28 Temmuz 2010 Çarşamba

Inegol ve Dortyol

İnegöl'deki linçten sonra Dörtyol'da da ırkçı gruplar Kürtlere saldırıp BDP ilçe binası ile işyerlerini ateşe verdi. Hatay Valisi saldırıların anlayışla karşılandığını söyleyerek 'devam edin' derken, İçişleri Bakanı Beşir Atalay 'Bu Amanosları temizleyin. Ne yaparsanız yapın' diyerek savaş talimatı verdi

ÖNCE İNEGÖL SONRA DÖRTYOL

İnegöl'de Kürtlere yönelik başlatılan linç girişimleri sistemli şekilde sürdürülüyor. Hatay'ın Dörtyol ilçesinde polis otosuna yapılan saldırının ardından sokağa çıkan ırkçı gruplar, önce emniyet önünde toplanıp Kürtlere karşı linç naraları attı. Ardından da Kürtlerin ev ve işyerlerine saldırdı.

POLİS İZLEDİ ONLAR YAKTI

Irkçı histeriyle uzun süre emniyetin önünde bekleyen, polisin izlemekle yetindiği kalabalık grup, daha sonra BDP ilçe teşkilatını basıp 4. kattaki büroyu ateşe verdi. Ardından Kürtlere ait işyerlerine saldırdı. Birçok işyerinin camlarını kırıp yaktı, eşyaları talan etti.

KÜRTLERE SİLAHLI SALDIRI

Gece başlayan olaylar ertesi sabah da devam etti. Toplanan 2-3 bin kişilik bir grup, yeniden Kürtlerin işyerlerine saldırdı. Kürtler ırkçı yönelime tepki gösterince karşılıklı çatışmalar yaşandı, çok sayıda kişi yaralandı. Eve gitmek isteyen Kürtlere de Çerkez Kızı mevkiinde silahlı saldırı düzenlendi

ATALAY: BURALARI TEMİZLEYİN

İçişleri Bakanı Beşir Atalay ile Hatay Valisi de linçleri sürdürün talimatı verdi. Bakan Atalay, 'Çevre illerimizin valileri, komutanlarımız, emniyet hepsi burada. Amanosları temizleyin. Ne yaparsanız yapın' diyerek adeta savaş talimatı verirken, vali de 'İnfial anlayışla karşılanmaktadır' dedi.

Bir kişi öldürüldü iddiası

Olayların ardından, resmi işlemler için karakola giden bir yurttaşın 'şüpheli' görülerek karakol önünde taranarak öldürüldüğü ileri sürüldü. Konuya ilişkin bilgi veren BDP Erzin İlçe Başkanı Hüseyin Ür, 'Kaymakam beyle görüştüm. Bana 'bir vatandaş karakola gitmiş ve karakoldakiler de taramış' dedi' şeklinde konuştu.

Kürtlerin can güvenliği yok

BDP Dörtyol İlçe Başkanı Halil Baybaris, saldırıdan önce defalarca Emniyet Müdürlüğü'nü aradığını ve yetkililerin kendisine dönmediğini ifade ederek, 'Şu an kaygılıyız. Bizi korumakla yükümlü olan polis telefonlarımıza cevap vermiyor. Şu an burada bulunan hiçbir Kürt'ün can güvenliği yok. Hepimiz kaygılıyız' diye konuştu.

'Halkımız kendisini savunsun'

Kürtlere yönelik ırkçı saldırılar konusunda açıklama yapan BDP Eşbaşkan Yardımcısı Nihat Oğraş, 'Saldırıların biri bitmeden diğeri başlıyor. Bu saldırılar organizeli bir şekilde yürütülüyor. Biz halkımıza şu mesajı veriyoruz; saldırılara karşı kendilerini savunsunlar. Özellikle batıda yaşayan Kürtler kendi örgütlülüklerini güçlendirsinler' dedi.


Savaş naraları attılar

Hükümet Kürt sorununun çözümü yerine 'özel ordu' çalışmaları başlatırken, AKP ve MHP'nin Kürtleri hedef gösteren açıklamaları linçlere dönüşmeye başladı. Bursa'nın İnegöl ilçesinde yaşanan linç olaylarının ardından Hatay'ın Dörtyol ilçesinde de sokağa çıkan ırkçı güruh, BDP ilçe binası ile Kürtlere ait çok sayıda işyerini ateşe verdi. Saldırılar karşısında yetkililer tarafından yapılan açıklamalar ise en az saldırılar kadar kaygı uyandırdı. İçişleri Bakanı Beşir Atalay, 'Çevre illerimizin valileri burada, bölge komutanlarımızın hepsi burada, emniyet burada. Bu Amanosları temizleyin diyorum. Ne yaparsanız yapın' açıklamasında bulunurken, Hatay Valisi ise, 'Vatandaşlarımızda oluşmuş bulunan infial anlayışla karşılanmaktadır' dedi.

Hatay'ın Dörtyol ilçesinde önceki gün polis aracına sahte plakalı kapalı kasalı kamyonetten uzun namlulu silahlarla ateş açıldı. Saldırı sonucu 4 polis yaşamını yitirdi. Ardından Dörtyol'da bulunan Emniyet Müdürlüğü binasına da silahlı saldırı düzenlendi ve çatışma çıktı. Saldırıda ölen ya da yaralanan olmazken, üç kişi şüpheli olarak gözaltına alındı. Gözaltı olayını öğrenen bir grup ırkçı, emniyet müdürlüğü önünde toplanarak Kürtler alehine slogan attı ve gözaltındakilerin kendilerine verilmesini istedi.

EŞYALARI TALAN ETTİLER

İl Emniyet Müdürü Ragıp Kılıç, Dörtyol Kaymakamı Hayri Sandıkçı, İlçe Emniyet Müdürü Mustafa Yavuzyolcu ve Belediye Başkanı Fadıl Keskin, toplanan gruba dönük konuşmalar yaptı. Yetkililer tarafından sakinleştirilemeyen ırkçı grup, yürüyüşe geçerek BDP ilçe teşkilatının bulunduğu sokağa geldi. Binaya giren ırkçı bir grup, kattaki eşyaları dışarı atıp, 4'üncü katı ateşe verdi. Kürt karşıtı ırkçı sloganlar atan grup Kürtlere ait bazı işyerlerini ateşe verdi, birçok işyerine de saldırarak camlarını kırdı. İşyerindeki eşyalar ise saldırganlar tarafından talan edildi. Olayların gece geç saatlere kadar devam etmesi nedeniyle bölgeye çok sayıda asker sevk edildi.

SABAH DA DEVAM ETTİ

Ertesi sabah olaylar yeniden başladı. Dörtyol merkeze bağlı Numune Evler mahallesi ve çarşı içinde toplanan 2-3 bin kişilik bir grup, işyerlerine yeniden girerek tahrip etmeye başladı. Saldırılara tepki gösteren Kürtler de sokaklara çıkınca karşılıklı çatışmalar yaşandı. Polisin gaz bombası ile müdahalede bulunduğu olaylarda çok sayıda kişi yaralanırken çarşıdan eve gitmek isteyen Kürtlere Çerkez Kızı mevkiinde kimliği belirsiz kişiler tarafından silahlı saldırı düzenlendi, 2 kişi yaralandı. Yaralılar hastaneye kaldırıldı. Görgü tanıkları ateş açan kişinin sivil olduğunu bildirdi. Yollara barikatlar kuran Kürtler, saldırılara karşılık verdi. Olay yerine gelen BDP Hatay İl Başkanı ve Dörtyol İlçe Başkanı, mahallelerde toplanan binlerce Kürt'ü bir yere toplayarak yatıştırmaya çalıştı.

Atalay: Amanosları temizleyin

Hatay'da yaşamını yitiren 4 polis Adana Adli Tıp Kurumu'ndan alınarak, Adana Valiliği bahçesindeki tören alanına götürüldü. Törene Balyoz soruşturmasında hakkında tutuklama kararı çıkarılan 6. Kolordu Komutanı Korgeneral Nejat Bek de katıldı. Burada bir konuşma yapan İçişleri Bakanı Beşir Atalay, 'Asla yılgınlık olmayacak. Buradan ifade ediyorum. Çevre illerimizin valileri burada, bölge komutanlarımızın hepsi burada, emniyet burada... Bu Amanosları temizleyin diyorum. Ne yaparsanız yapın. Amanosları temizleyin' dedi. Saldırı ardından çıkan olaylara da değinen Atalay, şöyle konuştu: 'Dün İnegöl'de, akşam da o acılı ortamda Dörtyol'da, vatandaşlarımızı tahrik eden, birbirine karşı kışkırtanlar, bunun karşılıksız kalacağını düşünmesin. En hassas olduğumuz ortam odur. Birileri bunu istiyor.'

Vali: Anlayışla karşılıyoruz

Hatay Valiliği, Dörtyol'da gözaltına alınan 3 kişinin serbest bırakıldığını açıkladı. Valilik ayrıca ilçedeki olayları ve saldırıları da anlayışla karşıladığını belirtti. Hatay Valiliği'nden yapılan yazılı açıklamada, 'Kapalı kasa kamyonetten uzun namlulu silahlarla Dörtyol İlçe Emniyet Müdürlüğü'ne ateş açıldığı şeklinde çıkan haberler doğruyu yansıtmamaktadır. Dörtyol İlçe Emniyet Müdürlüğü'ne hiçbir şekilde ateş açılmamıştır. Olayla ilgili olarak yakalanan olmamıştır. Olaydan sonra gözaltına alınan şahısların bahse konu olayla herhangi bir ilgilerinin olmadığı anlaşılmış ve yetkili cumhuriyet savcısının talimatı ile serbest bırakılmışlardır. Vatandaşlarımızda oluşmuş bulunan infial anlayışla karşılanmaktadır' denildi.

Bir kişi öldürüldü

Dörtyol'da polise yönelik gerçekleştirilen silahlı saldırının ardından, bir işlem için karakola giden bir yurttaşın 'şüpheli' sanılarak karakol önünde taranarak öldürüldüğü ileri sürüldü. Hatay'daki saldırının ardından, bir işlem için karakola giden bir yurttaşın 'şüpheli' gerekçesiyle öldürüldüğü belirtildi. Konuya ilişkin bilgi veren BDP Erzin İlçe Başkanı Hüseyin Ür, 'Kaymakam beyle görüştüm. Bana 'bir vatandaş karakola gitmiş ve karakoldakiler terörist sanarak taramış' dedi' şeklinde konuştu. BDP Hatay İl Başkanı Mehmet İnsan da, görüştüğü emniyet yetkililerinin bir kişinin yaralı olduğunu kabul etiğini ve Adana Balcalı Hastanesi'ne sevk edildiğini belirttiklerini söyledi. İnsan, emniyetin yaralı iddiasına karşılık vatandaşların ve görgü tanıklarının şahsın öldürüldüğünü söylediklerini ifade etti.

'Halkımız kendisini savunsun'

Kürtlere yönelik yapılan saldırıları değerlendiren BDP Eşbaşkan Yardımcısı Nihat Oğraş, 'Saldırıların biri bitmeden diğeri başlıyor. Öyle görülüyor ki bu saldırılar organizeli bir şekilde yürütülüyor. Biz halkımıza şu mesajı veriyoruz, saldırılara karşı kendilerini savunsunlar. Özellikle batıda yaşayan Kürtler kendi örgütlülüklerini güçlendirsinler' dedi. Hatay'a da bir heyet göndermeyi düşündüklerini belirten Oğraş, olaylarla ilgili İçişleri Bakanlığı nezdinde girişimlerini sürdürdüklerini belirtti. Oğraş, 'Bakanlık, kontrolün sağlandığını söylüyor ama polisin gözetiminde hem de İçişleri Bakanı Beşir Atalay'ın orada bulunduğu bir günde bir saldırı oldu. Bu konuda siyasi iktidarın büyük sorumluluğu var' diye kaydetti. BDP Eşbaşkanları ise saldırılara ilişkin bugün Diyarbakır'da basın toplantısı düzenleyecek.
Can güvenliğimiz yok

BDP Dörtyol İlçe Başkanı Halil Baybaris, saldırıdan önce defalarca Emniyet Müdürlüğü'nü aradığını ve yetkililerin kendisine dönmediğini ifade ederek, 'Partimize yönelik bir saldırı oldu. Partimizi yaktılar. Ayrıca çarşı merkezinde Kürtlerin işlettiği kahvelere ise motolofkokteyli atılarak yakıldı. Şu an kaygılıyız. Bizi korumakla görevli olan polis ise telefonlarımıza cevap vermiyor. Şu an burada bulunan hiçbir Kürt'ün can güvenliği yok. Hepimiz kaygılıyız' diye konuştu.

