26 Temmuz 2010 Pazartesi

Merkezi Uygarlık Sistemi -1

Kapitalist modernite, uygarlıkta son evre olarak kendini diğer aşamalardan özenle ayırarak daha özgürlükçü, daha eşitlikçi olduğunu, insana dair gelişmelerin en üst boyutunu temsil ettiğini iddia ediyor.

Şiyar Koçgiri
 
Genel olarak ‘uygarlık’ kavramı, gelişmenin, ilerlemenin, refah ve demokrasinin sembolü gibi ele alınmaktadır. Yani bir anlamda insanlığın ağırlıklı bir kesimi uygar olmaya, uygarlık ölçülerine ulaşmaya çalışıyor. Diğer yandan iyilik, güzellik adına ne varsa uygarlık kavramının içeriğine mal ediliyor. Sadece günümüz değil, geçmiş de uygarlığın bu özelliği çerçevesinde ele alınıyor ve insanlığın yürüyüşü tamamen bir uygarlaşma çabası olarak görülüyor. Geçmiş ve günümüz bu fenomen etrafında değerlendirildiği gibi gelecek de bu kavramın kodladığı anlamlara göre düzenlenmeye, geliştirilmeye, kurgulanmaya çalışılıyor. Kısacası mevcut sistemin bu kadar olumladığı uygarlığı sürdürme çabası en temel görevini oluşturuyor.


Ama gerçekten de bu kavram kendisine yüklenen anlamları içeriyor mu, doğuşu, gelişimi, geçirdiği aşamalar ve günümüzde aldığı form itibariyle böyle midir? Yoksa bir kavram etrafında geliştirilen bir mit ile mi karşı karşıyayız? Yazıyla, devletle kimilerine göre kentle ya da sınıflaşma ile başlatılan uygarlık öncesi süreç ‘barbarlık’, ‘ilkellik’, ‘gerilik’, ‘vahşet’ olarak değerlendirilirken acaba bir gerçek çarpıtılmak mı isteniyor? Bilinçli bir yaklaşımın ürünü olarak uygarlık öncesi sürecin ısrarla gerilik, ilkellik, barbarlık olarak değerlendirilmesi bir gerçeği gizlemek ihtiyacından mı kaynaklanıyor? Bunlar, üzerinde durulmayı gerektiren önemli sorular oluyor. 


Aslında uygarlık kavramı bu denli kutsanmış olma durumunu kapitalist modernitenin son iki yüz yıl içinde sağladığı ideolojik-kültürel hegemonyaya borçludur. Aydınlanma döneminin kimi filozofları bugünkü veriler ortada yokken bile yaşanan sorunların uygarlığın yapısal gerçeğinden kaynaklandığının farkındaydılar. Rousseau’ya göre uygarlığın tarihi, özgürlüklerin gelişmesinin tarihi değil, tam tersine insanın bozulmasının tarihidir. Rousseau, uygarlığın insanı bozduğunu göstermek için, doğal ve uygar insanın özelliklerini karşılaştırır ve doğal insanı, bağımsız ve otonom ve özgürlüğüne düşkün olması, özgür olduğu için kendini sevmesi ve başkalarıyla ilişkisini merhamet ve dayanışma temelinde geliştirmesi nedeniyle bağımlı, mülkiyete düşkün, bencil ve başkalarını sevmeyen, başkalarıyla ilişkisini merhamet üzerine değil, çıkar ve kıskançlık üzerine kuran uygar insandan daha üstün sayar. Ancak daha sonra kendisini yaşamın her alanını denetlemek ve yönetmek üzere kurumlaştıran ve derinleştiren kapitalist modernite uygarlıkla ilgili büyük bir saptırmayı hâkim kılmıştır. Tarihsel gelişmeyi sınıf çatışmaları üzerine oturtan reel sosyalizmin de katkılarıyla ortaya çıkan uygarlık tanımlaması genel kabul görme noktasına getirilmiştir. 


Günümüzde artık bilimsel araştırmalar, arkeolojik bulgular ve Sümer öncesi sürece ilişkin elde edilen veriler; yeni bir tarih kurgusuna yol açarken, uygarlık fenomeni de temellerinden sarsılmaktadır.  Uygarlığın gelişiminin insansal yürüyüşte bir geriye gidişi ifade ettiği ve uygarlığın, bugün altından kalkılıp kalkılamayacağı belli olmayan sorunların temel kaynağı olarak, yaklaşık 5000 yıllık tarihiyle günümüzde yaşanan sorunların yaratıcısı, geliştiricisi olduğu; toplumsallığımızı ve doğamızı tahrip eden olgular bütünlüğünü ifade ettiği daha fazla kabul gören bir gerçeklik haline geliyor. Bu gerçekliği ile kendisini kapitalist modernite biçiminde günümüze taşıran uygarlığın tarih içinde doğa ve toplumun en büyük baş belası olarak ortaya çıktığı daha fazla aydınlanıyor. Dolayısıyla insanlığın tarihi yeniden yazılıyor.


Kapitalist modernite, uygarlıkta son evre olarak kendini diğer aşamalardan özenle ayırarak daha özgürlükçü, daha eşitlikçi olduğunu, insana dair gelişmelerin en üst boyutunu temsil ettiğini iddia ediyor.  Ama ortaya çıkan veriler ve tarihin aydınlanan yüzü durumun hiç de öyle olmadığını gösteriyor. Kapitalizm, bir zincir gibi birbirine bağlı uygarlık aşamalarının son halkasını ifade etmektedir. Kendisinden önceki uygarlık aşamalarının temel özelliklerini taşımaktadır. Uygarlığın diğer aşamalarından özsel olarak farklılığı yoktur, daha çok önceki uygarlık aşamalarını da kendine miras yaparak onları daha da derinleştirmiştir. Fark, kapsam ve tekniğin kullanımı ve yöntemlerin derinleşmesi temelinde ortaya çıkmaktadır. Bunun da insan duruşunda, toplumsal gerçeklikte ve doğanın dengesinde neye mal olduğunu yaşayarak görüyoruz.

 “Uygarlık demek, sınıflı ve devletli toplum demektir.”

Günümüz tarih anlatılarının uygarlığa mal ettiği ‘ahlak, politika, kültür, otorite, yazı, kent, ticaret, üretim teknikleri ve araçları, tarım, hayvanların evcilleştirilmesi…’ gibi birçok yaratım sınıflı ve devletli uygarlık öncesi yaşanan neolitik toplumun yaratımlarıdır. Sınıflı-devletli ilk uygarlık olan Sümer uygarlığı, tüm bu yaratımların sahibi olan anacıl doğal toplumun anti tezi olarak ortaya çıkmıştır. Uygarlık göstergeleri olarak sunulan tüm bu gelişmeler aslında daha uygarlaşma süreci başlamadan yani sınıflaşma ve ona dayalı devlet tekeli ortaya çıkmadan yaratılmıştır. Uygarlığın ortaya çıkardığı tek şey bütün bu yaratımlara toplumun çok küçük bir azınlığı adına el koyma ve kendine mal etme başarısını göstermiş olmasıdır. Bu durumun da doğal toplum değerlerinin inkârı, istismarı, el konulması temelinde geliştiği artık sır değildir. Büyük bir zihniyet çalışması temelinde geliştirilen sınıflaşma ve ona dayalı gasp örgütü olarak devlet, uygarlığın kendine mal edebileceği tek yaratımdır. Uygarlık demek, sınıflı-devletli toplum demektir. 


Bu ise uygar olmayan yani sınıflaşma ve devlet olgusunu kabul etmeyen toplumların var olduğu, sınıfa ve devlete yer vermeyen bir uygarlığın yaşandığı anlamına gelir.


Dolayısıyla hanedanlık öyküleri, dinsel tarih anlatımları, sınıfsal ve ekonomik tarih yorumları her ne kadar birbiriyle çelişkili gibi görünseler de uygarlığın tanımını vermekten uzak, dahası uygarlığı yücelten, uygarlık dışında bir tarihin yaşanmadığını varsayan uygarlık temelli anlatılar olmanın ötesine geçememektedir. Bu nedenle doğru bir uygarlık yorumu ve tanımlaması için yeni bir tarih tezine ihtiyaç vardır.

“Toplumsal tarihimizin tezi doğal toplumdur”
 
“Tarih ve geleneği ne kadar doğru biliyorsan, günümüz ve geleceği, bu tarihi içselleştirdiğin de üstüne ekleyeceğin kadar değiştirebilir, dönüştürebilirsin”  


Uygarlık olgusunu günümüzdeki durumunun ötesinde tarihin derinliklerinde aramak durumundayız. Uygarlığın tarihini, tarihsel yürüyüşünde insanlığa hangi bedellere mal olduğunu, günümüzde ne tür sorunlara yol açtığını doğru anlayabilmek için toplumsallığın başlangıcını yeterli düzeyde kavramamız hayati önemdedir. Tarihi devletle ya da sınıflarla başlatmak ister bilinçli ister bilinçsizce yapılmış olsun günceli doğru kavramada ve doğru çözümler üretmede önümüzdeki en büyük engel olduğu kadar; toplum olgusunu kavramada da yapılan en büyük saptırmadır. Sınıflar ve devlet oluşmadan yani uygarlık denen olgu ortaya çıkmadan çok önceleri toplum oluşmuştur. Bu anlamda doğru bir toplum tarihine ulaşmadan doğru bir uygarlık tanımına ulaşmak mümkün değildir. 



Bu nedenle toplum olgusunu doğru anlamalı, toplumsallığın başlangıç aşaması olan doğal toplumu kavrayarak insansal gelişmede oynadığı rolü iyi görmeliyiz. Toplumsal tarihimizin tezi doğal toplumdur ve aslında doğal toplum, toplumun kendisidir. Toplumun bu oluşum aşamasında son derece eşitlikçi ve özgürlükçü değerlere dayandığı her geçen gün artan bulgular yanında bütün ciddi tarihçilerin ortak yorumudur. Toplumun doğal karakteri eşitlikçi ve özgürlükçüdür. Dayanışma, yardımlaşma, ortakçılık, paylaşım, işbirliği gibi temel değerlerin toplumun özünü oluşturacak biçimde doğal toplum sürecinde şekillendiği, insanın bu süreçte doğal çevreyle müthiş bir uyum içerisinde olduğu, kadının bu dönemin belirleyeni olduğu tespit edilen gerçeklerdir. Bu anlamda toplumun oluşum tarzı komünal-demokratik niteliktedir. Doğal toplum olarak adlandırdığımız klan toplumu, doğayla kendisini organik bir bütünlük içerisinde görmekte ve doğayı kutsamaktadır. Kadının toplumsallaşmanın yaratıcı gücü olması da toplumsallaşmanın bu karakteriyle yakından bağlantılıdır. Doğaya yakınlığı, doğayı tanıması, doğal toplumun yaşamını doğadan öğrenerek ve doğanın nimetleriyle geliştirmesi kadının toplumsal rolünü belirleyen temel olgulardandır. Toplumun hem doğaya karşı ve hem de kendi içerisindeki ilişkilerinde tahakküm ve baskı söz konusu değildir. Kısacası toplumun oluşum tarzı veya doğası demokratik-komünal, cinsiyet özgürlükçü ve ekolojiktir. İşte uygarlığın gelişimi toplumun bu özüne karşıtlık temelinde ortaya çıkmıştır. Uygarlığın yapısal gerçeğine damgasını vuran da budur.


Sınıf, kent, devlet temelinde şekillenen uygarlık, temsil ettiği iktidar gerçeğiyle, toplumu alt ve üst toplum olarak ayırıp, doğal toplumun eşitlikçi, özgürlükçü, doğal zihni yapılanmasını dumura uğratmak ister. Uygarlık, baskı ve sömürüyü geliştirerek, toplumun politik-ahlaki yapısını işlemez hale getirmek isteyen özüyle toplumu toplum yapan temel değerlere karşıtlık içinde gelişmiştir. Bunun için uygarlığın tarih içindeki yürüyüşü, toplumun zayıflatılması ile karakterize olmuştur. Uygarlığı ifade eden iktidar, devlet, baskı ve sömürünün kapitalist uygarlık sürecinde insan ve toplum yaşamını hücrelerine kadar kontrol edecek denli gelişmesi, toplumsallığımızı ve doğamızı ciddi biçimde tehdit etmektedir. Toplumu toplum yapan temel demokratik komünal değerlerin inkârı ve zayıflatılması üzerine gelişim kaydeden uygarlık, açığa çıkardığı devletçi toplum gerçeğiyle toplumun antitezi olarak gelişim göstermekle kalmamış, insanı insanın kurdu, doğanın düşmanı haline getirmiştir. Onun için, uygarlığın yaratımı olan devletçi toplum, kendi doğasına yabancılaşmış toplum demektir. Uygarlık daha başlangıcında toplumu ayakta tutan politika ve ahlak olgularını zayıflatmıştır, düşünüş tarzını saptırmış, toplumun bütünlüklü yapısını parçalamış, toplumu sınıflara ayırmış, bir ‘üst toplum’ yaratmıştır. Bu yüzden günümüz kapitalist uygarlığının zirve yaptırdığı toplumsal sorunları beş yüz yıllık kapitalist süreçle başlatmak, dar sınıf çelişkileriyle izah etmek, kaba bir ezen-ezilen çelişkisi biçiminde ele almak yetersiz kalmaktadır. Esas çelişki toplum ile uygarlığı karakterize eden devlet, sınıf, kent, iktidar, baskı, yalan, sömürü olguları arasındadır. Daha genişçe ifade edersek, çelişki eşitlikçi ve özgürlükçü değerler temelinde gelişen demokratik komünal, kadın eksenli, ekolojik yönelimli POLİTİK-AHLAKİ TOPLUM ile buna karşıtlık içerisinde gelişen hiyerarşili, iktidarlı, devletli, sınıflı-sömürülü, erkek egemenlikli, doğaya hükmeden uygarlık arasındadır.  


Uygarlığı bu temelde çözümlemeden, toplumu karşı karşıya bıraktığı sorunlar ne doğru tanımlanabilir, ne de çözümü geliştirilebilir. Günümüzün altından kalkılamaz toplumsal sorunlarının temelinde uygarlığın bu yapısal gerçekliği yatmaktadır. Bu her geçen gün açıklık kazanan bir olgu olarak tüm toplumsal sorun tanımlamalarının yeniden ve uygarlığın yapısını sorgulayan temelde yapılmasını getirmektedir. Gerek geçmişte, gerek günümüzde toplumsal çelişkilerin nedenleri ve çözümleri insanlığın en temel meselelerini oluşturmuştur. Bu eksende büyük mücadeleler, büyük düşünce arayışları ve çıkışları yaşanmıştır ve bunların ortaya çıkardığı önemli dersler mevcuttur.

