25 Temmuz 2010 Pazar

Türkiye ve Üniter Devlet -2

Kürt sorunu kendisini dayattıkça Türkiye’deki tabular tek tek yıkılmaya başladı. Bunlardan en önemlisi de Türkiye’de tek bir halk değil birden çok halkın yaşadığı, tek bir dil değil birden çok dilin konuşulduğu gerçekliğinin kabul edilmek zorunda kalınmasıydı. Yıkılan bu ‘tekler’le, tekçiliğe kurumsal bir yapı kazandıran üniter devlet anlayışının da sarsılmasına neden olundu. Şu an herkes biliyor ki, Türkiye’de tek bir halk, tek bir dil, tek bir kültür yok. Birden çok halk ve birden çok dil var. Yani Türkiye homojen değil, heterojen bir toplum. Oysa üniter devlet anlayışı daha çok homojen toplumların devlet yapısı olarak işlev kazanabiliyor. Türkiye’nin yıllardır yaşadığı kısır döngü ve çatışmalı halin en temel nedeni de kendi toplumsal dokusun uymayan, homojenliğe dayanan tekçi bir devlet yapısında ısrar ediliyor olmasından kaynaklanıyor.

BDP’liler, Türkiye’yi bu kısır döngüden kurtarmanın yolunun, bölgesel özerklikleri tanıyan ve ademi merkeziyetçiği güçlendiren, ama yine üniter, bir devlet yapılanmasıyla mümkün olabileceğini iddia ediyorlar. Bu tez BDP’lilerin her zamanki gibi ‘bölücülükle’ itham edilmelerine neden olsa da bu savı ileri sürmek ve tartıştırmak bile Türkiye açısından büyük bir düşünsel devrim niteliğindedir. Ama Türkiye açısından bu tezin uygulanabilme imkanı var mı?

Aslında Türkiye’de devlet zihniyetinin taassup yapısına bakıldığında değişim yapmanın mümkün olduğunu söylemek güç. Çünkü üniter yapıyı tartışmaya çalışmak bile hala ‘bölünme, parçalanma’ paranoyalarıyla karşılanıyor. Bunlar saplantıdır, farklı hesaplardır. Kendi durumumuza baktığımızda bunu rahat görebiliriz. Tekçi zihniyete işlerlik kazandırmak için yıllarca Kürtler yok dedik, ama son birkaç yıldır da var diyoruz. Var dememize rağmen, şimdiye kadar memleket bölünmüş değil. Üstelik dünyada benzer birçok örnek mevcut. Örneğin Fransa…

Fransa’da ulus-inşa sürecinde dil en önemli unsurlardan biri sayıldı. Bu amaçla ülkede standart bir dilin kullanılmasını sağlanmak için Fransızca akademiler kuruldu. Breton, Oksitan, Bask ve Katalan dillerinin kullanımı ise engellendi. Sırf ulus inşa etme ve üniter devlet olma adına.

Fransızlar da baktılar, yasakçı, tekçi zihniyetle bu mümkün olmuyor. Ondan sonra onlarda değişikliklere gittiler. 1951’de dil ve kültürel haklarla ilgili çıkarılan bir kanunla bu alt dillerin okullarda seçmeli olarak okutulmasına ilk defa izin verdiler. 1974’te ve 1982’de çıkarılan kararnamelerle de okullarda Korsika dilinin öğretimi düzenlendi ve 300 bin nüfuslu Korsika’ya özel bir statü tanındı. Buna göre Korsika bölgesel meclisine diğer bölgelerinkine göre çok daha fazla yetki verildi. Korsika dil ve kültürünün gelişimi için tamamlayıcı eğitim faaliyetleriyle ilgili yasa çıkarma yetkisi de bu meclise tanındı.

1991’de yetkileri daha da arttırılan Korsika, daha ayrıcalıklı bir konum elde etti. Eğitim, araştırma, üniversite, Korsika dilinin ve kültürünün korunması vb alanlarda pek çok yeni yetki kazandı. Buna göre Korsika dili ve kültürünün eğitim planlama yetkisi de Korsika Meclisi’ne verildi. Bu şekilde Korsika’ya özerk bir yapı tanındı.

Üniter devlet anlayışının kaynağı ve Türkiye’de dahil tüm dünyaya ihraç merkezi olan Fransa, bu tekçi zihniyetten vazgeçmesine rağmen hala üniter bir devlet ve hala tek parça dimdik ayakta duruyor. O zaman BDP’lilerin iddia ettiği gibi üniter yapıyı reddetmeyen ama bölgesel özerklikleri de göz ardı etmeyen bir uygulama Türkiye için de mümkün olamaz mı?

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ‘bölünmez bütünlüğü’ ve üniter yapısı yine esas olur. Fakat Türkiye Cumhuriyeti sınırları dahilinde yaşayan onlarca halkın tanınması da gerekir. Böylesi bir tanıma her şeyden önce her şeyi tekleştiren zihniyetin aşılmasını gerektirir. Ki; üniterlik tek vatan, tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek dil diyen ve her şeyin tekleştiren yaklaşım değildir. Devletin yasama, yürütme ve yargı gibi egemenlik organlarının ortaklaştırılması ve bu organların biraz daha dikey bir tarzda örgütlendirilmesidir. Aynı şekilde üniter devlet yapısı ortak vatanı, birden çok milleti ama ortak bir üst kimliği, ortak bir ulusal bayrağı ama herkesin sembollerinin de serbestisini, resmi bir dili ama herkesin kendi dil ve kültürünü kullanmasına ve geliştirmesine imkan sunulmasını da kapsayabilir. Her şeyi tekleştirme, arta kalanları da inkar etme üniter yapıyı taassup bir tarzda ele alıştır.

Oysa farklılığı zayıflık değil zenginlik sayan, tek tipleştirmeyi değil renkliliği esas alan üniter bir devlet yapılanması da mümkündür. Eğitim, sağlık, iç asayiş gibi konularda yerel yönetimlerin yetkilerini arttırıp, bölgesel özerklik vermekle bu mümkündür. Her bölgenin kendi dil, kültür gibi özgünlüklerini korumasına ve geliştirmesine imkan sunan bu tür özerk oluşumlar üniterliği bozmaz. Türkiye gibi tüm halkları iç içe geçmiş, herhangi bir sınırla ayırmanın mümkün olmadığı bir ülkede özerklik tanınsa dahi bunun sınırları nasıl tespit edilecek diye bir soru hemen akla gelebilir.

Zaten özerk veya farklı bir yapılanma gündeme girdiğinde Türkiye’de akla gelen ilk husus, sınırlarla oynanacağı veya Türkiye’nin bölüneceği paranoyası oluyor. Özerklik denilirken sınırlar oluşturulmaktan söz edilmiyor. Ki, böylesi bir ayrımı yapmak da imkansız. Sözü edilen özerklik anlayışı, Kürtler kendi farklılıklarını Hakkari’de olduğu gibi bir arada bulundukları İstanbul’un herhangi bir semtinde de isterlerse yaşabilecekler. Ama istemedikleri taktirde değil İstanbul’da, Hakkari’de de Kürt kimliğiyle yaşamak zorunda değiller. Komşu ama kültürel yapısı farklı olan iki köy bile aynı dili konuşmak, aynı eğitimi görmek zorunda değildir. Her köye kendi dilini konuşsun, kendi eğitim sistemini oluştursun. Bunun zararı olmaz. Tam tersi olursa husumet doğar.

