiklikler varken ve bunları çok kolay biçimde yapacakken neden bunları yapmıyor?

-Kuşkusuz demokratikleşme açısından da demokratik anayasa yapma açısından da demokratik bir toplum yaratmak için de esas olarak siyasetin demokratikleşmesi gerekir. Siyasi alanın demokratik anlayışa, kültüre kavuşturulması gerekir. Siyaset alanı antidemokratik kural, kaidelerden, ilişkilerden kurtarılmadan ne demokratikleşme doğrultusunda yol alınabilir, ne demokratik anayasa yapılabilir ne de demokratik toplum yaratılabilir. Türkiye'de aslında demokratikleşme önündeki en büyük sıkıntı siyasetin demokratikleşmemesidir. Siyaset, demokrasinin vazgeçilmez araçları olarak nitelenen partileri şekillendiren siyasi partiler yasasından başlamak üzere seçim yasasına kadar antidemokratiktir. Demokrasi her şeyden önce toplumun iradesinin yansımasıdır. Toplumun iradesinin yansımadığı, toplumun iradesinin etkili kılınmadığı yerlerde kesinlikle demokratikleşme de gelişemez.

TOPLUM İRADESİ İKİ BİÇİMDE SİYASETE YANSITILIR

Toplum iradesi de iki biçimde siyasete yansıtılır. Bir; doğrudan, tabandan güçlü biçimde örgütlenmelerle yansır, diğer taraftan da temsili olarak temsilcilerini meclise ve temsili kurumlara göndermekle yansıtabilir. Türkiye bu her iki alanda demokratikleşmeyi geliştirecek bir karakterde değildir. Yasalar bu alanların demokratikleşmeye hizmet etmesine imkan vermemektedir. 12 Eylül’ün gelir gelmez yaptığı işlerden biri de siyasetin kesinlikle antidemokratik karaktere kavuşturulması, merkezileştirilmesidir. Birkaç kişinin ağzından çıkan laflara indirgenmesidir. Gençlik kolları, kadın kolları bile kaldırılmıştır. Genel başkanın yetkileri arttırılmıştır. Partilerde ön seçim kaldırılmıştır. Milletvekilleri, belediye başkanlıkları ve yönetimlerin seçilmesinin demokratik bir işleyişe, demokratik bir altyapıya dayanarak yapılmasının imkanı kalmamıştır. Bu yönüyle hem siyasal partiler kanunu antidemokratik karakterdedir hem seçim kanunu antidemokratik karakterdedir. Toplumun örgütlenmesi de dernekler kanunundan sendikalar kanuna kadar antidemokratik hale getirilmiştir.

12 Eylül’ün en temel felsefesi ve amacı toplumu örgütsüz bırakmaktı. Toplumun örgütlülüğünü dağıtıp sistem karşısında güçsüzleşmiş bireyler haline getirmekti. 12 Eylül’den önceki en karakteristik durum, bütün toplumun örgütlenmiş olmasıydı. Toplumun örgütlenmeye yatkın olmasıydı. Türkiye'nin giderek her alanda (bu polisinden subayına kadar) örgütlenmiş yatkın bir toplum haline gelmesi söz konusuydu. 12 Eylül her şeyden önce Türkiye toplumundaki toplumsallığı dağıtıp onları birey haline getirip üzerinde egemenlik kurmayı hedeflemiştir. Böyle bir siyasi yaklaşımı esas almıştır. Bu hala aşılmış değildir. Yalnız anayasa değil, yasalarla da her şeyi devletin eline veren örgütsüz toplumu hedefleyen bir sistem kurmuştur. Çünkü tek başına anayasayla da sistemi kuramaz. Anayasalar belirli yasalarla ve kurumlaşmalarla öngördüğü toplumu var edebilirler.

Siyasal partiler yasasının demokratikleşmesi, Türkiye'nin demokratikleşmesi için belki de birinci sıradaki bir görevdir. Bu konuda adımlar atılsa, Türkiye'nin demokratikleşmesi ve demokratik anayasanın yapılması açısından da bir ortam, bir zemin doğabilir. 12 Eylül anayasasının veyahut da sisteminin toplumsal ayağı, tabanı böylece değişime uğratılıp dayandığı zemin daraltılabilir. Sistem de anayasa da değişmeye uygun hale gelebilir. Ama partiler yasası demokratikleşmediği için mevcut partiler de demokratikleşmiyor, onların üyeleri de demokratik olmuyor. Demokratik kültürü öğrenmiyorlar, demokratik kültüre ve demokratik zihniyete sahip olmuyorlar. Bu yönüyle istedikleri kadar partiler programlarını şöyle demokratik, böyle demokratik yaptıklarını söylesinler, bunlar programlarda kalan maddelerden öteye gitmiyorlar.

Siyasal partiler kanunu, iktidara gelen partilerin şimdiye kadar kolaylıkla yapabileceği bir değişiklikti. AKP şimdiye kadar hükümet olan partilerden daha kolaylıkla bunu yapabilirdi. Ama şimdiye kadar siyasal partiler yasasını değiştirecek hiçbir adım atmamıştır. Çünkü toplumun ve partinin demokratik olmayan karakterinden yararlanarak kendini güç yapmıştır. AKP demokratik kültürün ve demokratik toplumsal zeminin değil, aksine antidemokratik kültür ve demokrasiye yatkın olmayan zeminden beslenerek güç olmakta, iktidar olmakta, hükümet olmaktadır. Bu bakımdan bu yasayı değiştirmeyi çıkarına görmemiştir.

Kürtler kendi kimliğiyle örgütlenme özgürlüğünü ve siyasal parti kurma iradesini ortaya koymadan ve temsil konusu gerçekleşmeden demokratikleşme sağlanabilir mi? Demokrasi, toplumun iradesinin yansımasıdır. Bu da toplumun kendi kimliğiyle tabandan başlayarak demokratik örgütlenmesi ve seçimlerde demokratik siyasal iradesini yansıtmasıyla olur. Demokrasi bir yönüyle de seçimin demokratik karakteriyle gerçekleşiyor. Yüzde 10 barajıyla Türkiye demokratikleşme konusunda gelişme yaratabilir mi? Yüzde 10 barajının olduğu bir ülke demokratikleşmez. Demokratikleşme iddiasında bulunamaz. Çünkü düşünceler, programlar, partiler birden yüzde 5 olmaz, birden yüzde 6-7 olmaz. Kendi düşüncesini ve programını ortaya koyar, toplum da adım adım bu düşünceleri yüzde 1’den 3’e, 5’e, 6’ya çıkarır. Ama siz baştan yüzde 10 derseniz yeni düşüncelerin, yeni fikirlerin ortaya çıkmasının önünü almış olursunuz. Bundan daha antidemokratik bir durum olabilir mi?

AKP YÜZDE 10 BARAJINDAN NEMALANIYOR

AKP yüzde 10 barajını da kaldırmamakta ısrarlıdır. Çünkü yüzde 10 barajından, yani antidemokratik olan bu barajdan nemalanmaktadır. Nemalanma budur. Antidemokratik otoriter sistemden, gerici sistemden, 12 Eylül rejiminden nemalanmak budur. 12 Eylül sevdası budur, sevgisi budur. 12 Eylül bu barajı ortaya koymuştur, sen niye değiştirmiyorsun bu barajı, niye değiştirmiyorsun bu siyasal partiler kanununu? Bunları değiştirmek için öyle 360-370 de gerekli değil. Çok azla bunu yapabiliyorsun, ama bunları değiştirmiyorsun. Bunları değiştirmeyen bir partinin demokratikleşme iddiası olamaz. 12 Eylül rejimine karşı çıkma iddiası olamaz. Çünkü 12 Eylül rejimi veyahut da 12 Eylül anayasası kendi gerici sistemini bu siyasal partiler yasası ve seçim yasasıyla ayakta tutuyor. Bu gerçek ortadayken bu değişikliklerin 12 Eylül’e karşı olduğunu söylemek toplumla alay etmektir. AKP eğer bu değişiklikleri yapsa yüzü açığa çıkar. Bu 12 Eylül rejiminin ortaya çıkardığı sistemden nemalanamaz; 12 Eylül’ün nimetlerinden yararlanamaz. Şimdi 12 Eylül’ün nimetlerinden yararlandığı için ne partiler yasasını ne de seçim yasasını değiştiriyor.

Bu anlaşılır bir durumdur. Öyle siyasi istikrar için bu yapılmıyor. Şu anda Türkiye'de çok ağır bir siyasal istikrarsızlık vardır. Bu seçim barajı değişmediği müddetçe siyasal istikrarsızlık sürecektir. Kürt toplumu kendisini temsil etmediği müddetçe bu sistemle bütünleşmeyecektir. Bu sistemle bütünleşmesi mümkün değildir. Bir kere burada sorun vardır, en başta bu sorunun çözülmesi gerekmektedir. Sen bu sorunu çözmeyeceksin, Kürtlerin siyasi temsilinin adaletli bir biçimde meclise yansımasını engelleyeceksin, ondan sonra da istikrardan söz edeceksin! Sen Kürtlerin demokratik iradesini kabul etmiyorsun ki! Siyasal partiler kanunu ve %10 barajıyla demokratik siyasal alanda kendisini geliştirme ve güç etmesinin önüne baştan böyle engel koyuyorsun. Bu açıdan AKP hükümeti bırakalım demokratikleşmeyi, 12 Eylül’ün antidemokratik kurumlarını, yasalarını korumak için direnmektedir. Demokratik siyasete karşı direnmektedir. Siyasetin demokratikleşmesi açısından engel konumundadır. Siyaset demokratikleşmediği için Erdoğan ne derse herkes onu yapıyor. Karizmatik lidermiş! Öyle değil. Karizmatik lider olduğundan değil! Deniz Baykal da öyleydi, Bahçeli de kendine göre karizmatiktir. Niye? Mevcut siyasal partiler yasası lidere böyle güç veriyor. Bu sistem içinde hangi lider olursa olsun karizmatik olur, etkili olur. Etkili olması ve herkesin etrafında el pençe durması kaçınılmazdır. Siyasal partiler yasası bunu gerektirmektedir. Milletvekili olmak için de belediye başkanı olmak için de parti başkanın onayı gerekmektedir. Erdoğan da etkili kişi olmanın hazzıyla ne siyasetin demokratikleşmesi için çaba gösteriyor ne de yüzde 10 barajını kaldırıyor.