Devletin iflas etmesi

“Ulusal devletin sonu geldi” belirlemesini yaklaşık çeyrek yüzyıldır duyuyoruz. Küreselleşme adı da verilen kapitalizmin son aşamasının ulusal devletleri ortadan kaldırma yönünde ilerlediği sık sık söylendi. Gerçekte ise başka bir gelişme oldu.

1980’li yılların ortalarından başlayarak yaşanılan SSCB’nin ve Doğu Avrupa’daki sosyalist ülkelerin dağılma sürecinde kısa sürede 17 yeni devlet ortaya çıktı. 2006’da bunlara Montenegro da eklendi. Bu sayıya son olarak Kosova’yı da eklersek sayı 19’a ulaşır.

Yaşanılan ulusal devletlerin ortadan kalkması değil, yenilerinin kurularak sayılarının artmasıdır.

“Birden fazla etnik kimliği bünyesinde barındıran devletler parçalandılar” türü bir saptama da doğru olmaz. Yeni kurulan ulusal devletler de birden fazla etnik kimliği barındırıyorlar. Örneğin SSCB’nin dağılması sonucu ortaya çıkan ülkelerde genellikle Ruslar da yaşıyorlar.

Yeni ülkelerin büyük bölümü, son örnek Kosova örneğinde olduğu gibi oldukça homojen bir etnik nüfusa sahip değildir.

Devletlerin parçalanmalarının nedenleri değişiktir ve her somut örnekte ayrıca incelenmeleri gerekir. Bu konuda genelleme yapmak mümkün değildir.

Kendi dilini ve alfabesini kullanamayan bir etnik kimlik, hem bunu yapabilmek ve hem de ülkesindeki zenginliklere sahip çıkabilmek için ayrılma yolunu seçebilir.

Azerbaycan bu konuda tipik örneklerden bir tanesidir. Önce Arap, devrimden sonra Latin ve daha sonra da Kiril alfabesine sahip olan ülkede anadil Rusça idi. Anadilin Azeri Türkçesi olması 1990 sonrasındadır.

Sadece ideolojiyle yeni bir devlet ve yeni bir halk yaratılamıyor.

SSCB’de 74 yılda etnik kimliklerin yerini alacak “Sovyet insanı” yaratılamadı. Bu insan ortaya çıkmayınca bunun devleti de oluşamadı. SSCB, Sovyet insanından çok Rus etnik kimliğinin ya da Ruslaşmış olanların devletiydi.

Daha küçük bir örnek olarak Demokratik Almanya Cumhuriyeti verilebilir. Bu ülkede yaşanan 44 yıllık sosyalizm, ikinci bir Alman halkını ortaya çıkarmakta başarılı olamadı.

Devletlerin parçalanmaları, söz konusu devletlerin farklı etnik kimlikleri bir arada tutma kapasitesini kaybetmelerinin sonucudur. Bu sonucun nedenleri değişiktir.

Avrupa Birliği ülkelerinde kendisini gösteren ve “büyük devletten” koparak kendi devletini kurmak isteyen hareketlerde; etnik kimliğin reddedilmesi, dilinin ve kültürünün yasaklanması ya da önemli oranda kısıtlanması, yerel yönetim organlarına sahip olunmaması söz konusu değildir.

Söz konusu unsurlar haklı ayrılık gerekçeleri olabilirler, ama bunlara sahip olunması da ayrılık gerekçesinin tümüyle ortadan kalktığı anlamına gelmez.

Ülkenin bir bölümünde yaşayanlar diğer kesimlere göre daha büyük zenginliğe sahiptir ve ayrılmak isteyebilirler. İtalya’nın kuzeyinde görülen bu durumu Almanya’da göremezsiniz. En zengin eyalette yaşayan ve değişik bir Alman olan Bayernliler arasından Almanya’dan ayrılma talebi duyulmuyor.

Bunun nedeni, kabaca, ortak tarihsel kimliğin güçlü olmasıyla açıklanabilir.

Ortak tarihsel kimlik yeterince güçlü olmadığında, etnik kimlikler her türlü hakka sahip olsalar bile, bir arada yaşamaları sorunlu olabiliyor. Ortak devletin onları bir arada tutma kapasitesi zayıflayınca, ayrı devletler ortaya çıkıyor.

Sonuç olarak, buraya kadar anlatılanlardan hareketle, “ulus devletin sonu” ya da “Avrupa’da ulus devlet çöküyor” gibi saptamaların fazlasıyla erken olduğu belirtilmelidir.

Ulus devletlerin değişiminden söz etmek daha doğrudur.

FIRAT’IN BATISI VE DOĞUSU

Buradan İnegöl ve Dörtyol’da yaşanılan, daha önce Fırat’ın batısındaki başka beldelerde görülen olaylara geçersek, kısaca şöyle bir saptama yapabiliriz:

Bu tür olaylar Türkler ve Kürtler arasındaki ortak tarihsel geçmişi tahrip etmektedir. Kosova örneği bu yönden önemlidir. Birkaç yıl Sırplarla savaşan ve onlar tarafından sürülmek ve ayrı bir halk olarak yok edilmek tehlikesiyle karşı karşıya kalan Kosova Arnavutlarının, özerkliğin her türlü hakkına sahip oldukları zaman bile, Sırplarla bir arada yaşamaları zordur.

Ülkenin birliğini ve bütünlüğünü koruduğunu zannedenlerin bunu bir an önce anlamasında sayısız yarar vardır.

Aksi durumda, uzak olmayan günün birinde, “her çeşit hakkınız var, o zaman derdiniz nedir?” sorusunun anlamı kalmayacaktır.

Etnik temizlik hazırlığı mı?

Ruanda sokaklarında, Hutular'ın Tutsiler'e karşı başlattığı saldırılar toplu cinayetlere dönüştüğünde, konunun muhatabı Batı'lı devletler ve onlara bağlı (NGO'lar) kuruluşlar, bu ülkede yaşananın, "adını" koymaya çalışıyorlardı. Sözkonusu kuruluşların üzerinde tartıştıkları, Ruanda'da yaşananların, "katliam, soykırım, etnik temizlik, jenosit v.s" olup olmadığıydı.

Ancak bu tartışmalar sürerken bu küçük Afrika ülkesinde birkaç ay içerisinde bir milyona yakın insan öldürüldü. Adı ne olursa olsun bu insanlık trajedisi karşısında, "modern, medeni dünya" sessiz kaldı. O nedenle, bugün Kürt sorununun çözümünü, "birlikte yaşamak zorunda mıyız", "Kürtler ayrılırsa üçüncü sınıf bir ülke olur" söylemiyle gerçek mecrasından uzaklaştıran yaklaşımlar, hızla sürüklenme tehlikesi olan durumu perdeliyor. İş o ki, sorunun gerçek adı bir milyon sivil ölmeden konulabilsin. Sorunun doğru tarifi her zaman çözüme bir adım daha yaklaştırır.

Bir süredir, başta Batı illeri olmak üzere Kürt halkına karşı sistemli bir biçimde yürütülen fiili saldırıların, bugün açık linç girişimlerine dönüştüğü görülüyor. Bir yandan, AKP Hükümeti eliyle yürütülen, "Açılım" politikalarıyla Kürt iradesini manipüle etmeye çalışan sivil-askeri bürokrasi, öte yandan da Habur girişi gibi barışçıl Kürt yaklaşımlarını, Türk milliyetçiliğinin azgınlaştırılmasında malzeme olarak kullandı.

İnegöl'de, gözaltına alınan Kürt gençlerini linç etmek üzere ilçe emniyet müdürlüğü önünde toplanan ırkçı güruhun, resmi polis araçlarını yakacak cesareti göstermesinin ardındaki dayanağın dikkatle irdelenmesi gerekir. Haklı olsa dahi hiçbir hak arayışı gerekçesiyle resmi güvenlik güçleri ile karşı karşıya gelmemeye özen gösteren, geldiğinde de istiklal marşı söyleyerek "eylemini" tamamlayan Türk milliyetçilerinin birden polis araçlarını ateşe verecek cesarete kavuşmaları dikkat çekicidir. Yine bu gruba destek amacıyla çok kısa bir sürede Bursa'dan yola çıkarak ilçeye gelen Alperen Ocakları üyeleri bu linç girişiminin önceden planlı ve ne denli örgütlü olduğunun bir kanıtıdır.

SON 4 YILDA 50 LİNÇ GİRİŞİMİ

İnegöl'de örgütlenen linç girişimi, Kürtlere yönelik ilk girişim de değil. Başta, Batı illeri olmak üzere, son dört yıl içerisinde Kürtlere yönelik elliye yakın linç girişimi yaşanmasına karşın, egemen Türk basını bu olaylara "haber değeri" biçmemekte. Haber değeri gördüğünde ise, İnegöl örneğinde de olduğu gibi, "Doğulu vatandaşların başlattığı kavga" başlıkları ile Kürtleri hedef gösterir bir üslubu kullanmaktadır. Haberleri ile Kürtleri ırkçı saldırıların hedefi haline getiren Türk basını, bu saldırıları ise, "öfkeli halkın tepkileri" olarak tanımlayıp meşrulaştırmaktadır. Burada resmi devlet görevlisi vali, kaymakam gibi devlet erkanının da bu saldırganları, "bir grup sarhoş vatan severin hassasiyeti" biçimindeki kılıf uydurmaları da saldırganları cesaretlendirmenin resmi yoludur.

Seksen yıllık cumhuriyet tarihi boyunca, en belirgini 6-7 Eylül olayları olmak üzere birçok faşist saldırının örgütlenmesinde devlet görevlilerini, hatta bugün siyaset yapan bazı kadroların görev aldığı artık bir sır değildir. Yakın uzak geçmişimizde yaşanan, Maraş Katliamı, 1 Mayıs 1979 katliamının da devlet güçlerinin denetim ve kontrolünde sivil faşist güçlerin kullanılması yoluyla yapıldığı da belgelidir. Tüm bu saldırılar özünde etnik temizlik dürtüsü barındırmaktadır.

MARAŞ VE RUANDA’DAKİ RADYO MESAJLARI

Maraş Katliamı'nda saldırıların başlaması mesajının iletilmesinde radyo, Ruanda'daki aktör radyodan yıllar önce kullanılmıştır. Maraş'ta, sivil faşistlerin saldırıları, TRT Radyosu'nun Ankara Haber Merkezi'nde çalışan Muammer Yaşar Bostancı'nın, yerel muhabirden gelen haberi değiştirerek, "Komünistler camilere saldırdı" şeklinde vermesiyle başlamıştır. Geçmiş tecrübeler göz önüne alındığında, ne yazık ki bugün yaşananların çok daha acı sonuçlara gebe olabileceği endişesi belirmektedir.

Özellikle, iktidardaki AKP milletvekillerinin Kürt sorunu konusundaki ikiyüzlü yaklaşımları, bir etnik temizlik hazırlığını çağrıştırmakta. Cemil Çiçek’in, Kürtler'i hala asimile edemedikleri söylemesi ile Vahit Erdem'in seçmenlerine, "Kürtler her şeyi ele geçirdi, böyle giderse Türkler azınlıkta kalacak harekete geçin" tahrikinin kısa sürede, Kürtler'in ticarethanelerine yönelik fiili saldırıya dönüşmüş olması karşı karşıya olunan tehlikeyi gözler önüne sermesi bakımdan çok önemli görünüyor.

Etnik temizlik kavramı uluslararası literatürde, "etnik olarak homojen olan bir yerleşim birimini, içinde yaşayanlar açısında, işkence, zorunlu göç, özel ve kültürel mülklerinin imhası, yağma ve cinsel şiddet yoluyla yaşanamayacak hale getirme" olarak tarif ediliyor.