“Yanlış tarih, yanlış pratik demektir.” 

 Tarihsel ilerlemenin sınıf mücadelelerinden ibaret olmadığı, tarihin taşıyıcı gücünün uygarlık ve uygarlık karşıtı toplumsal güçler arasındaki mücadeleyle belirlendiği artık tartışma götürmez bir gerçek olarak kabul görmektedir. Yine tarihin düz, çizgisel ilerlemeci bir seyir içinde gelişmediği, tarihin çeşitli isimlerle anılan ve birbirini takip etmesi zorunlu varsayılan uygarlık aşamalarından ibaret olmadığı, bunun dışında insanlığın başka bir tarihinin var olduğu görülmekte, daha derinlikli uygarlık sorgulamalarına gidilmekte ve uygarlık anlatılarına temellik eden resmi tarih yerini daha gerçeğe yakın tarih anlatılarına bırakmaktadır. Bu eksende bir tarih özetlemesi yaptığımızda uygarlığın hangi zemin üzerinde, nasıl ortaya çıktığı ve günümüze kadar kendisini nasıl ulaştırdığı daha net ortaya çıkacaktır. 

Zağros-Toros eteklerindeki tarımsal-köy devriminin reddi üzerinden gelişen Sümer uygarlığının karşıt bir sistem olarak gelişirken doğal toplumun tüm yaratımlarını kendine mal ettiği, mekân olarak Aşağı Mezopotamya’da gelişim gösteren kent tipi yerleşimleri esas aldığı arkeolojik bulgulardan iyice anlaşılmaktadır. Köy tipi sınırlı nüfusa sahip yerleşkelerde toplumu alt ve üst toplum olarak bölmek, eşitlikçi, özgürlükçü doğal ilişki diyalektiğini iktidar, hegemonya ve sömürü temelinde değiştirmek kolay değildir. Bu anlamıyla uygarlığın doğuş mekânı çeşitli nedenlerle klan ve kabile ortamından ayrılanların oluşturduğu kent olmuştur. 


Bulgular MÖ 6.000-5.000 dolaylarında Yukarı Mezopotamya’dan Aşağı Mezopotamya’nın Fırat-Dicle havzasına yoğun kitlesel göçlerin yaşandığını, gerçekleşen bu göçler sonucu MÖ 4.000’lerden itibaren beş bin kişiyi aşan yerleşkelerin ortaya çıktığını göstermektedir. Zağros-Toros eteklerindeki tarıma elverişli, hayvan ve bitki türlerinin zengin olduğu bölgelerde gelişen neolitik tarım devriminin tüm yaratımlarının, ortaya çıkardığı tüm kültürün bu göçler sonucu Aşağı Mezopotamya’ya taşındığı da her geçen gün kesinlik kazanmaktadır. Bu göçlerin doğal sonucu olarak taşınan doğal toplum yaratımlarının burada yeni bir senteze kavuştuğu, özellikle hiyerarşiyi temsil eden rahipler eliyle yeni bir toplumsal düzenin adım adım geliştirildiği tarih içinde gözlenen diğer bir gelişme olmaktadır. Kent tapınaklarında rahipler tarafından geliştirilen bu yeni toplumsal düzen aslında günümüz uygarlığının da başlangıcıdır. Fırat-Dicle havzasında gelişkin sulama tekniğini kurması ve bunu kurgulayıp kabul ettirdiği üst toplumun eseri olarak sunması tapınak rahiplerinin tarihi başarıları olarak değerlendirilebilir. Büyük mitolojik yaratımlar bu sürecin ürünüdür. Kurgulanan yeni sistem ana kadın kültünün yaratımları üzerinden sağladığı verimlilik temelinde öncelikle toplumun zihniyetinde meşruiyete kavuşturulmuş, giderek toplumun politika ve ahlak gerçeği yeni sistemin sahiplerine mal edilerek iktidarın ve onun en gelişkin aracı olan devletin temelleri atılmıştır. Doğal dine inanış yerini soyut tanrılara bırakırken, eşitlikçi-özgürlükçü doğal toplum ilişkilerinin yerini alt-üst toplum ilişkileri almıştır. Artık her şeyin yaratıcısı tanrı krallar ve onun temsilcileri toplumsal artıya el koymak için gereken zemini yaratmışlardır. Tapınaklar devletin çekirdeği olarak boy vermeye hazırdır.


Bundan sonrası tapınakta şekillenen yeni iktidar gücünün topluma yaydırılmasıdır. Toplumsal bilgi birikiminin gaspı, kutsalın gaspıyla sonuçlanacak ve kutsala sarınan rahip yükselen yeni sistemin temel iktidar gücü olacaktır. Rahip krallar çağı başlamıştır. Mitolojik öykülerle meşruiyeti sağlanan yeni sistem başlangıçta zor ağırlıklı bir iktidarsal duruş içinde değildir. Toplumsal üretimin artırıcı gücü ve genel güvenliğin sağlayıcısı olarak toplumun beklentilerine önemli oranda yanıt olmaktadır. Ancak giderek kendi elitini, bürokrasisini yaratmaktan da geri durmayacaktır. Zihinlerde kurgulanan sistem, pratikte yaşam bulmakta ve giderek gelişmektedir. Alt sınıfın tanrı adına rızası ve ‘gönüllü’ köleliği rahibin yönetiminde büyük bir toplumsal üretime yol açmakta, artan nüfus ve güvenlik ihtiyacı temelinde kurumlaşan zor aygıtı üzerinde devlet şekillenmektedir. Her şeyin sahibi gökyüzündeki tanrının yeryüzündeki temsilcisi, kurumsal niteliğini dev adımlarla geliştirirken inanılmaz bir yoğunlaşma içindedir. Ancak artan üretkenliğe paralel çoğalan nüfusla birlikte yönetim sorunları öne çıkacak ve zihniyet işleriyle uğraşan rahibin geliştirdiği zemin üzerinde siyasetçinin yükselişi gerçekleşecektir. Rahip-siyasetçi ikilisini el koymaya dayalı yeni toplumsal düzenin güvenlik sorunları üçüncü bir kimlikle tanıştıracaktır. Bu askeri şef olmaktadır. Din, siyaset, şiddet böylece yeni uygarlığın temel ayakları olarak oluştuktan sonra geriye bunların dallanıp, budaklanması kalacaktır. Dikkat edilirse tüm devletler bu üçlü ile var olabilmişlerdir. Uygarlığın tüm biçimlerinde bu üçlü mutlaka iktidarın bileşeni olarak vücut bulmaktadır. Biri toplumun zihniyeti ile oynar ve göksel tanrı düzenleri kurup geliştirirken, diğeri toplumun kendi sorunlarını tartışma ve karara bağlama gücü olan politikayı çalacak bir üçüncüsü ise bunlara karşı gelenleri hizaya getirmek için örgütlü zor ve şiddeti geliştirecektir. Bu üçlü çark yeni sistemin vazgeçilmezleri olarak tüm tarih boyu uygarlık adına sınıflaşmayı yeniden yeniden düzenleyecek, topluma karşı savaşı akla gelebilecek her yöntemle derinleştirerek kurdukları iktidar ve sermaye tekeli olarak devleti ayakta tutmanın çabasını yürüteceklerdir. Bunlar adına uydurulan olumlu tüm sıfatlar, kendilerini topluma kutsallık adına, gereklilik adına, vazgeçilmezlik adına sunarak tüm uygarlık süreçlerinin en temel yalanını oluşturacaktır. 


Sümer tapınaklarında inşa edilen devletin oluşum ve kurumlaşması, yeni toplumsal düzenin ya da uygarlığın temel fenomeni olarak kısaca böyle özetlenebilir. Uygarlık sınıflaşmaya paralel kentte doğmuş ve devlet biçiminde somutlaşmıştır.  M.Ö. 3000’lere gelindiğinde Uruk sitesinde hükmünü icra etmeye hazırdır.

Tarih değil, Uygarlık Sümer’de Başlar
 
“Uygarlık sınıf kültürü ve devletiyle ilgilidir. Kentlilik, ticaret, ilahiyat ve bilimin kurumlaşması, politik ve askeri yapının gelişmesi, ahlak yerine hukukun öne çıkması, erkeğin toplumsal cinsiyetçiliği yeni uygar toplumun hâkim göstergeleridir. Bir anlamda bu özelliklerin toplamına uygar toplum kültürü de denilebilir”. 


Tecrübe, kutsallık ve güvenlik olgularının toplumun çok küçük bir azınlığı tarafından toplumsal artı ürüne el koyma amacıyla gasp edilmesi ve kurumlaştırılmasıyla başlatabileceğimiz uygarlık ya da sınıflı ve devletli sistem Sümer’de ana hatlarıyla ortaya çıkmıştır. Rahiplerin zigguratlardaki büyük zihniyet çalışmalarıyla temel yaratıcı güç olarak tanrı ve onun yeryüzündeki sistemi öncelikle zihinlerde inşa edilmiştir. Politika tüm toplumun temel bir faaliyeti olmaktan çıkarılarak küçük bir azınlığa mal edilmiş, toplumun genel güvenlik ihtiyacının ürünü olarak ortaya çıkan askeri güç bu yeni sistemin ortağı kılınarak sistemin koruyucu gücü haline getirilmiş,  sosyal yaşam toplumsal ahlakın belirlediği alan olmaktan çıkarılıp yeni sistem ilişkilerinin ve ölçülerinin işlediği alana dönüştürülmüştür. Kadın artık toplumun öncü gücü olmaktan çıkarılarak önce ‘Musakkatin’ denilen genelevlere ardından erkeğin sonsuz egemenlik ve sömürüsüne tabi kılınmıştır. Önderliğimizin “birinci cinsel kırılma” olarak tanımladığı ataerkil, erkek egemenlikli süreç sonuna kadar açılmıştır. Kadın aleyhine düzenlemeler maddi ve manevi alanda çığ gibi büyüyerek bugüne gelmiştir. Doğa artık yaşamın kaynağı, kutsanması ve korunması gereken ana değildir. Kadınla birlikte esaret altına alınması ve savaş açılması gereken, tanrılarca insanın hizmetine sunulmuş ruhsuz bir olgudur. 


Tüm bunların toplamını merkezi uygarlık olarak tanımlıyoruz. Maddi ve manevi alanda iktidarın rahip-siyasetçi-asker üçlüsü tarafından ele geçirilmesi ve bunun tanrısal devlet adıyla kurumsallaştırılması Sümer’den günümüz kapitalist modernitesine kadar süren merkezi uygarlığın başlangıcını oluşturur. Özgürlükçü doğal toplumun inkârı ve istismarı temelinde ortaya çıkması, doğal toplum değerlerine ve bu değerleri sembolize eden kadına karşıtlık temelinde vücut bulması uygarlığın temel özelliğidir. Toplumsal artı ürüne –buna sermaye de diyebiliriz- ve iktidara el koyma amacıyla maddi ve manevi alanda köleleştirmeyi zor ya da ikna yoluyla geliştirme uygarlığı belki de en iyi anlatan özelliğidir. Bu özellik, ilk anından günümüze kadar uygarlık tarihinin tüm aşamalarında toplumsal birikime ve iktidara el koyma uygarlık güçlerinin temel hedefidir. Zaman zaman dini, zaman zaman siyasi, askeri, ticari elitlerin öne çıkması, kimilerinin Allah adına, kimilerinin toplum adına devlet aygıtının başına geçmesi bu gerçeği değiştirmemiştir. Devlet özü itibariyle toplumsal birikime el koyma aracı olarak doğmuştur. Ona bahşedilen ve hep büyütülen iktidar toplumsal birikimin gaspına dönüktür. Sümer kent devletinden günümüze tüm uygarlık aşamaları sermaye ve iktidarın, bu birbirinden ayrılmaz ikilinin toplumun aleyhine gelişmesi tarihidir. Tarihi bu gözle okuduğumuzda uygarlığın ulaşılması gereken bir hedef olmak şurada kalsın yaşanan ve yaşanacak olan tüm sorunların ve acıların kaynağı olduğu daha iyi görülecektir. 


Bu özellikleriyle MÖ 3000’lerde Sümer’de doğuş yapan uygarlık MÖ.1500’lere gelindiğinde ideolojik ve düşünsel, askeri ve siyasi kurumsallaşma düzeyiyle, zora ve iknaya dayalı verimliliğiyle hızlı bir yayılma gücü göstermiş ve merkezi bir konuma ulaşmış durumdadır. İndus, Nil ve Sarı ırmak boylarında Sümer orjinli Hint, Mısır ve Çin uygarlıkları ortaya çıkmış, Sümer uygarlığıyla başlayan toplumsal kanserleşme neolitik tarım devriminin boy verdiği dünyanın önemli coğrafyalarında neredeyse başat güç haline gelmiştir. Kendilerine özgü yanlar taşısa da bu uygarlıkların tümü Sümer uygarlığının derin izlerini taşımaktadırlar. Hepsinin derinleşen bir köleciliği geliştirdiklerini, bunu öncelikle zihinsel kölelik temelinde başlattıklarını, bunun için muazzam mitolojik öyküler inşa ettiklerini, ardından toplumun politik gücünün çalınarak küçük bir azınlığa mal edildiğini ve bu azınlığın giderek askeri erkânla tamamlandığını gözlemleriz. Geriye kalan bunun derinleştirilmesi ve yaydırılmasıdır. İçerde sınıflaşmanın geliştirilmesi, dışarıda büyük katliamlar ve şiddet yöntemleriyle özgür kabile ve klanların köleci sisteme dâhil edilmesi hepsinin ortak özelliğidir. Toplumun iktidar ve sermaye gücü için çalıştırılması, toplumsal aklın bunun için felç edilmesi, toplumsal ahlakın yerini köleliği kutsayan gerici ahlakın ve hukukun alması, tanrılar adına büyük talan ve fetih savaşlarının sergilenmesi neredeyse uygarlığın geliştiği tüm alanlarda yaşanan temel olgulardır.