Böylesi bir özerk yapılanmanın ne mevcut sınırları parçalama ne de yeni sınır çizme gibi bir derdi yok. Sadece her topluluğun kendi tercihleri doğrultusunda yaşamını düzenleme durumu söz konusudur. Her toplumun kendi meclisleri aracılıyla yürütülecek olan bu özerk anlayış, üniter yapının alttan üste doğru örgütlenme anlayışını ve egemenlik unsurlarını reddetmiyor.

BDP’nin ileri sürdüğü özerklik anlayışı, mevcut durumda Fransa’da da benzer şekilde uygulanıyor. Bunu uygulamakla da şimdiye kadar Fransa bölünmedi. Öyleyse Türkiye neden bölünsün ki?

Türkiye ve Üniter Devlet -1

Devlet yetkilileri yıllarca Kürt sorununun nedenlerini ekonomik ve sosyal geri kalmışlıkla ilişkilendirdiler. Hala da ilişkilendirmeye çalışıyorlar.
Devlet yetkilileri yıllarca Kürt sorununun nedenlerini ekonomik ve sosyal geri kalmışlıkla ilişkilendirdiler. Hala da ilişkilendirmeye çalışıyorlar. Bu iddiayla, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde, 1925 ila 1937 arası dönemde, doğu ve batı illeri veya Kürtler ile Türkiye’nin geri kalanı arasında ciddi bir ekonomik ve sosyal farkın olduğunu da ima ediliyor. Oysa gerçeklik öyle değil.
Yıkılan İmparatorluğun kalıntıları ve uzun süren savaşlardan dolayı tüm Türkiye ciddi bir yokluk içindeydi ve feodalizmden kapitalist sisteme geçişin sancılarını çekiyordu. Kısacası Türkü, Kürdü, Arabı, Çerkezi, Ermenisi ve Süryanisiyle hiç kimsenin bir diğerinden ekonomik ve sosyal alanda ciddi bir farkı yoktu. Ama yine de Kürt sorunu vardı ve bir ayaklanma halindeydi.
Sosyal bir olgu olarak anlaşılması güç olan, kısa bir süre öncesine kadar Çanakkale’de, Sarıkamış’ta, Maraş’ta, Urfa’da, Sakarya’da emperyalist saldırılara karşı omuz omuza çarpışan, duygudaş iki toplum nasıl oldu da emperyalist saldırılar bertaraf edilip, Cumhuriyet kurulduktan sonra bu şekilde karşı karşıya gelebildiler? Sorunun kökeninin sosyal ve ekonomik geri kalmışlıkla izahı mümkün görünmüyor. O zaman soruna bir de siyasal açıdan bakmak gerekiyor.
Türkler, Anadolu’ya girdikleri ve devletleştikleri her dönemde Kürt aşiretlerinin özerk yapılarını tanıma suretiyle, Selçuklulardan başlayıp Osmanlı İmparatorluğuna kadar her dönemde Kürtlerin desteğini almayı başardılar. Bin yılı aşkın devam eden bu ilişki ve dayanışma Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerine, 1800’lü yılların ortalarına kadar devam etti. Bu dönem tam da Fransız devriminin tüm dünyada ulusal kurtuluş rüzgarlarını estirdiği dönemdi. Feodalizmin en önemli mevzilerinden biri olan Osmanlının bundan etkilenmemesi beklenemezdi. Osmanlı dış saldırılardan daha çok içerdeki ayaklanmalar karşısında zorlanmaya ve her geçen gün gerilemeye başladı. Fakat en önemlisi savaş ganimetine dayalı şekillendirilen İmparatorluk ekonomisi, artan iç savaşlar yüzünden dış fetihler ve istilalar yapamamaktan, kendini finanse edememeye başlamıştı. Bundan dolayı da savaşın faturası Kürtler başta olmak üzere tüm halka kesildi. Fakat sorun Kürtlerden veya diğer halklardan vergi alımıyla sınırlı değildi.
Merkezi idareyle mahalli idareler arasında özerklik temelinde bir devlet yapılanmasını esas alan Osmanlı İmparatorluğu, merkezi idareyi güçlendirmek için Sened-i İttifak (1808), Tanzimat Fermanı (1839) ve Islahat Fermanı’yla (1856) mahalli idarelerin özerkliklerini sınırlandırmaya başladı. Bu fermanlarla birlikte mahalli idarelere vergi ve asker vermenin yanı sıra, merkezi idarenin istemi doğrultusunda savaşa girme zorunluluğu getiriliyordu. Merkezi otoriteyi daha da katı bir hale getiren bu fermanlar ilk Kürt aşiret ayaklanmalarının doğmasına ve bugün Kürt sorunu diye tabir ettiğimiz sorunun da başlamasına neden oldu.
Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı döneminde Kürt-Türk ittifakı yeniden gelişti. Kurtuluş Savaşını da Mustafa Kemal bu ittifaka dayanarak geliştirdi. Hatta Erzurum ve Sivas kongrelerinde Mustafa Kemal’in Kürtlere ‘muhtariyet’ sözünü verdiği tarihi belgelerden biliniyor. Ki; Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra bile Mustafa Kemal’in mahalli idarelere ‘muhtariyet’ verme fikrinde olduğu, Cizre komutanı Nihat paşaya yazdığı talimatnamede ve İzmit’teki basın toplantısında gazeteci Ahmet Hamdi beye verdiği beyanda mevcuttu. Fakat her ne olduysa Kürt sorunu veya etnik sorunlar Fransız devriminin etkisi altında şekillenen Cumhuriyet döneminde de çözülemedi. 
Sorunun sürmesinin temel nedeni, ulus-devlet olma adına Fransız merkezi üniter devlet modelinin şablonik bir şekilde Türkiye halklarına dayatılmasından ileri geliyordu. Tekçiliği temel bayarak edinen üniter devlet anlayışı, devlet organlarının tekliğinin haricinde siyasal ve sosyal açıdan da topluma tekçiliği dayatıyor. Tek devlet, tek bayrak, tek vatan, tek dil, tek kültür vb yaklaşımlar bellenen tek politika oldu. Oysa böylesi tekçi bir siyasal yapı veya devlet şekillenmesi Türkiye gibi kültürler ve halklar mozaiği olan bir ülkenin toplumsal dokusuna uygun düşmüyor. Tekçi ve redçi politikaya en büyük direnişin Kürtlerden yana gelişeceği açık bir gerçektir. Bunun aşiretsel yapının hala kendini koruyor olmasıyla yakından bağı var. Çünkü aşiret gerçekliğinde değil bir halkın başka bir halka benzeşmesi, bir aşiretin dahi bir başka aşirete benzeşmesi pek benimsenen bir durum değildir. Aşiret gerçeğindeki bu direnişçi yön Kürtlerin yıllarca ayakta kalmalarının, hatta şu an bile direniş halinde olmalarının temel nedenlerinden biridir. 
Türk devletinin Kürt sorunun siyasal boyutlarını inkar edip ısrarla sosyal bir sorun demesinin altında da aşiret kültürünü sosyal bir yapı olarak şehir kültürü içinde eritmek ve bu sayede toplumdaki devlet alternatifli siyasal boyutunun da ayaklarını yerden kesmek yatıyor. İşte bundan dolayı, Kürtlerin köyden şehre göçüyle, obeze dönen şehirleşmeye bile devlet kayıtsız kalabilmektedir.
Tarihsel ve sosyolojik gerçeklikler Türkiye’de tekçi bir siyasal yapının mümkün olmadığını gösteriyor. Bunun ismi ister üniter devlet olsun, ister ülke bütünlüğü olsun farketmiyor. Yapılanlar da ister kırmızıçizgiler adına, ister hassasiyetler adına yapılsın sonucu değiştirmiyor. Hiç önemli değil. Sonuçta şimdiye kadar ortaya çıkan realite, topluma tek tipleşmeyi dayatan merkezi üniter devlet yapılanmasının Türkiye toplumsal gerçekliğiyle uyumlu olmadığı ve şu ana kadarki toplumsal huzursuzlukların da esas nedeni olduğu açıktır.
Bunun yerine tüm Türkiye halklarını kucaklayacak olan ortak devlet, ortak cumhuriyet, ortak vatan ile yine üniter, ama herkesin kendi dil, kültür, din gibi farklılıklarını da koruyabilmesine imkan sunacak başka bir devlet yapılanması mümkün değil midir?
Ali Gündoğdu