Yüzde 10 barajını kaldırmamasının bir nedeni de şudur: Yüzde 10 barajı olduğu müddetçe Kürdistan'da milletvekillerin çoğunu kendisi alıyor. Böylelikle Kürdistan'da en fazla milletvekili alan parti kendisi oluyor. Böylelikle de Türkiye'nin en temel sorunu konusunda Kürdistan'da tek siyasi güç kendisi olduğunu göstererek, Kürtler üzerinde siyasal egemenliği ben kurarım, kültürel soykırımı ben sürdürürüm, BDP'ye karşı ancak ben mücadele ederim diyerek kendisini hükümette tutmaya çalışıyor. Hükümette kalmanın bir yolunu da yüzde 10 barajını sürdürüp böylelikle Kürdistan'da bedavadan milletvekili kazanmakta görüyor.

*Türkiye'nin en temel sorunu Kürt sorunuyken, bu sorunun çözümünü ilgilendiren değişiklikler neden yapılmıyor? Bu anayasa paketine neden bu değişiklikler konulmadı¬?

-AKP'nin Kürt sorununun demokratik çözümü konusunda bir niyeti de yaklaşımı da yoktur. AKP'nin Kürtlerin varlığını reddeden tek millet, tek vatan tek devlet (tek siyasi irade) anlayışından vazgeçmemiştir. Bu konuda derin devletle uzlaştığı kesindir. Bırakalım Kürt sorununun anayasal ve yasal güvenceye kavuşturulması konusunda adımlar atmasını, Kürt halkının demokratik siyasi iradesini yansıtacak yüzde 10 barajını bile kaldırmıyor. CHP bile aslında barajı kaldıralım derken, Kürt Demokratik Hareketi BDP yüzde 7’yi geçmez hesabı üzerinden böyle bir değişiklik öneriyor. Çünkü AKP bu konuda çok antidemokratik bir yaklaşım içindedir. Bu yönüyle kendisinin bu konuda demokratik bir tutum takındığını göstererek AKP'nin teşhirini sağlayıp çeşitli kesimlerden oy almayı hesaplıyor. Türkiye siyasetinin demokratikleşmesi konusunda adım atmayanların, yüzde 10 barajını düşürmeyenlerin, Kürt diliyle ilgili enstitüsünün adına Kürdoloji bile diyemeyenlerin, hala yayın yapan televizyonları yasal statüye tam kavuşturmayanların, sadece yerel diller üzerinden kimi yayınlar yapılmasından öte bir yaklaşım göstermeyenlerin Türkiye'nin en temel sorun olan Kürt sorununda anayasal, yasal bir değişikliğe gitmeleri düşünülemez.

Anayasalar ve yasalar toplumların ihtiyacı çerçevesinde değişirler, yapılırlar. Hele köklü değişikler tolumdan gelen talep üzerinden gerçekleşirler. Şu anda Türkiye'deki en acil sorun, en öncelikli sorun Kürt sorunudur. Eğer anayasa ve yasalarda bir değişiklik yapılacaksa önceliğin Kürt sorununun demokratik çözümünü sağlayacak maddelere verilmesi siyasetin ve demokratik anlayışın gereğidir. Bırakalım Kürt sorunun çözümünü ilgilendiren adımlar atmayı, dolaylı olarak ilgilendirecek yüzde 10 barajını ve partiler yasasını değiştirmemesi bile AKP'nin antidemokratik karakterini göstermektedir. Geçen yerel seçimlerde bağımsızların birleşik oy pusulasına konulması bile Kürt demokratik siyasetinin meclise girişini engellemek için yapılmıştı. Bu konuda AKP, MHP ve CHP ortak tutum takınmışlardı. Şimdi bu zihniyette olan bir partinin Kürt sorununun çözümü konusunda adım atmayacağı anlaşılır bir durumdur. Eğer gerçekten de bir anayasa ve yasa değişikliği olacaktıysa bu Kürt sorununda olabilirdi. Demokratik siyasetin gereği böyle olması gerekirdi. Türkiye'nin ihtiyaçları bunu gerektiriyordu.

Bugün herkes, cumhurbaşkanı bile Türkiye'nin en temel sorunu nedir diye sorulduğunda Kürt sorunudur cevabını veriyor. Bugün siyasilerin çoğu bu kanıdadır. Ama AKP Türkiye'nin en temel sorunu olan Kürt sorununda adım atmayı aklına getirmemektedir. Türkiye'nin şu andaki en acil sorunu bilmem HSYK’nın bileşimini değiştirmek midir yoksa Kürt sorununun çözümünde adım atmak mıdır? HSYK’nın değişimi kesinlikle hiçbir demokratikleşme getirmez, demokratikleşme adımı değildir. Sadece 12 Eylül anayasasını uygulayanları atayanların nasıl seçileceğine karar veren organın bileşiminin değiştirilmesidir. Bunu demokratikleşme olarak lanse etmek toplumla alay etmek anlamına gelir. Ancak Kürt sorunu konusunda atılacak her adım demokratikleşme adımıdır. Doğrudan demokratikleşmedir. Kürt sorunuyla ilgili atılan adımlar demokratikleşme açısından dolaylı bile değildir.

AKP KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜ ÜZERİNDEN YAŞIYOR

AKP hükümeti anayasa değiştirmeyi, yasa değiştirmeyi toplumun öncelikleri sorunu olarak ele almamaktadır. Kendi iktidarının ve yandaşlarının öncelikleri nedir buna göre ele almaktadır. Halbuki anayasa ve yasalar toplumun ihtiyacının önceliklerine göre yapılmaktadır. Bu genel bir kuraldır. AKP bunu tersyüz etmiştir. Türkiye geneli böyle istediği için değil, kendi iktidarını düşünen, kendi yandaşlarını düşünen karakteri nedeniyle mevcut değişiklikleri gündeme getirmiştir.

Öte yandan AKP Kürt sorununun çözümü değil, çözümsüzlüğü üzerinden yaşayan, politika yapan bir partidir. AKP kesinlikle Kürt sorununun çözümünü değil, Kürt Özgürlük Hareketini bastırmayı hedefleyen, bunun üzerinden kendisini pazarlayan bir siyasal partidir. Bu açıdan Kürt sorununun demokratik çözümü konusunda adım atması mümkün değildir. AKP bu konuda devletle uzlaşmıştır. Kendisini Kürtleri en iyi ben ezerim diye göstermiş ve kendisini böyle pazarlayarak bugünlere kadar hükümet olmuştur. Bugün de hala iddiası bu doğrultudadır. Kürtleri en iyi ben ezerim, Kürtleri en iyi ben oyalarım, Kürtleri en iyi ben kandırırım, Kürtlere destek olacak liberalleri, çeşitli demokrat kesimleri ben Kürtlerden koparırım, diyor. Eğer Kürtlere karşı bir savaş yürütülecekse böyle bir savaş ortamında benden daha iyi bir siyasal aktör bulamazsınız; Kürtlerin tabanını daraltan, dostlarını daraltan, uluslar arası alanda sıkıştıran, başka bir siyasal güç bulamazsınız demektedir. Böyle yaklaşan, böyle düşünen bir partinin Kürt sorununda adım atması mümkün müdür?

AKP’NİN 12 EYLÜL’LE HESAPLAŞMA POLİTİKASI YOK

*AKP bu değişiklikleri ısrarla 12 Eylül’le bir hesaplaşma olarak gösteriyor, gerçekten böyle bir hesaplaşma var mı?

-AKP'nin 12 Eylül’le bir hesaplaşma politikası olmadığı açıktır. 12 Eylül bugün Türkiye'de kurulmuş sistemin ta kendisidir. Şu andaki bütün siyasal sistem, bütün kurumlar 12 Eylülcüdür, 12 Eylül’e aittir. 1982’den bu yana yapılan hiçbir değişiklik bu özelliğini değiştirmemiştir. Belki dört yılda bir seçim yapılıyor, ama özünde sistem korunmaktadır. Kuşkusuz Kürt Özgürlük Hareketinin ve demokratik güçlerin yürüttüğü mücadele sonucu 12 Eylül rejimi 1983’teki haliyle kalmamıştır. 12 Eylül bu açıdan teşhir edilmiştir, deşifre edilmiştir. 12 Eylül anayasası meşruiyetini kaybetmiştir. Bu konuda bir hesaplaşma geçmişten bugüne yapılmaktadır. 12 Eylül’le hesaplaşma yeni başlamıyor. Kürt Özgürlük Hareketi 30 yıla yakındır yürüttüğü mücadeleyle 12 Eylül’le bir hesaplaşma sürdürüyor. Demokrasi güçleri büyük bedeller ödeyerek yürüttüğü mücadeleyle büyük bir hesaplaşma sürdürüyor. Bu yönüyle eğer bir hesaplaşmadan söz edilecekse bu tabii 30 yıldır sürmektedir; bugün de sürüyor. Eğer 12 Eylül anayasasına neredeyse hiç kimse sahiplenmiyorsa, her önüne gelen Kenan Evren’e ağzına geleni söylüyorsa, geçici 15. Madde formalite gereği olarak kaldırılıyorsa bunu sağlayan başta Kürt halkının Özgürlük Mücadelesidir. Bunun kesinlikle böyle kabul edilmesi gerekiyor.

PKK öncülüğünde yürüyen hareket eğer 12 Eylül’ün kurduğu sistemi başarısızlığa uğratmasaydı ya da 12 Eylül’ün kurduğu sistemin Türkiye'de sorunları daha da ağırlaştırdığı gerçeğini ortaya çıkarmasaydı bugün ne 12 Eylül sistemine ne de onun anayasasını yapanlara karşı toplumda bu kadar eleştiri ve tepki gelişirdi. Ancak gelinen aşamada artık 12 Eylül’ü yapanlara ya da onun sistemine, onun anayasasına sadece bir tepki göstermek yetmiyor. 12 Eylül şöyle kötüydü, böyle kötüydü demek yetmiyor. Ya da geçmişte şöyle ağır işkenceler yapıldı, böyle kötü şeyler yapıldı demek yetmiyor. 12 Eylül’e karşı çıkmak, hesaplaşmak onun felsefesiyle hesaplaşmaktır; onun sistemi ve kurumlarıyla hesaplaşmaktır. Onun kurduğu anayasayı köklü değiştirerek hesaplaşmaktır. Bu anayasaya bağlı oluşan kurumları, kanunları köklü biçimde değiştirerek hesaplaşmaktır. Yoksa sistem içi kimi değişiklikler yapmak 12 Eylül’le hesaplaşmak değildir. Bu yönüyle defalarca değişiklikler yapılmıştır, ama bu bir hesaplaşma olarak görülmemiştir ya da hesaplaşma olmamıştır. Çünkü onlar da bugünkü AKP değişiklikleri gibi anayasanın özünü ve ruhunu değiştiren değişiklikler değildi.