Analitik aklın toplumun aleyhine kullanımının ürünü olarak ortaya çıkan uygarlık ilerleyen tüm süreçlerinde analitik aklı ve simgesel dili yetkin bir biçimde kullanmıştır. Analitik akıl toplumsal ürüne el koymanın her yöntemini ustalıkla bulup geliştirirken simgesel dil bunu meşrulaştırmanın en yetkin aracı kılınmıştır. Manevi alan olarak tanımlayabileceğimiz din, ideoloji, ahlak, sanat, edebiyat alanlarında inanılmaz çabalar sergilenmiş, hala günümüzü belirleme gücü gösteren manevi-düşünsel yaratımlar ortaya çıkarılmıştır. Böylelikle toplumsal akıl rayından saptırılmakla kalmamış, köreltilmiş, toplumlar kendileri adına düşünemez kılınmışlardır. Tüm yaratımlar gökyüzündeki soyut tanrılara mal edilirken toplumsal yaratıcılığın esamesi okunmaz hale gelmiştir. Toplumun kendi gücüne inancı, toplumsallığından aldığı güç kaybettirilmiştir. Yerini dıştan rahiplerin dayattığı soyut tanrılar, cennet-cehennem, melekler-şeytanlar almıştır. Her ne olur ise artık bunların eseri olarak görülmekte insanın en büyük hakikatini oluşturan toplumsallığı yıkılmaktadır. İnsanın onsuz edemeyeceği metafizik tersine çevrilerek her gün hayatın her alanında insanı ve onun toplumsallığını vuran bir silah haline getirilmiştir. 


Sermaye ve iktidar tekelinin maddi alandaki kurumlaşması ise daha az yıkıcı değildir. Şehirlerin etrafını bir uçtan bir uca saran surlar, sermaye ve iktidar tekeli olarak devletin tanrısallığını ve ölümsüzlüğünü gösterircesine yükselen mabetler, kaleler, burçlar yine onun gazabının göstergesi olan ordular, istihbarat aygıtları, şiddet yöntemleri makamlar ve unvanlarla birlikte çığ gibi çoğalmıştır. Milyonlarca insanın tanrı adına işe ve savaşa koşturulması, ölümsüz tanrı kralın ölümsüz iktidarı için çalıştırılması, bunun için kurgulanan ve uygulanan tanrısal cezalar sermaye ve iktidar tekellerinin başarı göstergeleri olurken; uygarlığın ne pahasına geliştiğinin de göstergeleri olmuşlardır. Sümer, Asur, Mısır, Hint ve Çin uygarlıklarının görünen yüzü görkemli yapılar, eserler ve düşünceler biçiminde sunulurken bile gizlenemeyen öteki yüzü insanlığın büyük düşüşü ve kaybedişidir. Sınıfsal farkların derinleşmesi, toplumsal çelişki ve sorunların ortaya çıkmakla kalmayıp, katlanılamaz hale gelmesi sermaye ve iktidar tekeli olarak devletin yani uygarlığın büyümesine paralel yaşanmıştır. 


İktidar ve özel birikim hiçbir zaman toplumun ihtiyaç duyduğu olgular değildir. Doğal toplum başta olmak üzere, toplumsallığın hiçbir döneminde özel birikim hoş karşılanan ve kabul gören bir durum değildir. Toplumu oluşturan ana gövdenin tarihin hiçbir döneminde iktidarlaşma ve bunun için özel mülkiyet geliştirme yaklaşımı yoktur. Toplumsal akıl gerek manevi gerek maddi alanda toplumsal birikimin özele mal edilmesinin kötülükle, toplumun zararıyla sonuçlanacağının farkındadır. Paylaşım hala toplumsallığın vazgeçilmezlerindense bu yüzdendir. Maddi ve manevi birikimin tek elde toplanması toplumun özüyle çelişkilidir. Bir bünyede bir hücre türünün aşırı büyümesi nasıl ki kanserleşme olarak tüm bünyeyi tehdit ediyorsa toplumsal bünyede de durum farklı değildir. Toplum içinde bir kesimin aşırı büyümesi ve güçlenmesi geri kalanların zayıflatılması ve güçten düşürülmesi demektir. Bu anlamıyla aşırı büyüyen bir hücre nasıl kanserleşmeye yol açıyorsa maddi ve manevi zenginlikler üzerinde tasarruf geliştiren toplumun bir kesimi de toplumsal kanserleşmeye yol açmaktadır. Bu nedenle devlet üzerinde yükselen uygarlığın beş bin yıllık tarihi toplumsal kanserleşmenin de tarihidir. 


Özgürlüğün yerini kölelik, paylaşımın yerini özel mülkiyet, dayanışmanın yerini rekabet, eşitliğin yerini eşitsizlik almıştır. Çoğulluk yerini tek tipleşmeye bırakırken, farklılıklar yok edilmesi gereken olgulara dönüşmüştür. Herkesin yaratıcı tanrı, kutsal devlet, büyük iktidar adına aynılaşması, aynı yalana dayalı düşünmesi ve hizmet etmesi hâkim kılınmıştır. Bunun için en büyük vahşetler ve zulümler sergilenmiş, büyük yıkımlar ve imhalar gerçekleştirilmiştir. Uygarlık işte bütün bunların toplamı olarak gelişebilmiştir.

En Büyük Yalanlar Uygarlık İçin Oluşturulmuştur
 
Uygarlığın gelişim süreçlerinin büyük bir refah, düzen, güvenlik ve mutluluk sağladığı ise büyük bir yalandır. Uygarlık attığı her adımda doğal toplumun büyük direnişleriyle karşılaşmıştır. Toplum yeni doğan bu sistemin daha en başından büyük uğursuzluklara yol açacağının farkındadır. Toplumsallığı koruma insanlığın en büyük mücadelesi olarak daha başından itibaren uygarlığın fikir babası rahiplerle ana tanrıça arasında savaşlara ve çatışmalara konu olmuştur. Tüm mitolojiler bunu anlatan öykülerle doludur. İçten kadının ve köle sınıfının, dıştan etnisitenin, klan ve kabile topluluklarının direnişi yine uygarlığın ilerleyen süreçlerinde dinlerin ve mezheplerin direnişleri toplumun, toplumsal varlığı kemirerek gelişen uygarlık güçlerine karşı gerçekleşen direnişlerdir. Resmi tarih anlatılarının söylediği gibi toplumlar uygarlaşmak için değil, uygarlaşmamak için direnmişlerdir. Zira uygarlaşma kölelik, eşitsizlik, sınıflaşma, iktidar, devlet, zor, yalan, vergi, haraç, zulüm, çıkarcılık, doğa düşmanlığı savaş ve talan demektir. Bu nedenle büyük direnişlere konu olmuş, toplum varlığını sürdürmenin gereği olarak uygarlığa karşı mücadele etmeyi en kutsal uğraş bellemiştir. Toplumun uygarlık denen kanserleşmeye maruz kalması tüm toplumsal sorunların sökün etmesine yol açmış, uygarlığın varlığını devam ettirme adına giriştiği her eylem büyük direnişlerle, büyük kahramanlıklarla, büyük düşünce arayışlarıyla karşılanmıştır. Dolayısıyla tarih sadece uygarlığın kanlı, sömürülü, yalan ve hileli yürüyüşünden ibaret değildir. Ona karşı mücadele eden büyük çoğunluğun, kadının, klan,  kabile ve etnisitenin, mezhep, tarikat ve dinlerin büyük yürüyüşleri vardır. Büyük kazanımları, yaratımları, direnişleri ve mücadeleleri söz konusudur. Tarihin bir de bu yüzü vardır ve günümüz tarihçiliğinin, bilimciliğinin, dinciliğinin temel faaliyeti bu gerçeği perdelemek ve yok saymaktır. Uygarlık dışında toplumsal bir yürüyüşün olduğu, toplumun varlığını bu yürüyüş temelinde günümüze taşırdığı neredeyse unutturulmuş durumdadır.
Hâlbuki devletçi uygarlığın tüm baskı ve sömürüsü doğal-komünal toplum değerlerine dayalı gerçek toplumu, devletçi olmayan uygarlığı -ki Önderliğimiz bunu “DEMOKRATİK UYGARLIK” olarak tanımlıyor- ortadan kaldıramamıştır. Kaldırması da mümkün değildir. Çünkü devletçi uygarlığın demokratik uygarlık güçleri olmadan, onların yaratımları olmadan yaşaması mümkün değildir. Aynen bünyenin sağlıklı kesimleri olmadan kanserli hücrelerin ve organların hayat bulamayacağı gibi. Toplum uygarlık denen kanserleşmeye rağmen varlığını sürdürmeyi başarmıştır. Bu temelde uygarlık olmadan insansal gelişmenin sürdürülemeyeceği iddiasının büyük bir yalandan ibaret olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Büyük bedellere ve yıkımlara mal olsa da insansal yürüyüşü temsil eden, sürdüren demokratik uygarlık güçleri olmuştur. Kadının, klan, kabile, aşiret gerçeğinde dile gelen etnisitenin, ezilen sınıfların büyük direnişleri olmuştur. 


Resmi tarih ve uygarlık anlatılarının ikinci büyük yalanı ve hâkim kıldığı dogması, toplumun köle-efendi, serf-senyör, burjuva-proleter biçiminde sınıflardan var olduğu ve toplumsal gelişmeyi bunlar arasındaki mücadelenin belirlediğidir. Oysaki tarihin en büyük direnişleri halkların sınıflaşmaya karşı mücadeleleri temelinde yaşanmıştır. Büyük devletçi uygarlık güçlerinin yıkım nedenlerine bakıldığında Sümer’den, Asur’a, Mısır’dan Roma’ya hepsinde sınıflaşmaya ve uygarlık içine alınmaya karşı direnen etnisiteyi, dağların başlarında ve çöllerin derinliklerinde özgür yaşam formlarını korumayı esas alan klan, kabile ve aşiret topluluklarını görürüz. Onların bitmek tükenmek bilmeyen direnişlerini, karşı saldırılarını görürüz. Uygarlık içine alınmış ve sınıflaştırılmış kesimlerin dışındaki toplumun büyük direnişini ve mücadelesini görürüz.

Gerçek Direniş Sınıflaşmaya Karşı Verilmiştir
 
Sınıflaşmaya karşı direnişin insanlığın en büyük direnişlerine konu olduğunu vurgulamıştık. Uygarlığın, sınıflaşmanın olmadığı yerde, toplumun efendiler-köleler, ezenler-ezilenler, zenginler-fakirler, mülk sahipleri ve mülkiyetsizler biçiminde bölünmeden gelişemeyeceği, devlet denen toplumsal zenginliğe el koyma aracının ancak toplumun bu biçimde parçalanması üzerinde gelişebildiği artık nettir. Dolayısıyla tarihsel gelişmenin sınıflı toplumlar üzerinden tanımlanması diğer büyük bir yanılgıdır. İnsanlığın tarihsel yürüyüşünde sınıflaşmanın yaşanması ne bir zorunluluktur ne de bunun ilerici bir yanı vardır. Sınıflı toplum devletçi toplumdur. Sınıflaşmanın geliştiği yerde ilerleme değil büyük insanlık düşüşü söz konusudur. Feodalizm olarak adlandırılan dönem, devletçi uygarlık adına ileri bir adım olarak değerlendirilebilir, kapitalizm de öyle. Ancak toplumsal varlık olarak insanın derinleşen köleliğinden öteye bir anlam ifade etmezler. Bu anlamıyla sınıflı toplum aşamaları ne zorunludurlar ne de ilerici bir rol oynamışlardır. Uygarlık gerçek toplumsallıktan bir sapmayı ifade eder. Kanser hücresinin oluşması ve yayılması nasıl ki bir bünye için zorunluluk ve olumluya doğru bir gelişme olarak değerlendirilemezse uygarlık da toplumsallığımızda zorunlu ve ilerici olarak değerlendirilemez. Bu aşamalarda gerçekleşen, uygarlık denen kanserin toplumsal bünyede derinleşmesi ve yayılmasıdır. Toplumsal varlığın güçten düşürülmesi, daha fazla denetim, sömürü ve baskı altına alınmasıdır. Gerçek toplum, bünyesinde sınıflaşmaya, devletleşmeye, iktidar, sömürü ve şiddete yer vermeyen toplumdur. Bu nedenle gerçek toplum doğal toplumdur diyoruz. Bu nedenle toplumsal tarihimizin temeline doğal toplumu koyuyoruz. Bu Önder Apo’nun insanlığın toplumsal varlığını koruma mücadelesine sunduğu en büyük armağanlardan biridir. İnsanlığın bu bakış temelinde tarihi ve uygarlık denen mefhumu ele alması onun tarih içindeki direnişlerini başarıya götürmesinin temel koşuludur. Uygarlık bu biçimde ele alınmadan bırakalım onun yol açtığı sorunlardan kurtulmayı reel sosyalizm örneğinde görüleceği gibi yedeğine düşmekten bile kurtulunamaz. Bu gerçeklik dünya halklarının özgürlük, eşitlik ve barış mücadelesinde her geçen gün daha fazla kabul görmekte ve dünyayı uygarlığın gözleriyle gören yaklaşımların yol açtığı yenilgiler ve hüsranlar aşılma sürecine girmektedir.


Uygar toplumu devletli toplum olarak tanımlıyoruz. Uygarlığın tüm gelişim aşamalarında devlet denen soygun aygıtının sahipleri, yandaşları ve yardakçıları hiçbir zaman toplumun yüzde onundan fazlasını oluşturmamıştır. Hal böyleyken tarih bilinçli bir biçimde bunların tarihiyle sınırlandırılmaktadır. Yine sağlanan tüm gelişmeler ve insanlık adına ortaya konulan bilimsel-teknik buluşlar, kültürel, sanatsal, ticari, ekonomik yaratımlar uygarlığa mal edilmektedir. Resmi tarih anlatıcıları hanedanlık öykülerini, devletlerin talan ve soygun savaşlarını, iktidar mücadelelerini, bu temelde ortaya koydukları uğraşları tarihin belirleyeni ve tüm yaratımları da uygarlığın ürünü olarak sunarken son derece bilinçli bir çarpıtma içindedirler. Reel sosyalizmin tarihi dar, sınıf temelli çelişkiler üzerinden ele alması ve uygarlığı olumlaması insanlık adına büyük bir talihsizlik olmuş, uygarlık güçlerine ve onların resmi tarih anlatıcılarına istemeden de olsa en büyük desteği ve katkıyı sunmuştur. Sermaye ve iktidar tekeli olarak doğan ve gelişen devletin, onunla başlatılan uygarlığın tarih içindeki rolü toplumun yaratıcılığı ve üretkenliğine hükmetmedir, gasp etmedir, talandır. Yaratıcılığı bunun yol ve yöntemlerini geliştirme özelde de devlet aygıtını etkili kılma üzerinedir. Bilim, sanat, kültür, ticaret, ekonomi alanındaki yaratımlar toplumun yaratımlarıdır. Uygarlık güçlerine rağmen varlığını sürdürmeyi toplum bu yaratıcılığından almaktadır. Tarih boyu uygarlık başta devlet olmak üzere geliştirdiği tüm kurumsal, düşünsel yapılarla tek bir şeyin peşinde olmuştur: toplumun yaratımlarına el koymak. Uygarlığın hiçbir evresinde uygarlık güçlerinin bunun ötesinde bir uğraşı ve yaratımı yoktur. Kent bile uygarlığın doğuş mekânı olarak uygarlığın eseri değildir. Uygarlık öncesi sayıları binleri aşan insan topluluklarının yaşadığı yerleşkeler şekillenmiştir. Merkezi uygarlığın uzağında ortaya çıkan kentler, özellikle Avrupa’da boy veren kent demokrasileri insanlık adına önemli gelişmelerin açığa çıkarıldığı, büyük maddi manevi yaratımların ortaya konulduğu, uygarlığa karşı toplumun kendini sürdürdüğü mekânlar olmuştur. Kent özerklikleri sonuna kadar korunmaya çalışılmış, uygarlığa karşı her fırsatta sınıfsal temelli direnişlere ve isyanlara kaynaklık etmiştir. Uygarlığın doğuş ve gelişmesi kent merkezli olmakla birlikte kentlerin bir de böylesi bir gerçeği vardır. Kaldı ki MÖ. 10 000 yıllarına tarihlenen ve günümüzde yok olmayla karşı karşıya bırakılan tarım-köy toplumu olmaksızın merkezi uygarlığın gelişmesi düşünülemez. Neolitik temelli tarım-köy toplumu ve kültürü kapitalist moderniteye kadar başat roldedir. İnsanlığın büyük kısmı şehirlerde değil, kırda yaşamaktadır. Kent merkezli uygarlık tarım-köy toplumunun üretimleri ve yaratımlarının gaspı temelinde gelişmiştir. Tarım ve köy toplumu çok uzun süre devletli uygarlık karşısında insanlığın temel oluşum diyalektiğine bağlı olarak yaşamıştır. Günümüzdeki gibi kentlerin sömürgesi durumunda değildir. Aralarındaki ilişki kentin köyü yutacağı niteliğe ulaşmamıştır. Birbirini tamamlayan bir ilişki söz konusudur.