Hangi taktik hangi strateji?


Mesut Barzani Güney Kürdistan Bölge Başkanı sıfatıyla ilk 'resmi' ziyaretini Türkiye'ye gerçekleştirdi.
Mesut Barzani Güney Kürdistan Bölge Başkanı sıfatıyla  ilk 'resmi' ziyaretini Türkiye'ye gerçekleştirdi. Gerek ziyaret öncesi, gerekse ziyaret sonuna kadar PKK hareketi yapıcı bir biçimde bu ziyareti sahiplenmeye çalıştı. Ancak ''olması gerekenin gerektiği gibi olması gerekirken'' aksine protokol hakaretine rağmen AKP'nin sözde açılımı ve Kürt kimliğine karşı asit çukuruna dönüşmüş icraatları sahiplenildi.
Ziyarette Türkiye’ye, Türkçeye ve Türk siyasetine hakim olan çok sayıda bakan ve danışman vardı. Bu nedenle 'protokol' hadisesinin buna rağmen gerçekleşmesi öyle unutkanlığa gelen bir mesele olmadığını gösteriyor. Aksine Türkiye faşist zihniyetinin bu bakan ve danışmanların özel yaşamlarına kadar sızdığını gösteriyor.
KCK Konsey üyeleri her defasında Barzani şahsında Kürtlere yapılmış bir hareket olarak değerlendirdiği ve herkesin Barzani'yi sahiplenmesi gerektiği çağrıları yaparken, Güney Kürdistan’da değirmenden çıkan kepeğe 'un' diyen bir felsefeyle ''aslında Başkan Barzani Irak bayrağını istemediği için bayrak bırakılmadı'' söylemi yayılıyordu.
Ne var ki, ortada statüsü kabullendikçe güçsüzleştirilen bir bölge ve bu bölgede her temsili ve değeriyle dalga geçilen bir halk gerçeği vardır. Her statü irade olmak anlamına gelmemektedir; Mahabad Kürt Cumhuriyeti' bile aslında bir imzayla yıkılmıştır. Rusya'nın tüm oluruna rağmen İran kendi petrollerine Rusya'yı ortak edecek imzayı atınca Kürtlerin dayanacak kendi güçleri olmadığından Cumhuriyet yıkılmıştır.
Kendine dayanmayan bir statünün adı, biçimi ne olursa olsun irade olma gücünü göstermesi mümkün değildir.
Sermaye ve statü tartışması içerisinde zihin bunalımını yaşayan mantık dündü dolaştı yine Kürdistan Özgürlük Hareketine çattı. Çok yakın dönemde Barzani tüm Güneyli siyasi partileri toplayarak PKK'ye karşı tavır almaya davet etti. Ancak bu davet dili kendi kendisine karşı politik bir tutumla süslenmiş, toplantı adeta 'Kürdistan Sınırlarını Koruma Platformuna' dönüştürülmüştür.
Sahip olduğu kazanımları diğer parçalardaki Kürtlerin yararına değerlendirileceğine ''şiddetten en fazla Bölge zarar görüyor'' söylencesiyle PKK karşıtlığı yaparak diğer parçalardaki mücadelenin tekerleklerine çomak sokmaktadırlar.
Bir federasyon, bir kazanım sorun çözeceğine her defasında kendini sorun olarak dayatan çamura yatan bir 'iradeyle' karşı karşıyadır
Sınır güvenliği tartışmasını başlatmadan önce İran ve Türkiye'nin Güney Kürdistan'a saldırısının bir anlaşma sonucu mu yapıldığı, yoksa şimdi gerçekte önlenmeye çalışılan bir saldırının mı olduğunu hiç çekinmeden sormak, sorgulamak gerekmektedir.  Anlaşanın uzlaşılana fark attığı bir eşikte olduğumuzu düşünüyorum. Abdullah Gül'ün Başbuğ'un tehditlerine karşı ''kararlaştırdıklarımızı açıklamak zarar verebilir, Barzani de bu sürecin içinde'' sözü bu anlamda manidardır.
O halde Güney Kürdistan sınırında güvenlik sorunu yok, anlaşmalı bir bombardıman var demek daha doğru olur. 2009'da da Neçîrvan Barzani İran ile sınır 'güvenliğini' imzaladığı gün İran, Kandil dağlarını topa tutmuştu. Aynı çerçevede Güney siyasetinde komşu devletlerin saldırılarına karşı itiraz yok, itiraz mekanizmaları var (daha doğrusu sembolik itirazlar). Ne demek itiraz mekanizmaları? Saldırılara karşı pratik bir duruştan çok ya Bölge Başkanlığı ya Parlamento Başkanı ya da tanıdık bir iki simanın yaptığı açıklamalar dışında herhangi bir adım ya da itiraz bulunmamaktadır. Yani sembolik mekanizmaların ötesine geçmeyen mekanik mekanizmalar...
Barzani'nin Türkiye gezisiyle başlayan, Irak ve Güney Kürdistan'ın statüsünün tartışılmaya başlanması uzlaşılmış kapsamlı bir operasyonun habercisi gibi görünüyor.
Aşırı komplo teorileri ya da soyut tahminler yerine PKK karşıtlığını bölgesel koşulları inceleyerek, bu karşıtlığın nereye varabileceği, hem karşıtlığın zamanı hem de anlamı açısından daha doğru olacağı görülmektedir:
1)      Irak ve ABD faktörü; Nisan ayında yapılan seçimlerin nerdeyse galipleri, mağlupları unutulacak (14 Temmuzda yasal süre bitiyor) ancak halen merkezi hükümet kurulmuş değil. Irakta nasıl bir yönetim denklemi kurulacağı noktasında uzlaşma henüz sağlanamamıştır. Belki de bu denklemin bu kadar zamanda kurulamaması ABD açısında nüfusun yaklaşık %60'nın Şii olduğu Irakta kurulacak denklemin Irak'ın yapısal bir denkleminden çok İran karşıtı bir denklemin inşa çabasıdır.
ABD Başkan Yardımcı Joe Biden Irak seçimlerinden beş ay sonra yaptığı ziyarette tüm gruplara yöneltilen bir 'uzlaşma' daha doğrusu zoraki uzlaştırma formülü vardı. Hemen bu talimat üzerine Maliki açıklamasında Allavi'nin iktidara gelişi önünde engel olmadığını açıkladı. ABD'den bir yolcu uçağıyla Biden'le gelen model, seçim öncesi ABD'nin öngördüğü modelin tıpkısının aynısıdır.
Ta seçimler öncesinde üzerinde uzlaşılan formül daha önce başta Ortadoğu Arap-Sünni kemeri olmak üzere Türkiye gibi ülkeler de uzlaştırılmış. Aslında Kürtler bu model içerisinde sadece Enfal Katliam'ında 182 binden fazla bedelin ödendiği Baasçı mantığı, otoriteyi hazmetmek durumda bırakılmıştır. Aynı kader birliğine Şiilerde sahip olsa da Maliki’nin son uzlaşma sinyalleriyle dayatılan bir iktidarı Şiilerinde yutkunmak zorunda bırakıldığı görülmektedir.