SİSTEMLİ ‘KÜRTSÜZLEŞTİRME’ POLİTİKASI

Bugün, Dörtyol'da yaşayan Kürtler ilçe merkezindeki evlerini boşaltarak, "güvenli bölge" olarak gördükleri Kürt mahallesine sığınmak zorunda kaldı. Yine, İnegöl'de yaşayan Kürtler, can güvenliklerinin olmadığını, iş yerlerinin talan edildiğini, evlerinin ise kuşatma altında olduğunu belirterek artık bu ilçede yaşama şanslarının kalmadığını söylüyorlar. Maraş Katliamı sırasında önceden işaretlenen evlere düzenlenen saldırılarda yüzlerce insanın katledildiği hatırlanırsa, bugün "vatansever" ve "hain-bölücülüğün" ayrıştırıcısı bayrak asma "ritüelini" yerine getirmeyenler Maraş'ta katledilenlerle aynı akıbeti yaşamakla tehlikesiyle yüz yüzeler. Nitekim, Dörtyol'da, sadece Kürtler değil bu ölçülere uymayan demokrat Türklerde saldırıya uğruyor.

Bu ilçelerde Kürtler'in maruz kaldıkları saldırı karşısında ortak tavır alarak dayanışma içinde davranmamaları durumunda ciddi can kayıplarının yaşanacağı da kesindir. Kürtler'in örgütlü yapısı bu dozdaki saldırılarda can kaybını önleyebilir. Ancak daha kapsamlı saldırılar karşısında Kürtler korumasız dorumdadır.

Dün, savaş gerekçesiyle, boşaltılan köylerden yaşanan zorunlu göç sonucu ortak yaşam alanı haline gelen Batı illeri, bugün sistemli bir biçimde 'Kürtsüzleştirme' politikasına tabi tutulmaktadır. İzmir Kadifekale'de yaşayan yoğun Kürt nüfusu, Kentsel dönüşüm adı altında evlerinden çıkartılarak şehir dışındaki TOKİ binalarına göçe zorlanıyor. Ülkenin merkez politikasından dışlanmak istenen Kürtler yaşadıkları şehir merkezlerinden de periferilere sürülüyor.

Kimse unutmamalı ki, etnik kimliklere dayalı sorunların da, etnik temizliğe varan saldırganlıkların da kaynağı ulus devlet belasıdır. Her ne kadar demokratik olmaya çalışsa da kuruluşu ile birlikte yok etmeye yeltendiği diğer kimlikler karşısında, çoğunluk tiranlığına dönüşen ulus devletler demokrasilerini de geliştiremiyorlar.

AKP UÇURUMA GÖTÜRÜYOR

AKP Hükümeti'nin gerilla cenazelerine yapılan işkenceler konusunda BDP'nin uyarılarına kulak asmaması ırkçı, faşist saldırganlığın işaret fişeği oldu.

Seksen yıllık cumhuriyetten kaynaklı tüm sorunları sekiz yıllık iktidarının son çeyreğinde, ele aldığı algısı yaratmaya çalışan AKP, sırf kendi iktidarının skor tabelasını doldurmak endişesiyle ülkeyi uçurumun kıyısına sürüklüyor. "Kürt açılımı" diyerek çıktığı yolda, kendi yarattığı sorunları gidermeyi açılım olarak dayatan AKP'nin, Kürt sorunu karşısında takındığı, yarım yamalak ve pragmatist demokrat kimliği sorunları daha da çatışmalı bir zemine sürükledi.

Bugünkü yaşanan iç savaş potansiyelli durumun nedenini salt Kürt Özgürlük Hareketinin silahlı mücadelesine bağlamak, resmi devlet ideolojisinin bugüne kadar yaptığı gibi bundan sonra da çıkabilecek bütün sorunların 'hazır' gerekçesini kurumsallaştırmak olacaktır.

Kürdistan gerçekliğine, batılıların Ruanda'ya baktığı mesafeden bakarak tarif aramak yarının telafisi mümkün olmayan sonuçlarına yataklık edebilir.

canerdem2126@gmail.com

Kürd ve Arnavut

Arnavutlar Balkanlarda yaşayan ve sayıları takriben 8 milyon civarında olan bir millet.
Arnavutların çoğunluğu Müslüman, lakin buna mukabil azımsanmayacak boyutlarda İsevi bir Arnavut cemaatte bulunmakta.
Arnavutlar ile Kürtleri kıyaslayıp Türk resmi ideolojisinin laçkalığını biraz deşifre etmek, tabiri caiz ise biraz muziplik etmek istiyorum.
Önce Arnavutları ele alalım ;
Arnavutlar; Kosova-Karadağ-Arnavutluk-Yunanistan ve Makedonya arasında büyük bir Arnavut devleti teşkil etme gayesi güdüyorlar.
Gega ve Tosk diye sıfatlandırılan iki ayrı Arnavut lehçesi mevcut. Gega kökenlilere ''köylü'' Tosk kökenlilere ise ''şehirli'' Arnavutlar lakabı verilmiş.
İki bağımsız Arnavut devleti önümüzde durmakta, birisi henüz kör kötük bir demokrasiye sahip olan Arnavutluk, diğeri ise ABD şemsiyesi altında devletleşen Kosova.
Makedonya'da muhalefette etkin olmakla beraber siyasal statü olarak geride olan bir Arnavut politik duruşu gözükmekte,
Yunanistan ve Karadağ Arnavutları ise zayıf bir milli hissiyata sahipler.
Arnavutların Hristiyan inancına mensup olanlarının ekseriyeti Katolik, buna mukabil özellikle Tiran ve Yunanistan dolaylarında yaşayan Ortodoks-Arnavutların sayıları yüzbinleri buluyor.
Anlayacağınız Kürdlerin Arnavutlar ile ortak noktaları çok ...
Kürdlerde dört değişik lehçe konuşuyorlar. Nasıl ki Sırp Milliyetçileri ''bunların resmi bir ortak dili yok'' uydurmasyonuna sığınıyorlar, aynı şekilde Türk Milliyetçileri de ''Kürdlerin anlaştıkları bir ortak dilleri yok'' hazeyanına bel bağlıyorlar. Sırplara göre Arnavutca latincenin bir alt şivesi, ''kimi'' Türklere göre ise Kürtçe ''Arabca-Farsca-Türkçe'' karışımı bir laf kalabalığı.
Kürdlerin ekseriyeti Müslüman olmakla beraber, Ezidi ve İsevi Kürdler de mevcut. Ayrıca nasıl ki Arnavutların hepsi sunni değil, Kürdlerin de Şii ve Alevi inancına bağlı Müslümanları mevcut.
Şu an itibariyle bağımsız bir Kürd devleti yok, mamafih Milliyetçi Kürdlerin nihai hedefi dört parçada bağımsız bir büyük '' Kürdistan'' kurabilmek.
Şimdi gelelim Türk resmi ideolojisinin pervasızlığına ...
İş Arnavutlara gelince birden bire bu topluluk ''Müslüman, dini bütün, iman sahibi ve mazlum bir millet olarak palazlandırılıyor.''
Hocaefendiler; Sırp vahşetini vurgulayan hutbelerle cemaatleri bolca gaza getiriyorlar.
Kosova ve Arnavutluk Balkanlarda ki Müslüman ''dost ve kardeş'' ülkeler olarak lanse ediliyor.
Resmi ideoloji olayı o kadar çığrından çıkarıyor ki; bölgeyi tanımayanlar, Arnavutların islamın yegane savaşcısı Peygamber torunları olduklarına çabucak kanıyorlar.
Kürd milliyetçileri ise aynı Milliyetçi tavırları takınınca, yani;
Benim lehçelerim farklı olabilir ama bir ulusum ve milli dil talebim var, kimlik talebim var, kendi kaderimi kendim belirlemek istiyorum deyince, yediği damga ''dinsiz, imansız, kitapsız, abdestsiz terörist'' oluyor. deyince, yediği damga oluyor. ABD güdümünde kurulan ve yegane amacı Balkanları ABD adına kontrol altında tutmak olan laik ve seküler ''Kosova'' derhal resmi olarak kabul edilip tanılıyorken, Güney Kürdistan'daki federatif yapının devletleşmemesi için bulunan bahane ise '' Güney'in ABD güdümünde olduğu'' iddiası oluyor.
Arnavutların sürgünde kurdukları ve Sırp devleti tarafından tanınmayan sürgün hükümetine zamanında sahip çıkılıp, ''ayrılıkcı'' Arnavutların sırtları sıvazlanırken, Kürdlerin meşru parlementosuna ''K.Irak'taki sözde Kürd Parlementosu'' yakıştırması takılıp, bölgenin siyasal vicdani tiye alınıyor.
Şimdi sormak istiyorum, be hey utanmaz, arlanmaz köftehorlar siz de hiç mi yüz yok? Hiç mi haya bilmezsiniz?
Tüm Kosova Parlementosunda namaz kılan vekil sayısı 1 iken (ki ''o'' vekilde çingene orjinli bir müslümandır), Güney'deki Parlemento'nun neredeyse beşte biri İslamcı partilerin vekillerinden oluşuyor.
Arnavutlar arasında dini bilgiler yerlerde sürünüyor, Din insanlar için hiçbir anlam ifade etmiyorken, Kürdler Ortadoğu'da ki islama en fazla bağlı topluluklardan birisini oluşturuyorlar.
Arnavut Milliyetcileri islamlaşmayı Arnavut kimliğine ihanet olarak değerlendirip, Müslümanlara karşı savaşmış yeniçeri devşirmesi ''İskender Bey'i'' ulusal önder olarak ele alırlarken, Kürdlerin ekseriyeti kendilerine Şeyh Sait, Bediüzzeman, Kadı Muhammed ve zamane Hüseyinlerini örnek alıyorlar.
Kürdler arasında marksizme dayalı seküler-milliyetçilik anlayışı sadece tavandan bir kısım entel-dantel arasında taban bulup sönük kalmışken, Arnavutlar toplu halde milliyetçilik şarabından içip sarhoş olmuş haldeler.
Kürd kadını arasında hicapsızlık bugün dahi ayıplanırken, Arnavutların ekseriyeti örtünme ayetinden bihaber yaşıyorlar.
Be köftehorlar, neden bu Arnavutları bu kadar koruyor ve kolluyorsunuz?
Yoksa Çankaya'da ki büyüklerinizin milli çıkarları bunu gerektiriyor diyemi?
Bu yüzden mi en koyu milliyetçileriniz, Arnavutların cenge tutuşup katline iştirak ettiği sultanlarınızın türbesine ziyarette bulunup, Allah'tan Arnavutlara devlet kurmasını niyaz ediyor?
Bu yüzden mi Hakkari'ye yol getiremeyenler Tiran'da yüzlerce istihdam sahası açıyorlar?
Bu İslamı ulusal çıkarlara alet etmek değilmidir?
Bu iki yüzlülük değilmidir?
Merakımdan soruyorum, Barzani ''yahudi'', Şeyh Said ''ingiliz piyonudur'' diye nağmeler düzen devletlüler, neden Arnavutların merhum lideleri Rugova'nın Vatikan'da vaftiz olup din değiştirdiğini gizliyorlar?
Kürtler Türkmenleri kesiyor tantanasıyla gariban Türk milletini gaza getirenler, Kosova'da Arnavut olmayan Müslüman Boşnak,Çingene ve Aşkali'lere yapılan kültürel ve siyasal asimilasyonu neden hiç gündeme getirme erdemliliğinde bulunmuyorlar?
Yoksa; Kürdlere milli çıkarlara ters gelen isteklerde bulunduklarından dolayımı karşı geliyorsunuz?
Bu ne dandik resmi politika anlayışıdır! Güçlü ve büyük bir ülke bu kadar dar bir perspektif baz alınarak vucuda getirilebilinirmi?
Hak ve adaleti resmi ideolojinin terazisinde tartan bu sakat anlayışın ne Türk milletine nede gariban Kürd milletine bir hayrı dokunur.
Artık Türk milletinin bol milliyetçi lakırtılar ile kendisini keklik niyetine kullanan bu resmi ideoloji papazları ile yüzleşmesinin vakti geldi de geçiyor.
Sözün kısası ...
Birileri kandırılan ve duyguları ile oynanan Türkleri uyandırmalı.
Yasar Gülen
y.gu.len_@hotmail.com

İnegöl'de aslında ne oldu?