Direnişçi Alevilik Gerçeği -2

Alevilik Ortadoğu’nun kök kültürünü tüm şiddetli baskı ve zora rağmen günümüze kadar getirmiştir. Binyılların buhranını aşa aşa neolitik kültürün, komünal değerlerin en iyi taşıyıcılığını yapmıştır.

Besê Hozat
Aleviliğin etimolojik kökenlerine ilişkin çok çeşitli tartışmalar vardır. Günümüzde Aleviliğin sözlük anlamı üzerinde yürütülen çok sayıda tartışmadan bazılarına yer vermek konunun anlaşılması açısından büyük önem taşımaktadır.  Bazıları Aleviliğin Farsça ve Kürtçede “alaw” olan “ateşin Alevi” kavramından türetildiğini ileri sürüyor. Bundan yola çıkarak Alevilik ateşe tapanlar anlamına geliyor, diyorlar. Alevilikte ateşin kutsal görülmesi, Zerdüştlükte olduğu gibi ocaklardaki ateşin söndürülmemesi vb inanç mitleri, bu görüş sahiplerinin kanılarını dayandırdığı olgulardır.  Hatta bu kişiler çok sayıda ateş tapınaklarının bulunduğu Horasan’ın Alevilerce bir nevi kutsanmasının arka planını da buna dayandırıyorlar.
Aleviliğin etimolojik kökenlerine ilişkin Faik Bulut’un şu vurguları dikkat çekicidir: “ Eski Zerdüşt-Mazda dilinde ateşin bir adı da “arr” idi. Arrawi (ateşperest) sözcüğünün sonradan bozularak, Ali’yle bağdaştırma döneminde “Alevi”ye dönüştürüp dönüştürülmediği meselesi de yeterince irdelenmemiştir. Yine daha da gerilere giderek “ eski Sümer metinlerinde geçen ateş ruhunun adı “ Al” veya “Al”dir. Ateşe tapanların Araplar arasında “ateş ruhunu benimseyenler” anlamına gelmek üzere “Alaui/Alawi kullanıldığını bunun da Türkler arasında “Al+cı” veya “ Al+avcı” şeklinde dile getirilip, Alevici/Alevi biçiminde dönüştürülmediği ne malum?”
Faik Bulut, eski Farsça ve Kürtçede ateşin Alevine “Alaw” denildiğini Aleviliğin de “Alaw”dan yani ateşe tapanlardan gelmiş olabileceğini belirtiyor. Aslına bakılırsa getirilen görüşlerin belli bir mantık çerçevesi vardır. İslamiyet’in çıkış süreçlerinde hakim dil Arapça ve Farsçadır. Arapçada Hz Ali yandaşlığına Şia deniliyor. ‘Taraf’ ın Arapça dildeki karşılığı Aleviliği çağrıştıran bir kavram değil, doğrudan Şia’dır. Hatta Muaviye’nin veya Osman’ın yandaşlarına da Muaviye Şiası ve ya Osman Şiası denilmektedir. Tıpkı Ali Şiası denildiği gibi. Alevilik salt bir Ali taraftarlığı olmuş olsaydı, Şialık varken ayrıca Ali taraftarlığı olarak-ki anlamı onu karşılamıyor- Alevi tanımlanmasına ne gerek vardı?
Önder Apo’nun Aleviliğe ilişkin geliştirdiği değerlendirmeler Aleviliği tam olarak yerli yerine oturtuyor. “Arap, Emevi ve Abbasi sülalesi ile işbirliğine giden Kürtlerde –ki bunlar daha çok beyler oluyor- Nakşîcilik sistemi çok gelişir. Resmi İslam bir yerde gelişir. Bunun dışında kalanlar ise Alevi veya diğer mezheplerden Zerdüştlük, Yezidilik biçiminde kalırlar. Aslında önemli bir kesim aşağı-yukarı diğer mezheplerle, İslam ile fazla barışık değiller veya tam uymuş gözükmezler.
Alevilik sınırlarında neredeyse İslam’dan bir kaç genelleme alır. Kural-kaidelerin büyük bir kısmı burada gözükmüyor, resmi söylemin çok dışında bir söylem vardır, tarz vardır. Eski geleneklere bağlılık burada çok güçlüdür, eski dinlerin kalıntıları çok güçlüdür ve bu anlamda diyoruz ki, Alevilik resmi İslam’a en uzak mezhep olduğu kadar, Ali’ye en yakın mezhep oluyor ve aynı zamanda Zerdüştlüğe de en yakın İslam oluyor. Böyle bir ara yerde. Daha diğer bir deyişle, Alevilik katı, gerici, sömürgeci İslamlaşmaya karşı hafif bir İslam’ı rayına bürünerek direnmeyi sürdürme anlamına geliyor. Bunun çok kesin böyle olduğunu mevcut Alevi direniş geleneğinde de bulmak hiç zor değil. Eğer tam direnebiliyorsa eski dininde kalıyor, yok tam direnme imkanı bulamıyor biraz İslamlaşmak gereğini duyuyorsa o zaman Alevi olunur...
Ana hatlarıyla demek ki Kürdistan'daki Alevilik; İslam sağ, şovenist Arap egemenliğine karşı duran, savaşan ve bu biçimde coğrafya olarak dağları esas alan, eski dini kültür kaynaklarıyla karışık, oldukça çok şey alan, neredeyse İslam’ı bir perde olarak kabul eden, fakat onun da daha çok Ali geleneğini esas alan böyle dini, sosyal, ulusal bir oluşumdur. Dini direnişçi yanı olan, dini olarak resmi İslamiyet’ten en az etkilenen, eski dini gelenek olarak Zerdüştlük ile bağlarını çok güçlü koruyan, sosyal olarak da beylik, Emevilik dışında kalan halkın kendisi oluyor.”
Birçok kesim tarafından siyaset malzemesi yapılan Alevilik ne kadar gerçekçi değerlendirme konusu yapılırsa o kadar egemen siyasetin etkisinden çıkarılmış olacaktır. Devletçi uygarlık sistemi tarafından sürekli ezilmekle karşı karşıya kalan Aleviler Ehl-i Beyt ailesinden olan Hz Hüseyin’in ve yanındaki 72 kişinin Kerbela’da komploya getirilerek katledilişini hazmedememiş ve bu günün anısına yas tutmuşlardır. On iki imamlar orucu özünde Hz Hüseyin şahsında Hz Ali soyundan gelen on iki imamın direniş anılarına atfen tutulan bir oruçtur. Oruçta ifadesini bulan bu büyük yas, gelenekselleşerek inanç biçimini almış ve günümüze kadar taşırılmıştır.
Aleviler Muharrem ayında yapılan bu katliamı kınamak, ölenlerin yasını tutarak direnişlerini anlamlandırmak için her yıl Muharrem ayında on iki gün boyunca oruç tutarlar. On iki gün boyunca su içmez, temizlik yapmaz, et yemez, eğlencelere gitmez, eğlence yapmazlar. On iki gün tam bir yas havasında geçer. Oruç bitiminde aşure yapıp komşulara dağıtırlar.
Kerbela olayı, Ortadoğu tarihinin ve özelde de İslamiyet tarihinin kara lekelerinden biridir. “Kufe’ye gel, Yezit’e karşı mücadelende sana destek sunacağız, biat edeceğiz” diyerek Hz Hüseyin’i, ailesini, dostlarını yola düşürüp Kerbela çölünde kuşatmaya alarak günlerce susuz bırakıp Yezide biat etmeye ve teslim almaya zorlayan işbirlikçi kesimler ile Yezid ve ordusu komploculukları ile tarihte yeni bir karanlık dönem başlatmışlardır. İslamiyet’i tümden özünden saptırarak iktidarın hizmetinde dinci bir ideoloji haline getirmişlerdir.  İktidarın her türlü hizmetine koşturulan dini vecibeler, iktidarı elinde bulunduranların çıkarları temelinde yeniden yorumlamaya tabi tutulmuşlardır. Kur’an daki ayet ve sureler sömürgeci iktidar eksenli yeniden yorumlanarak tanrı kelamı diye insanların-toplumun önüne konulmuştur. Ehl-i Beytin tasfiyesiyle birlikte tamamen iktidar merkezine oturan Emeviler artık sonraki iktidar kuşaklarına güçlü bir komplocu miras bırakmışlardır. Emevilerin baskı ve katliamlarından kaçan toplum kesimi dağların ve çöllerin kuytuluklarını kendilerine mesken edinmişlerdir. Direnişçi geleneğine sahip çıkarak iktidar odaklarından uzak duran Aleviler ise kendi içlerine kapanarak zayıf bir sınırda demokratik uygarlığın değerleriyle yaşamaya çalışmışlardır. Zayıflamış bir noktada da seyretseler inançlarına olan sıkı bağlılık Alevileri direnişçi bir kesim olarak sürekli ayakta tutmuştur.  
Alevilerde Hz Ali’ye, Hz Fatma’ya,  Hz Hüseyin’e sevgi çok derindir. Bu sevgi yoğunluğu birçok mitosun ortaya çıkmasına yol açmıştır. Çoğu zaman Hz Ali güneş ile Hz Fatma ise ay ile özdeşleştirilmiştir. Bazılarında ise Hz Ali bir nevi Hz İsa’ya, Hz Fatma ise Bakire Meryem’e benzetilmiştir. Adeta ikisi ilahlaştırılmıştır. Aleviler dolunaylı gecelerde yüzünü aya dönerek “Ya Ana Fatma” diyerek dua ederler. Hz Fatma’yı ayla özdeş tutarlar.  Zaten ilginçtir 12 imam inancı da nedense İsa’nın 12 havarilerini çağrıştırır. Benzer bir yaklaşım Hızır inancında görülür. Hızır adeta beklenen son Mesih gibidir. İnanca göre Hızır gökyüzüne çekilmiş,  insanlığın yok oluşla yüz yüze kalacağı bir süreçte yeni bir suretle tekrar yeryüzüne inecek ve tüm insanlığı kurtaracaktır. Bu noktada Hızır biraz Nuh’u da çağrıştırır. Hızır zor anlarda insanların yardımına koşan, insanlara dost, yüreği iyilik dolu, hoşgörülü ve her şeye gücü yeten bir kurtarıcı gibidir. Hızır’a ilişkin şöyle bir şey ise rivayet edilir; tarihin bir zamanında dünyayı su bastığında Nuh’un yardımına koşan Hızır’dır. Zorda kalan Nuh “Ya Hızır bana yardım et” demiş,  Hızır Nuh’un yardımına gitmiştir. Hızır Nuh’a bir gemi yapıp içine insanlığın devamı için gerekli olan her şeyi koymasını söylemiş ve geminin hangi dağın başına konacağını da Hızır göstermiştir. Alevilerdeki Hızır söylenceleri genellikle İslamiyet ile bağlantılı olmayan söylencelerdir. Gerek Hz Ali, Hz Fatma ve gerekse de Hızır’a yönelik söylencelerde İslamiyet döneminden ziyade İslamiyet öncesi inançların izlerini görmek mümkündür.
Alevilik, İslamiyet içerisinde de İslamiyet’in devrimci özünü sahiplenerek İslami ideolojinin sol-sosyalist yanını oluşturmuştur. İslamiyet içerisinde Özgürlük, eşitlik, adalet anlayışını yerleştirmeye ve hâkim kılmaya çalışan bir toplumsal hareket olma özelliği taşımıştır. Yani İslamiyet’in sosyalist yüzü de diyebiliriz.  İslamiyet siyasi bir iktidar gücü olarak Emevilerin elinde etkili bir baskı ve zulüm silahına dönüşünce Alevilik ciddi bir ezilmeyi-sinmeyi yaşamıştır. İktidarlaşan Sünnilik mezhebi, devlet ve iktidar karşıtı bir mezhep olan Aleviliği, çıkarını tehdit eden bir güç olarak görmüş ve korkunç katliamlar gerçekleştirmiştir. Alevilere karşı çok çeşitli ve yoğun karalama kampanyaları geliştirilmiş, teşhir ve yoğun karalamalar yapılmış, doğal bir sosyal tecrit uygulanmıştır. Bu durum Abbasiler sürecinde de devam etmiştir. Abbasiler de Alevilere karşı Emevilerden çok farklı bir politika izlememişlerdir. İlk başlarda kendilerini Ehl-i Beyt’e yakın bir güç olarak gösteren Abbasiler yanıltıcı olabilmişlerdir. Ebu Müslim Horasan’i yanılanlardan biridir. Ebu Müslim Horasani Emevi saltanatının yıkılmasında ve Abbasi saltanatının iktidara gelmesinde belirleyici bir role sahiptir. Aslen Kürt olan Ebu Müslim Horasani Abbasileri Ehl-i Beyt’e yakın düşünerek yanlarında yer almış, Horasan’dan başlayarak halkın büyük bir kesimini ayağa kaldırıp Emevi iktidarını devirmiştir. İktidara gelen Abbasilerin gerçek yüzleri açığa çıkanca bu defa ayaklanmalar Abbasilere karşı yapılmıştır. Peş peşe çok etkili isyanlar gelişmiştir. Bağımsız gelişen bu ayaklanmalar Abbasilerde ciddi korkulara, kaygılara ve rahatsızlıklara yol açmış Abbasiler tarafından Ebu Müslim Horasani katledilmiştir. Abbasilerin gerçek yüzünü Önder Apo şu örnekle çok güzel ortaya koymaktadır. “ İran’da Ebu Müslüm Horosani’nin önderlik ettiği büyük isyanla iyi biliyoruz ki Emevi saltanatı, emperyalizmi, sömürgeciliği yıkıldı. Onun yerine gelen Abbasilerin de aslında Emevilerden daha farklı olmadığı kısa bir süre sonra ortaya çıktı. Ebu Müslüm gibi isyan önderlerini katlettiler. Ebu Müslüm aslen Hemedan Kürtlerinden olup göçertme sırasında Basra’ya gelir yerleşir. Komüncü Ali yanlısı gruplarla yakın ilişkisi olur. Ehl-i beyte yakın olarak gördüğü Abbasilerin yanına yerleşir. Daha sonra Abbasiler tarafından muhalefeti örgütlemesi için Horasan'a gönderilir. Horasan'da büyük bir ordu ile Emevilerin üzerine yürür ve Emevileri yıkar. İktidarı ise Abbasilere devreder. Vaziyet böyleyken Ebu Müslüm’un öldürülmesi iktidarı devir alan Abbasiler için dikkat çekicidir. Bundan sonra Abbasiler kendi emperyalist- sömürgeci egemenliklerini ta Orta Asya’ya kadar yaymaya devam ettiler; Anadolu’ya, Afrika’ya, İspanya’ya kadar yaydılar… Ebu Müslüm’ün katledilmesi, İmam Ali’nin katledilmesi kadar olumsuz bir rol oynamıştır. Feodalizmin erkenden gericileşmesi bu iki cinayetle yakından bağlantılıdır. Ali ve Ebu Müslim İslam’ın adil, yoksulları gözeten,  ilkelere bağlı kavim taassubu bulunmayan eğiliminin militan temsilidir. Kurumlaşamamaları, dar tarikat sınırları içinde çoğunlukla gizli hareket etmeleri, sağlıklı olmayan birçok sonucu beraberinde getirmiştir.” Bu değerlendirmeden de anlaşıldığı üzere Abbasiler de kendi iktidarlarını kurmak ve sağlama almak için Ehl-i Beytliği kullanmışlardır. Kendilerini Ehl-i Beyt’e yakın göstererek Ebu Müslüm Horasani gibi toplum üzerinde etkili olan kişilikleri değerlendirmiş ve sonra da katletmişlerdir. Abbasiler de Emevilerden devraldıkları komplocu geleneği tavizsiz sürdürmüşlerdir. Bir bakıma İslam dini Abbasiler sürecinde iktidara tamamen yedirilerek yeni bir formda dincilik, dönemin ve sonraki dönemlerin hakim bir ideolojisi haline getirilmiştir. Aynı geleneği Ortadoğu’ya yerleşen Türk boyları da sürdürmüşlerdir.