Öte yandan Türkiye bu anayasayı kabul ettiğinde 1983’tü, soğuk savaş dönemiydi. O zaman Türkiye soğuk savaş dönemine göre yasalarını ve anayasalarını düzenliyordu. Soğuk savaş ortadan kalktıktan sonra belli düzeyde anayasa ve yasalarında değişiklikler yapmak zorunda kaldı, bunun ihtiyacını duydu. Ama sistemini ya da ittifaklarını değiştirmedi. Batı sistemiydi, batı sistemi öyle bir anayasa istiyordu, öyle bir devlet istiyordu. Şimdi farklı bir devlet istiyor. Bu yönüyle ABD eskiden Latin Amerika’da diktatörleri destekliyordu, şimdi desteklemiyor. Bu açıdan belirli kısmi değişiklikler AKP hükümeti öncesinden de yapılmıştır. Özal döneminde de, Demirel döneminde de, Çiller döneminde de yapılmıştır. Ama bu bir hesaplaşma biçiminde gerçekleşmemiştir. Türkiye'nin ekonomik, sosyal ihtiyaçlarına, küresel kapitalizmin ihtiyaçlarına göre kimi değişiklikler yapılmıştır.

Türkiye'de 12 Eylül’le hesaplaşmadan söz edilecekse bu ancak 1924 anayasasından bugüne kadar gelen zihniyetlerle hesaplaşmakla mümkündür. 1924 anayasası da, 61 anayasası da, 12 Eylül de eleştiriliyor. Aslında bunlar hepsi birbirinin devamıdır, birbirinden kopuk değildir. Siyaset felsefesiyle ve nasıl bir Türkiye sorusuna cevap açısından çok köklü farklılıkları ifade etmiyor. Bu konuda Kürtlere yaklaşım tabii ki tüm anayasaların temel sorundur. Kürtlerin asimilasyonu ve Türkleştirmesi bütün anayasaların temel paradigmasıdır. Geçmişte siyasal İslamcılar da sistemden dışlanıyordu. Gelinen aşamada derin devlet, asker sivil bürokrasisi sadece Kürtleri tek muhalif güç olarak bırakmak ve Kürtleri tümden ezmek açısından siyasal İslam’ı muhalif olmaktan çıkarıp devletin parçası haline getirmek istiyorsa, bu konuda klasik iktidar bloklarında siyasal İslam’a karşı bir yumuşama olmuşsa ve bunun sonucu da Erdoğan’la Büyükanıt ve Başbuğ’la oluşan bir mutabakat ortaya çıkmışsa bunu sağlayan da Kürt Özgürlük Mücadelesidir. Kürt halkının Özgürlük Mücadelesi karşısında Türkiye böyle bir tercihle karşı karşıya kalmıştır.

Dolayısıyla siyasal İslamcıları geçmişte rahatsız eden bazı yasaları kaldırmak Türkiye'de çok köklü değişim yaratmak ve 12 Eylül’le hesaplaşmak değildir. Nitekim anayasa mahkemesi bu değişikliklere evet demiştir. Reddetmemiştir. Nasıl ki AKP'yi kapatmayarak AKP'nin sistem içileşme, Kürt Özgürlük Hareketine karşı mücadele etme temelinde hükümet olabileceğini, cumhurbaşkanı olabileceğini kabul etmişse, şimdi de bu anayasal değişikliklere hayır dememiştir. Çünkü ortada 12 Eylül’le bir hesaplaşma yoktur. Gelinen aşamada artık Kürt sorununun demokratik çözümü dışında hiçbir adım 12 Eylül’le hesaplaşma olarak ele alınamaz. Bunu bir kere belirtmekte fayda vardır. Türk devleti öyle bir devlettir ki, komünist de olabilir, siyasal İslamcı da olabilir, şeriatçı da olabilir, her türlü devlet olabilir, ama Kürt sorununun çözümünü kabul etmez. Böyle bir zihniyet vardır. Türkiye'deki devletin zihniyeti de şovenist milliyetçi toplumsal kesimlerin zihniyeti de bu çerçevededir. Bu görülmeden Türkiye'deki siyasetçiler nasıldır, kimdir, zihniyetleri nedir, siyaset felsefeleri nedir anlaşılamaz.

12 EYLÜL’LE HESAPLAŞMANIN TEK YOLU KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜDÜR

Bugün de yarın da 12 Eylül’le hesaplaşmanın tek yolu Kürt sorununun çözümüdür. Bu konuda gerçekten ciddi adım atanlar ve ciddi adım konusunda düşüncesini ortaya koyup da pratiğine yönelenlere 12 Eylül’le hesaplaşıyor diyebiliriz. Bunun dışındaki hiçbir yaklaşımı 12 Eylül’le hesaplaşma biçiminde göstermek mümkün değildir. AKP yöneticileri ve sözcüleri defalarca anayasanın ilk üç maddesinin biz de değişmesinden yana değiliz diyerek 12 Eylül’le hiçbir biçimde hesaplaşma niyetlerinin olmayacağını ortaya koymuşlardır. 12 Eylül’ü yapanların en fazla üzerinde durduğu konular hakkında hiçbir değişiklik ortaya konulmamaktadır. Kürtlerin varlığını reddeden ve örgütsüz bir toplum yaratmayı hedefleyen 12 Eylül zihniyeti bugün tüm kurumları ve uygulamalarıyla dimdik ayaktadır. Dolayısıyla 15. Madenin değişmesi, anayasa mahkemesi ve HSYK’nın bileşiminin farklılaşması 12 Eylül’le hesaplaşma değildir. Diğer değişikliklere ise CHP ve MHP de karşı çıkmamıştır. İki üç maddeye itirazları olmuştur, ama bunu da anayasa mahkemesi 12 Eylül ruhuna ve lafsına aykırı görmemiştir. 12 Eylül'lün temel ruhu olan, felsefesi olan, Kürtler üzerinde siyasi egemenliği sağlama ve kültürel soykırımı tamamlama politikasına yönelik AKP hiçbir adım atmamıştır. Dolayısıyla 12 Eylül'le hesaplaşıyoruz demek toplumu kandırmaktır. Kendi değişikliklerini abartıp farklı biçimde göstermektir.

UTANGAÇ EVETÇİLER

*Bir kısım AKP yandaşları ise AKP'nin bu 12 Eylül'le hesaplaşmadır iddiasını abartılı görerek, bu 12 Eylül'le bir hesaplaşma değildir, ama yine de evet denilecek maddeler vardır diyerek neden evet dediklerini gerekçelendirmeye çalışıyorlar. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?

-Bu söylem daha çok AKP destekçisi liberal kesimlerin ve kendini sol olarak tanımlayan utangaç evetçilere aittir. Yine AKP yandaşı olup da toplumda bu değişikliklere karşı tereddütlü olanları böyle bir söylemle yanına çekmek isteyen kesimler var. Bunlar da aslında AKP'nin yaptığı değişikliklerin çok ciddi olmadığını biliyorlar. 12 Eylül'lün özüne ve ruhuna dokunulmadığını biliyorlar. Ama bir demokrasi mücadelesi yürütecek, güçlü bir demokrasi hareketi içinde yer alabilecek gücü kendilerinde görmediklerinden dolayı ya da AKP kendi iktidarını sürdürmek için bu kesimlere belirli düzeyde imkan tanıdığı için bunlar AKP'ye evet diyorlar. Sonradan da çaldıkları minareye kılıf yaratıyorlar. Neden evet dediklerini gerekçelendiriyorlar.

Köklü değişiklik yok, ama olumlu şeyler var demek aslında bir kasaba kahvesinde konuşulacak şeylerdir. Demokratik siyasetçiler, bilim adamları, gerçekten demokrat olanlar, toplumdaki köklü demokratikleşme ve yeni bir demokratik anayasa ihtiyacını görerek, bu sıradan değişiklikleri toplumu aldatma, köklü anayasa değişikliklerini boşa çıkarma, toplumu oyalama olarak değerlendirip reddetmeleri gerekir. Böyle bir referanduma alet olmamaları gerekir. Hayır diyerek MHP’nin kuyruğuna girmeyelim, CHP’nin kuyruğuna girmeyelim gibi düşünceler var. Tamam, onların kuyruğuna girmeyin. Bunun yolu referandumu boykot etmektir. Boykot yapmak hem12 Eylül anayasasını reddetmektir hem de 12 Eylül’ün yamalanmış biçiminin yeniden onaylatılmasını reddetmektir. Böylelikle de yeni demokrasi ihtiyacının ortaya çıkmasını sağlamaktır. Buna destek vermektir. Ama bunlar bu gücü gösteremiyorlar.

12 Eylül'le hesaplaşma olmayan değişikliklerin bu kadar gürültülü bir hale getirilmesi bile yanlıştır. 12 Eylül'le büyük bir hesaplaşma yok, ama bunu büyük bir hesaplaşma olarak gösterme varsa buna bile karşı çıkılması gerekiyor. Sadece hesaplaşma yoktur, ama desteklenecek maddeler var demesi oportünizmdir. Bir hesaplaşma değilse, sıradan maddelerse topluma bunu bir hesaplaşma diye yutturmak isteyen ve böylelikle toplumdaki köklü anayasa değişikliğini, ihtiyacını çürüten, yozlaştıran AKP'ye karşı tutum koymaları gerekir. Doğru yaklaşım budur. Yok, biz buna evet deriz, ama 12 Eylül’den sonra yeniden eleştiririz demek çok sıradan yaklaşımlardır. Bunlar politik yaklaşımlar değildir. Demokratikleşme iddiası olan insanlar bunu söylemez. Hele aydınlar bunu hiç mi hiç söyleyemezler. Bu tür söylemler çok fırsatçı ve tüccar kafalı olanların işi olabilir. Bu tür yaklaşımlar sinekten yağ çıkarmak gibi bir anlayışla hareket etmektir. Demokratikleşme yaratmayacak değişiklikleri zorlama yorumlarla demokratikleşme adımları olarak gösterilmesini doğru bulmuyoruz. Bu tür yaklaşımlar Türkiye'deki demokrasi mücadelesini gerileten, gevşeten, bozan, yozlaştıran kesimlerin kuyruğuna takılmak anlamına gelmektedir. Toplumun bunların kuyruğuna takılmasına alet olmaktır.