İnegöl'de yaşananlarla ilgili medyada yer alan yanıltıcı haberlerin ardından, BDP Bursa İl Örgütü bir basın açıklaması yaparak gerçekleri anlattı. BDP Bursa İl Örgütü'nün açıklaması:

 
"Dün gece saatlerinden itibaren basına Bursa İnegöl'ün karıştığına dair yansıyan haberler üzerine, duyarlı arkadaşların merak ederek bizlere ulaşmaya çalışması üzerine ve basında çıkan yanıltıcı haberler üzerine kısa bir açıklamayı paylaşmak istedik.
 
Bursa İnegöl ilçesi'ne bağlı Karadere -şimdiki adıyla Huzur mahallesi- yaklaşık 15 binin üzerinde Kürt'ün yaşadığı bir bölge. Burada ağırlıkla Kürtlerin yaşamasından kaynaklı milliyetçi yükseltilen tepkilerle, aslında bir süredir bu bölgenin boşaltılması gibi çalışmalar da sürmekte. Ve dönem dönem farklı gerekçelerle İnegöl ile bu Huzur mahallesi arasında gerilimler yaşanmaktaydı. Kürtlere yönelik genel tepkinin yanı sıra, belde ile İnegöl içindeki minübüs hatları arasında bir güzergah sorunu yaşanıyormuş.
 
Dün akşam saatlerinde seyahat halindeki Karadere-Huzur mahallesinin bir minibüsünün yolu İnegöl içinde kesilince tartışma yaşanıyor. Tartışmanın olduğu yerdeki kahveden de insanların karışmasıyla, tartışma yaralamaya dönüşüyor. İnegöl içinden saldırganlardan bir kaç kişi yaralanıyor. Ve Karaderelilerin minibüsünden üç kişi gözaltına alınarak İnegöl emniyetine götürülüyor.
 
Olayı duyan gözaltındakilerinin aileleri Emniyet Müdürlüğü'ne gidip çocukları ile görüşmek istiyorlar.
 
Bu arada dün Bursa'da MHP mitingi vardı ve MHP başkanı İnegöl'e bağlı Cerrah beldesine de gitmiş..
 
Yani ortalarda dolanan bir MHP kitlesi de var.
 
Kısa bir süre içinde adli bir olay, İnegöl içerisinde Kürtlere dönük bir milliyetçi linç girişimine dönüştürülüyor. "Kahrolsun Kürtler, Emniyet içinde PKK'liler varmış, iki kişiyi öldürmüşler, onları bize verin" gibi sloganlar eşliğinde Emniyet önünde toplanıyorlar. Basına yansıyan görüntüler bu toplanan kitle içinden. Beş binin üzerinde toplanan ırkçı kitle, kimi dükkanlara, Kürt olduğu düşünülen kimi yerlere ve "Kürtleri koruyorsunuz" diye emniyet vs. mensuplarına dönük saldırganlıklarını sürdürüyorlar.
 
Bu arada gözaltına alınan çocuklarını görmeye giden aile emniyete sığınıyor. Bu ırkçı kitlenin toplandığı ve İnegöl'e gidenlerin emniyette tutuldukları bilgisinin Karadere'ye ulaşması üzerine, Karadere'den Bursa-Ankara yoluna inenler, yolu iki yönlü trafiğe kapatıyorlar.
 
Emniyet müdürlüğü ile yaptığımız görüşmeler üzerine, Karaderelilerin yolu kestiği bölgeye gece ulaştık. İnsanlar, "Artık yeter, her seferinde, ne olursa olsun, 'Kahrolsun Kürtler' diye yürümelerinden bıktık. İnegöl içinde mahsur kalanlar yanımıza gelmeden ve ordaki toplanan kalabalık dağıtılmadan bu yolu açmayacağız, oradaki insanlarımızın can güvenliğinden endişe ediyoruz" diyorlardı. Ordaki kalabalık dağılmadıkça burda da insanların yolu açmama kararlılığı, ve uğradıkları ayrımcılığa artık itiraz eden bir kararlılık vardı.
 
Kısacası televizyonlara yansıyan karışıklık görüntüleri, İnegöl içindeki toplanan ırkçı saldırganların yarattığı görüntülerdir. Kürtlerin yol kestiği güzergahta bir tek taşkınlık söz konusu olmamıştır. Hatta trafik kesildiği için yolda bekleyenlere mahalle sakinleri arada su dağıtarak, mağduriyetten kaynaklı anlayışlarını rica edip, yaşadıkları sıkıntıların üzerinden bu yolu kesmek zorunda kaldıklarını anlatmaya çalıştılar. Ve tek bir sıkıntı bu bölgede yaşanmadı.
 
İnegöl'de mahsur kalanların gelmesiyle birlikte de yol trafiğe açılmıştır.
 
Olayın gerçek yüzü budur.
 
Aslında bu yaşanan olay bir kez daha ülkede tehlikeli bir milliyetçi tırmanışı ve Kürtlere dönük ayrımcılığın tetiklendiğini ve aslında halkların tehlikeli bir şekilde birbiri ile karşı karşıya getirilmeye çalışıldığının bir göstergesidir.
 
Tabii her zamanki gibi medya yine Kürtler'i tartışacak, tartıştıracak bir sunuş yapacaktır, yapmaktadır. Ama olayın tanığı olan bizler bu gerçek durumu sizlerle paylaşmak istedik.
 
Ve önümüzdeki günlerde yine bu şekilde Kürtlere dönük yapılabilecek herhangi bir saldırı karşısında Bursa'nın demokratik kamuoyunun gereken tepkiyi göstereceği inancındayız."
 
BDP BURSA İL ÖRGÜTÜ

AKP ve Turk Devletinin Filistin Hamiligi Ikiyuzlulukten Ibarettir

Globalleşen Dünyada Global Irkçılık ve Antisemitizm
Globalleşen dünya, uzlaşmaz zıtlıklar arasında gittikçe derinleşen uçurumu her zamankinden daha net görmemizi sağladı. Gelir dağılımındaki devasa eşitsizlik, bağımlı ülkelerin zenginlik kaynaklarının “gönüllü” olmazsa silah zoruyla gasp edilmesi, çalışan insanların kitleler halinde işlerini kaybetmeleri, sağlık, eğitim vb. imkânlardan yararlanmadaki eşitsizlik insanların geleceğe olan güvenlerini derinden sarsmaktadır. Dünyanın gittikçe azalan mutlu azınlıkları için legalleştirilmiş hırsızlığın, ölçüsüz savurganlığın, ahlaki çürümenin rayından çıktığı her dönemlerde, ekonomik kriz kapıya dayanmaktadır. Krizin bedelini ödetmek için çalışan yığınlara kesilen ağır faturaların yarattığı öfkenin, yanlış hedeflere yönlendirilmesi için bilinçli olarak kışkırtılan ırkçı nefret ilkel bir manipülasyon aracı olarak insanlığı tahrik etmektedir. Böylesi kritik dönemlerde , "yabancı" düşmanlığı ile birlikte, antisemitizm ve antiziganizm, tehlikeli bir toplumsal “hastalığa” dönüşmektedir. Holocaust inkarcısı aşırı sağcılar kendilerinde, neredeyse bütün Avrupa’nın meclis kürsülerinden insanlığı yeniden tahrik etme cüretini bulabilmektedirler. Bundan güç alan sokaktaki ırkçılık “yabancıları” Yahudi halkını, Roman-Sinti halkını doğrudan hedef almaktadır.
 
Örneğin, Avrupa’nın en liberal ülkelerinden bir kabul edilen Hollanda’da yapılan son seçimlerde, ırkçı PVV (Özgürlük için Parti) parlamentoda ikinci politik güç haline getirmiştir. Yakın geçmişinde, 500.000’e yakın Yahudi vatandaşını Nazi Almanya’sına teslim eden Macaristan’da, bu gün de açıktan Romanlara saldıran, ülkeden çıkarmak için açıktan tehdit eden ırkçı Jobbik Partisi Parlamentoda üçüncü politik güç haline gelmiştir. İtalya’da defalarca romanlara saldıran barakalarını ateşe veren, döverek yaralayan, eli sopalı paramiliter faşist çeteler, polise takviye güç olarak “asayiş” rolü üstlenmektedirler. Sağcı Berlusconi hükümeti ülkede bulunan bütün Sinti-Romanların (çocuklar da dâhil) genetik parmak izlerini arşivlemiştir. Bu tür ürkütücü ırkçı gelişmelere dair daha sayısız örnekler verilebilir. Tamda böylesi bir ortamda yerden mantar biter gibi hızla çoğalan Filistin “dostlarının”, hangi amaca hizmet etmek istediklerine, hem antisemitizme ve antiziganizme karşı mücadele açısından, hem de Filistin’de barış ve gerçek dostluk açısından eleştirici bir gözle bakmak gerekmektedir. Ezilen halklara düşman olan Türk egemenliğinin Filistin halkına dost olması abestir! 1894’ten 1923’e kadar Türkiye denen coğrafya bir halklar mezarlığına dönüştürülmüştür. Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli, vahşeti doruklara tırmandıran 1915 soykırımı ile atılmıştır. O günden bu güne egemenlik zihniyetinde hiçbir değişiklik olmamıştır. Türkiye’de bazen açık militarist, bazen “sivil” görünüm arz eden faşizmin, bir iktidar modeli olarak oturtulmuş olması ve “muhalefetin” sisteme entegrasyonu, ırkçılıktan kaynaklanan gerilim ortamını, sürekli kılmaktadır. Bunda Türkiye’nin tarihi geçmişinde işlemiş olduğu soykırımları inkâr etmesinin ve bu gün de, ülkenin etnik yapısını Türkleştirmek için soykırım siyasetini devam ettirmesinin rolü tayin edicidir. Türkiye’de sistemin Türklük şablonuna uymayan her etnik kimlik ve dini inanç grubu az ya da çok her zaman Türk ırkçılığının zulmüne maruz kalmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti egemenliği altında kendi ulusal kimliğinden ve dini inancından vazgeçmeyen halkların “yabancı” sayılması ve “düşman” muamelesi görmesi hiç gündemden düşmemektedir. Bu nedenle farklılıklara düşmanlık Türkiye’de çok çeşitlidir. Yahudi düşmanlığı, Ermeni düşmanlığı, “Yunan” düşmanlığı, “Çingene” düşmanlığı, Süryani, düşmanlığı, Kürt düşmanlığı, Alevi düşmanlığı, Laz, Arap... Say da say! Biraz gülünç gelse de acı gerçekliğimiz aynen böyledir.
Türkiye, 21.yüzyılda Nazi Faşizminin standart yapıtı olan “KAVGAM”ı bestzeller yapma “onuruna” bu düşmanlıklar sayesinde kavuşmuştur. Kitap okuma alışkanlığı dünyanın en geri sıralarında seyreden bir ülkenin, okur çoğunluğunun da Hitler gibi milyonların katili bir insanlık düşmanının karanlık fikirlerine böylesine sempati duyması, düşündürücü olmanın da ötesinde, tehlikeli bir utanç tablosu sunmaktadır.
Dibe vuran ırkçı nefret, "Mavi Marmara” Gemisindeki çatışma sonucunda bir kez daha ayyuka çıkmıştır. İsrail’i protesto etmek amacıyla Saadet Partisi inisiyatifinde İstanbul’da düzenlenen bir mitingde “efsane lider Hitler”in ruhu çağrılmaktadır. Bu durumu, İnsan Hakları Derneği ve bazı duyarlı aydınların kınaması üzerine Saadet Partisi sözcüsü şöyle bir açıklama yapma mecburiyeti hissetmiştir:
"Böyle bir pankart mitingde yer aldý ise buna üzüldüm. Ve bu pankartý görmüþ olsaydýk zaten indirtirdik.. Hitler bizim için ne efsanedir ne de liderdir. Yüz binlerin olduðu bir mitingde maalesef bazý þeyler kaçýyor.. 300 sivil toplum kuruluþunun destek verdiði böylesi meþru bir eylemin bir pankart vesilesiyle gölgelenmesine siz dâhil kimsenin gönlü razý olmaz. Dahasý, sadece pankarta konu olan cümlenin ele alýnýp kýnandýðý bir metin olursa ben de imzamý atarým."