Irak’ta Kürtler ve Şiiler tüm tarihsel çelişkilerine rağmen aynı zamanda azınlık durumunda kalan Sünnilerin iktidarıyla devasal irade kırılmasını yaşıyorlar. Kürtlerin ise geçen döneme göre merkezden çok sınırlı bir pay alacakları görünüyor. Bu durum Kürt-Şii ittifakına da adeta darbe indiriyor.
Bu formülün uygulanması durumunda seçimlerden önce bazı Arap ülkelerinin gizli görüştükleri Barzani’yle bu formülün desteklenmesi durumunda Kürt Hükümetiyle ilişkilerin düzeltileceği sözü verilmişti. Nitekim Mesut Barzani'nin son Arap gezisinde şimdiye kadar Hewler’de yirmiye yakın ülkenin temsilciliği ve konsolosluğu açılamasına rağmen 22 Arap devletinin tek temsilciliği bulunmaması ve bu geziyle Mısır ve Ürdün'ün konsolosluk açma isteği dikkat çekicidir.
Nasıl ki Irak seçimlerinde Iraklıların dışında herkesin burnunu soktuğu bir yarış olduysa, bu 'çözüm' formülü de içten çok dışarının uzlaşısı gibi bir formülden başka bir şey olmamıştır. Irak’ın yapısallığıyla son derece çelişen bu formülün hayata geçirilmesi ne kadar imkânsızsa hayata geçirilme durumunda da sürdürülmesi o kadar güçtür.
İşin gerçeği ABD kârcı, kapitalist bir mantıkla meseleye bakmaktan önünü göremediği tarihsel bir hata yapmıştır. Şiilerin potansiyelinden yararlanarak Saddam rejimine müdahale ederken karşısında en fazla Şiilerin ve dolayısıyla İran'ın (Ortadoğu Direniş kimliğinin en aktif olduğu kemerin) çıkaracağı sorunları hesaplayamadı. Bu anlamda ABD'li uzmanlar Ortadoğu’da direnci kırma hareketinin stratejisini belirlerken, direniş noktalarını değil, kırılma noktasında bir iktidarı tespit ettiler ve buna saplandıkları ortadadır.
Şimdi sırası gelmeden yıkılan kale yeniden inşa edilecek ve Sünni kemerinin desteğiyle Şii kemeri zayıflatılmaya çalışılacaktır.
Türkiye, PKK'yle savaşında bu tarihi hatadan rant sağlamaya çalışmaktadır. Ayrıca Amerikan müdahalesinde değerlendiremediği fırsatları telafi etmeye çalışmaktadır. Son hava saldırıları, hava sahalarının Türkiye'ye açıldığının ilk kanıtları olmaktadır. Büyük bir kara operasyonuna doğru hareketlenen sürecin aynı anda Irak’taki merkezi hükümetin oluşturulması ve ABD'nin geri çekilme süreçlerini hesaba katan bir süreç olduğu açıktır.
ABD, Irak’tan çekilmeden önce kendisinin ya da Güneyli güçlerin fiziki katılımının zor ve nerdeyse imkânsız olduğu, aynı zamanda fiziki bir katılım dışında Türkiye'nin PKK'ye karşı savaşması için tüm kapıları ve imkânları açık tutacağı görülmektedir.
Gündemleştirilen NATO desteği ve İsrail meselesi 30 yıllık Kürt Özgürlük Mücadelesini çarpıtmaktan başka bir şey değildir. Bu tartışmalar 'taşeronluk' tartışmalarına denk getirilen bilinçli karalamacı bir süreçtir. 30 yıldır NATO'nun ya da ABD-İsrail’in sadece askerleri savaşmamaktadır; onun dışında tüm yönleriyle Türkiye desteklenmiştir. Hatta çoğu zaman onlarca yüzlerce subay desteğiyle savaşa ya fiziki (askeri) katılımda olmuş ya da bölgede çeşitli güçler savaşa dahil edilerek PKK karşısında savaşmışlardır. 
Denenmiş tüm yöntem ve kirli ittifakları denenmemiş gibi göstermek hareketin başarı abidesine çamur atma girişiminden öte bir şey değildir. Daha bir kaç gün önce İsrail savaş mühendisleri sınır hatlarını dolaşmış, savaşmaları için CHP ve AKP'ye siper inşa etmişlerdir. Şimdilerde bu partilerin bir liderinin başını kuma gömerek bu savaşa katılmayı seçerken, diğerinin ise başına kadar kum doldurarak kuma gümülü kafasıyla modern asker fotoğrafını çekmeleri bu gerçeğin bir sonucudur.
Irak ve ABD Türkiye'nin PKK'yle savaşması için tüm imkânları sunarlar ancak içinde bulundukları bataklıktan kaçmaya çalıştıkları bir dönemde bir başka bataklığa atlamalarını düşünmek saflık olur.
2)      Kürt-Türk taban Oyunları ve Türkiye’deki referandum-seçim süreci; AKP referandum için anayasa paketini hazırlarken aslında sekiz yıldır iktidarda olmasına rağmen seçimlerde ''sen bunca zaman ne yaptın?'' sorusuna sahte bir cevap hazırlamakta ve bunu halka sunmaktadır. Halk bu paketi yerse seçimlerde zafer güya daha garantili olacak.
Seçimler normal tarihte yapılsa da anayasa paketi erken seçim sürecini işaret etmektedir. Yani Türkiye'de fiili seçim kampanyası başlamıştır. Baykal'ın gidişi de aynı sürecin ürünü gibi gözükmektedir. Devlet iki temel partisini seçimlere göre yapılandırmaktadır, her iki partide bloklar haline getirilerek sağcılar ve solcular ''tek vatan iki parti'' mantığıyla AKP ve CHP'ye yönlendirilecek gibi görülüyor. Bu korku ve panik 2010 seçimlerinde DTP'nin elde ettiği başarıya karşı devletin ''süper barajıdır''.
Barzani'nin Türkiye ziyareti tüm hakaretlere rağmen AKP'nin başlattığı seçim sürecinde Kürt duvarına yapıştırılan bir afiş gibidir. Zaten bu ziyaretin hemen ardında KADEP ve HAK-PAR yapılan hakaretten aldıkları zevkle AKP'nin reklam panoları gibi konuştular; Kürtler adına referanduma ''evet'' diyeceklerini açıkladılar.
AKP ile Güneyli  güçler arasında Kürt tabanının siyasal doğrultusuna yönelik bir anlaşma olduğu açıktır. Her nedense PDK ve YNK'li yetkililer sadece düşman partilerini alkışlar düzeyinde Kuzey Kürtlerinin sorunlarıyla ilgililer. Zap direnişiyle Güney Kürdistan’da PKK'ye duyulan sempati çıtasının zirveye ulaştığı bir yerde PKK yöneticilerine yönelik kurulmaya çalışılan komplocu planlar bu doğrultudaki anlaşmanın bir gereğiydi.