Bir topumda demokrasi özlemini, özgürlük özlemini, sosyal refah özlemini kendi çıkarları için kullanmaya çalışan partiler, demagoglar her zaman olacaktır. Özellikle Türkiye gibi demokrasi ihtiyacının, yeni anayasa ihtiyacının, Kürt sorunun çözümünü kendisini bu kadar acil dayattığı bir dönemde böyle oyalayan, her şeyi kendi çıkarına kullanan bir partiye onay vermek, demokrasiye de yeni anayasa yapılması ihtiyacın da, Kürt sorununun kendisini dayatmış olmasına karşı da bir sorumsuzluktur. AKP'nin açılım adı altında tasfiye politikası izlemesi ve bu temelde Kürt sorununun çözümü konusunda ortaya çıkmış birikimi kendi politikası doğrultusunda çarçur etmesi, yozlaştırması, bozmasının ortaya çıkardığı tehlikeler görülmelidir. Bugün Kürt sorununda çatışmaları arttıran, bu noktaya getiren açılım deyip hiçbir adım atmayan AKP'nin politikalarıdır. Türkiye'yi bu noktaya AKP'nin Kürt sorunundaki çözümsüz politikaları getirmiştir. Açılım demiş, daha kötü duruma getirmiştir Türkiye'yi. Kuşkusuz açılım Kürt sorununda Türkiye toplumunu da rahatlatan gelişmeler ortaya çıkarırdı. Ne var ki açılımdan söz edip tam tersini yaparak olumsuz durumlar ortaya çıkarınca sıradan insanlar açısından “demek ki açılım bu sonuçlara yol açmış” gibi bir algının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu nedenle de Türkiye toplumunda Kürt sorununun çözümüne ve açılımına karşı kuşkular uyanmış, tepkiler gelişmiştir. Bazıları bunu kışkırtmış olabilir, ama bunun bu hale gelmesine de, o kışkırtmalara neden olan zeminin ortaya çıkmasına da fırsat veren AKP’nin politikaları olmuştur. Bu açıdan AKP'nin bu tür oyalayıcı, çürütücü, sabote edici, boşa çıkarıcı politikalarına karşı gerçek demokratların, aydınların, liberallerin tutum koyması gerekir. Yoksa Türkiye'de ortaya çıkan güçlü bir demokrasi birikiminin, Kürt sorunun çözümü konusunda birikimin, yeni anayasa ihtiyacının ortaya çıkmasının çarçur edilmesine onlar da alet olmuş olurlar. Böyle bir tarihi sorumluk ve töhmetle karşı karşıya gelirler.

*Siz bu değişikliklerin içinde iyi şeyler olduğu ya da bu değişikliklerin iyi ve Türkiye'nin demokratikleşmesine hizmet edeceği gibi iddiaların ötesinde, bu değişikliklere evet demenin de hayır demenin de 12 Eylül’ü onaylamak ve meşrulaştırmak anlamına geldiğini söylüyorsunuz. Bunu hangi argümanlarla ortaya koyuyorsunuz?

-Bir kere şunu vurgulamakta fayda var: Türkiye'de bırakalım demokrat ve liberal olmak, insan olmak bile artık sorunlara Kürt sorununun çözümü konusunda ne gibi değişiklikler var-yok ekseninde bakmayı gerektirir. Müslüman olmak da demokrat olmak da sosyalist olmak da emekçi olmak da insan haklarının savunan birisi olmak da artık Türkiye gerçeğinde bunu gerektirir. Türkiye'nin en temel insan hakları sorunu Kürt sorunudur, en temel demokrasi sorunu Kürt sorunudur. En temel Müslümanlık ve inanç sorunu Kürt sorunudur. Eğer özgürlükle ilgiliyse en temel özgürlük sorunu Kürt sorunudur. Bu konuda doğru yaklaşım gösterilmeden ne demokrasiden, ne özgürlükten yana olunabilir ne de Müslüman olunabilir. Kürtlerin hak ve hukukunu, özgürlüğünü tanıma konusunda adım atmayan hiçbir anayasa ve yasanın demokratik olmayacağı gibi, olaylara, olgulara, yasalara, adımlara, değişikliklere bu çerçeveden bakılmadan da ne Müslüman olunabilir, ne demokrat, ne özgürlükçü, ne sol ne de sosyalist olunabilir. Bir kere bunun altını çizmekte fayda var.

KÜRTSÜZ ADALET VE EŞİTSİZLİKTEN SÖZ ETMEK MÜNAFIKLIKTIR

Bu, milliyetçi bakış ya da her şeyi Kürt ekseninde görmek değildir. Artık gelinen aşamada Türkiye'de sorunları böyle ele almadan, Kürt sorununu böyle köklü ele almadan sorunları çözmek, diğer alanlarda demokratikleşme yaratmak, özgürleşme yaratmak, vicdani ve insani bir yaşam sürdürmek mümkün değildir. Bu açıdan buna vurgu yapıyoruz ve bu değerlendirmenin de doğru anlaşılması gerektiğini düşünüyoruz. Yoksa her şey Kürt sorununa bağlanıyor, Kürt sorunu çözülmeden ilerleme olmaz mı, gibi demagojik yaklaşımlar aslında devletin zihniyetinden şerbetlenmeyi ve beslenmeyi ifade eder.

Artık Kürtsüz anayasaları da, Kürtsüz yasaları da, Kürtsüz demokrasiyi de, Kürtsüz Müslümanlığı da, Kürtsüz insan haklarından söz etmeyi de, Kürtsüz adaletten ve eşitlikten söz etmeyi de tamamen münafıklık ve oportünistlik olarak görüyoruz. Böyle görmeden de Türkiye'de hiç kimse köklü değişiklik yaratamaz. Türkiye'deki siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel sorunları çözüme kavuşturamaz. Ya Kürtler siyasi sömürgecilik altında tümden kültürel soykırıma uğratılıp tüketilecektir, o zaman bu sorunlardan kurtulunacaktır; böyle bir anlayış yoksa, sorunlardan böyle kurtulmak mümkün değilse, o zaman sorunlara Kürt halkının özgürlük ve demokrasi sorunu çerçevesinde bakmak, Kürtlerin varlığını ve özgür yaşamını Türkiye siyasetinin temel konusu haline getirmek gerekmektedir.

Kuşkusuz bu anayasa değişikliğini onaylamak 12 Eylül rejimini onaylamaktır. Çünkü bu anaysa değişikliklerini artık bütünden ayrı değerlendirmek, bütünden ayrı bir olgu olarak ele almak yanlıştır. Eski deyimle bu değişiklikler mütemmim cüzüdür. Tüm değişiklikler bütünün parçası olarak ele alındığında anlamlıdır, doğru ifadeye kavuşturulmuş olur. Çünkü bu değişiklikler başlı başına hiçbir şey ifade etmiyor. Kendi başına bir metin değildir. Kendi başına bir felsefeyi, bir zihniyeti ifade etmiyor. Anayasa değişikliklerini bir kere böyle ele almamak, neyi nasıl ele aldığını bilmemek, bu konuda bilgisiz olmak ya da bilmezlikten gelmektir ya da toplumu kandırmaktır. Bu değişiklikler 12 Eylül anayasasının içine yedirilecektir, yerleştirilecektir, onun bir parçası haline getirilecektir. Bu değişikliklerin ne getirip getirmediğini, bu değişiklikler olduktan sonra 13 Eylül’de oluşacak anayasanın neyi ifade edip etmediği değerlendirilmesi ve izah edilmesi gerekir. Böyle ele alınmayan yaklaşımlar basit, sıradan, yüzeysel, toplumu ve insanları aptal yerine koymak anlamına gelir.

Tek tek maddelerin değişmesi ya da birkaç maddenin değişmesi ancak 12 Eylül anayasasının özünü, ruhunu, sistemini değiştirmeyle ilgiliyse bir anlam ifade edebilir. Yoksa bir anlam ifade etmez. Elli madde değiştirin hiçbir anlam ifade etmez, ama tek bir maddeye dokunun o zaman belki 12 Eylül'lün özünü ve ruhunu değiştirmede ya da 12 Eylül'le hesaplaşmada bir anlam ifade edebilir. Şimdi ortaya konulan değişiklikler böyle değişiklikler değildir. Bu açıdan bu değişikliklere evet demek kesinlikle 12 Eylül anayasasının yeniden onaylanması anlamına gelir. Demek ki bu değişikliklerle birlikte ortaya çıkacak anayasa uygundur, bu değişikliklerle oluşacak anayasa kabul edilebilir hale geliyor demektir. Bu değişikliklerle oluşmuş 13 Eylül’de karşımıza çıkacak anayasa 12 Eylül'ün ruhu ve özünden uzaklaşmıştır, demokratikleşmede önemli bir gelişme yaratabilecek bir anayasadır demektir. Bu da değişikliklerle oluşmuş anayasayı olumlu addetmektir. 13 Eylül’deki anayasa bu nitelikte mi olacaktır? Böyle olamayacağına göre o zaman bu değişikliklere evet demek, bu değişikliklerle makyajlanmış 12 Eylül anayasasına evet demektir. 12 Eylül anayasasını yeniden onaylatmaktır.

Geçmişte de tek tük değişiklikler yapılmıştır. Çoğu da referanduma gitmemiştir. Partilerin kendi aralarında uzlaşıyla, mutabakatla yapılmıştır. Bundan önce gündeme gelen değişiklikler de özüyle çok ilgili olmadığı için 12 Eylül anayasasının ruhunu ve onun yarattığı sistemi değiştirme iddiasından çok, partilerin kendi aralarındaki iktidar mücadelesi biçiminde ortaya çıkmış, bu çerçevede evet ya da hayırla sonuçlanmıştır. Ama şimdi ise yapılanlar bir parti ile ilgili değişiklikler değildir biçimindeki iddiayla, anayasanın köklü biçimde değiştirildiği doğrultusunda bir yargı, bir algı oluşturmak istemektedirler. Zaten reddedilmesi gereken ve tehlikeli olan da budur. Böyle olmasaydı, bu kadar anlam yüklenilmeseydi, 12 Eylül’le hesaplaşma, büyük demokratikleşme, şu-bu gibi gösterilmeseydi belki demokrasi güçleri bu kadar büyük tepki göstermeyebilirlerdi. Tehlikeli görme ve 12 Eylül’ü yeniden onaylatma gibi ciddi bir kaygıyla yaklaşmazlardı. Fakat şimdi yapılan değişikliklere bir tutum konulması gerekiyor. Çünkü bu paketle 12 Eylül anayasası yeni bir biçimde onaylatılmak istenmektedir. Kendileri bu değişiklikleri yaptıktan sonra bu sistem onlar için kabul edilebilir ve önlerindeki engellerin kaldırıldığı bir anayasa haline gelecektir.