 

Bu açıklamanın ne kadar sahte ve utanmaz bir iki yüzlülük örneği olduğunu Saadet Partisi başkanı Necmettin Erbakan’ın kendi açıklaması teşhir etmektedir. Kaldı ki, aynı inisiyatifin Avrupa’daki uzantıları benzer bir pankartı da Viyana gösterisinde açmışlardır. Erbakan, Orta Doğuda “barışın” tesis edilebilmesi için Yahudi sorununa "kökten çözüm" konseptini şöyle açıklamaktadır: Bu mitingin ardından da İsrail meselesini kökünden çözmek için gerekli adımlar atılmalıdır. Çünkü bu iş lafla olmaz. Ne yapacağız? İslam’ın birliğini, İslam’ın BM’sini, İslam’ın NATO’sunu kuracağız. 1.5 milyarlık İslam aleminin kuracağı müşterek orduyla İsrail’i oradan çıkaracağız. Eğer Amerika, İsrail’i çok seviyorsa, İsrail’e kendi ülkesinden bir yer verir böylece dünya da huzur bulur.
http://www.israhaber.com/erbakan-istanbul-da-konustu-10229-haberi.html

 
Bundan tam 70 yıl önce Nazi Faşizminin de "Yahudi sorununu için nihai çözümüne” kararı vermeden önce buna benzer bir “çözüm konsepti” vardı. Yalnız onlar Amerika Birleşik Devletlerini değil de, Madagaskar’ı öngürüyorlardı. “Madagaskar planının” Türk versiyonu ise, Filistin sorununu İslam Yahudi savaşına dönüştürerek Yahudi halkını yurdundan kovmayı amaçlamaktadır. Bu gün Yahudi halkına ABD’ni gösterenler ellerine fırsat geçerse imha etmeye hazır olduklarını göstermektedirler. Tarih bunun örneğini bütün dünya bilir. Ermeni Halkını yurdundan kovmanın kısa süre içinde nasıl bir soykırım faciasına dönüştüğünü. Bu bakımdan mitingde Türkiye ve dünya kamuoyuna gösterilen pankart bütün bu eylemlerin arkasında duran, orada bulunan kitleleri Yahudi halkına karşı yeni bir Ortadoğu savaşına kışkırtan zihniyetle uyum içinde, hem Erbakan’ın, hem de antisemit dünyanın başını çeken bu günkü hükümetin anlayışı ile uyum içindedir.
 
“İnsani Yardım” ve İsrail’le çatışma
Barış, insani yardım, hak ve adalet gibi soylu idealleri sembolize eden kavramlar, içi boşaltılmadığı, her hangi bir inanç ya da iktidar grubunun çıkarlarına alet edilmediği sürece, bir anlam ifade edebilirler. Ancak Barış, insani yardım, hak ve adalet kavramları, bazı inanç ve iktidar gruplarının gerçek amaçlarını gizlenmek için malzeme yapılırsa, o zaman amacından saptırılmış olurlar; anlamlarını yitirmiş içi boş kavramlara dönüştürülürler. Ne yazık ki, “Gazze’ye insani yardım” girişimi başından itibaren polarize olmuş, yardıma muhtaç Filistinlilerin en acil ihtiyaçlarına cevap olmaktan ziyade, İsrail’e karşı düşman cephenin genişletilmesine, onu haritadan silmek isteyen radikal İslami örgütlerin pozisyonlarını güçlendirmenin bir aracına dönüştürülmüştür. Zira sorunun esas olarak “insani yardım” amacı taşımadığı esas olarak, “Gazze’ye uygulanan ablukayı kırmak” olduğu defalarca açıklanmıştır. Bu nedenle İsrail’in gemilerdeki yardım malzemelerini, Birleşmiş milletler gözetiminde gemilerden boşaltarak Gazze’ye ulaştırma” teklifi reddedilmiştir.   Buna karşılık şu satırlarda ifadesini bulan ve İsrail’e savaş ilanı anlamına gelen şu açıklama “insani yardım” girişiminin nasıl bir çıkmazın içine sokulduğunu adeta dünya kamuoyuna ilan etmiştir: "Gemilerin yükü emanetlerimiz ve gemilerdeki barış gönüllüleri ise kardeşlerimizdir. İlan ediyoruz ki gemilere yapılacak herhangi bir saldırıyı emanetimize ve kardeşlerimize yapılan bir saldırı olarak değerlendirecek ve buna kayıtsız kalmayacağız.” http://gazzeicinkureselses.blogspot.com/2010/05/gazze-icin-kuresel-ses.html  Sonuç malum: İsrail “yardım” konvoyunu teslim almak için “Mavi Marmara” gemisine saldırdı. Günlerce süren sinir savaşının hat safhada olduğu bir ortamda, gemiye helikopterden indirilen İsrail askerlerine deyim yerindeyse haddini bildirmek isteyen “yardım gönüllüleri”, direnişin bedelini çok ağır ödedi. 9 ölü onlarca yaralı. Çünkü emir kesindi ve bu ortam içinde sağduyunun yeri yoktu. Ne pahasına olursa olsun İsrail’in uyarılarına kulak asmayanlara bir “ders verilmesi” gerekiyordu. İsrail’in 9 insanın hayatına mal olan böyle bir çıkartma yapmasını kesinlikle kabul etmediğimizin altını çizelim. Ancak yardım gönüllüleri adına kamuoyuna yansıyan meydan okumalardan video görüntülerinin tasdik ettiği eylem içindeki tutumlara kadar, kendi haklı pozisyonunu silahlı devlet güçleri karşısında, pasif tavrı ile kanıtlama anlayışının eseri yoktu. Lastik sapanlar, demir sopalar, mutfak bıçakları da adam öldürebilirdi. Fakat otomatik ateşli silahların yanında silahtan sayılmaması gerekirdi. Tam bir cihat ruh haleti içinde İsrail askerlerine saldıran “yardım gönüllülerinin”, ne Gandi’nin ne de Martin Luther King’in "sivil itaatsizlik” anlayışı ve direniş felsefesi ile alakası yoktu.   TC-devleti, bu girişimin lobi desteğinden teknik donanımına kamuoyu çalışmasından, eylemcilerin motive edilmesine, başından sonuna kadar tam teşekkül içinde yer almıştır. Fakat TC yetkilileri, bunu yaparken, Hamas ve Hizbullah gibi örgütlere, Yahudi düşmanı tutumlarını terk etmeleri ve barış için İsrail’in devlet olarak varlığına saygı göstermeleri gerektiği doğrultusunda tek bir kelime dahi sarf etmemişlerdir. Tam tersine Yahudi düşmanı koroya kendileri de katılarak, deyim yerindeyse yangına benzin dökmüşlerdir. Bir başka ifadeyle gemiye bindirilen insanlar bile bile ölüme yollamıştır. TC-devletinin bu konudaki sorumluluğu İsrail’den az değildir. Ne yazık ki, birçok iyi niyetli insan “insani yardım adına düzenlenen bu provokasyonun aleti olmuştur. Fakat her şeye rağmen motivasyonlarını “insani yardım” olarak açıklayan bu insanların öldürülmesini hiçbir şekilde tasvip etmediğimizin altını çizmek istiyoruz. İsrail’in ileri sürdüğü gerekçelerin, bu insanların öldürülmesini haklı çıkaracak bir yanının olmadığını düşünüyoruz. İsrail deniz kuvvetlerinin, kan dökmeden bu gemileri ve “yardım gönüllülerini” kontrol altına alabilecek teknik imkanlara ve güce sahip olduğunu düşünüyoruz. İsrail devlet yetkilileri böyle davranmakla deyim yerindeyse kendi ayaklarına bir kurşun sıkmışlardır. Bu “yardım” konvoyu arkasında duran antisemit cephenin tuzağına düşmüşlerdir. Antisemit cephenin, eline bu cesetleri maksimum düzeyde sömürerek, İsrail’i uluslar arası camiada köşeye sıkıştırmak için bulunmaz bir fırsat vermiştir. Oluşturulan kamuoyu, Birleşmiş Milletler kurulundan çıkan karar bunun bir göstergesidir. Antisemitizmin dümen suyunda Sol muhalefet
“Mavi Marmara” gemisinde yaşanan trajik olayların ardından, Türkiye’nin hemen hemen her yerinde, iktidarı, muhalefeti, sağı, solu, aralarındaki ayrım çizgisini silerek “ortak düşmana” karşı gösterilen tepkiler, tam bir “kale içi barışa” dönüştü. Sanki Türkiye’nin bütün meseleleri hal olmuş, barış ve demokrasi diye bir derdi kalmamış, varsa yoksa bir “sorunu” kalmış, o da, “Filistin’de adaleti sağlamakmış” havasına girildi. Türkiye’nin içinde bulunduğu 
konumu az çok bilen sağduyu sahibi her insan için meselenin, sadece bir trajedi olmakla sınırlı kalmadığını, aynı zamanda tam bir komediye döndüğü görebilir. Nedenlerine daha önce irdelenen sorunlarda değinildiği için tekrar etmeyi gereksiz görüyoruz. Olayın düşündürücü olan yanı, ayağa kaldırılan öfkenin, dokuz insanın ölümüne neden olan sorumsuzluğa, haksızlığına inanılan Gazze ablukasına karşı bir protesto olmaktan çıkarılıp, Yahudi düşmanı bir nefrete, dönüştürülmüş olmasıdır. Kendilerine ilericilik, barışseverlik, demokratlık devrimcilik sıfatları yakıştıran hiçbir politik partinin, Filistin halklarının (Araplar, Yahudiler ve diğerleri) çözüm bekleyen sorunlarını, şiddetin karanlık tünelinde kana boğmak isteyen Hamas, Hizbullah, El Kaida ve onların ardında duran güçlerin, yaratmış oldukları pogrom atmosferini eleştirisiz destekmiş olmalarıdır.
 
Türkiye’nin kendine “sol” sıfatı yakıştıran bu örgütleri, “Filistin halkıyla dayanışma” adına, Hizbullah ve Hamas gibi Yahudi düşmanı güçleri kullanarak, Ortadoğu’da yeni sömürgeler edinmek isteyen TC devletinin kirli politikasına alet olmalarıdır. Tek cümleyle: Bu bir insanlık ayıbıdır. 


Avrupa’nın çeşitli kentlerinde aynı nedenle düzenlen “protesto” eylemlerinde de ayrım çizgileri silinerek İsrail’e karşı tam bir antisemit cephe oluşturulmuştur. Örneğin Viyana’da düzenlenen bir yürüyüşte, açık faşist propaganda (“Wach auf Hitler!”= Hitler uyan!) Pankartı ile sosyalizmin simgesi orak çekiçli kızıl bayrak birlikte taşınmıştır. Yahudi düşmanlığının, ırkçı nefretin simgesine dönüştürülen “Allahüekber!” nidaları ile “Hoch die internatıonale Solidarität!” (yaşasın enternasyonal dayanışma!) sloganı birlikte atılmıştır.
Fazla gerilere gitmeye gerek yok; bir göz atmak yeter şu 30 – 40 yıllık geçmişe. Ne çabuk unutuldu masumların henüz kulaklarımızda uğuldayan Malatya’dan Maraş’tan, Çorum’dan, Sivas’tan, Gazi’den yükselen “İmdat!” çığlıkları? Ne çabuk unutuldu, Trabzon’da, Sakarya’da, Bozüyük’te, Kayseri’de, Konya’da, Tekirdağ’da, Çanakkale’de, Edirne’de, Isparta’da, Altınova’da, İzmir’de, Selendi’de ve daha onlarca kentte, kasabada, hayatlarını kaybetmiş, bedenleri ve onuru yaralanmış pogrom kurbanları? Kimdir bu kuzu postuna bürünmüş Filistin “dostları”? Bunlar değil miydi, kendilerinden ayırdıkları savunmasız masum insanları yaşlı, çocuk, kadın, erkek ayrımı yapmadan diri diri yakanlar, koyun boğazlar gibi boğazlayanlar, kurşunlayanlar? Hayır, Olamaz! Burada bir aymazlık, burada bir riyakârlık var! Pogrom kışkırtıcılarından, pogromcu güruhlardan, Kürdün, Alevinin, Ermenin, Süryani’nin, Yahudi’nin, kısacası kendinden olmayan herkesin düşmanı olalar, Filistinli Arabın dostu olamazlar! 