Devletin her türlü kimyasal silahları da kullanarak çocuk-kadın katletmesine rağmen ilişkilerin bu kadar rayında gitmesi neyin ifadesidir? Fakat Zap'ın ortaya çıkardığı devasal sempatiden sonra bu tür saldırılar önceden etkisi-tepkisi hesaplanarak yapıldığı görülmektedir. Kürdistan toplumunun kontrolüne ilişkin yapılan stratejik anlaşmalar bazen kendisini açık açık dillendirmektedir. Kürt gençleri İran’da idam sehpalarına götürülmesine karşı Kürtlerin kendilerini savunmasını adeta İran adına Süleymaniye'de Kürt peşmerge generali bir bakanın tehdidi şimdi daha fazla anlaşılmaktadır.
Yıllardır Güneyde KADEP genel başkanı Şerafettin Elçi'ye yakınlığıyla bilinen bir iş adamı AKP ve Kürtleri tartıştığımız bir sohbette hem 2007 hem de 2009 seçimlerinin olduğu akşam Elçi'nin şirketinde seçim sonuçları izlediklerini söylemiştir.  Konuşmasına devamla AKP'nin Kürdistan’da Kürtlere karşı aldığı her milletvekili ve belediyeye karşı alkışlar çalındığını Kürtlerin DTP adıyla aldığı her belediye ve milletvekiline karşı ''yuh'' çekildiğini söylüyor.
Maç izler gibi seçim sonuçlarını izleyen bu kör mantığın Kürtlerin kalesine atılan her golü alkışlamaktan, Kürtlere karşı alınan her mevziye kum taşımaktan başka ne yapmışlardır ki, Kürtler adına ''DTP'nin ve PKK'nin baskılarına karşı Kürtler 'evet' diyecek'' demektedirler.
Bölgede İran ve Türkiye’nin saldırıları sonucu 500’dan fazla ailenin göç ettiği biliniyor. Ayrıca son saldırılarda bizzat Güney Kürdistanlı bir sağlık heyetine göre biyolojik veya kimyasal silah kullanıldığına dair şüphe ve bulguların olduğu söyleniyor. Eşzamanlı olarak Gümüşhane’den, Siirt’e ve Şemdinli’ye kadar uzanan gerilla cenazelerindeki vahşet de düşünüldüğünde büyük bir vahşete gebe olunduğu bir süreçten geçtiğimiz ve bu vahşete karşı büyük bir sessizliğin olduğu görülüyor. Ancak bu vahşetin ne zaman patlak vereceği Kürt ve Türk tabanının seçim ve referandumda nabzına göre olacağı görülmektedir. Güneyde yaptığımız gözlemler ve referandum dalkavukluğunu yapanlardan edindiğimiz izlenimler referandumdan hemen sonra bir vahşete tanıklık edebileceğimizin sinyallerini alıyoruz.
3)Güneyle Sermaye Etkisi ve İran Faktörü: Türkiye kendi sorununun ihracatında dünyada birinci ülke olmuş durumundadır. Her defasında İran'ı PKK'nin üzerine kışkırtan bir yaklaşım içerisindedir. 'Komşularla sıfır problem' sloganı herhalde komşulara kendi problemlerinin satıldığı bir aşamadır.
İran’a ambargoya oy vermeyen Türkiye, Güney'i transit ülke olarak kullanarak bu ambargoyu delip Güneyli güçlerle durumdan büyük bir rant sağlayacağı tartışılıyor. Son Türkiye-Kürt Hükümeti ilişkilerinde ticaret ilişkilerinin bir yılda 1 milyar doların hedeflendiği gerçeğinde hem bu rantın etkisi olabilir hem de bu rant kapısı iyice genişletilirse 1milyar dolardan daha fazla bir ciroyu bulacağı tartışılıyor.
İş Bankası'nın Güney Kürdistan’da açılma çabası aynı zamanda önemli bir hissesi bulunan CHP’nin de bu siyaseti desteklediği ve bu çizgiden pay aldığını söylemek mümkün. Hatta CHP bu sessiz işgalin daha da derinleşmesi için Kuzey Kürdistan’da önce çok sayıda baraj kurularak su sorunun yaratılması ve daha sonra bu suyun Irak’a bırakılarak suyun siyasal ve ekonomik etkisini artırmayı hedeflemektedir.
Herkese ilginç gelen gerçek ise normalde para kimin iktidarındaysa, sosyal ve siyasal etkinin onda olması gerekirken, 7 miyar doların tamamı Kürtlerin direkt Türkiye'ye sarf ettiği bir miktar olmasına rağmen Türkiye'nin Güney Kürdistan'ı sosyal ve kültürel olarak işgal edilmesi durumudur.
İran- Kürt Hükümeti ve Türkiye hattının PKK'ye karşı yürütülen savaşın hangi boyutlarda etkileyeceği gözden kaçırılmaması gereken bir etkendir.
İsrail’le yaşanan küçük gerginlikte de görüldüğü gibi Kürtlerin mücadelesinin İsrail’le haksız da olsa bağdaşlaştırılması Kürt sorununu uluslar arası zemine çekildiğini gördüklerinde bu tartışmayı geri çekmişlerdi. Sanırım NATO ve BM'nin yardımının istenmesi de bir panik sonucu istenmiş olduğundan çok yakında sorunun uluslar arası boyut kazanması için vazgeçilecektir.
Tüm Kürtlerin beklentisi Ulusal Birliğe gidecek bir karar organının oluşması ve bu organın konferans ve kongrelerle Kürtlerin geleceğini garantilemesiyken asıl sorunun ulusal hassasiyetlerin ve bu istemin giderek taktik, sembolik pozisyonlarda karşılanma durumudur. Bu haliyle yapılacak bir konferansın ya da kongrenin bile sonuç alıcı olması düşünülemez. Aksine tüm ihtimal ve ilişkilenmelerde Kürt parti ve oluşumları birlikteliğe gidecek bir süreci esas alarak düşman ve dost kavramlarını netleştiren  bir süreci başlatırlarsa bunun konferansını da kongresini de yapmak çok daha kolay.
Sorun PKK karşıtlığı ya da yandaşlığı değildir. Neredeyse dünyanın her tarafında büyük ekonomik krizlerin gebe olduğu ve Kürtlerin parçalı da olsa büyük bir deneyime sahip olduğu bir dönemde bu kadar zengin topraklar üzerinde Kürtlerin kenetlenmekten başka şansının olmadığıdır. Gerek bölge devletleri gerekse dünya güçleri neredeyse kaç yüz yılda bir karınlarının bu kadar yumuşak olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Buna rağmen hiç bir çıkar ve ilişkilenme biçimi bu halka bu ülkeye taktiksel bakacak kadar haklı değildir.      
Ozan Erdem