AKP bu yönüyle sadece bu değişikleri değil, bu değişikler şahsında 13 Eylül'de karşımıza çıkacak anayasayı da onaylatmaktadır. Bu yönüyle Kürtsüz, Kürtlerle ilgili olmayan, demokratikleşmeyle ilgili olmayan bu değişiklikleri onaylamak Kürtler üzerinde kültürel soykırımı hedefleyen 12 Eylül anayasasını meşrulaştırmak ve onaylamaktır. Her şeyden önce de Kürtsüz değişiklikleri olumlu görmek Kürtlerle ilgili olmayan anayasal, yasal ve yönetmelik değişikliklerini normal hale getirmektir. Gelinen aşamada Kürtler bu durumu kabul etmemelidir, etmeyecektir. Kürtler on yıllardır büyük bir mücadele vermiştir, bedeller ödemişlerdir. Artık varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanma noktasına gelmişlerdir. Varlıkları tehlikede olduğu gibi, özgürlüklerini kazanmak için de büyük bedeller ödemişlerdir. Artık mevcut sistemin köklü değişmesini istemektedirler. Bu açıdan Kürtlerle ilgili olmayan değişiklikleri Kürtlerin önüne koymak, onaylayın demek, bunu benimsetmek, bunu sahiplendirmek Kürtlerin mücadelesini inkar etmektir. Kürtler belki 1970’ler öncesi olaylara böyle bakabiliyordu, ama artık Kürtler yürüttükleri mücadeleyle Kürt sorununu ilgilendirmeyen değişiklikleri ciddiye almamaktadır. Hele demokrasi, özgülük ve varlığını koruma sorununun yakıcı biçimde kendini hissettirdiği bir dönemde Kürtleri ilgilendirmeyen bir şeyi tabii ki kabul etmezler. Bunu, Kürtsüz değişikliği, Kürtsüz anayasayı, Kürtsüz yaşamı, Kürtsüz siyaseti meşrulaştırmak olarak görürler. Çünkü bu tür dayatmalar mevcut 12 Eylül anayasasıyla yaşanılabileceğini Kürtlere kabul ettirmektir. Gelinen aşamada ne Kürtler ne de demokrasi güçleri bunu kabul etmelidir.

Özcesi değişiklikler o anayasaya monte edildiğinde o anayasayla şerbetlenecekler, ruhu onlara sinecektir. Sadece o değil, bütün maddelerin ruhu o temel bazı maddelerin ruhuyla şerbetlenmiştir. Onunla öz kazanmışlardır. Bütün maddeler ancak o temel maddelerle anlam kazanır. Ya da o temel maddeleri pratikleştiren, onları ete kemiğe büründüren, onları güçlendiren maddeler olacaktır. Öyle olmazsa o zaman zaten işlevsiz olurlar.

AKP 30 yıla yakındır 12 Eylülcülerin, bu sistemi savunanların topluma bir türlü kabul ettiremediği, meşru hale getiremediği anayasayı böyle bir referandumla meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Hem de büyük gürültüyle, büyük demokratikleşme adımları, 12 Eylül ile hesaplaşma, 12 Eylül’ün tarihe gömülmesi, 12 Eylül’ün bitip 13 Eylül’de yeni bir anayasa, yeni bir sistemin başlaması gibi iddialarla bu anayasa değişikliğinin onaylanması; 12 Eylül anayasasının değiştiğini, büyük adımlar atıldığını söyleyerek 12 Eylül anayasasını meşrulaştırmak, şirin göstermek, kabul edilir hale getirmek ve böylelikle toplumdaki yeni anayasa ihtiyacını sabote etmektir, çürütmektir. Bu tabii ki 12 Eylül anayasasının meşrulaştırılmasıdır, onaylatılmasıdır. Bunu biz söylemiyoruz, kendileri söylemleriyle 13 Eylül’deki anayasanın karakterinin böyle olacağını ortaya koyuyorlar. Bu değişikliklerle 12 Eylül’ü makyajlayıp 12 Eylül’ü onaylatmaya ve meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Politik bilinci olanlar için, siyaset bilimciler için, sosyal bilimi anlayanlar için, yine toplumsal psikolojiyi bilenler için dayatılan gerçek böyledir.

Röportajın üçüncü ve son bölümü yarın…

Kalkan: Linçleri 'Beşir Atalay’ın örgütü’ organize ediyor

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Duran Kalkan Kürtlere yönelik saldırıların İçişleri Bakanı ‘Beşir Atalay’ın örgütü tarafından organize edildiğini söyledi. Kalkan, “‘Amanosları temizleyin’ emrinden sonra araziyi yakmaya başladılar. Şimdi her tarafta ormanlar yanıyor. O emir ardından Dörtyol olayı oldu. İnegöl ve Dörtyol’da yaşananlar AKP hükümetinin, İçişleri bakanı Beşir Atalay’ın işidir” dedi. “Kesinlikle onu yapanlar Beşir Atalay’ın örgütüdür. İnegöl ve Dörtyol’da yaşananlar, çapulcuların, milliyetçilerin yada MHP örgütünün işi değildir” diye belirten Kalkan saldırılara karşı Kürtlerin hazırlıklı olmasını ve direnişi geliştirmesini istedi.

Kürt meselesinin geldiği boyut Kürdistan’da ve Türkiye’de her geçen gün farklı sonuçlar ortaya çıkarıyor. 1 Haziran 2010 tarihinden itibaren başlayan süreçte Kürdistan’daki savaş Türkiye’nin batısına doğru ilerledi. Karadeniz’den Akdeniz’e kadar gerilla eylemleri yaygınlık kazandı, Türkiye-Irak sınırı olarak bilinen Güney Kürdistan ve Kuzey Kürdistan hattında Türk ordusu gerilla eylemlerinin yoğunluğu nedeniyle bazı karakolları boşaltmak zorunda kaldı. Yapılan her eylemin siyasal sonucu çok hızlı ortaya çıktı. Kürt toplumu gerilla cenazelerini kitlesel törenlerle karşılarken, Kürtler üzerindeki baskıları protesto gösterilerinde “intikam!” sloganları hiç durmadan haykırıldı. Türkiye yakasında AKP hükümeti başta olmak üzere, ana muhalefet partisi CHP, MHP, Genelkurmay ve egemen Türk medyası savaşı daha da körükleyen politikalarla Kürtlere karşı cephe oluşturdular.

Geçtiğimiz hafta Bursa’nın İnegöl, Hatay’ın Dörtyol ilçeleri ile Erzurum’da yaşayan Kürtlere karşı gerilla eylemleri bahane gösterilerek tarihte Ermenilere, Rumlara ve Süryanilere karşı yapılan tehcir ve soykırım örnekleri hatırlatıldı. AKP’li İç İşleri Bakanı Beşir Atalay’ın “Ne yapıp edin Amanosları bunlardan temizleyin” emri ile içine girilen süreç daha da farklı bir boyut kazandı. Türkiye’deki Kürt meselesinin geldiği boyutu, Kürtlere karşı yapılan linçler ve katliam provalarını neden ve sonuçlarını; Türk medyasındaki PKK haberlerini, AKP’nin 12 Eylül Anayası’nın değiştirme oyunu ile neler yapmak istediğini ve tabii ki gerilla hareketinin bu süreci nasıl yorumladığını KCK Yürütme Konseyi Üyesi ve aynı zamanda Meşru Savunma Komitesinin yetkili ismi Duran Kalkan ile konuştuk.

* 1 Haziran sürecini Kürt sorununda 4. dönem olarak tanımladınız ve iki ay geçti. Çatışmalar çok yaygınlaştı. En son İnegöl ve Dörtyol olaylarıyla birlikte toplumsal alanda da farklılaşmalar oldu. Bu süreci devlet, Türkiye kamuoyu ve Kürtler nasıl algıladı? İki aylık süreç içerisinde açığa çıkan sonuçları nasıl değerlendiriyorsunuz?

- Öncelikle son iki ayda şehit düşmüş olan tüm yoldaşları saygıyla anıyorum. Şehitlerimizin ailelerini ve yakınlarını selamlıyorum, acılarını paylaşıyorum. Bu süreç, önemli bir süreçti. Savaş her zaman zor bir iştir; herkesin isteyerek, kolaylıkla kabul ettiği bir durum değildir. Bizim de bu yönlü çizgi düzeyinde bir tutumumuz var. Önderliksel tutum budur, halkın tutumu ve onayı da böyledir. Çok zorunlu olmadıkça, çok ciddi, hayati meseleler için gerekli olmadıkça zaten savaş diye bir yaklaşımımız yoktur. Sorunların demokratik siyasetle çözümü, halkın katılımıyla, mücadelesiyle çözümü esas istemimizdir. Bu konuda PKK tarihi incelenebilir. Çeşitli dönemlerde savaş yaptı, ama savaşa neden ve niçin başvurduğuna dair hem süreçlere hem de savaş kararlarımıza bakılabilir. 17 yıl boyunca tek yanlı, en zor durumlarda büyük fedakarlık göstererek, ağır kayıplara rağmen yürüttüğümüz barış ve demokratik çözüm süreci oldu. Halk ve hareket, Önderlik etrafında birleşti ve destek verdi. Başta Kürt sorunu ve demokratikleşme olmak üzere sorunları çözmek için küçük bir umut ışığı bile varsa onu değerlendirmek, barışçıl ve demokratik siyasetle sorunları çözmek istedik. Fakat ilgili güçlerin ona girmediği görüldü.

Bu durumu tam tersine, hareketimizin, halkımızın bir zayıflığı, zafiyeti olarak görüp değerlendiriyorlar. Bu konuda çeşitli biçimlerde hile ve oyun yapmaya çalışıyorlar. Yine, baskıyı ve şiddeti durmadan arttırıyorlar. Süreci uzatıyorlar, oyalıyorlar ve baskıyla çürüterek, bu sorunların çözümünü engellemeye, gericiliği yaşatmaya, despotizmi, faşizmi sürdürmeye çalışıyorlar. Bu durum bizi böylesi bir yeni tutuma ve karara götürdü. Bu bir tercih değildir. Buna zorunlu kaldık. Yönetimimiz de bunu 1 Haziran’da yapmış olduğu açıklamada açıkça ifade etti. Önderliğimiz de böyle değerlendiriyor. Kürt halkı da bu işi böyle biliyor. Böyle bilmeseydi, biz zaten böyle bir karar alamazdık. Buna destek vermezdi.