İsrail devleti “sütten çıkma kaşık” değildir. Bununla birlikte İsrail devleti, Yahudi halkının ezici çoğunluğunun iradesini ifade eder. O da de diğer devletler gibi özgün ve ortak yanları ile bir devlettir. Devletler var olduğu sürece insan hakları ihlalleri ve Savaşlar da onlara refakat edecektir. Vicdan sahibi aydınların ve gerçekten bağımsız insan hakları kuruluşlarının görevi, daima haksızlığa uğrayan mağdurun yanında olmaktır. Onlar için istisnasız bütün devletlere aynı mesafede durmak vazgeçilmez bir ilkedir. İsrail devleti de artıları ve eksileri ile, içinde barındırdığı zıtlıkları ile bir devlet olduğuna göre, insan haklarının ihlal edilmişliğini ve gelecekte de ihlal edilebileceğini yadsımak, saflık değilse, iki yüzlülüktür. Savaşların olduğu her yerde olduğu gibi, Filistin-İsrail savaşında da savaş suçlarının işlendiği, hak ihlallerinin yaşandığı bir gerçektir. Söz konusu suçları ve hak ihlallerini gün ışığına çıkarmak, haklı gerekçelere dayandırarak eleştirmek, barış ve dostluk için bir insanlık görevi olduğu kadar, Yahudi ve Filistinli Arap halkları ile dayanışma için de bir zorunluluktur. Tam da bu noktada Gazze’ye uygulanan ablukanın bir hak ihlali olduğu, bizim açımızdan tartışma götürmez bir gerçektir. Çünkü abluka her ne kadar Hamas’ı hedef alsa da, Gazze halkının tümü uygulanan ablukanın cezasını çekmektedir. Bu nedenle İsrail’den ablukanın derhal kaldırılmasını talep etmek yerinde ve haklı bir taleptir. Ancak bu uygulamadan sadece İsrail’i sorumlu tutmak iki yüzlülüktür. İsrail’i ortadan kaldırmayı hedefleyen Hamas ve Hizbullah gibi Yahudi düşmanlarına ve onların ardında duran politik güçlere karşı İsrail’in kendini savunması, Halkını koruması, en doğal hakkıdır. İsrail’in de üzerinde bulunduğu Filistin’i Yahudi ve Arap halklarının ortak yurdu kabul etmeyen, İsrail’in devlet olarak varlığını içine sindiremeyen ve onu silah zoru ile ortadan kaldırmak isteyen faşist zihniyet, hem Ortadoğu barışının hem de dünya barışının önünde en büyük engeldir. Hamas ve Hizbullah’tan, İsrail’i hedef alan provokasyonları (roketli tacizler ve intihar saldırıları) derhal sona erdirmelerini ve İsrail’in devlet olarak varlığını koşulsuz tanınmasını talep etmeyen Türkiye solu, niyeti ne olursa olsun objektif olarak antisemit cepheye hizmet edecektir. Kaldı ki, İsrail’in hak ihlallerine karşı en duyarlı olan, yine Yahudi halkıdır. 4 milyonluk İsrail’de 150.000 insan, Filistinli Arap halkı ve diğer Arap komşuları ile barış için sokağa çıkmıştır. İsrail, 4 Kasım 1995’te bir başbakanını (Yitzhak Rabin) barış için kurban vermiştir. Tehdit maiyetinde bile olsa, hiçbir Kürt örgütü hiçbir tarihi dönemde TC devletini “haritadan silme” sözü sarf etmemiş olmasına, zulmün en yoğun olduğu kritik dönemlerde bile “barış” ve “kardeşlik” niyetini hep ön planda tutmuş olmasına rağmen, TC, Kürt halkının seçtiği temsilcilerini hala muhatap bile kabul etmemektedir. Barışa TC ile İsrail arasındaki, Türk toplumu ile İsrail toplumu arasındaki, ilişkin bu kadarcık bir farkı bile görmek istemeyenlerin ya siyasi olarak kör olmaları yada maksatlı olarak gerçeklere sırtlarını dönmeleri gerekir. Yayýlmacý devlet politikasýnýn bir aleti olarak "Ýnsani yardým", iflas eden inkar politikasý ve seviyesiz ahlak dersi
Ýsrail, TC’nin tarihi geçmiþindeki soykýrýmý inkar politikasýný ayakta tutmasýna daha fazla yardýmcý olamamaktadýr. Artýk hem dünya kamuoyu, hem de Ýsrail kamuoyu 1915 soykýrýmýnýn TC’nin "hatýrý" için inkar edilmesine daha fazla tahammül etmemektedir. Artýk ABD’deki Yahudi lobisinin de Türkiye için yapabileceði bir þey kalmamýþtýr. Bu noktada çýkarlarýnýn bittiðine inanan TC, "dostluðunda" bitirilmesinden yanadýr. Hatta yavuz hýrsýz örneði, bir adým daha ileri giderek, Ýsrail’i Filistin’de soykýrým yapmakla suçlamaktadýr.
Bununla birlikte TC, Ortadoðu dengeleri içinde ekonomik ve siyasi bakýmdan "güçlü" bir Ýslam ülkesi olduðu, gerek stratejik konumu gerekse büyük güçlerin kendine biçtiði rolün, eline yeni fýrsatlar verdiði inancýndadýr. Örneðin "Mavi Marmara gemisinde meydana gelen olaylarý gündemine alan Avrupa Parlamentosunun aldýðý kararý, Star gazetesi kamuoyuna þu satýrlarla açýkladý:
"AP, Türkiye hükümetinin Filistin halkının üzerindeki yükün hafifletilmesi ve Orta Doğu barış sürecine katkı için diplomatik ve siyasi çaba göstermesini teşvik eder'' ifadesi kullanıldı.
http://www.stargazete.com/dunya/avrupa-parlamentosu-israil-i-kinadi-haber-270301.htm
Aslýnda "Uygar" dünyanýn, temsilcileri, Türk egemen elit tabakasýnýn, son 200 yýllýk tarihinde (daha öncesi bir yana) hiçbir itilaflý sorununu barýþçýl yoldan çözemediðini hepimizden daha iyi bilirler. Bizleri en çok düþündüren mesele, bu gerçek bilindiði halde, yüz yýllýk birikmiþ hayati sorunlarýnýn hiç birini çöze yeteneði gösteremeyen soykýrým sabýkalý bir egemenliðe Ortadoðu’da, böylesi bir barýþ misyonu biçilmiþ olmasýdýr. Bu durum bize hem 1915 soykýrýmýnda hem de Holocaust ve sonrasý tekrar eden soykýrýmlarda sorumluluk payý olan büyük güçlerin zihniyetinde de, önemli bir deðiþikliðin olmadýðýný göstermektedir. Felaketlerin kapýya dayandýðý en kritik anlarda yine ekonomik ve siyasi çýkarlar, darda kalan yok olma tehlikesi ile karþý karþýya olan halklarýn hayatýndan daha deðerli kýlýnmaktadýr.
TC, kendine biçilen "diplomatik ve siyasi çaba" misyonunu, "Mavi Marmara" gemisini "gayri resmi" bir törenle Ýstanbul’dan Filistin’e yollarken, kendi anlayýþý açýsýndan þu satýrlarla formüle edildi:
"Biz de diyoruz ki Ýstanbul'un geleceði, Kudüs'ün geleceðidir. Ýstanbul'un geleceði, Þam'ýn, Kahire'nin ve bütün Müslümanlarýn geleceðidir. Bütün Ýslam dünyasýnýn geleceðidir. Dünya bugün buradaki kalabalýðý görecektir. Gazze halký, hiç ümitsizliðe kapýlmasýn. Görüyoruz ki Türkiye anneleri Gazzeli annelerin, Türkiye çocuklarý Gazzeli çocuklarýn, Türk halký Gazze halkýnýn yanýnda ve birliktedir." 22 Mayýs 2010 http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/14806330.asp
 
Her ne kadar bu politika ÝHH aðzýndan propaganda edilmiþ olsa da, hali hazýrda TC devletini temsil eden hükümet politikasý ile bire bir uyum içinde olduðunu yadsýmak mümkün deðildir. Bu anlayýþ, Ortadoðu’da yeni bir imparatorluk hayalinin uygun görülen o ortamda dillendirilmesinden baþka bir þey deðildir. TC’nin geleneksel olarak yayýlmacý bir politika izlediði ve fýrsat bulduðu ortamda bu politikayý hata geçirdiði (Antakya ve Kýbrýs örneklerinde olduðu gibi) göz önünde bulundurulduðunda, artýk Ýsrail’i, Ortadoðu’da yayýlmacý emelleri önünde bir engel olarak görmeye baþladýðý anlaþýlmaktadýr. Bunun için Yahudi düþmanlýðý temelinde, "Türk-Ýslam dünyasý"ný seferber etme çabalarýný yoðunlaþtýrmaktadýr. Fakat inanç farklýlýklarýndan kaynaklý önyargýlarý kullanarak halklarý karþý karþýya getirme giriþimi son derece tehlikeli deyim yerindeyse bir felakettir, bir toplu cinayettir.
Ýsrail’e ateþ püsküren Erdoðan, bir baþbakana yakýþtýrýlmasý mümkün olmayan küfür ve hakarette sýnýr tanýmamaktadýr. Þoven ve tehdit dolu þu sözler, Baþbakan sýfatýyla TC’ni temsil eden bir insanýn, her türlü barýþ ve diyalog anlayýþýna sýrt çevirdiðini göstermektedir:
"Zorbalarýn, haydutlarýn bile belli hassasiyetleri olur, belli ahlak kurallarýna uyarlar. Hiç bir ahlak kurallarýna uymayanlara bu sýfatlarý yakýþtýrmak bile iltifattýr. Ýsrail adeta dünyaya meydan okumuþtur. Ýsrail halkýna diyorum ki, biz her zaman antisemitizme karþý olduk... Þimdi bu zulme dur demek sýrasý Ýsrail halkýndadýr. Hükümetiniz haydutluk yaparak ülkenin itibarýný zedelemektedir. Bu pervasýz politikalar- politikacýlar Ýsrail halkýna kötülük yapmaktadýrlar. Buna siz dur diyeceksiniz." http://yenisafak.com.tr/Politika/?t=02.06.2010&i=260599 


Ancak TC’nin yüz yıldır izlediği politikayı, gelmiş geçmiş bütün hükümetlerin icraatını az çok bilen her insan, “insani yardım” gemisinde 9 insanın öldürülmesini tasvip etmediğini belirterek, Başbakanımızdan cevaplamasını istediği şu soruları sormaktan kendini alamayacaktır:
Sayın Başbakan, Siz İsrail’i yalancılıkla itham ederken, tarihimizi karalık sayfalarını inkar ediyorsunuz; dünya kamuoyunun bildiği, kabul ettiği, sayıları üç milyona ulaşan Ermeni, Helen Süryani, Yezidi halklarının, soykırım ve sürgünlerle ülkelerinden kovulmalarının inkar edilmesini, hangi dürüstlük ölçüsüyle bağdaştırıyorsunuz? 
►Siz, İsrail’i Filistin’deki uygulamaları nendi ile yüzsüzlükle itham ederken; TC devletininle itham ederken; TC devletinin 30 milyona yakın Kürd’ü, en az 20 Milyon Alevi’yi insan yerine koymamasını, muhatap bile kabul etmemesini devlet terörü ve pogromlarla sindirmesini, “demokratik açılım” olarak verdiğiniz sözlerin hiçbirinin yerine getirilmemesini, hangi mertlik, hangi dürüstlük ölçüleriyle bağdaştırıyorsunuz?
►Siz, İsrail’i, 9 “insani yardım” gönüllüsünü öldürdüğü için insanlıktan çıkmışlıkla itham ediyorsunuz. Temsil ettiğiniz devletin, Kürdün eşitlik özgürlük istemini 100 yıldır kana bulamasını, son 25 yıl içinde 30.000 Kürdün öldürülmesini;17.000 insanın fili meçhul cinayetlere kurban edilmesini, katillerinin devlet tarafından korunmasını; çatışmada sağ ya da ölü olarak ele geçirilen Kürt savaşçıların, insan fantezisini aşan sadist işkencelerle cesetlerinin tanınmaz hale getirilmelerini hangi insanlıkla bağdaştırıyorsunuz? Sizce bu insanlığa karşı meydan okumak değil midir? İsrail’i hesap vermeye davet eden bir Başbakan olarak Siz, ülkemizde her gün gündemde olan bu vahşetlerin hangisinin hesabını sordunuz?
  ►Siz İsrail’i Gazze’ye ambargo uyguladığı ve ambargoyu kırmak isteyenleri engellediği için alçaklıkla itham ederken, temsil ettiğiniz devletin uluslar arası hukuku hiçe sayarak, sınır kapılarını kapatarak 17 yıldır Ermenistan’a abluka uygulamasını; katliam ve sürgünlerle bağımsız bir devlet olan Kıbrıs’ın yarısının ilhakını, binlerce Kürt köyünün yakılıp ahalisinin açlığa mahkum edilmesini, başka ülkelere, büyük şehir varoşlarına sürgün edilmelerini hangi şeref ve onurla bağdaştırıyorsunuz? 
 