Kürtler’in yol ayrımı ve Boykot


Bu satırları yazdığım sıralarda televizyondan BDP’nin haftalık gurup toplantısında eşbaşkan sayın Gülten Kışanak’ı dinliyordum. Onun boykota ilişkin  özet olabilecek cümlesini burada aynen aktarıyorum: ‘’...Halkımız, tüm Türkiye halkı bu referandumda sandığa gitmeyerek, ben 12 Eylül faşist anayasasını kabul etmiyorum; yeni anayasa istiyorum diyecek.’’ diyordu.  
Burada mevcut anayasanın niteliğini tekrar etmenin gereği yoktur ancak, şimdiye kadar yaşanan bütün acıların nedeni halen yürürlükte olan bu faşist anayasada saklıdır. Dolayısıyla, toptan çöpe atılmayı çoktan haketmiş böylesi bir anayasaya karşı Kürtler’in boykot kararı almaları yerinde bir eylemdir.
Bununla birlikte boykotun bizler açısından daha başka ne anlam taşıyacağını da sizlerle paylaşmak istiyorum:
Mevcut faşist anayasada bir kaç yasa değişikliğini referenduma götürmek isteyen AKP, demokrasi oyununu oynarken; öte taraftan da gözü kararmış bir şekilde savaşı tırmandırmaktadır. Her iki taraftan cenazelerin geldiği bir ortamda  referandumu gündeme oturtup bütün meseleyi bir kaç göstermelik değişikliğe oy verip vermeme üzerine odaklaştırmak siyasi ahlaktan yoksunluğun kanıtıdır. Dahası, anayasanın tümden değişmesini isteyen masum ve haklı talebin sahiplerine olmadık yalan, iftira ve çamur atmayı politik erdemden saymak da bir o kadar siyasal ahlakdan yosunluktur. Tüm bunları bir yana bırakalım; peki akıl, vicdan ve onur sahibi insanlar son günlerde tırmandırılan savaşta olup bitenleri görmüyorlar mı? Operasyon bahanesiyle yangın yerine çevrilen Kürt çoğrafyası; orada kavrulan canlıların et kokuları; Kürt çocuklarının cesetlerine yapılan insanlık dışı muameleler  ve örnekleri daha da çoğaltılacak zulüm biçimleri hiç mi etkilemiyor onları? Gerçekten merak ediyorum.
Tüm saydığım zulüm biçimlerine maruz kalan Kürtler’e refarandumun getirisi ne olabilir diye kendimle tartıştım, sonuçta ‘’sıfır’’ cevabı çıktı. Böylesi durumlarda; bir halk kendisine zulüm getiren sisteme evet diyecek kadar idrak yoksunu olabilir mi? Tabii ki olmamalı!
Yaşanmakta olan süreç önümüze iki seçenek koymaktadır:
Ya düşmanımızı iyi tanıyıp ona gerekli tavrı göstereceğiz; ya da gaflet uykusuna dalıp bir yüz yıl daha  köle kalmanın kontratını imzalayacağız. Bunun adı yol ayrımıdır ve hangi yola gidileceğine artık karar verme zamanı gelmiştir. Dolayısıyla önümüzde duran boykot seçeneği belirleyici bir rol oynayacak ve tıpkı başbakanın geçmişte bir vatandaşa , ‘Al da ananı git.’ demesine benzer şekilde Kürtler de bu devlete ‘Anayasanı al da git’,  ya da ’Düş yakamdam’ demeleri anlamına gelecektir. Ki; her onurlu Kürd’ün yapması gereken budur. Gaflet uykusuna yatan Kürtler’e de bir kaç söz edip yazımı bitiriyorum. Özellikle başbakanın  daha doğrusu  devletin  ’İyi Kürtler’’inedir sözlerim:
Batıda, en ufak yangında seferber olup devlet erkanına katılırken, aynı devletin bombalarıyla yakılan ormanlarınıza, orada kavrulan canlılara birazcık olsun sızlıyor mu yürekleriniz?
İslamın, tanrının yarattığı bütün canlılara ve özellikle de insana verdiği degerlerle övünen siz  ‘’İyi Kürt Müslümanları!’’, sevgili başbakanınızın da bilgisine sunulan resimlerde görüldüğü gibi Kürt gençlerinin ölü bedenlerine yapılan işkencelere yüreginizin gözleriyle bakmayı düşündünüz mü?
Yine müslüman geçinen sizlerin gözleri önünde yıkanmadan; cenaze namazı kılınmadan gömülen Kürt gençlerinin durumuna bakarak, bunun kitabınıza uygun olup olmadığını düşündünüz mü? Sanırım anlayana şimdilik bunlar yeterlidir.
Sıraladığım soruların cavabını vicdan muhasebesinden geçirerek verseydiniz, zaten bu gün yeriniz zalimim yanı değil; mazlum olan soydaşlarınızın yanı olurdu.Aslında bu boykot aynı zamanda onurlu Kürd’ün sizlere: ’Alın Tayyib’inizi bizden uzak durun.’ demesi anlamına da gelecektir.
Sonuç olarak; Tanrıyı bilemem ama, tarih sizleri asla afetmeyecektir. İnancım budur.