Türklerin Anadolu’ya gelip yerleşmesi Aleviler açısından bambaşka bir süreç başlatmıştır. Orta Asya’dan gelip Anadolu’yu fetheden Selçuklu beyleri bölgede güç olmak için halifeliği elinde bulunduran ve bölgede en etkili Sünni iktidar gücü olan Abbasilerle uzlaşmışlardır. Bu beyler siyasi çıkarları için kısa sürede İslamiyet’i kabul ederek Abbasilerin içine yerleşmiş ve çok stratejik yerlerde görevler almışlardır. Anadolu’ya gelen Türklerin egemen kesimleri İslamiyet’in iktidarlaşan Sünnilik mezhebini kabul ederken, halk kesimi ise eski inançları olan Şamanizmden vazgeçmemiş ancak o biçimde yaşam şanslarının olmayacağını da bilerek kendi inançlarına yakın buldukları İslamiyet’in Ehl-i Beyt geleneğini sahiplenerek varlıklarını sürdürmeye ve üzerindeki baskıları hafifletmeye çalışmışlardır. Tıpkı bir zamanlar Kürt Alevilerin yaptığı gibi. Türk boylarının Anadolu’ya gelişleriyle birlikte İslamiyet’le ilişkileri, kendi içlerinde yaşadıkları çelişki ve çatışmaları, iktidar gücü haline gelen beylerin yayılmalarını Önder Apo oldukça açık ve sade bir biçimde ortaya koymaktadır. “Böyle bir süreçte karşılaştıkları İslam, onlara çeşitli imkân ve özellikler sunuyor. İslam'ın kılıcını eline aldılar mı, onun ideolojik sağ yorumunu da maske olarak geçirdiler mi, çok büyük bir yayılma imkânı buluyorlar. Büyük bir ganimet ve siyasi güç olma imkânı ortaya çıkıyor. Bu nedenle Türk boylarının şefleri hızla İslamlaşıyorlar. Çünkü çok para getiriyor ve etkin siyasi bir güç sağlıyor. İslam'ı reddederlerse, İslam'ın orduları çok güçlü, hepsiyle çarpışacaklar. Bu mümkün değil. İran Şia biçimini kabul ederlerse, mevcut hâkim kesim olan, sağ kesim, despot ve talancı kesime karşı çıkmak zorundadırlar ki, bu da çıkarlarına uygun değil. Türk boy şefleri, feodal sultan ve melik olmak istiyorlar. Dolayısıyla İslam'ın Alevi- Şia biçimine karşı, en sağ, en çapulculuğa ve baskıya hizmet eden suniliği kabul ederek ve bir de buna kendilerinin gelişim seviyesi olan feodalizm öncesi ilkel komünal toplumun en üst evresini ekleyerek gelişmek istiyorlar. Bu üst evreyle önemli feodal güç sahibi olma olanağı birleşince, muazzam bir feodal sıçrama yapıyorlar. Atın üstünde bir boy, ilkel komünal toplumun en son aşaması, yani barbarlık aşamasında olmaları, İslamiyet'in en sağ yorumuyla karşılaşmaları, Türk boylarının egemenlerini, İslam'ın vurucu- kırıcı gücü haline getiriyor. Kısa sürede İslamlaşmalarıyla birlikte, İran'ı boydan boya istila ediyorlar. Hindistan'a açılıyorlar, Afganistan'a açılıyorlar ve daha 1050 yıllarına geldiğimizde, Abbasi İmparatorluğu'nun saraylarına ortak oluyorlar.
11. Yüzyılın ortalarından itibaren, Irak, Kürdistan ve Anadolu topraklarına girmeye başlıyorlar. Bu yayılma durumları önemlidir. Nasıl bu kadar yayılabiliyorlar? Bunlar İslamiyet’te bir devrim mi yaptılar? Değil! Bu noktada Türk ve İslam ilişkilerini önemle ele alıyoruz. Bu, son derece gerçekçi bir ele alış tarzıdır. Bunlar İslam'ın önderliğini ele geçirdiklerinde, İslam'ın en sağcı, en ganimetçi, en gaddar özelliklerini esas alıyorlar. Bu ne demektir? İslam'ın gerçek devrimcileştirici, uygarlaştırıcı yönüne karşı; en sağcı, gerici ve katliamcı özelliklerini esas alıyorlar. Türk egemen sınıfının, Türk feodalitesinin oluşması bu anlamda gericidir. İslam uygarlığının özüne bile karşıdırlar. Yani sahte İslamcıdırlar. İslam'ın özünü geriletmede, baskı altına almada ve İslamiyet'in en sahte kavmi, en sahte temsilcisidir. Niçin? İslam oluyorlar, ama belirttiğimiz gibi, ganimet için İslam oluyor, siyasal güç olmak için, feodal melik veya sultan olmak için İslamiyet'i kabul ediyorlar. Bunu da en geri, en sağ, en bastırmacı özellikleriyle birleştirerek gerçekleştiriyorlar. İlericilik, devrimcilik burada aranabilir mi? Türklüğün İslam tarihindeki yeri ve rolü budur. Kesinlikle olumsuz yanı egemendir. Bunu Abbasi İmparatorluğu'nun yıkılışında görmek mümkündür. İran'daki devletlerin yıkılmasında görmek mümkündür.
Burada hemen bir konuya daha değinmek gerekiyor: Türk boylarının egemen kesimi, sermaye, güç, artı değer veya siyasi güç elde eden kesimi hızla palazlanır ve devlet gücü haline gelirken, Türk boylarının alt kesimi, yani aşiret birlikleri dağılır. İlk sınıflaşma başlar. Feodalleşenler ve bir de serfleşenler vardır. Serfleşenler Türkmenlerdir. Feodalleşenler ise, aşiretlerin önde gelen boy beyleridir. Onların İslam'a yaklaşımları gerici, sağcı ve Sünni mezhep niteliklerindedir. Türkmenler ise, daha çok İslam'ın Alevi mezhebine yaklaşırlar. Bu da anlaşılırdır. Çünkü sınıfsal bir çelişki var ve bu o zamandan beri Türkmenlerle boy beyliğini bir savaşım içinde tutmuştur. Bu savaşım gerçekten şiddetlidir. Türk boylarındaki savaşım, özellikle Türk boylarının devletleşmesi ile birlikte çok acımasız bir hâl alır. Türk boy beyleri, Türkmenlere yaptıkları gaddarlığı, diğer kavimlerden daha fazla yapmışlardır. Çünkü onların sınıf iktidarını engellemekte, etkilemektedir. Sınıflaşma sürecinde, kabile oymaklarının ayrışıma uğramasında, sert bir tarzda çıkarlar kavgası başlıyor. Bu çıkarlar kavgasında, elbette ki feodalizmi esas alan kesim hakim çıkacaktır, Türkmen ise serfleşecektir. Türkmenler dağlara yerleşir. Beyler, imparatorlukların eski devlet merkezlerine yerleşir. Bağdat'tan Konya'ya, İstanbul'a ve diğer irili- ufaklı feodal devletçik merkezlerine yoğunlaşacaklardır. Sınıf çatışmasından ötürü de, Türkmenler Toros dağlarına çekilecektir. Kıyıda- köşede, şurada- burada kendini yaşatmaya çalışacaktır. Türk toplumundaki sınıfsal çelişmenin doğuşunun, dinsel bir görünüme, mezhepsel bir görünüme bürünmesinin anlamı budur. Bu tip bir gelişme, Büyük Selçukluda olsun, Anadolu Selçukluları’nda olsun, Türk devletlerinin kuruluşlarında bu model olduğu gibi izlenir. Feodalleşen kesim, İslam'ın Sünniliğinin hakim sağ yönünü esas alır. Bunun ideolojik yavuzluğu altında Anadolu'ya yerleşir. Anadolu'da belli bir yoğunlaşma ile birlikte, Anadolu Selçukluların kuruluşundan sonra, çok sayıda Türk boyları Anadolu'ya akın ederler. O bilinen büyük göç dalgaları gelişir. Oldukça büyük bir Türk ve İslam nüfusu burada yoğunlaşır, Bizans'ı geriletirler. Döneme göre İslam’ın ileri bir uygarlığı temsil etmesi, Bizans’ın ise, özellikle egemenlik altında tuttuğu kendi halkı ve halklar üzerinde yüzyıllardan beri süren iğrenç bir baskıyı temsil etmesi Bizans'ın geriletilmesinde rol oynar. Halklar, artık baskı ve sömürüden nefret ediyorlar. Çünkü böyle bir imparatorluktan yüzyıllardan beri çekiyorlar. İslam onlara bir taze kuvvet, bir kurtarıcı kuvvet gibi geliyor. Türklerin işgal ve istilasının özünde bu olmamasına rağmen, İslam'ın genel algılanışı biraz böyledir. Köhnemiş Bizans'a karşı taze bir kuvvet olarak belirirler. Türk kavimi, boy feodalleri eliyle çok fazla güç kazanmış bir İslam saldırısı söz konusudur. Bu güç Arapların elinde aslında kısmen sınırlıdır. Malatya'ya kadar gelirler, ama Bizans'ı zapt edemezler. Bizans'ın zaptı, İstanbul'un fethi daha çok Türk egemenliği, yani Osmanlı İslam İmparatorluğu'nda gerçekleşecektir. Bizans'ın önce geriletilmesi ve daha sonra yıkılması, bu açıdan eski bir imparatorluk biçiminin, Roma'da vücut bulan bir imparatorluk biçiminin aşılması ve en sağcı, biraz da gecikmiş büyük merkezi Osmanlı İmparatorluğu'nun kurulması demektir.”
Önder Apo’nun da dikkat çektiği gibi Türk Alevilerin Aleviliği, Türklerin eski dini Şamanizm başta olmak üzere o güne kadar gelmiş ve oturmuş geleneksel inanç ve yaşam kültürleriyle İslamiyet’in sol yorumunun ve bölgede hakim olan Alevi inancının sentezidir. Türk Aleviliği Abbasilerle işbirliğine girerek devletleşen Selçuklu egemenlerine karşı bir direniş geleneği ve örgütlemesidir. Selçuklu beylerinin İslamiyet’in Sünni mezhebini devletin resmi dini haline getirmeleriyle birlikte Alevileşen kesim üzerinde baskılar yoğunlaşmıştır. İslamiyet’te bir sağ sapma olarak gelişen Sünnilik, gerici bir dincilik silahına dönüşerek Alevilere büyük bir zulüm ve katliamlar yaşatmıştır.
Selçuklular sürecinde baskılara dayanamayan Aleviler çok sayıda isyana kalkmış, bütün bu isyanlar çok kanlı bir biçimde bastırılmıştır. Bu isyanların en belirgin ve etkili olanlarından biri Baba İlyas ve Baba İshak’tan ismini alan Babailer isyanıdır. O dönem Selçuklu Sultanı 2. Keyhüsrev’dir. Keyhüsrev babasını zehirleyip öldürerek iktidarı ele geçiren acımasız ve despot bir Selçuklu sultanıdır. Halk,  dini, siyasi, kültürel ve ekonomik çok yönlü ve oldukça şiddetli baskılara maruz kalmaktadır. Farklılıklara tahammül edilmemekte, her gün sayısızca katliam gelişmekte, ağır vergilerle toplum açlıktan kırılmakta büyük bir ezilmeyi yaşamaktadır. Toplumla bağını kesen Selçuklu devleti her şeyi kendi iktidar çıkarlarına göre düzenlemektedir. Alevi kesim üzerinde ise iki katı bir adaletsizlik, eşitsizlik ve katliam politikaları sürmektedir. Tüm bu baskılar karşısında halk muhalefeti gittikçe gelişmektedir. Devletin baskıcı ve sömürgeci politikalarına karşı halkı örgütlemeye çeken Baba İlyas ve Baba İshak Alevilerin en etkili önderleridir. Alevi toplumu içinde Baba İlyas bir Peygamber gibi görülmektedir. İsyan 1240 sonbaharında Baba İlyas ve Baba İshak öncülüğünde başlatılır. İsyanın başladığı ilk merkez Kürtlerin yaşadığı Kefersund, Samsat ve Adıyaman yöreleridir.  Büyük çoğunluğu Kürt Alevilerden oluşan isyan Türkmen Alevilerinin de katılımıyla dalga dalga yayılır. Bir süre sonra Kefersund, Adıyaman, Gerger ve Kahta isyancıların eline geçer.  İsyancı güçler Amasya’ya girer. Amasya’daki çarpışmalar sonucunda Baba İlyas öldürülür. Baba İlyas’ın cesedi kale surlarına asılarak halka teşhir edilir ve böylelikle direnişçilerin iradesi, umudu kırılmaya çalışılır. Ancak Baba İlyas’ın öldürülmesi halkta daha büyük bir öfkeye yol açar ve isyan büyüyerek devam eder. İsyan eden halk Amasya’yı teslim alır ve Selçukluların başkenti Konya’ya doğru ilerler. Konya’yı kuşatmak için Kırşehir’e yönelen isyancı halk burada çok hazırlıklı ve donanımlı bir düşman gücüyle karşılaşır ve burada yaşanan şiddetli çarpışmalar sonucunda Baba İshak öldürülerek isyan bastırılır.