Dünyanın neresine giderseniz gidin, insanlık Sizden, bu sorulara yanıt vermenizi isteyecektir. Eğer ki Türkiye’nin kırılmamış etik aynası kalmışsa, lütfen karşısına geçip, kendi yüzünüze bir bakın!


Verein der Völkermordgegner e.V. Frankfurt / Main
Soykirim Karsitlari Dernegi (SKD); Kontakt: Ali Ertem Tel.: 0049/69/5970813 E-Mail: skd@gmx.net

Mısır'ın şefleri


NİL NEHRİ VE ÇÖL

Nil Nehri önceden tahmin edilebilen bir düzenle taşar ve sakinleşir. Mısırlılar bu suların tamamen kurumasından ve kültürlerinin yok olmasından korkmuştur. Onların korkusu, her yıl yataklarını değiştiren ve ne çıkarsa önlerine yok eden, şiddetli ve önceden kestirilemez şekilde akan Dicle ve Fırat nehirleri karşısında Mezopotamyalıların duyduğu korkular yanında pek temelsiz sayılır. Doğal olarak Mısırlıların tanrı görüşleri de, iki nehir arasında yaşayan halkların tanrılarınkinden çok daha ılımlıdır.

Şef kültürü Mısırlılarda zayıftır, lakin vardır. Nil Nehri, eski Mısırlılara yaşam veren kan damarıdır. Suları, kurak çölden çok verimli tarım arazileri ortaya çıkarmıştır. Bu ulu nehrin kıyılarında serpilip büyüyen bitkiler, insanlara ve hayvanlara hayat vermiştir.

Buna karşılık çöl, eski Mısırlıların çevresini saran büyük bir düşmandır. Büyük bir tehdittir. Ve o, zamanın cehennemidir. İnsanlar, sıcak ve kuru, uçsuz bucaksız bu sahalarda hayatta kalamayacakları için çöl ölümü de simgeler. Evet, onlar için çöl ölümdür. Vahşi, zehirli hayvanlar ve pek çok şeytani ruh barındırır. Öyle pusuda bekler Mısırlılar için. Her yaz şiddetli sıcak çöl rüzgarları, Nil Nehri'nin daha yavaş ve kısıtlı akmasına neden olur. Nehirlerinin taşma ve çekilme çevriminin önceden kestirilebilir olmasına rağmen, kıtlıktan ölme korkusunu hep içlerinde taşımışlardır. Yanı başlarındaki çöl, bu insanlara, yaşamlarının pamuk ipliğine bağlı olduğunu anımsatır.

OSİRİS

İlk zamanlardan itibaren Osiris, Nil ve tahıl tanrısıdır. Tıpkı Nil gibi bütün yaşamı beslemiştir. Kendi topraklarında ve komşu diyarlarda insanlara, hangi tohumların ekileceğini, toprağın nasıl sulanacağını ve istenmeyen su taşkınlarının nasıl önleneceğini öğretmiştir. Nil Nehri'nin taşması, kuruması ve tekrar taşması; Osiris'in yaşaması, ölmesi ve yeniden hayata dönmesi demektir. Onun ölümü, Nil Nehri'nin kuruması sonucu bitkilerin ölümünü temsil eder.

HORUS VE TOT

Osiris'in oğlu olan Horus, Osiris öteki dünyanın efendisi olduktan sonra, babasının yeryüzündeki görüntüsü haline gelir. Aslında Horus, Osiris'in yeniden dünyaya gelmiş bir şeklidir.

Yeni ölmüş bir insanın ruhu Horus'un huzuruna çıkar ve yeniden doğuşu ne denli hak ettiğini göstermek için, hayat boyunca yaptığı iyi işleri ona anlatır. Sonra Osiris, o insanın vicdanını temsil eden kalbini alır, büyük bir terazinin bir kefesine yerleştirir; diğer kefeye de yasayı temsil eden bir kuş tüyü koyar. Terazinin dengesi bir jüri tarafından kontrol edilir ve yasa tanrısı ile yasa yapıcı olan Tot sonuçta kaybeder.

İSİS

Osiris'in kızkardeşi ve karısı olan İsis, Mısır'daki en büyük tanrıçadır. Büyük Tanrıça, Ana Tanrıça, Yeşil Ürünlerin Hanımı ve Bereketin Efendisi gibi adları vardır. Sevgili ve sadık bir eşi, sevgili ve besleyici bir anneyi simgeler. Bir toprak tanrıçası olarak tüm yaşayan varlıkları yaratır ve yarattıklarını besleyip korur. Gerçek ana-kadın özelliklerine sahiptir. Mısırlılar onu sever. Öteki dünyada da ölüleri beslemeye ve korumaya devam eder. Annesiz kalan her toplum, başka adlar altında onu kendi annesi olarak bilir ve aynı özle sever. Ve İsis kalpleri ve zihinleri fetheder.

SET (MISIR'IN ŞEFİ)

Osiris'in ağabeyi ve düşmanı olan Set, evrendeki kötülüğü simgeler. Deprem ve fırtına gibi doğal afetleri, karanlığı, yıkımı ve ölümü, şiddeti ve savaşı. Durmadan üzerinde dolaştığı çöllerin tanrısıdır. Doğal olarak iyiliğin gücünü temsil ettikleri için, Osiris ve Horus'a karşı entrikalar çevirir. Ne kadar akıllı bir biçimde uğraşırsa uğraşsın Osiris ve Horus'u yok edemeyince, iyi kötüye karşı zafer kazanır. Ancak onlar da Set'i yok edememişlerdir. Kötülük dünyadaki varlığını h‰l‰ sürdürmektedir.

SET'İN ÇÖZÜM PAKETİ

Set, Mısır'ı yönetmekte kararlı idi. Bir gece Osiris uyurken gizlice onun gövdesini ölçtü. Sonra işçilerine, yandaşlarına Osiris'in gövdesine uygun tahta bir kutu yapma emrini verdi. Ülkenin en iyi sanatçılarından, kutuyu bir sanat şaheseri olacak şekilde süslemelerini, bezemelerini istedi. Osiris'i, verdiği bir partiye davet etti. 'Aranızda kim bu güzel kutuya sahip olmak istiyorsa, içine girmelidir. Gövdesi kutuya tam olarak uyan kişiye, onu armağan etmeye söz veriyorum. Ancak yattığınızda vücudunuz tam olarak uymalıdır.' (Eski Grekli haydutun Prokus Mezarı da öyle idi: Derler ki, Prokus, yakaladığı kurbanlarını bu mezara uzatırmış. Kısa gelenleri uzatır ve fazla gelenleri de kısaltırmış)

Osiris kutunun içine tam olarak yerleşmişken, suikastçiler aniden kapağı kutunun üzerine kapattılar ve kapağı çivilediler. Osiris'in boğulmasını kesinleştirecek şekilde, kutunun üzerine eritilmiş kurşun döktüler. Kutuyu Nil'e attılar. İsis onu aradı buldu. Hayat verdi. Set daha sonra tekrar bir oyunla, hileyle Osiris'i ele geçirir ve vücudunu on dört parçaya böler ve Mısır'ın dört bir yanına ayrı ayrı gömer. İsis bunları tek tek arar bulur ve bir araya getirir. Yeni bir yaşam kurarlar. Şeflerin koruyucusu Set ise yeniden savaşlara yol açar. Ve bu böylece sürer. Lakin Set asla kazanamaz. Her zaman yenilir.

İsis, her zaman yenilen erkeği, parçalanan ve tökezlenen erkeği yeniden hayata kavuşturur. O olmadan Osiris olamaz. Horus olamaz. Tot adaleti uygulayamaz. O ana-kadındır. Yaşamın kaynağıdır. Şeflerin kralı Set'in güçleri ona yetmediği zamanlarda hep yenilir. Lakin Marduk zamanında o öldürüldüğü için şeflerin zamanı başlar. Ve bu savaş h‰l‰ sürmektedir.

ŞEFLERİN YENİ SAVAŞ SANATI

Sağlıklı ve güçlü toplumlar köklü sorunlara getirdiği çözüm ile insanlık aleminde saygı görürler. Hareketlerinin ve sözlerinin kıymeti bununla ölçülür. Ancak böyle bir yetenekleri varsa dinlenirler, değer görürler. Güçlü ve kuvvetli birine duyulan saygı korkudandır. Zenginliğe duyulan saygı zayıflıktandır. Bilge insanlara duyulan saygı yürektendir. Ve doğru olandır. Diğerlerinde samimiyet yoktur.

Yıkıcı saldırılarla bir harekat başarılı, olabilir; oysa yenilgi yalnızca karşı taraf bunu kabul ettiğinde geçerlidir. Bir halkın düzensiz savaşında ise bu mümkün değildir. Kalpleri ve beyinleri kazanma ise savaşla olmaz, ancak adaletle, eşitlikle, özgürlükle ve karşılıklı konuşma ile olur. Demokratik, ahlaklı ve adil toplumlar bu seçenekle başarı kazanırlar.

Vietnam Savaşı'ndan sonra ABD, Batı ve İsrail 'sıfır ölümlü' bir yeni savaş sanatı doktrini geliştirdiler. ABD son on yılda bunu uygulamaya çalışıyor. Tabii ki başarılı olduğu söylenemez.



'Amerikan başarısızlıkları özellikle 2004 yılındaki Felluce çarpışmasıyla ve ABD'nin psikolojik savaşı yalnızca Iraklıların ve Müslüman dünyasında değil, aynı zamanda dünya kamuoyunun gözünde de muhtemelen kaybettiği Ebu Garib Cezaevi'ndeki skandalla dünyaya teşhir olmuştu.

Bir kısmı iyi olan (Blacwater) güvenlik şirketleri de bu çatışma sırasında ABD tarafından yansıtılan olumsuz imajda ağır sorumluluklar taşırlar. Soğuk savaş sonrasında politik sıkıntılar ('sıfır ölümlü' savaş) örtbas etmek için ortaya çıkan bu özel askeri topluluklar Amerikan Kongresi önünde sorumlu değildirler. Ve o halde kayıpları askeri kayıplar ile birlikte hesaba geçirilmez. 180.000 kişi oldukları tahmin edilmektedir. Yalnız Kellogg, Brown Root şirketinde 54.000'den fazla sözleşmeli peresonel çalışmaktadır. Toplamın belki de yarısı (Gurkhalar, Fıjililer, Brezilyalılar, Avrupalılar vb. yabancıların yer aldığı ) askeri şirketlerden meydana gelmektedir.' (Gerard Chaliard.)