Kosova ve Kürdistan

Lahey Adalet Divanı, Kosova’nın 2008 yılında ilan ettiği bağımsızlık kararını hukuka aykırı bulmadı. Bu, Kürtler için önemli bir uluslar arası emsal karardır. Çünkü dört parçaya bölmüş olan Kürdistan coğrafyasında hükmü sürmekte olan devletlik değil, cellatlıktır. Dünyanın gelişmiş ülkeleri, Güney Kürdistan’ı bu nedenle koruma altına almış, fakat Türk devletiyle olan ekonomik ve siyasi sözleşmeleri gereği Kuzey Kürtlüğünü Türk devletinin ve onun ırkçı yayılmacılığının paspası haline getirmişlerdir. Fakat Kürtler "eksik organlı ulus"tur. "Eksik organlı ulus" olmak, engelli veya özürlü insan olmak gibidir.
El, tutmak; göz, görmek; ayak, yürümek; kulak, işitmek, beyin düşünmek içindir. Bunlardan birinde sorun oldu mu, o insan engelli veya özürlü sayılıyor. Uluslar da böyledir. Ulusları ulus yapan ve onları özgürlüğe taşıyan organları vardır. Sınır, statü, ordu, istihbarat, ekonomik organizasyon ve ulusal kongre veya parlamento… Afrika’dan Kuzey Kutbuna kadar, devlet ve statü sahibi olmuş bütün uluslar benzer ulusal organlara sahiptirler.
Fakat Kürtler bu organların çoğundan yoksundur. Yoksun olduğu için de daha anadilinde okula gitme sorununu çözememiştir.
Örneğin Kürtlerin ordusu, bırakalım halkın can güvenliğini korumayı, kendi can güvenliğini sağlayabilmek için dağlara sığınmak zorunda kalmıştır. Güney Kürdistan dışındaki parçaların, ulusal kongre veya konferansları yoktur. Esasında Ulusla Kongresi veya Konferansı olmayan ulusların özgür olma şansları da yoktur…
PKK’nin temel sıkıntısı da budur. PKK, kuruluşundan beri sık sık kararlar almakta ve kararlar bozmaktadır. Mücadelenin genel seyri hariç, bu kararlar doğru düzgün ulusa mal olmadan PKK tarafından yeniden gündemden kaldırılmıştır.
Halbuki ulusal mücadelelerde kararlar böyle kolay alınıp, kolay da ortadan kaldırılamaz. İnsanın ve ulusun tabiatına ters şeylerdir bunlar. Taş atan birkaç yüz çocuğu serbest bırakmak için Türk devleti parlamento kararına ihtiyaç duymaktadır…
Onlarca Arap devletinin ortasında İsrail’in bağımsızlığını ilan eden "Ulusal Konsey"dir. Bu konseyde İsrailli askerler, din adamları, farklı kesimden insanlar vardır. Bağımsızlık ilanı bile büyük çekişmelere sebep olmuş, yarıdan bir fazlası bağımsızlık ilanına oy vermiştir. Fakat onlar birbirlerini o hayati oylamada dahi "hainlikle, işbirlikçilikle" suçlamamıştır. Ulusak Kongre veya konsey demek zaten tartışma demektir.
Kürtler, eksik organlı ulusal mücadelelerini sonuca götürmekte çok zorlanıyorlar. Kürtlerin en büyük zaafının silahta değil, siyasette olduğunu bilen düşmanları sabırla Kürtlerin yeni hatalar yapmalarını, geç kalmalarını, zamanı kötü değerlendirmelerini beklemektedirler. Bu konuda yanılmayacaklarını iyi biliyorlar. Çünkü çok iyi silah kullanan Kürtler, siyasette mutlaka hata yapacaktır. Bundan çok emindirler.
Hata yapan sadece savaşı sürdüren PKK değildir, normalde PKK’ye alternatif bir Kürt mücadelesi örgütlemesi gereken PKK karşıtları ise Türk devletinin dört gözle PKK’yi yenmesini beklemekte, hatta Türk televizyonlarında PKK’yi Türk halkına ve devletine şikayet etmektedirler…
İktidarı ve muhalefetiyle garip, karmaşık, özürleri baskın olan bir ulusuz. Zaten onun için de ana dil sorununu dahi çözememişiz.
Önceki gün Murat Karayılan’ın İngiliz gazetesine verdiği demeçte aynı paragraf içerisinde birbirine taban tabana zıt iki kavram vardı: "Silah da bırakabiliriz, bağımsızlık da ilan edebiliriz" diyordu Karayılan.
Kürt toplumu bu iki şıktan hangisine hazırlayacak kendisini? Silah bırakmak veya bağımsızlık ilan etme kararları nerede nasıl alınacak? Eğer bu kararlar tekrar Kandil’de alınacaksa yine eksik kararlar olarak kalacak ve büyük ihtimalle de bir süre sonra vazgeçilecektir.
Bunun yerine, Kürtlerin önünde sayısız ulus örneği var. Sayısız uluslar arası karar var. Bu kararları alan ulusal organ örnekleri var.
Örneğin Özerk Kürdistan ilan edileceği söyleniyor. Özerk Kürdistan ilanı nerede ve kimler tarafından yapılacak?
Özerk Kürdistan ilanı, savaş ilanı değildir. Silahlı bir eylem de değildir. Her şeyiyle baskı altında olan bir ulusun kendisi olarak yaşama beyanıdır. Bu beyanı, dünyaya BDP ve Kürt Belediye başkanları açıklamalıdır. Onlar seçilmiş insanlardır. Bu açıklama, Diyarbakır merkezli yapılmalı ve PKK de Diyarbakır merkezli yapılan bu açıklamaya uyacağını söylemeli, bu iradeye yönelik yapılacak saldırıları karşılama niyetinde olacağını açıklamalıdır.
Bu da yetmez. Uluslar arası hukuktan anlayan çok güçlü avukatlardan, özerkliğin gerekçeleri konusunda destek istenmeli, gerekirse Kürtler bir yıllık bütçelerini bu hukuk savaşı için harcamalıdır.
Bu da yetmez. Özerklik ilan edilirken, Türk devletinin Kürdistan’daki Kürt halkı aleyhine olan bütün oluşumları gerekçeleriyle birlikte iyi tespit edilmeli ve bunlar daha sonra sönmeye bırakılmalıdır. İlişki kesilmesi gereken oluşumlarının başında Türk Milli Eğitimi gelmektedir. Hala her sabah milyonlarca Kürt çocuğu Türklük yemini ederek dersliklere giriyor. Kürtler kendi elleriyle çocuklarını götürüp bu okullara teslim ediyorlar.
Kürdistan’ın bağımsızlık davası eninde sonunda Lahey Adalet Divanı’na gelecektir. O noktaya gelene kadar Kürtler "eksik organlı ulus" olmaktan kaynaklanan özürlerini gidermelidirler. Sadece PKK’lilerden oluşma ulusla Kongre ve Konferans olmaz…
Sadece PKK’ye basarak, PKK’yi kararlayarak muhalif Kürt ulusalcılığı da olmaz.
Kürt ulusal keyfiyetçiliğine hayır!
Daha demokratik, daha özgürlükçü, daha sorumlu ve daha disiplinli bir Kürt ulusalcılığı için Kürt halkının geleceği ile ilgili kararlar, "Kürdistan Ulusal Kongresine" devredilmeli, PKK bu kongrenin önemli bir gücü olurken, PKK nin silahlı güçleri de kongre kararları gözeten bir yapıya dönüştürülmelidir…
Açın, başarıya ulaşmış ve özgürlüğünü sağlamış bütün ulusların tarihine bakın, işleyişin böyle olduğunu göreceksiniz…
Kendi ulusunuzun geleceğini, Türk halkına bile iyi devletlik yapamayan çürümüş bir sistemin ağzından çıkacak iki kelimeye göre çizmeye kalkarsanız, hiçbir sonuca varamazsınız…
Kürtlerin ulus olmaktan kaynaklanan hakları ve gücü vardır. Bu hakları, güçlü ulusal organlarla temsil ettiğiniz zaman hayat zaten sizi Lahey Adalet Divanı’na götürecektir.