Aleviler üzerindeki inkar ve imha uygulamaları Osmanlılar sürecinde daha sistemli bir baskı ve kıyım politikaları biçiminde devam etmiştir. Alevilik Osmanlı devleti tarafından sapkın bir inanç olarak görülmüş ve toplumun refleksleri de buna göre yönlendirilmiştir. Mensuplarının katledilmesi için Şeyhülislam tarafından fetva verilmiştir. Yedi Aleviyi öldürenin cennete gideceği söylenerek Sünni bağnazlık körüklenmiş, halklar birbirine düşman hale getirilerek rant siyaseti yapılmıştır. Kafir olarak nitelendirilen Alevilerin yeryüzünden silinmesi, şeriatın bir emri olarak toplumun önemli bir kesimine kanıksatılmış ve her yerde Alevi avına çıkılmıştır.
Osmanlılar Alevilerin Şia Safavilerle ilişkilerini gerekçe yaparak çok sayıda Aleviyi katletmiştir. Osmanlı devleti katliamlara meşruiyet kazandırmak için merkezi otorite karşısında tehdit olarak gördüğü Alevilerin İran ile ilişkilerini sürekli gündemde tutarak Sünni halk desteğini kazanmaya çalışmıştır. Osmanlının ağır baskıları altında ezilen Anadolu Alevileri ise İran ile ilişkilerini geliştirip destek arayışına girmişlerdir. Bu arayış Osmanlı devletinin baskıcı ve imhacı politikalarının bir ürünü olarak gelişmiştir. Bu dönemde Pir Sultan Abdal osmanlı paşalarının haksızlıklarına ve zulmüne sazı ile karşı koymuş, isyan hareketlerine aktif destek sunmuştur. Dönemin Sivas Valisi Hızır Paşa tarafından tutuklanarak idam edilmiştir. Yine 15. yüzyılda Osmanlı merkezi otoritesine karşı geliştirilen Şeyh Bedrettin isyanı da Anadolu Alevilerinin öncülüğünde geliştirilen demokratik, ilerici bir isyandır.  Şeyh Bedrettin'in müritleri olan Börklüceli Mustafa ve Torlak Kemal isyanın başını çeken etkili liderlerdir. Börklüceli Mustafa Aydın yöresinde, Torlak Kemal ise Manisa yöresinde halkı örgütleyip harekete geçirirler. Şiddetli çarpışmalar sonucunda isyan çok kanlı bir biçimde bastırılır. Börklüceli ve Torlak Kemal asılır. Şeyh Bedrettin ise 1420 yılında Serez çarşısında çıplak bir biçimde halkın gözü önünde idam edilir.
Osmanlı sürecinde Kürdistan’da belli bir sayıda Kürt beyliği vardır. Kürt beyliklerinin kurulmasıyla birlikte Kürtler içinde de ciddi bir sınıflaşma gelişir. Osmanlının dolaylı destekleri sonucu kurulan beylikler Osmanlı ile işbirliği halinde olmuşlardır. Bir nevi Osmanlıların Kürdistan’daki temsilcileri gibi bir rol oynamışlardır. Kürtler içerisinde gelişen sınıflaşma sonucu oluşan bey-mir yapısı, Osmanlı ile işbirliğine girmiş ve işbirlikçi bir Kürt egemen sınıf oluşmuştur. İslamiyet’in Sünni mezhebine dayanan bu egemen yapı Sünni mezhebin kurumlaşmış yapısını temsil eden Osmanlıların Aleviler üzerindeki katliamcı politikalarına direkt dahil olmuştur. Bu durum Kürtler arasında da ciddi bir parçalanmaya, çelişki ve çatışmalara yol açmıştır. Yavuz Sultan Selim tarafından sayıları 40 binleri aşan sayıda Alevi bir çırpıda katledilmiş ve ardı sıra da aralıksız olarak baskı ve katliamlar sürmüştür. Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim’in geliştirdiği Alevi katliamları,  Sünni ve Alevi Kürtler arasında ciddi parçalanmalara yol açmıştır. Mezhep, tarikat ayrımcılıkları gelişmiştir. Devlet ve devletin yanında yer alan Kürt beyleri, mezhep farklılıklarını kullanarak Kürtler içerisinde bölünmelere ve düşmanlıklara yol açmıştır.  Kürtler içerisinde direnişçi geleneği temsil eden Alevilik ile merkezi devlet yapısı ile işbirliği halinde olan Sünnilik egemen yapılar tarafından çok bilinçli ve planlı bir biçimde işlenerek Kürtler arasındaki çelişki ve çatışmalar körüklenmiş, günümüze kadar gelen çok köklü önyargılara yol açılarak Kürt halkı bölünmüş ve halkta birbirine karşı düşmanca duygular geliştirilmiştir.
Osmanlılar sürecinde Aleviler üzerinde uygulanan şiddet ve katliam politikaları Alevilerde derin kırılmalara yol açarak belli bir kesimi devletin içine çekmiştir. İşbirlikçileşen bu ihanetçi kesimler devletin toplum üzerinde geliştirdiği kirli siyasette çok etkili rol oynamış ve Alevilerin devletin içine çekilmesine yönelik politikalarda büyük bir uğraş içinde olmuşlardır. Bu noktada Bektaşiliği bir nevi bu realitenin bir sonucu olarak ortaya çıkan iradesi kırılmış, direniş geleneğinin dışına çıkmış, teslimiyetçi kesimin devlet eliyle örgütlendirilmesi olarak değerlendirmek yanlış olmaz.
Bektaşilik 13. Yüz yılda Anadolu’da Hacı Bektaş-ı Veli tarafından geliştirilen bir tarikattır. Yerleşik tekke örgütlemesine dayanan bu tarikat, dönemin devlet sultanları tarafından desteklenmiş ve kırsala dayanan direnişçi Aleviliğe karşı bir alternatif olarak siyaset malzemesi yapılmıştır. Alevilerden koparak liberal bir çizgiye kayan ve devletle uzlaşan, devletin hizmetine giren bu eğilim süreç içinde tümden özüne ihanet ederek işbirlikçileşmiştir.
Osmanlı sürecindeki Bektaşi tarikatı işbirlikçi ve kaypak bir yapılanma kazanarak merkezi devletin Alevi politikasında etkili bir araç olarak kullanılmıştır. Bektaşilik, Osmanlının Aleviliğin genel toplum üzerindeki etkisini kırmak için direnişçi Alevi geleneğine karşı geliştirdiği alternatif bir yapılanmadır, oluşumdur. Bektaşilik, Osmanlının siyasi çıkarlarına hizmet eden, günümüzde de TC devletine aynı hizmeti gören işbirlikçi bir tarikatlaşmadır. Bu gerçeği Önder Apo şu sözlerle ifade etmiştir: “ Pir Sultan geleneği Osmanlıya karşı direniş iken, yine Alevilik de direniş iken Yavuz’un bir Bektaşi ocağını geliştirmesi ve bizzat kendisini ve Yeniçerileri Bektaşi yapması vardır. Osmanlı’da Bektaşicilik; direnen Aleviciliğe karşı devletle birleşen Alevilik veya kendine göre taktıkları bir isimdir. Devletleşmiş, devletle çıkar bütünlüğüne girmiş, devletin bizzat örgütlediği bir Alevi inanç kesimini sözüm ona temsil ediyor. Pir Sultan bu yıllarda darağacına çekilirken, Yavuz gibi Osmanlı sultanları kendini Bektaşi ilan eder. Yeniçerileriyle kafaları uçururken, kırk bin kişiyi kuyuya doldururken kendilerini sözüm ona Alevi olan Bektaşi ocağına, dergâhına kapatırlar. Buranın mezhebine girerler. Bu büyük bir saptırmadır, benim bildiğim kadarıyla Alevilik tarihinde ihanet hareketidir.”
Önder Apo’nun da dikkat çektiği gibi Osmanlının Bektaşiliği örgütlemesinin temel nedeni devlete muhalif olan Alevilerin etkisini kırmak, Bektaşilik yoluyla Alevilik inancında ve kültüründe yozlaşma yaratmak, Aleviliği sistem içine çekmek ve yumuşak maske işlevi gören Bektaşilik ile Müslümanlığı diğer etnik ve dini azınlıklara yaymaktır. Bu açıdan Bektaşiliği Alevilik olarak değerlendirmek büyük bir yanlıştır. Alevi geleneği tarihin başlangıcındaki komünal demokratik değerlerden kaynağını alan, İslam’ın sol eğilimi ile de bir bütünleşmeyi yaşayan halkların devlet dışı demokratik özgürlük eğilimidir. Aleviliğin Bektaşilik gibi devlet işbirlikçiliği ile hiçbir ilgisi olmadı, olamaz.
Alevilik Ortadoğu’nun kök kültürünü tüm şiddetli baskı ve zora rağmen günümüze kadar getirmiştir. Binyılların buhranını aşa aşa neolitik kültürün, komünal değerlerin en iyi taşıyıcılığını yapmıştır. Bu değerleri içinden geçtiği her çağın demokratik, özgürlük değerleriyle buluşturarak en mükemmel inanç harmanlamasına gitmiş, insanlığın kök değerlerine yeni değerler eklemiş, inancını zenginleştirmiştir.  Bu açıdan Alevilik sadece bir kesimle de sınırlı bir inanç olgusu değildir. Toplumsallığın, komünal demokratik değerlerin olduğu, birey ile toplum arasında belli bir dengenin sağlandığı her yerde Alevilikten bahsedilebilir. Alevilik ne yere ne zamana ve ne de bir halk kesimine özgü bir inanış biçimidir. Komünal demokratik, özgürlük değerlerini bir İngiliz de taşısa onda da Alevilik vardır denilebilir. İnsanlığın yüce değerlerini kim daha çok temsil ediyor ve bünyesinde taşıyorsa onun Alevi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Çünkü Alevilik tarihin başlangıcından bu ana kadar bu değerlerin en güçlü taşıyıcılığını yapan toplulukların kendisidir.
Devletçi-iktidarcı, hiyerarşik sistemin ve kültürün hakim olduğu her yerde komünal değerlerde aşınmalar yaşanmıştır. Devletten uzak, dağların ve ormanların derinliklerinde özgür, eşit bir yaşam sistemi kurularak bu değerler hep korunmuş ve geliştirilmiştir. Bu özgür ve eşit yaşam olmasaydı insanlığın komünal, demokratik değerlerini korumak mümkün olamazdı. Alevilik demokratik duruşta ısrar ederek ve bu duruşu direnişçi bir geleneğe dönüştürerek komünal yaşamın devamını sağlamada en temel zemin olmuştur.
Alevilik gerçeği buyken Bektaşilik de Aleviliktir demek gerçeği ters yüz etmektir. Zira Bektaşilik için özünden saptırılmış ve işbirlikçileşmiş, devlet içileşmiş devşirilmiş Alevilik demek belki bir anlam ifade edebilir ancak tersi yaklaşım hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Osmanlı güdümünde ve direkt desteği ile kurulan Bektaşi tekkeleri, Aleviler için hem bir zoraki sığınak ve hem de bir asimilasyon ocağı olarak görev yapmıştır. Bu tekkeler Müslümanlıkla Hıristiyanlık arasında bir köprü görevi yapmıştır. Hıristiyan devşirmeler açısından da bir “ocak” işlevi görmüştür.
Devşirilenler devşirme işinde en büyük ustalığı sergilemişlerdir. Yavuz Sultan Selim zamanında yeniçeri ocağının bir Bektaşi ocağı haline getirilmesi bu gerçeklikle bağlantılıdır. Yeniçeri ocağının hangi amaçla kurulduğu malumdur. Küçük yaşta Hıristiyanlar başta olmak üzere gayri-Müslim birçok azınlıktan toplanan çocuklar bu ocaklarda Osmanlı imparatorluğunun kirli-kanlı planlarını hayata geçirmek için çok özel eğitimlerle devşirilerek yetiştirilmektedir. Köksüzleştirilen bu gençler kendi halkına karşı düşman olarak yetiştirilip halkların soykırımında kullanılmışlardır. Yeniçerilerin eğitim yerleri ocak olarak tanımlanmış ve bununla Alevi ocaklarının anlamsızlaştırılması hedeflenmiştir. Yeniçeriler Bektaşi tarikatının üyesi yapılarak Müslüman olmayan toplum kesimlerinin Müslümanlaştırılmasında politik bir örgütleme aracı olarak kullanılmışlardır. Bektaşi maskesiyle toplumda devlete karşı sempati geliştirilmeye çalışılmıştır. Osmanlı sürecinde en kanlı katliamlara yeniçeriler damgasını vurmuştur.  Ocakta yetiştirilerek imparatorluğun en keskin silahlı askeri haline getirilen bu gençler, insani duyguları öldürülerek hayvanlık sınırına çekilmişlerdir. Öyle ki yeniçeriler  gözünü kırpmadan tarlada tırpan kullanır gibi kılıçla bir anda onlarca insanın başını kesen duygusuz birer insan taslakları haline getirilmiş, fetihlerde Osmanlının en etkili vurucu gücü haline gelmişlerdir. Hacı Bektaşi Veli dergahından destur alan yeniçeriler devletin silahşorluğunu yaparak topluma büyük acılar yaşatmışlardır. Yeniçeriler özellikle Alevileri Osmanlı denetimine sokmak ve teslim almak için çok acımasız bir şiddet uygulamış ve katliamlar gerçekleştirmişlerdir.
Hacı Bektaş Veli Anadolu Alevileri üzerinde büyük bir otoritesi olan etkili kişilerin başında gelmektedir.  Halkçı yanları olmakla birlikte devlete çok uzak biri de değildir. Selçuklular döneminde gelişen Babailer isyanında ciddi bir rol oynamamıştır. Devlet yandaşlığına dayalı Aleviliği yorumlayan Hacı Bektaş Veli tarikatı,  Osmanlılar sürecinde devletin Alevilere dönük asimilasyoncu kirli politikalarının uygulanmasında aktif bir rol üstlenmiştir. Hacı Bektaş Veli dergâhı Osmanlı imparatorluğuna yaptığı katkılardan dolayı Osmanlının kuruluşunda temel bir ayak olarak anılmaya başlanmıştır. Bu tarikat ve tekkelerin geliri -gideri devletçe karşılanmış, bu durum bir gelenek biçiminde sürüp gitmiştir. Osmanlının çözülüş döneminde ortaya çıkan batıcı akımın içinde birçok Jön Türk de kendilerine Bektaşi demişlerdir.