‘HAİN KÜRT’ ARAMAKTAN VAZGEÇİN

Bu iki aylık süreç, zorlu bir mücadele süreci oldu. Karşılıklı kayıplar verdik. “PKK’yi bitiririz, vazgeçtiririz, eritiriz, gevşetiriz, savaş gücünü, azmini kırarız” yönündeki yaklaşımların boş olduğu çok net bir biçimde açığa çıktı. Bu tür umutlar, beklentiler çok yanlıştır. Böyle bir yaklaşım, 1925 yılından beri sürdürülüyor. Fakat bitirilemedi. Kürt toplumu, toplum olarak var oldukça bunu kabul edemez. Kürtlere dayatılan hiçbir topluma dayatılmamıştır. Bunu yaşamak insan olmayı, toplum olmayı reddetmek ve onursuzlaşmak oluyor. Tarihin en eski ve kadim halkı olan Kürt halkı, bu onursuzluğu kabul edemez ve etmedi de. Yaklaşık 9 yıldır Kuzey’de, Güney’de, Doğu’da, Batı’da her türlü katliam, asimilasyon, hile, oyun yapılıyor, fakat buna karşı sürekli bir isyan var. Toplum bunu reddetti. Bunun karşısında direndi, bu uğurda yüz binlerce şehit verdi. Ben hepsini saygıyla anıyorum. Onlar insanlığı, onuru, özgürlüğü, insanın toplumsal gerçeğini temsil ettiler. Yaşanamayacak bir ortama karşı direndiler. Bu yaşanır bir ortam değildir. Dolayısıyla yaşanır görenler, doğru durumda değiller ve insanlığı zedeliyorlar. Dolayısıyla da ne Kuzey’deki, ne Doğu’daki, ne Güney’deki, ne Batı’daki ne de yurtdışındakilerin kabul etmedikleri görülmektedir. O kadar yurtdışına dağıttılar, dünyanın dört bir yanına savurdular, fakat Kürt halkı bulunduğu yer neresiyse yönünü ülkedeki bu direnişe çevirmiş durumdadır ve bundan sonuç bekliyorlar. Kendilerinin temsilini burada görüyor, umutları ve heyecanları buna bağlıdır.

Kısacası hain Kürt aramaktan vazgeçmeliler. Birazcık insanlık varsa, faşist de, despot da, çok yiyici, saldırgan, burjuva da olabilir, fakat eğer gerçekten “insan soyuna aittim” diyorsa hain Kürt aramaktan vazgeçilmelidir. Şimdi de kendilerine demokrat diyen bazı basın-yayın çevreleri, çıkıp dünyanın dört bir yanında dolaşıyorlar, nerede bir hain varsa onu bulup sayfalarına taşıma çabası içerisindeler. Farz edelim ki o Kürt’ü hain yaptınız ve kendisi olmakta çıktı, Kürt toplumuna bir faydası olmadı. Peki, onu öyle yapanlara faydası olur mu?

* Özellikle bu dönemde daha da arttırıyorlar…

- Doğru, işte onu söylüyorum. Güya onunla Kürtleri umutsuzluğa sevk edecekler. Dolayısıyla PKK etkilenecek, tahrik olacak, hata yapacak, yani direniş kırılacak. Baskıyla yapamıyorlar, şiddetle, savaşla sonuç alamadılar. Buna karşı toplum direniyor. Bütün dünya da saldırıyor, fakat PKK gökten düşmüyor. NATO, Amerika, Avrupa ve Ortadoğu gericiliği onların arkasında, bütün bunlara rağmen bitiremiyorlar, sonuç alamıyorlar ve ezemiyorlar. Tarihin bu en eski halkı ezilemez. Kürt halkı ezilirse, insanlık ezilir. Kürtlerin direnişi, insanlığın yaşayacağını ifade etmektedir. Kürdistan’da özgür olarak var olduğu ölçüde, yerkürede özgür insan olacak. Kürt’ün yok edilmesi, ezilmesi ya da ihanete çekilmesi, özgür insanlığın yok edilmesi oluyor.

Sonuçlara gelecek olursak, bugüne kadar uyguladıkları yöntemlerle bitiremeyecekleri netleşmiştir. 85 beş yıldır baskı uyguluyorlar, yine 12 Eylül darbesinden bu yana saldırılıyor, fakat direniş kesilemedi, bitirilemedi. PKK’nin direnme tabanı güçlüdür. Bu çok önemli bir sonuç oldu. Eski savaşçılığından, direnişçiliğinden uzaklaşmış olabileceğini düşünmüş ve bu yönlü girişimler içerisine girmiş olabilirler. Fakat öyle olmadığını gördüler. Bütün bunların tam tersine, daha çok eğitilmiş ve bilinçlenmiştir.

GERİLLA GENİŞ ALANLARA YAYILDI

* Gerilla mevzilenmesinin eskiye göre daha genişlemiş olduğu görülüyor… Yeni bir gerillacılık tarzı mı deneniyor?

- Evet, daha çok genişlemiştir. Gerilla tarihte yarattığı kahramanlık çizgisini daha da ileriye götürmüş durumdadır. Bunda hiçbir kusur yoktur. Yaygınlığı var; daha geniş alanlara yayılmıştır. Her kesimden insan alıyor; Türkiye’den, Kuzey Kürdistan’dan, Kürdistan’ın diğer parçalarından ve yurtdışından insan alıyor. NATO ve genelkurmay istediği kadar engellemeye çalışsın engelleyemez ve durduramaz. Bu toplumu bitirmedikçe önleyemez. Dolayısıyla büyümektedir. Daha yeni teknik ve taktikler geliştirdi. Hata ve eksikliklerimiz oldu. Bu yönlü özeleştirimizi de veriyoruz. Hata ve eksikliklerimizin bilincine vararak, onları gidermeye de çalışıyoruz. Gerillanın böyle bir olgunluğu da vardır.

Bu iki aylık süre içerisinde inkar ve imha rejiminin, soykırım rejiminin sonuç alamayacağı bir kez daha kanıtlandı. Partimizin ve gerilla hareketimizin sonuna kadar direnme ve yenilmeme gücüne sahip olduğu, giderek zaferi de zorlayacak bir güç haline gelme imkanına sahip bulunduğu, yine halkın tutumu da ortaya çıktı. Önemli olan da budur.

Basın-yayın organları ve yönetici çevreler istedikleri kadar çarpıtsınlar, bu mücadeleyi halk yürütüyor. Bu bir halk direnişidir. Gören görür, görmeyen görmez. Ama gerçek budur. Dolayısıyla Kürt halkı çok ezici bir çoğunlukla bu tutuma destek verdi. Daha önceki süreci bildikleri için destek verdiler. Kürt halkı, başta Kürt sorunu olmak üzere demokratikleşme sorunlarını barışçıl siyasi yöntemlerle çözmenin yüzde bir imkanı olsa Önderliğimiz ve hareketimizin ona sarılacağını ve o yönde mücadele edeceğini çok iyi bilmektedir.

17 yıllık tecrübe bunu göstermiştir. Bu, halkın gözü önünde oldu. Başka yol ve çare olmadığı için KCK’nin bu karara ulaştığını kendileri de gördüler. Dolayısıyla da onurunu ve özgürlüğünü kaybetmemek için direnmesi gerektiğinin bilincindedir. Kürt halkı da onuruna, özgürlüğüne, şerefine düşkün bir halktır. Kürt kadını, gençliği kesinlikle yok olur, bu dünyada yaşamaz, hepsi yerin dibine girer, yine de özgür yaşamdan, onurlu ve şerefli yaşamdan vazgeçmez. Onun için baskı, katliam ne olursa olsun hepsine karşı direnir. Kürt halkı bunu öğrenmiştir. Bu, 20. yüzyıla kadar oluşmuş bir kültürdür.

Birinci Dünya Savaşı içinde ve sonrasında bir katliam geçirildi. İnsanları tarihi geçmişinden kopartarak, insanları ve toplumu beleksiz bırakma yönünde bir dönem yaşandı. 1925-‘60’ ve ‘70’li yıllar arası dönem, böyle bir dönemdi. Nasıl ki bir kuşun başını koparırsın dengesini kaybeder sendelerse, toplum da işte öyle bir travma geçirdi. PKK ile Önder Apo’yla birlikte tekrar beynine, bilincine, tarihsel gerçeğiyle buluştu. Geçmişini ve bugününü anlar hale geldi. Bir örgüt sistemi de tutturdu. Artık bu toplumun varlığını, bu gücü herkes kabul etmelidir.

‘DÖRTYOL’DAKİ LİNÇLERİ BEŞİR ATALAY’IN ÖRGÜTÜ YAPTI’

* Ortaya çıkan farklı sonuçlar da oldu. Siz de belirttiğiniz gerilla Karadeniz’den Amanos’a kadar birçok yerde yaygın bir biçimde mevzilenmiş durumda. Bu süreçte başta İçişleri bakanı olmak üzere AKP yetkililerinin buna dönük tepkileri oldu. Özellikle Beşir Atalay “temizleyin” dedi ve ondan sonra da İnegöl, Dörtyol ve Erzurum’da, faşistlerin provokasyonları oldu. Bu durumu nasıl değerlendirmek gerekiyor?

- Evet, “Ne yaparsanız yapın, bu Amanosları temizleyin” dedi. Bu sözden dolayı ben kınamak isterdim. Fakat o sözlerden bu yana kınama değil de, anlamaya çalışıyorum. Ama tabii neden kınanmadığını kınıyorum. Bu kişinin neden üzerine gidilmedi ve görevden alınmadı? Kullandığı sözler, “ne yaparsanız yapın. Yakın, yıkın, öldürün, yok edin” anlamı taşımaktadır. Bunu hiç kimse hiçbir yerde söyleyemez. Şimdiye kadar hiçbir faşist söylemedi. Özel savaşın, topyekun savaşın en çok uygulandığı ’92-’94-’95 yılları arasında bile kimse bunu açıktan söylemedi; ne Tansu Çiller, ne Mehmet Ağar, ne Demirel söyledi. Gizliden talimat verdiler ama kimse böyle açıktan söyleme cüretini gösteremedi. Bu durum, Beşir Atalay denilen kişinin bu gücü, cüreti nereden aldığını, nasıl İçişleri bakanı olduğunu, AKP hükümetinin nasıl bir hükümet olduğu sorularını gündeme getirdi.

“Amanosları temizleyin” derken kastettiği yerler, Mersin’den Antep’e, Maraş’a ve Malatya’ya kadar olan alandır. Bu sözlerle buraları yakıp yıkın demektedir. Dikkat edilirse, ondan sonra araziyi yakmaya başladılar. Şimdi her tarafta ormanların yandığı söyleniyor. Hemen o emir ardından Dörtyol olayı oldu. Kesinlikle onu yapanlar Beşir Atalay’ın örgütüdür. İnegöl ve Dörtyol’da yaşananlar, çapulcuların, milliyetçilerin yada MHP örgütünün işi değildir. Hepsi AKP hükümetinin, İçişleri bakanı Beşir Atalay’ın işidir. Resmi olarak da bunlardan İçişleri bakanı sorumludur. Bu olaylar engellenememişse, sorumlusu içişleri bakanıdır. Fakat engellemekten ziyade emir verdi. MHP’liler yaptılar desek bile, bunu Beşir Atalay’ın örgütü yapmıştır. O zaman Beşir Atalay MHP yönetimi midir? Fakat MHP’liler ile AKP çatışma halindedir. MHP’liler Beşir Atalay’ı niye dinliyor?