Yerkürede, gelinen zamanda, artık hiçbir zaman bir merkezi hükümet tek başına demokratik anlamda bir ülkeyi yönetememektedir. Farklı toplumsal birimler, kültürel kimlikler yüksek bir katılım ve yerinde (subzuarite) yönetim istemektedirler.

Vatanın tehdit altında olmadığı bir zamanın geçiş sürecindeyiz. Bu eski argümanlarla halkları oyalamak artık mümkün değildir. Zira demokratik ülkeler için böyle bir tehdit ortadan kalkmıştır. Lakin dış saldırılara zemin sunan despotik yönetimlerdir; sorunlarını köklü çözmeyen otoriter rejimlerdir.

Ülkemizde, Kürt sorununu köklü çözememekten kaynaklanan, onlarca yılı bulan bir 'düzensiz savaş' yaşanmaktadır. Bu siyasetçilerin korkaklığından, fikir sahibi olmamalarından, demokrasiye inanmamalarından kaynaklanmaktadır. Yoksa çözüm için tüm koşullar mevcuttur. Günümüzde yapılan tartışmalar akıl ve bilgiden 'teknik yetersizlikler' olarak görülmektedir. Bu eski formatı tekrarlamaktan başka bir şey değildir.

Her savaş politikse de düzensiz savaş henüz bundan daha fazlasıdır, zihinlerde ve iradelerde temsil edilir.

Düzensiz savaş askeri operasyonların ve propagandanın sağlam bir kullanımının ortasında, inisiyatif kırmaya ve savaşçı güçleri gayrimeşru kabul etmeye dayanır. Bunların, yerel halka potansiyel şüpheli ve düşman muamelesi yapmaya kadar gidebilme tehlikesi de vardır. Hakeza geçmişte böyle bir yaklaşım da olmuştur. İstenmese bile, özellikle profesyonel unsurlar (Felluce'de), buradaki insanları küçümseme, onlara kötü muamele, kör baskıları artırabilirler. Bu uygulamalar zamanla kanıksanır, kültürel bakımdan farklı olan toplumu ve fazlasıyla eşit olmayan ekonomi, uzun zamandır uygulanan hukuki düzey ilişkileri kopma noktasına getirebilir.

Bu tarz yeni savaş sanatı veya 'sıfır ölümlü' stratejiler, tıpkı 'sıfır sorunlu dış politika' gibi anlayışlar çözümsüzlükte ısrar anlamına gelmektedir. Bu tarz çatışmaların doğası gereği özellikle küçümsemeye ve nefrete varırlar. Hoyratça müdahaleler ise sorunu derinleştirir ve yüzleri yok eder; artık gerisi vahşettir. Düzensiz savaşlarda Batılı askerler için düşmanın bir yüzü vardır. Bundan dolayıdır ki psikolojik olarak dayanılması güçtür. Despotizm veya profesyonel ordular ile (Blacwater) aşılacak bir durum da değildir. Bu tür bir yüzsüzleşmede ise o insanların topluma geri dönüşleri çok daha vahim sonuçlar doğurmuştur. Toplumlar için de yıkıcı olmuştur. Böylesi bir teze sarılan hükümetin 'anayasa değişikliği' ve demokrasiyi savunma gibi bir pozisyonu koruması anlamlı olabilir mi?

İşkenceler ve baskılar artarak devam etmektedir. 'İşkence bireyselleştirilmiş terörün en uç biçimidir.' (Paul Wilkinson). Belki bazıları diyebilir ki hükümet, şu anda Gallieni ve Leyautey gibilerinin yeni savaş sanatını, yani 'savunma ilerlediğinde, barış gelişir' anlayışı ile hareket ediyor. Lakin o zaman hukuksuzluk, işkence ve dağı taşı yakma, otları, ormanları yakma niye yapılıyor? Bunlar savunma olamaz. Kürt halkının şu ana kadar kopmak istemediği nizami ordu anlayışı ile de ters düşmektedir. Yerini yurdunu yakarak, yıkarak hangi 'kardeşlik projesi' uygulanabilir ki?

Ayrıca düzensiz savaşın özü teknikte değil her ne olursa olsun ideolojidedir. 'Kesin simetrisizliğin bulunduğu' (Baufre) yer orasıdır. Asimetrik savaş hatırlandığında, çekinilmesi gereken yön burasıdır. O zaman daha 'profesyonel bir savaş' kadim Osmanlı deyimiyle 'beyhude' bir anlayıştır. Zihinleri ve kalpleri fethetmenin yolu ise ahlak demokrasi, eşitlik, özgürlük ve adalettir. Kardeşlik projesi, kutsal İslam'ın barış felsefesi bu değerlerdir. Gerisi beyhudedir.

Fethi SUVARİ
D Tipi Kapalı Cezaevi / C-1/2
DİYARBAKIR

Kosova kararı ile 'pandoranın kutusu' açıldı

Birleşmiş Milletlere bağlı Uluslararası Adalet Divanı’nın Kosova’nın tek yanlı bağımsızlık ilanını uluslararası hukuka uygun bulmasının ardından kararın başta bağımsızlık arayan halklara emsal teşkil edip etmeyeceği tartışması başladı.

Sırbistan, Rusya, Çin, Hindistan, Yunanistan ve İspanya, Kosova’yı tanımıyor. Ancak Adalet Divanı’nın kararı öncelikli olarak Bask, Katolanya, Abhazya, Güney Osetya, Karabağ, Kıbrıs ve Federe Kürdistan Bölgesi’ni yakından ilgilendiriyor.

Fiilen Gürcistan’dan ayrılan Abhazya’nın lideri Sergey Bagapş, uluslararası mahkemenin kararının bir kez daha Abhazya ve Güney Osetya’nın kendini yönetme hakkını doğruladığını belirterek, ‘‘artık pandoranın kutusu açıldı’’ diyor.

Kongra Gel Başkanı Remzi Kartal ise Lahey’deki mahkemenin Kosova’nın Sırbistan’dan ayrılma kararının meşru olduğuna kanaat getirmesinin doğru ve aynı zamanda emsal teşkil ettiğini belirtiyor.

Bu kararının sadece Kosova’ya özgü olduğu iddialarına katılmayan Kartal’a göre, Kosova kararı ile bir zemin yaratılmak istendiğini, uluslararası hukukun da bu tür sorunlara hazırlanmakta olduğuna dikkat çekiyor.

Ayrılma talebinin uluslararası hukuka aykırı olmadığını kaydeden Kartal, birlikte yaşama koşulları kalmayan halkların bağımsızlıklarını ilan etmesinin meşru olduğunu söylüyor. ‘’Artık birlikte yaşama olanağı olmayan ve işin içine insanlık trajedisi gibi bir durum da girdiyse ayrılma hakkı meşrudur. Kosova’da, Sırpların yarattığı tablo bu’’ diyen Kartal, Adalet Divanı’nın kararının aslında krizi çözüme kavuşturduğuna dikkat çekiyor.

‘KOSOVA KARARI KÜRT MESELESİNİ OLUMLU YÖNDE ETKİLEYECEKTİR’

Uluslararası Adalet Divanı’nın Kosova için almış olduğu kararın Kürtleri de çok yakından ilgilendirdiğine dikkat çeken Kongra Gel Başkanı, ''Uluslararası alanda en fazla haksızlığa uğrayan ve en görmezlikten gelen Kürtlerdir. Ama bu karar Kürt meselesinin çözümünü olumlu yönde etkileyecektir'' diyor.

Aslında Kosova’nın bağımsızlığının meşru olarak kabul edilmesi 'Pandora’nın kutusunun da açılması anlamına geliyor. Bu yüzden Kartal, Kosova’nın ayrılma hakkının Türkiye tarafından desteklenmesinin de dikkat çekici olarak yorumluyor.

‘ŞİDDET SÜRERSE KÜRTLER AYRILMA HAKKINI KULLANABİLİR’

Remzi Kartal, Avrupa Birliği’nin aslında birlikte yaşama politikasını benimsediğini, birlik perspektifli hareket ettiğini, ancak Kosova ile bu konudaki politikasında da bir değişimin işaretini verdiğini belirtiyor.

Adalet Divanı, Kosova’nın tek yanlı bağımsızlık ilanını meşru kabul ettiği bir dönemde Kürtlerin gündeminde de yakın bir zamanda ilan edilmesi beklenen ‘Demokratik Özerklik’ var.

Sorularımıza verdiği yanıtta Kartal, Türkiye ile birlikte eşit, özgür ve adil koşullarda yaşamak istediklerini, ancak şiddetin devam etmesi, Kürt meselesinin çözülmemesi durumunda Kürtlerin ayrılma hakkını kullanabileceğini belirtiyor.

‘HUKUKİ GİRİŞİMLER GÜNDEMDE’

Uluslararası kurumlar ve Adalet Divanı nezdinde Kürtlerin gerekli hukuki girişimleri araştırdığını kaydeden Kartal, ‘’Hukuku girişimler zaten hep Kürtlerin gündeminde olacaktır. Ancak bu Türkiye’nin yaklaşımına bağlıdır’’ diyor.

Uluslararası hukukun bağımsızlık ilan etmek için herhangi bir engel içermediğine dikkat çeken Kartal şu hususlara dikkat çekti:

‘’- Türk devleti, Kürt sorununu hala ‘terörizm’ olarak görüyor. Ancak Adalet Divanı’nın Kosova kararı bunun böyle olmadığını ortaya koyuyor. Bu yeni bir durumdur.

- Kürtler, Kürdistan Özgürlük Hareketi birlikte eşit koşullarda yaşama perspektifine sahiptir. Zaten bunun mücadelesini veriyor. Türkler sürekli çatışmayı, çözümsüzlüğü dayatır ve şiddetin uzamasına neden olur ise Kürtler tek taraflı olarak ayrılma hakkını kullanabilirler.

‘TÜRK DEVLETİ YOL AYRIMINA GELMİŞ BULUNUYOR’

- Kosova’nın bağımsızlığını, ayrılma hakkını tanıyan ilk ülke Türkiye’dir. Kosova’nın, Kıbrıslıların ayrılma hakkını savunan Türkiye, Kürtleri görmezlikten geliyor. Ancak bu kararla birlikte, Türkiye artık yeni bir durumla karşı karşıya kalacaktır. Kürtler bunu net bir şekilde deklere edecektir. Türk devleti bir yol ayrımına gelmiş bulunuyor.

- Projelerimize, barış çağrılarımız Türk devleti savaşla, soykırımla, katliamla cevap veriyor. Şiddetin uzaması Kürtlerin zorunlu olarak birlikte yaşama olanağını ortadan kaldırıyor. Türk devleti artık ‘bildiğim gibi yürütürüm’ diyemez.

KOSOVA KARARI EMSAL

- Devletlerarası dengeler ve politika Kürtleri yüzyıldır görmüyor. Lozan anlaşmasından sonra bu böyle. Yeni tablo ile durum değişikliği sözkonusu olabilir. Bu yüzden Kosova kararı emsal teşkil ediyor.

- Kürtler kendi kimlikleriyle, dilleri ve coğrafyasıyla özerk bir yaşam içerisinde olmak istiyor. Demokratik Özerkliği böyle tanımıyoruz. Özerklik statüsünün anahtarı Türkiye’nin bütünlüğü içinde demokrasinin gerçekleştirilmesidir. Bu da ancak yeni demokratik bir anayasa ile mümkündür.

- 'Kürtlere otonomi verirsek, ardından federasyon gelir. Sonra Kürtler bağımsızlık ilan eder' yaklaşımı ayrılıkçılığı körüklüyor aslında. Kürt kimliğini fobi haline getiren bir Türkiye gerçeği var. Biz ideolojik ve felsefi yaklaşımımızdan dolayı birlikte yaşamak istiyoruz. Birlikte yaşamanın formülü olarak da demokratik özerkliği formüle ettik. Türkler, bunu görmezlikten gelir ve şiddeti dayatırsa birlikte yaşama olanağı ortadan kalkar. Bu durumda da Kürtlerin ayrılma hakkı ortaya çıkıyor.''

ANF NEWS AGENCY