Osmanlı dönemine genel bir pencereden baktığımızda Aleviler üzerinde baskıların ağırlaştığı ve katliamların yoğunlaştığı süreçlerin 15. ve 16 yüz yıllar olduğunu görürüz. Bu yüz yıllarda Osmanlı Doğu Roma’yı fethetmiş, topraklarını oldukça genişletmiş ve nüfuzunu çok büyük bir alana yayarak güçlü bir monarşik imparatorluk haline gelmiştir.  İmparatorluk içinde ise kendi çıkarlarını tehlikeye düşüreceğini düşündüğü toplulukları, devlet dışı inanç ve kültürel oluşumları direkt hedef almıştır. Bunların başında ise devletçi-iktidarcı sistem karşıtı bir inanç ve kültürel yapılanmaya sahip olan Aleviler gelmiştir. Osmanlı imparatorluğu Alevileri en büyük hasım olarak görmüş ve vahşice bir yönelim içine girmiştir. Bu yüzyıllarda Celali olarak nitelendirilen Alevi isyanları çok kanlı ve vahşice bastırılmış, isyancılar bir bir kılıçtan geçirilmiş, toplu olarak kuyulara doldurulmuştur.  Osmanlı tarihinde Kuyucu Murat Paşa olarak ünlenen ve methedilen cani Murat, insanlığın yüz karası olarak insanlık tarihine geçmiş ve lanetle anılmıştır.
Osmanlının yıkılış dönemlerinde sultan 2. Abdülhamit tarafından kurulan ve işbirlikçi Sünni Kürtlerden oluşturulan Hamidiye Alayları, Ermeniler ve Aleviler başta olmak üzere bazı azınlıklara yönelik imha planlarında kullanılmışlardır. Bu politika ile hedeflenen ise tarihin başlangıcından beri birlikte yaşayan halkları çatıştırarak düşman hale getirmektir. Sünni Kürtleri kendisine bağlayarak ve Sünni Kürtleri Alevi, Yezidi Kürtler üzerine sürerek Kürtler arasında parçalanma ve düşmanlık yaratmaktır. Tabii bu politikaların çok başarısız kaldığı söylenemez. Çok sayıda Alevi’yi katleden Hamidiye Alayları, Alevi Kürtlerde Sünni Kürtlere karşı ciddi bir güvensizliğe ve önyargılara yol açmıştır. Cumhuriyet sürecinde de bu politikalar daha da etkili bir biçimde sürdürülmüştür. Devletin bizzat kendisinin yarattığı Alevi-Sünni çelişkisi sürekli canlı tutulup ve çeşitli provokasyonlarla da beslenerek çelişkinin-çatışmanın sürekliliği sağlanmaya çalışılmıştır.
Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte Aleviler üzerindeki uygulamalarda çok ciddi bir değişiklik olmamıştır. Baskıların yoğunluğu Alevilerin inançlarını korkusuzca yaşamalarını engellemiştir. Aleviler ibadetlerini Osmanlı sürecindeki gibi gizli yapmaya başlamış, Alevi olduğunu söylemekten korkmuş, Alevi oldukları anlaşılmasın diye kılıktan kılığa girmek zorunda kalmışlardır. Alevi ocakları ve cem evleri faaliyetlerini gizli, dikkat çekmeyen yerlerde yapmaya başlamışlardır. Alevi kültürünün yaşatılmasında,  direnişçi özünün korunmasında ve demokratik-komünal değerlerin sürdürülmesinde belirleyici bir işlev gören bu eğitim kurumları, baskı altında tutularak ve adı konmamış bir yasağa tabi tutularak Alevi inancının öğrenilmesinin, toplumsal dayanışmanın, komünal kültürün yaşatılmasının önü alınmaya çalışılmıştır. Alevilik unutturulup, yozlaşma yaratılarak devletin güdümüne sokulması hedeflenmiştir.  Sonuç olarak Alevi ocaklarının ve cem evlerinin işlemez duruma gelmesi büyük oranda toplumsallığı parçalamış ve birçok olumsuz etkilenmeye açık bir durum ortaya çıkarmıştır. İnanç ritüelleri gizli yapılsa da artan baskılar ve dış etkilenmeler süreçle önemli bir erimeye yol açmıştır. Sonradan devlet destekli kurulan bazı cem evleri devlet politikalarına hizmet etmenin dışına çıkamamıştır. Aksine Alevi kültürünün eritilmesinde bu cem evlerinin çok büyük katkıları olmuştur. Bektaşilik bu erime sürecinde Aleviler açısından en büyük tuzaklarından biri olmuştur. Cumhuriyet tarihi boyunca kurulan birçok Bektaşi Cem evi ve dernekleri, Yeniçeri ocaklarının Aleviliğini çok fazla aratmayacak sahte Alevilik örnekleri sergilemişlerdir. Kendisini Alevi-Bektaşi gösteren Yavuz Sultan Selim ne kadar Alevi olabilmişse bu kurumların başını çekenler de bir o kadar Alevi olabilmişlerdir. Aleviliğin, devlet dışı yaşam biçimini, demokratik, komünal, direnişçi, özelliklerini tasfiye ederek devlete yamamaya çalışan devşirmeci Bektaşi cem vakfı ve çevresindeki cem evleri ve dernekleri, özel savaşın hizmetinde asimilasyonu geliştiren en etkili oluşumların başında yer almışlardır.
Cem evlerinin diyanete bağlı bir kurum haline getirilme tartışmaları da bu asimilasyon politikalarının bir parçası olarak gündeme girmiştir. Devletin Aleviliği diyanet işleri bakanlığına bağlayarak kontrole alma hesapları, cem vakfı tarafından ilgiyle karşılanmış, destek görmüştür. Aleviliğin diyanet işleri bakanlığına bağlanması demek Aleviliğin devlet kontrolüne alınarak eritilmesi ve iktidarın bir aracı haline getirilmesi demektir. Alevilik inancı iktidarı hedeflemeyen, komünal, demokratik ve özgür yaşamı esas alan bir inançtır. Diyanet yoluyla devlete bağlanması demek komünal, demokratik özünü tümden kaybederek Sünnileşmesi demektir. Ortaya çıkacak böyle bir durumun da Alevilik ile hiçbir ilgisi ve bağı olamaz.
Aleviliğe yönelik asimilasyon politikalarında diğer bir argüman ise Aleviliği Orta Asya’ya dayandırma safsatalarıdır. Bu tür basit ve sıradan iddialarla amaçlanan şey ise, Alevilerin Orta Asya kökenli Türk olduğu yalanını kabul ettirip Alevi Kürtleri devletin kuyruğuna takarak hem devlet dışı komünal demokratik değerlerinden uzaklaştırmak, hem devrimci hareketlerin dayandığı zemini kurutmak ve hem de Kürtleri bölmektir. Bu teori halen de çok sıcak bir biçimde gündemde tutuluyor ve devletçi partilerin temel bir propaganda aracı haline getiriliyor. Oysa konunun birçok yerinde belirttiğimiz gibi Aleviliğin kökleri neolitik devrimin ilk yaşandığı yer olan Ortadoğu’nun ana soy ağacına dayanıyor. Ve her yere olduğu gibi Orta Asya’ya da neolitik kültür Ortadoğu’dan yayılıyor. Neolitik kültürü güçlü özümsemiş bir toplum olan Aleviler, İslamiyet’in ezilenlere, baskı gören toplum kesimlerine yakın olan Ali-Ehlibeyt geleneğini de özümseyerek, komünal, demokratik, özgür yaşama dayalı inançlarını zenginleştirerek yeni bir senteze ulaştıklarında, Türkler halen Ortadoğu’ya gelmiş değildirler.  Türklerin Ortadoğu’ya gelişi ve yerleşmesi 1071 yılında Kürtlerin desteğiyle Malazgirt savaşını kazanmaları sonrası gerçekleşebiliyor. Daha önce de belirttiğimiz gibi şaman inancının etkilerini yoğun taşıyan, neolitik kültürden de biraz etkilenerek iktidar odaklarına mesafeli duran ezilen Türk halk kesiminin önemli bir bölümü Anadolu’da Alevilik inancıyla tanışınca çabucak kaynaşıp bu inancı sahipleniyor. Kendi geleneksel inançlarını da katarak kendi halk özgünlüğünde yeni bir sentez ortaya çıkarıyor.
Devletçi egemen güçler her konuda olduğu gibi bu konuda da gerçekleri oldukça çarpıtıyor. Gerçekleri çarpıtmalarındaki temel amaç ise güç ve iktidar kaygılarıdır, iktidarlarını sağlama alma arayışlarıdır.  Türkiye cumhuriyeti de demokrasinin temel dinamik gücü olan Alevileri bir yandan katlederken, bir yandan da asimile etmenin bin bir türlü yöntemini geliştiriyor.
Cumhuriyet’in kuruluşundan bir süre sonra nüfusunun yaklaşık  % 98 Alevi Kürt olan ve 1936 yılına kadar binlerce yıl özerk yaşayan Dersim, işgal edilmiş, sayıları 90-100 binlere varan sayıda Alevi Kürt korkunç bir biçimde katliamdan geçirilmiş, binlercesi göçertilmiş, binlerce çocuğa ve gence ise eğitim adı altında devşirilmek üzere el konulmuştur. Diğer yandan çok planlı bir biçimde Alevi düşmanlığı geliştirilmiş, Alevileri öldürenlerin sevap işleyeceğine dair camilerde fetvalar verilmiştir.  Farklı bir biçimde ise, Aleviler,  laiklik maskesi ve demogojisiyle devletin etki sahasına çekilmeye çalışılmıştır. Sözde laiklik söylemleriyle devlet ve din işleri birbirinden ayrıymış gibi bir görüntü oluşturulmuş, egemen mezhep Sünniliğin etkisi kırılmış havası yaratılarak binlerce Alevi bu yanılsamanın tuzağına düşürülmüştür. Bu aldatmacaya kanan çok sayıda Alevi, cumhuriyetin kurucu partisi CHP’yi adeta bir Hızır-kurtarıcı gibi karşılamıştır. Oysa CHP, cumhuriyet tarihi boyunca Alevilerin başına en büyük felaketleri ve katliamları getiren bir partidir. Laikçi kesilen CHP hem sol hareketlerin devlet kontrolüne alınmasında ve hem de Alevilerin devlet içine çekilmesinde çok arsızca ve ahlaksızca bir rol oynamıştır. Devrimci-direnişçi kesimler üzerinde devlet ideolojisini hakim kılarak bu kesimlere en büyük saldırıyı ve kötülüğü CHP gerçekleştirmiştir. Ve maalesef bugün bile bu gerçeği yeterince idrak edemeyen çok sayıda Alevi halen “Benim partim CHP’dir” demektedir.
Emevilerin İslamiyet’in özünü saptırması gibi ve bu çağın Emevi hareketi olan AKP’nin de bu sapmayı derinleştirmesi gibi, CHP de laikliği saptırıp kendine göre yorumlayarak yeni bir dincilik ideolojisi üretmiştir. İnsanların din-vicdan özgürlüğünün ifadesi olan laiklik, özünden saptırılarak dinciliğin yeni bir formu-versiyonu olarak topluma içirilmiştir. Böylelikle Kapitalist sisteme laikçilik ideolojisiyle yeni bir açılım getiren CHP, kapitalist sistemin sadık bir savunucusu ve bekçisi olma rolünü layıkıyla üstlenmiş ve kusursuzca oynamıştır ve halen de oynuyor.
CHP’nin temel amaçlarından biri Alevileri Kürt halkının sorunlarından uzaklaştırmak, mezhepçiliği ön planda tutarak Kürt birliğinin önüne geçmek ve Alevileri Kürdistan özgürlük hareketinden koparmaktır. Alevilerin dini bağnazlığa olan tepkilerine hitap ederek, egemen sünniliğe ve dinciliğe karşıymış gibi bir hava yaratıp yumuşak maske takarak, Alevileri kendi şoven ve milliyetçi siyasetine alet etmeye çalışmaktadır. Diğer yandan ise bu biçimde etkilediği Alevi tabanına dayanarak kendi iktidarı önünde engel gördüğü dinci partilere karşı iktidar mücadelesini de güçlendirmektedir. Tabii Alevilerin CHP’nin bu sahte yüzüne aldanmaları çok acı verici ve şaşırtıcı bir durumdur.  Halbuki hiçbir güç ve politika binyıllardır iktidarcı güçlere karşı direnen Alevileri, kendi ilkelerinden uzaklaştıramamıştır. Maalesef halen Alevilerin önemli bir kısmının bu partinin etki sınırlarında bulunması trajik olduğu kadar komik bir durumdur da.
İşin aslına bakılırsa CHP’nin yaptığı da bir tür dinciliktir.  Alevileri Kürt halkının sorunlarından uzak tutarak kendi milliyetçi-şoven politikalarına alet etmek en derin bir dincilik biçimidir. Miliyetçilik de bir dinciliktir. Hem de kapitalist toplumlar çağına damgasını vuran en tehlikeli bir dincilik biçimidir. İnsanların yurtseverlik duygularını çarpıtarak iktidarın hizmetine sürmek kadar tehlikeli ve etik dışı bir dincilik biçimi olamaz.