‘KONTRGERİLLA, ERGENEKON HÜKÜMETİ VAR’

Kesinlikle öyle değildir. Onu yapan devletin kendisi, kontrgerillanın kendisidir. Beşir Atalay’ın bir kontrgerilla şefi olduğu açığa çıktı. Öyle olduğu için bu kadar cüretli konuşabildi. Hiç kimse konuşamıyor. Demek ki öyle olduğu için İçişleri bakanı, MGK’nin daimi üyesi ve sözde açılım politikasının mimarı, koordinatörü yapılmış. Tayip Erdoğan’dan daha etkilidir. Bunun üzerine AKP hükümeti Tayip Erdoğan ile Bülent Arınç’ın hükümeti midir, yoksa Beşir Atalay, Cemil Çiçek ve Vecdi Gönül’ün örgütü müdür diye düşünüyorum. Güvenlik komitesi diyorlar, bunlar toplanıyorlar. Aslında açığa çıktı ki Tayip Erdoğan ve arkadaşları bazı makamlarda oturabilmenin karşılığı olarak hükümeti kontrgerillaya devretmişler. Cemil Çiçek’in Özel Harp Dairesi elemanı olduğu, askerden onun için sivilleştirilip görevlendirildiğini herkes biliyor. Nerede iktidar varsa, otuz yıldır oradadır ve sanki devletin değişmez yöneticisi gibi devam ediyor. Partiler değişiyor, Cemil Çiçek, Abdulkadir Aksu -şimdi de Beşir Atalay çıktı- değişmiyor.

Karşımızda AKP hükümeti değil de, bir kontrgerilla, Ergenekon, özel savaş hükümeti var. Tayip Erdoğan gibi güçler onlarla uzlaşarak, bazı makamların sahibi olmuşlar. İktidarda olmak ve bazı maddi imkanları elde tutabilmek için bunlara teslim olmuşlar. Son uygulamalarda böyle bir sonuç ortaya çıktı. Bu konuda biz epeyce de netleşiyoruz. Çünkü açılım adı altında yaptıklarında hiçbir şey yoktu. Açılımdan bu kişi sorumlu kılındı. Açılımın ne bir içeriği ne de bir planı var. Beşir Atalay ne düşünür ve ne söylerse açılım politikası o oluyor. Bu yetkiyi ve gücü nereden alıyor? Tayip Erdoğan bile öyle değildir. Ona danışarak konuşuyor. Bu kadar yetkili bir kişidir. Şimdi bir kontrgerilla saldırısıyla karşılaştık. Bu bir tehdittir.

‘BAŞKA PLANLAR VAR’

Türk-Kürt gerginliği oluşuyor, Kürt sorunu çözülmeyince, demokratikleşme gelişmeyince doğal olarak böyle bir gerginleşme oluyor ve olacak da. Fakat mevcut saldırılar örgütlü, organize saldırılardır. Bu saldırıları gerçekleştirenler de, İçişleri bakanı Beşir Atalay’ın örgütüne mensupturlar. Bu temelde bir saldırıyla karşılaştık. Tayip Erdoğan da Hakkari’de “beğenmeyen gitsin” demişti. Yine Cemil Çiçek Iğdır’da ‘temizlenmeleri’ gerektiğini söylemişti. Beşir Atalay Dörtyol’da aynı içerikte sözler sarf etti. Bu bir tehdittir. Bununla halk korkutulup sindirilmek isteniliyor ki mücadeleden vazgeçsin, ürksün, direnişi bıraksın ve gerillayı desteklemesin. Amaçları budur. Böyle bir tehdit içinde bulunuyorlar. Bu sadece bir tehdit değildir, bundan yola çıkarak başka planlarının da olduğu anlaşılıyor.

- Bu plan nasıl bir plandır?

- İlker Başbuğ Genelkurmay başkanı olmadan önce Tayip Erdoğan ile konuştu. Genelkurmay başkanı olur olmaz Amed’e, Hakkari’ye geldi. Kürdistan’ı gezip savaş üzerine bazı açıklamalar yaptı. Ondan sonra Ankara’ya gitti bir dizi toplantılar yapıldı. Hükümet toplandı, terörle mücadele kurulu toplandı. Bu toplantılarda bazı kararlar aldılar. Ondan önce çeşitli çevreler de görüş belirttiler. Mesela MHP başkanı Devlet Bahçeli tampon bölge oluşturulmalı görüşünü belirtti. Zaten İlker Başbuğ Kürdistan’dan özel savaşın kapsamına ilişkin açıklamalar yapmıştı; “PKK’ye karşı mücadele tek yönlü olmaz” diyordu. Yapmış oldukları toplantılarda neler yapacaklarını planladılar. Bu toplantılar, Abdullah Gül başkanlığında oldu ve ondan sonra basınla peş peşe toplantılar yaptılar. Basını psikolojik savaşa göre ayarladılar. Böylece bir plan oluşturdular. Onun ardından Tayip Erdoğan Hakkari’ye geldi ve “beğenmeyen çekip gitsin” dedi. Milli Savunma Bakanı “biz geçmişte Ermenilere, Rumlara öyle yapmasaydık şimdi Türk milletine öyle olur muydu” dedi. Bu aslında o planın bir tür farklı sözlerle yansıtılmasıydı. Planın içinde olan güçler bunlardır.

BASIN ‘BU PLANI’ ARAŞTIRSIN

Bir Kürt tehciri ve katliamı planlandı. Biz bunları hangi çerçevede yapacaklarını bilmiyoruz. Fakat o zaman bunların hepsini açıkladık. Daha sonra tampon bölge anlamında hem Türkiye-Irak sınır hattı hem de Türkiye-İran sınır hattının boşaltılması gündeme geldi. O tür tartışmalar oldu. Ama teşhir edilince bunlar kaldı. Bu yönlü hala biraz daha umutlular. Aslında PKK’yi ezebiliriz umudunu taşıyorlar. İşin özü budur. Böyle bir plan var. Bunu açıkça söylesinler. Basın-yayına bunu araştırmasını öneriyorum. Demokratikleşme istiyorlarsa bunu açığa çıkarsınlar. Balyoz ve Sarı Kız darbesini araştırıyorlar, açığa çıkarıyorlar. Bu konuda basın etkili oluyor. Bir de bu planı araştırsınlar. Göreceklerdir ki bu işin arkasında mevcut hükümetin de içinde olduğu daha tehlikeli planlar var.

Bu son yaşananlar bu plana dayalıdır. Beşir Atalay da söylediklerini bir yerlere dayanarak söylüyor. Bir karar ve dayanakları var ki söylüyor. Bu bir tehdittir. Sadece Kürtler için değil, bütün Türkiye toplumu için bir tehdittir. Yani Kürtler ne Ermeniler, ne Rumlar ne de Süryanilerdir. Bunu herkes böyle bilmelidir. Türkiye toplumunun oluşmasında Kürtleri asli unsur sayıyorlar. Yine devlet kuruluşunda da asli bir güç sayıyorlar. Doğrusu da odur zaten. Bunu kimse inkar edemez. Kürtlerin desteği olmasaydı Türkler Anadolu’ya da giremezdi, Ortadoğu imparatorluğu da olamazdı, sonunda cumhuriyeti de kuramazlardı. Bu bir gerçektir. Cumhuriyet içerisinde de şimdiye kadar eritiriz diye asimilasyona dayalı bir soykırım yürütüldü, ama başarılamadı. Kürt halkı, tarihin en eski halkı, tekelci uygarlığa karşı direnmiş ve demokratik uygarlığı temsil etmiş bir halktır. Her zaman uygarlığa karşı direniş içerisinde özgürlüğünü koruyabilmiş bir halktır. Böyle bir saldırıyla özgürlüğünden ve onurundan vazgeçmez. Yani asimile edilemez. Belki baskıyla biraz korkutuldu; 1925-’40 arasındaki uygulamalar toplumu bir süre ne yapacağını bilmez kıldı.

Ama PKK toplumsal dengeleri en demokratik, özgürlükçü ve insani bir temelde yeniden oluşturdu. Dolayısıyla Kürtleri yok etmekte ısrar etmeye kalkarsa bundan en az Kürtler kadar Türkiye toplumunun tümü zarar görür. Bu bir gerçek ve bunu herkes net görmelidir. Kürt’e dayatılan soykırım, Türkiye toplumuna dayatılan kırımdır. Bu soykırımı dayatanlar, böyle tehlikeli bir şeyi dayatıyorlar. Dolayısıyla tehlike Türkiye’deki herkesedir; bütün azınlıklara, emekçi halka, kadınlara, gençlere ve tabii Kürtleredir. Kürtler, yine herkese göre en bilinçli ve örgütlü olanlardır. Buna karşı direniyorlar.

KÜRTLER DİRENECEK, BAŞKA ÇARELERİ YOK

* Bu işaret ettiğiniz tehlikelere karşı Kürtler ne yapacak?

- Tabii ki direneceklerdir. Başka çareleri yoktur. Yani elbette direnmek için bilinç, örgüt, akıl, taktik ve ittifak gerekli. Bunun içi en geniş güce ulaşmak lazım. Akıllı olmak gerekiyor. Öyle dar, tepkisel yaklaşım içinde olmamak lazım. Fakat Kürtler bilinç ve örgütlülükte geliştiler, direniyorlar, direneceklerdir. Kimse bu direnişten vazgeçemez. Bundan sonra Kürtler kendileri zaten vazgeçmezler, kimse de vazgeçiremez. Dolayısıyla Kürtler için yapılacak olan şey, daha örgütlü ve dikkatli olarak direnişi geliştirmektir. Daha duyarlı olmak, dostunu, düşmanını iyi tanımak, dostunu mümkün olduğu kadar çoğaltmaktır. Dar milliyetçi yaklaşım içinde olmamak çok çok önemlidir. Saldırılar olabilir, onlara karşı hep hazırlıklı olmaları gerekiyor. Hazırlıklı olurlarsa, direnişi geliştirebilirler. Zaten böyle bir konumdalar. Aslında bunda ısrar edilirse, tabii Kürtler de zarar görürler, ama direniş içindedirler. Belli zararlar görme temelinde kazanma olasılıkları da epeyce vardır. Fakat Türkiye toplumunda böyle bir durumun yol açacağı sonuçları onarmak çok zor olur.

‘BAŞARAMIYORLAR, GÜÇLERİ YETMİYOR’

* Güney operasyona yapabilirler mi?