Alevilerin yarıdan fazlası Kürttür. Erkek egemen tarih boyunca sürekli ezilen bir kesim olan Aleviler, hem Alevi olmaktan kaynaklı sorunlar yaşamaktadırlar ve hem de Kürt olmaktan kaynaklı ciddi sorunlar yaşamaktadırlar. Kürt Alevilerin ezilmeleri-sömürülmeleri bu iki kimlik üzerinden olmaktadır. Bu açıdan Alevilik kimliğini Kürt kimliği ile buluşturmayan bir Alevinin insanlık değerlerini temsil etmesi ve savunması mümkün değildir. Kürtlüğünü inkar eden bir Alevinin gerçek kimliğini kazanması hakikat dışıdır. Kürt olduğu halde Kürtlüğü reddeden bir anlayış ve zihniyet de hiç şüphe yok ki devletçi bir zihniyettir. Binyıllarca devlet zihniyetinin ve sisteminin dışında yaşayan bir Alevinin bu kadar devlet zihniyetli olması düşünülebilir mi? Bir Alevi insanı veya toplumu açısından, devletin çok bilinçli ve planlı politikaları sonucu ortaya çıkarılan Alevi-Sünni çelişkilerine dayanarak Kürtlüğü geri plana itmek ya da inkar etmek devletin kuyruğuna takılmak, zihniyetinin devamını sağlamak ve şövalyeliğine soyunmaktır. Kürt haklarını savunmayan bir Alevinin, Alevi kimliğinden kaynaklı haklarını savunması da düşünülemez. Demokratik değerlerin yaşam bulmasında ve kalıcılaşmasında Kürt halkının demokratik, özgür yaşaması temel bir kıstas ise o halde Alevilerin de Kürt halkının haklarını savunan ve onun mücadelesini veren kesimlerin başında yer almaları gerekiyor. Şu bir gerçektir ki Türkiye’nin genelde de bölgenin demokratikleşmesinin yolu Kürt sorununun demokratik çözümünden geçmektedir. Kürtlerin demokratik ve özgür yaşamasından geçmektedir. Bu gerçeklikten uzak bir yaklaşım ezilmenin, köleleşmenin dışında bir durum ortaya çıkarmaz. “Biz Aleviyiz, Kürt değiliz” diyen anlayış komünal, demokratik, özgür, eşit bir yaşam arayışının dışına çıkan ve devletin sömürgeci politikalarıyla bütünleşen bir anlayıştır.
Aleviler Tarihin her döneminde çok büyük baskı ve zulüm yaşamalarına rağmen varlıklarını koruyarak bu güne kadar gelmişlerdir. Kaynağını toplumlar tarihinin başlangıcından ve Ortadoğu’nun kök hücrelerinden alan, demokratik uygarlığın sürdürücüsü olan bu direnişçi toplum kesimi, insanlık değerlerinin bu güne gelmesinde çok büyük bir pay sahibidir. Alevilik gerçeğinde yaşam bulan ve yaşayarak bu güne gelen aynı zamanda direnen insanlık gerçeğidir. Bu gün Alevilerin haklarından, sorunlarından, ihtiyaçlarından bahsediliyor, tartışılıyorsa bunda temel etkenlerden biri Alevilerin baskılara boyun eğmeden bu güne gelen direnişçi duruşları ve tutumlarıdır. Yoksa CHP gibi partilerin ve sözde laiklik devrimlerinin bir sonucu değildir. Bu konuda hiç kimse kendisini aldatmamalı ve Aleviliğin milyonlarca ağır bedelin mirası olan direnişçi geleneği üzerinde kirli siyasetler yapmamalıdır. Alevilik bu gün bu kadar gündemdeyse bu altı bin yıldır devletçi-iktidarcı uygarlığa karşı direnen demokratik uygarlığın gücünün ifadesidir. Devletçi-iktidarcı partiler Alevileri dikkate almadan başarılı olamayacaklarını düşünebiliyorlarsa bu Alevilik gerçeğinde somutlaşan komünal demokratik, özgürlükçü değerlerin gücüyle bağlantılıdır. Aleviliğin iç dinamiklerinin direnç gücüyle alakalıdır.
Cumhuriyet tarihi boyunca bu direnci besleyen çok önemli bir faktör de 1960 lar sonrası ortaya çıkan sol-sosyalist hareketlerdir. Bu hareketler Alevi direnişçiliğini beslerken, Alevilik de devrimci demokratik sol hareketlere önemli bir yaşam kaynağı olmuştur. Alevilerin yaşadığı alanlar devrimci demokratik hareketlerin dayandığı temel alanlar olmuş ve devrimci, demokratik hareketler açısından hazır ve doğal örgütlü bir taban olma özelliği taşımıştır. Alevilerin devrimci hareketlerle buluşması aslında bir bakıma siyasal, sosyal ve kültürel bir açılım anlamına da gelmiş ve komünal demokratik değerlerine yeni özgürlük değerleri kazandırmıştır.
Mevcut durumda Alevilik Kürt sorununun demokratik temelde çözümünde ve Ortadoğu’nun demokratikleşmesinde çok tarihi bir rol oynayabilir. Alevilik demokratik toplumun ve sistemin kuruşunda belirleyici bir rolün sahibi olabilir. Komünal demokratik değerleri canlı yaşayan Alevilik bu değerleri daha da geliştirip yayarak bölgede demokratik, özgür yaşamın inşa edilmesinde öncü bir toplum olma görevi üstlenebilir. Batının bencil, bireyci, ezici, tüketici, öldürücü yaşam gerçeğine karşı, Ortadoğu’nun komünal, demokratik, özgürlükçü, eşitlikçi, çoğulcu yaşam gerçeğini çok daha etkili temsil edebilir. Alevilik nasıl ki altı bin yıldır insanlığın yüce değerlerini koruyan bir mevzi idiyse bundan sonra da bu mevzi olma rolünü özgür yaşam seçeneğinin hayat bulacağı bir vahaya dönüştürebilir. Aleviliğin şimdiye kadar yapamadığı da budur. Devletçi hiyerarşik sistemin baskı, zor ve zulmü karşısında kendi kabuğuna çekilerek marjinal bir durumu yaşadı. İnancını, kültürünü, felsefesini çağın yükselen demokratik değerleriyle doğru temelde güçlü bir temelde buluşturup bir açılım yapamadı. Kendi dar kalıpları içinde sıkıştı ve tutuculaşarak dar bir mezhep seviyesine düşme tehlikesi yaşadı, yaşıyor. Bu durumu aşmanın yolu, komünal, demokratik direnişçi özünü Ortadoğu’ya yayarak ve her halk gerçeğinde var olan olumlu insanlık değerlerini kendisine katarak kültürel alış-verişi güçlü geliştirebilmektir. Alevilik kendisiyle sınırlı, dar kaldıkça komünal demokratik değerlerini kalıcılaştıramaz, direnişçi geleneğine sahip çıkamaz ve siyasal, sosyal, ekonomik anlamda açılım sağlayamaz. Ve ufuksuzluk süreçle var olma koşullarını ortadan kaldırabilir. Tabii ki açılım, zulüm üreten sömürgeci sistemin çarkına girerek kendisini yitiren ve değerlerine tümden ters düşen keklik soyluların çizgisi de değildir. Devletçi sisteme yamanan Alevilik tükenişe gider. Devletçi-iktidarcı sistemin son sınırı olan kapitalist sistemin insanlık değerlerini tüketen modernizmine kapılmış bir Alevilik özüne ters düşmüş ve bitmiş bir Aleviliktir. Zalim-sömürgeci sistemin maskarası durumuna gelen insanların Aleviliğin iradeli, özgür, hümanist, direnişçi gerçeğiyle bağı, alakaları olamaz.  Bazıları, Alevi inancında, yaşam kültüründe hakim olan doğallık ve serbestlik özelliklerini, kapitalist modernitenin özden-insan doğalitesinden yoksun biçimciliği-biçimsizliği içinde eritilerek tipsiz-tanımsız bir kişilikle toplum karşısına çıkıp  “ben Aleviyim” diyebiliyor. Ama maalesef bu kişilikler özgürlük, doğallık, sadelik düşmanı bir sistemin kuklası olmanın dışında bir gerçeği temsil edemezler.
Yine belli bir kesim Alevi de hem ulusal ve hem de genel toplumsal sorunlar karşısında kayıtsız kalarak Alevicilik yapmaktadır. Oysa bu anlayışın da Alevilik ile bağdaşır bir yanı olmamaktadır. Alevicilik anlayışı da bir tür dincilik anlayışıdır. Muhafazakar, marjinal ve bağnaz zihniyetten kaynaklanan anti demokratik, bireyci, hiyerarşik ve tüketici bir anlayıştır. Bu durumda son derece komünal, evrensel ve hümanist olan Alevi inancını tasarrufuna almanın tek anlaşılır bir yanı varsa o da basit iktidar hesaplarıdır. Yani iktidar ve güç olmak için Alevi inancını kendine göre yorumlayarak politik bir araç olarak kullanmaktır. Aslında bu yaklaşım bazı Alevi dedeleri ve kurumları tarafından çok bilinçli bir biçimde geliştirilmektedir. Bu kesimler için Alevicilik adeta bir sermaye işlevi görmektedir. Sığ bir zihniyetle Alevi propagandası yaparak itibar ve güç toplamaya çalışmaktadırlar. Alevileri dünya toplumuna ve diğer kültürel zenginliklere kapatarak marjinal ve etkisiz bir mezhep düzeyine indirmektedirler. Alevi toplumunda günden güne gelişen çürümenin temel bir nedeni de kesinlikle bu anlayıştır. Dünyadaki değişim ve dönüşüme arkasını dönerek içine kapanan, gelişim diyalektiğini kendisinde durduran bir toplumsal gerçeklik, kendisindeki zenginliği dışarıya veremez ve dışarıdan da yeni zenginlikler alamaz, toplumsal siyaset yapamaz ve dolayısıyla tutuculaşarak çürümeyle yüz yüze kalır. Nitekim Alevi toplumunun karşı karşıya kaldığı bir diğer gerçeklik de budur. Konuyla bağlantılı olarak Önder Apo'nun şu değerlendirmesi son derece çarpıcıdır; “ sadece ehlibeyte haksızlık yapıldı demekle reform gerçekleştirilemez. Ehlibeyte yapılan zulmün sosyal ve siyasal nedenlerini çözümleyemez. Dolayısıyla haklı ve mazlum bir zemine dayanmasına rağmen, Alevi gelişimi bir Hıristiyanlık reformasyonu düzeyinde değildir. Beklenen ilerici rolü oynayacak kapsamdan yoksundur”
Bağnazlığı içinde barındıran her anlayış iktidarcılıktan beslenmektedir. Ve dolayısıyla içinde özüne ters düşen büyük sapmaları taşımaktadır. Özüne ters düşen her sapma toplumun ve insanlığın aleyhine bir biçim almakta gerici ve tüketici bir işlev yüklenmektedir. Bir bakıma Alevicilik anlayışı da ilerici Alevi inanç gerçeğinden bir sapmadır. Bu sapma Alevi toplumuna hizmet eden bir anlayış değil, tamamen devletçi-iktidarcı sistemi besleyen bir anlayıştır. Tutuculaşan ve dogmatikleşen her inanç ve ideoloji kesinlikle bir biçimde egemen sistemin mezhebi durumuna gelmektedir. Sorun subjektif olarak sistemle işbirliğine girip girmeme sorunu da değildir. Böyle de olabilir olmayabilir de. Zira egemen sisteme karşı ciddi bir mücadele iradesi ve inancı ortaya koymayan, genel topluma açılmayan, tüm toplumsal sorunları kendi sorunu görüp sahiplenmeyen her toplumsal olgu, egemen sisteme hizmet etmenin ötesine geçemez. Tersini düşünmek ve sonuç beklemek doğanın ve toplumun yasalarına terstir.
Alevi toplumunu günden güne tükenişe götüren dar mezhepçiliği aşmanın en temel yollarından biri etnik ve ulusal çapta yaşadığı sorunlara yüksek bir duyarlılık göstermek ve sorunları sahiplenerek mücadeleye atılmaktır. Aleviliğin özünde var olan komünal, demokratik değerleri geniş bir sosyal ve siyasal taban yaratarak yaymaktır.
Sonuç olarak; Alevilerin yaşadığı yerler genelde dağlık, ormanlık ve derin vadilere sahip devletin etki sahasından uzak yerler olmuştur. Kendilerini koruma ancak bu temelde gelişmiştir. Devlet etkisinden kendilerini en fazla yalıtan ve koruyan da Kürt Alevileri olmuştur. Ciddi bir devlet gelenekleri olmayan Kürtler, komünal demokratik değerlerin temel koruyucu ve savunucu toplumu olmuştur. Kürt Alevi toplumsal yapısı birçok devrimci hareketin dayandığı taban olduğu gibi PKK’nin de dayandığı temel toplumsal tabanlardan biri olmuştur. PKK Kürdistan’a açılırken ilk açıldığı alanların başında Kürt Alevilerin yerleşim yerleri gelmiştir.
Maraş katliamı, özünde PKK’nin Kürt Aleviler içinde taban bulmasını engelleme girişimidir. PKK’nin Alevi Kürtler içinde etkisini kırmak ve Alevi Kürtleri PKK’den kopartmak için devletin geliştirdiği çok planlı bir katliam konseptidir. Benzer bir konsept 1993 yılında Sivas Madımakta da yaşandı.
PKK Alevi toplumuna her zaman büyük değer vermiş, Alevi kimliğinin korunması için ciddi bir mücadele içinde olmuştur. Devletin Aleviler üzerinde geliştirdiği baskıları sürekli değerlendirip işleyerek toplumda duyarlılık yaratmıştır. Aleviliği her zaman demokratik uygarlığın en temel dinamik toplumu olarak ele almıştır. Komünal demokratik özgür toplum inşasında Alevilere çok temel bir rol biçmiştir. Baskıcı, sömürgeci devlet zihniyeti olan dinciliğin aşılmasında Alevi inancını ve yaşam felsefesini değiştirici bir motor güç olarak görmüş, Aleviliğe bu biçimde de bir anlam yüklemiştir.
Alevilik, devletçi hiyerarşik tarih boyunca çok büyük baskılar, saldırılar, katliamlar ve ezilmelerle karşı karşıya gelse de direnişçi geleneği sürdürmedeki iddiası,  komünal demokratik duruşuyla, egemen sistemin sert yüzünü esneten bir rolün de sahibi olmuştur. Gelinen aşamada Alevilik marjinal mezhepçiliği aşıp ciddi bir demokratik açılım sağlayabilirse Ortadoğu gericiliğinin ve dinci bağnazlığının aşılmasında ve demokratikleşmenin sağlanmasında belirleyici düzeyde bir katkının sahibi olabilir.