- Operasyon yapmaya güçleri yeterse, yaparlar. Bu yönlü herhangi bir engel yoktur. Kimse de sınırları kapatmış değildir. Başaramıyorlar, güçleri yetmiyor, sonuç alamıyorlar, onun için yapamıyorlar. Şimdi yapabiliriz, sonuç alabiliriz diye hesap edebilirler. Biz onu bekliyoruz, ama sonucun ne olacağı geçmiş deneyimlerden bellidir. Geçmiştekinden daha fazla ağır sonuç almalarını yaratacak bir gücümüz de vardır. Hareketimizin ve gerillanın hazırlık düzeyi iyidir. Kürt halkının bütün dikkati bura üzerindedir. Sadece Kuzey’de değil, Güney’de, Doğu’da, Batı’da ve yurtdışında herkesin dikkati burada ve gerillaya kesin desteği var. Öyle bir durumda gerilla bir ulusal kuvvettir, ulusal demokrasi, ulusal savunma kuvvetidir. Dolayısıyla gerici saldırılar karşısında Kürt halkının onurunu, itibarını, şerefini, özgürlüğünü, demokrasisini savunacaktır. Böyle bir kararlılığa sahiptir. Diğerleri de girerlerse, zarar görürler.

* Yeni komuta değişiklikleri konusunda ne düşünüyorsunuz. Ne olur?

- Şimdi yeni komuta ne olur, olmadan bir şey demek istemiyorum. Fakat gerçekten de Yaşar Büyükanıt ile İlker Başbuğ’un pratikleri kötüdür. Oyaladılar, orduda da itibar bırakmadılar, herhangi bir çözüm de geliştirmediler. Türkiye’de demokrasi değil, karışıklığı ve gerilikleri daha çok geliştirdiler. Bazı çevreler bu politikaların tehlikeli olduğuna dikkat çekiyordu. Bunların yönetimi altıda, Türkiye toplumunun birçok dengesi bozuldu. Yeni görevlendirilecekler bundan ders çıkarırlar mı kendilerinin bileceği iştir. Ama yeniden bir durum değerlendirmesini gerektirecek sonuçların olduğunu söyleyebiliriz. Mevcut olanı sürdürmeye kalkarlarsa başarısızlık olacaktır. Şimdiye kadarki sonucun başarısızlık olduğu ortadadır.

‘DARBELERDEN EN FAZLA NEMALANAN ERDOĞAN’DIR’

* Türkiye’de referandum etrafında oluşan bir gündem var. 12 Eylül askeri darbesi tartışılıyor. AKP hükümeti kendisini 12 Eylül’ün mağduru olarak görüyor. Tayip Erdoğan ağladı, yine diğer yöneticileri bu yönlü görüşler belirtiyorlar. 12 Eylül olgusu etrafında yapılan tartışmalarla neler hedefleniliyor?

- Geçen gün basında 1982 yılında Tayip Erdoğan ve çevresinin anayasaya olumlu oy verdiğini dinledim. Bu durum araştırılmalıdır. Eğer öyleyse gerçekler ortaya çıkartılmalı ve maskesi düşürülmelidir. 12 Eylül’ün gücüyse, bu demokrasi falan getiremez. Erdoğan, “12 Eylül’den, askeri darbelerden, savaştan nemalanalar” diyor. Ben dönüp tarihe bakıyorum, bu nemalanma işini en çok yapan Tayip Erdoğan’ın kendisidir. Askeri darbelerden, 12 Eylül’den, 12 Mart’tan nemalanmış, en fazla da 28 Şubattan nemalanmış; Erbakan’ı düşürdü ve yerine geçti. Kimi kandırıyor? Erbakan, onun desteğiyle düştü. Bazı çevreler tartışamıyorlar. O yüzden kimsenin onun durumunu anlamadığını zannediyor. Biz anlıyoruz, bizim penceremizden bakıldı mı olaylar çok aydınlıktır, kimin gerçek karakterinin ne olduğunu iyi biliyoruz. 12 Eylül temelinde Kürdistan’da bütün akımlar savaştı, fakat bir tek Tayip Erdoğan savaşmadı. En son üzerine koydular. Yine de böyle savaşmadan kazanmak istiyor. Tabii öyle kolay değildir. Rantçılık yaptı. Aslında bu klik ekonomik ve siyasi rantçı konumdadır.

Şimdi referandum elbette ki 12 Eylül anayasasının oylanması oluyor. Referandumun nasıl 12 Eylül gününe denk geldiğini anlayamadık. Sanki 12 Eylül’e denk getirmek de intikam almak gibi bir şey. Değişikliklere ‘evet’ dedin mi anayasanın tamamına da evet diyorsun. AKP sadece mecliste hayır dediği maddelere “hayır” diyor. Onun yerine kendi paketini geçirdi. Onunla birlikte 12 Eylül anayasasına “hayır” diyor. MHP de “hayır” diyor. Neye “hayır” diyor? AKP’nin yaptığı değişikliklere “hayır” diyor. Mevcut anayasanın kendisine “evet” demiş oluyor. ‘Hayır’ ve ‘evet’ 12 Eylül anayasasının yeniden oya sunulması ve halka onaylatılmak istenmesidir. Burada çok sinsi bir oyun var. 12 Eylül meşrulaştırılmak isteniliyor. Şimdi bunun için de halkın desteği isteniyor. Bunun için 12 Eylül’ün idam ettiği insanların mektupları kullanılıyor. Ben ağır kelime kullanmak istemiyorum ama çok basit ve yüzeysel bir tutumdur. Bu tutum da tehlikeli bir tutumdur. İlkesizlik olur da, hakaret olur da bu kadar olmaz! Tayip Erdoğan kalkıp timsah gözyaşı döküyor. O idamlar olurken Tayip Erdoğan destekliyormuş, basın niye açığa çıkarmıyor? Niye hesap sormuyor? Şimdi ne yüzle ağlıyor. Bence hikayedir o.

‘BU ANAYASA SOYKIRIM ANAYASASIDIR’

Kürtler bu konuda ne evet der, ne hayır der, bunu kabul etmesi mümkün değil. 12 Eylül Kürdistan’ı yeniden işgal etti, yüz binlerce Kürt’ü tutukladı, işkenceden geçirdi. Binler, on binlercesini katletti, hala da ediyor. 12 Eylül anayasasında Kürt’ün dili de dahil her şeyi yok sayıldı, yasaklandı. Bu anayasa değişikliğinde de, eskisinde de Kürt yoktur. Bu anayasa bir soykırım anayasasıdır. Kürtler bunu niye onaylasınlar? Hiçbir onurlu Kürt ve demokratik çevre bu anayasayı onaylamaz. Genel ve çok geniş, yaygın bir boykot kampanyasıyla 12 Eylül anayasasını onaylatmaya getirenler kimlerse, onların başına çalınmalıdır. Böylece Türkiye’nin demokratikleşmesinin önü açılmalı, yeni, sivil demokratik anayasanın zemini hazırlanmalıdır.

Bu boykot kampanyası, bir de yeni demokratik anayasa tartışması, kampanyası olabilir. Böylesi bir tutum, en doğru tutum olacaktır. Anayasa değişikliğinin başka amaçları da var; AKP kendi iktidarını anayasal güvenceye almak istiyor. Gündem saptırılıyor. Güncel siyaset açısından da yanlış, ama esas olarak 12 Eylül’ün otuz yılda darbelenip, teşhir edilip, yıkılma sürecine getirildiği bir ortamda, otuzuncu yıldönümünde yeniden 12 Eylül onaylatılmak isteniliyor.

‘ERGENEKON PKK KARŞISINDA YENİLDİ’

* Tazelenilmek isteniliyor…

- Doğru, yapılmak istenilen budur. Bu oyuna, komploya kimse gelmemelidir.

* Gerilla eylemlilikleri artıkça, Türkiye medyasında gerillayı derin devletle, Ergenekon ile ilişkilendirmeye çalışan haberler ve yorumlar oluyor. Bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz? Özellikle bazı çevrelerin bunda ısrarcı olmasını neye bağlıyorsunuz?

- Bunlar bilinçli ve psikolojik savaş kapsamında yapılıyor. Çamur at, tutmazsa izi kalır kapsamında yapılıyor. Bunu yapanlar gerçeği çok iyi biliyorlar. Bile bile sadece psikolojik savaşın bir gereği olarak yapıyorlar. Yani bilinçsiz olanları kandırırız diye yapıyorlar. Bu, bir yalan ve toplumu kandırma kampanyasıdır. Başka hiçbir özelliği yoktur. Herkes çok iyi biliyor ki Ergenekon’a karşı savaşan PKK oldu. Ergenekon bugün yargılanma duruma gelmişse, PKK karşısında yaşadığı yenilginin sonucudur. Ergenekon’la dost olan, şimdi ona karşı olanlardır. Uzun süre iç içe oldular. Şimdi bu AKP basını, ya da yandaş basın dediklerimizin AKP gibi hiçbir ilkesi yoktur. Tek ilkesi, kendi çıkarıdır. Yani bu kadar ilkesiz, bukalemun gibi her renge dönen bir tutum kötü ve tehlikelidir. Onun dürüstlükle, Müslümanlıkla, ahlaki durumla bir ilgisi yoktur. Bir sürü yazıp çiziyorlar. Herhalde bizim için de yazıyorlar. Ben onlara diyorum ki, it ürür, kervan yürür. Onlar ürüyor, özgürlük ve demokrasi kervanı yürüyor. Bizim için de bazı şeyler söyledikleri söyleniyor. Ben ve arkadaşlarım, örgütümüz ortadadır. Herkesin kimliği de, kişiliği de, mücadelesi de ortadadır. Onlar öyle yaptıkça Kürt halkı, emekçi güçler, yurtsever demokrat insanlar daha fazla ilgi duyuyorlar. Bu, çok kalitesiz bir psikolojik savaş durumudur. Savaşın da bir kalitesi olmalıdır. Bu yapılanlarda hiçbir kalite yoktur.

‘MÜCADELE SÜRECEK’

* Bundan sonrası için süreç nasıl ilerleyecek. Zaman zaman çağrılar geliyor. Özellikle devletin şiddeti Kürdistan’daki sivil toplum örgütleri üzerinde devam ediyor. Bundan sonraki süreç nasıl işler? Bir referandum var, gerilla cephesinden, demokratik güçler ve Kürtler açısından süreç nasıl ilerleyecek?

- Biz bu döneme ilişkin görüşlerimizi açıkladık. Yönetimimiz yazılı ve sözlü olarak açıklamalar yaptılar. Tartışmalar oldu. 4. stratejik mücadele dönemi olarak tanımladığımız süreç aydınlatıldı. Bunun nereden kaynaklandığını halk ve kamuoyu biliyor. Yine neyi amaçladığı, hangi ilkeler temelinde yürütüldüğü önemli ölçüde aydınlatılmıştır. Gerilla da, halk da bu temelde bir mücadeleye girdi. Bazı eksiklikler, aksaklıklar oluyor. Onları düzelterek mücadeleyi sürdürüyoruz. Mevcut durumda mücadele sürüyor ve gelişerek sürecek. Mevcut gelişmelerin nasıl olacağını, yaşayarak, mücadele ederek gelecekte göreceğiz.