KCK Yüksek Adalet Divanı'ndan 8 maddelik açıklama


KCK Yüksek Adalet Divanı, adaletsizliklere karşı hak, görev ve yaptırımları belirledi. Kürtlere yönelik artan saldırılar, cinayetler, karalamalar, ırkçılık, tutuklamalar ve baskılara işaret eden Adalet Divanı, Türk ordusunun savaşta ‘Uluslar arası Cenevre Sözleşmesini’ yok saydığı ve ele geçirdiği gerilla cenazeleri üzerinde oynayarak tanınmaz hale getirdiğini kaydetti. Ayrıca ordunun sivil yerleşim yerlerini bombalayarak can ve mal kaybına sebep olduğu; ormanlarını yakarak da Kürdistan eko-sistemini tahrip ettiği vurgulandı.

KCK Yüksek Adalet Divanı’nın Kuzey Kürdistan’da yaşanan adaletsizliklere karşı hak, görev ve yaptırımları içeren açıklaması şöyle:

AKP İLE DAHA DA DERİNLEŞEN KÜLTÜREL SOYKIRIM POLİTİKALARI

“Türk devleti baskı, işkence ve katliamlar eşliğinde Kürt halkı üzerinde gerçekleştirdiği kültürel soykırım politikalarını AKP ile daha da derinleştirip yaygınlaştırarak sürdürüyor. Kürdistan özgürlük hareketinin 1999 ve sonrasında, Kürt sorununun silahsız çözümü amacıyla, yaptığı ateşkesler kısmi sükunet sağlasa da, AKP ortaya çıkan zemini demokratik çözüm doğrultusunda değerlendirmediği gibi, Kürtleri iradesizleştirerek kendine bağlamak için bir fırsat olarak kullanmaya çalışmıştır.

KİRLİ POLİTİKALAR

Türk devleti ve AKP’nin Kürdistan’da yürüttüğü kirli politikalar onlarca defa belgelendirilmiştir; zaten bu politikaların büyük çoğunluğu açıktan yürütülmektedir. Şemdinli’de Umut kitap evine bomba atan devletin kolluk kuvvetleri, Şemdinli halkı tarafından bizzat suçüstü yakalanıp, devlete teslim edildiler. Ancak devlet bu kolluk kuvvetlerini ve arkasındaki güçler cezalandırmak yerine, bombayı atan failler hakkında iddianame hazırlayan savcıyı cezalandırdı. Sadece bu olay devlet ve AKP hükümetinin Kürdistan’daki faili mehul cinayetler, işkence ve baskılarla ilişkisini net olarak ortaya koymaktadır. On iki yaşındaki Uğur Kaymaz babasıyla birlikte evine ekmek götürebilmek için yaptıkları işin başındayken katledildiler; üzerlerine de silah atıp çatışma süsü verdiler. Oysa olay yerinde çatışma çıktığına dair hiçbir iz yoktu. Kaldı ki Uğurla babasının evleri, yerleri belliydi; isteselerdi, istedikleri zaman göz altına alabilirlerdi. Ancak amaç göz altına alıp soruşturmak değildir, sadece öldürmekte değildir; asıl amaç ibretlik bir öldürmeyle toplum kırımı gerçekleştirmektir. Bir babayla çocuğu birlikte öldürüldü, on iki yaşındaki Uğur’a on üç kurşun sıkıldı. Devletin kolluk kuvvetleri yakaladıkları bir çocuğu kameraların karşısına alarak, halkın gözü önünde göstere göstere kolunu kırdılar. Üniversite öğrencisi Aydın Erdem’i herkesin gözü önünde kurşunlayıp öldürdüler; bu belgelendirilmesine rağmen suçlular hakkında hiçbir işlem yapılmadı. Yine üniversite öğrencisi Şerzan Kurt Muğla’da kurşunlanarak öldürüldü; failleri açığa çıkarılmadı. Sekiz yaşındaki Ceylan Önkol’un vücudu parçalanarak öldürülüyor; savcılık tarafından olay yeri incelenmesi bile yapılmıyor. Sadece demokratik bir hakkını kullanarak Amara yürüyüşüne katılan Mustafa ve Mahsum adlı yurtseverleri vahşice öldürüyorlar. Gözaltında kayıp olanların sorumluları açığa çıkarılmıyor; faili meçhul cinayetler devam ediyor. Kürt çocukları her gün devletin kolluk kuvvetleri tarafından ulu orta yerde, ömür boyu izleri kalacak şekilde, adeta linç edilerek dövülüyorlar. Binlerce çocuk, genç, kadın ve siyasetçi işkenceli sorgulardan geçirilerek zindanlara atılıyor. Seçilmiş temsilcileri kelepçeleyip basın önüne çıkararak Kürtlerin onurları rencide ediliyor. Siyasi partilerini kapatma, seçilmiş temsilcilerini cezaevlerine atma ve siyasi yasaklı duruma getirime vesilesiyle Kürtlerin iradesi yok sayılıyor. HPG’nin ajanlık soruşturmasında netleştirip, belgelerini kamuoyuna sunduğu gibi Kürt gençleri uyuşturucu ve fuhuş batağına çekilerek, kimliksizleştirilip, ajanlaştırılıyor. Siirt, Erciş ve Batman-Kozluk’ta olduğu gibi bizzat devlet eliyle gerçekleştirilen tecavüzlerle, bu durum daha da pekiştiriliyor. Kürtler adeta iğdiş edilerek, toplum kırıma tabi tutuluyor. Çok organizeli olarak bu uygulamaları yapan devlet güçlerinin, AKP hükümetiyle ilişkileri sadece devlet memuruyla hükümet ilişkisi düzeyinde değildir. Bu uygulamaların başını çeken ‘Özel Harekat Timleri’ bizzat AKP’nin iç işleri bakanının yemekli toplantısı ve son perspektifleriyle Kürdistan’a uğurlanıyor. Bu da AKP’nin yapılan özel savaş uygulamalarını ne kadar doğrudan yönettiğini gösteriyor.

İŞBİRLİKÇİLİK

Türk devleti ve AKP’nin, Kürdistan’daki uygulamalarının bir yönü Kürtleri iradesizleştirip kimliksizleştirmeye yönelik iken; diğer yönü, Kürtleri kendi toplumu aleyhine, devlet ve AKP’nin işbirlikçisi haline getirmedir. Bunun için her yol ve yöntemi kullanıyorlar. Önce açlığa mahkum ediyorlar; sonra makro ve mikro kredilerle kendine bağlamaya çalışıyorlar. İnsanın en doğal hakkı olan ihtiyaçlarının karşılanmasını istismar ederek, insanları kendi toplumuna ihanet eder duruma getirmesi, AKP’nin Kürdistan’da uyguladığı politikaların kirlilik düzeyini gösteriyor. Kürtlerin temiz dini duyguları istismar edilerek, siyasal islam temelinde Kürtler AKP’ye bağlanmaya çalışılmaktadır. Devlet yatılı okulları başta olmak üzere, okullarda Kürt çocukları devşirme uygulamalarına tabi kılınarak, asimilasyona tabi tutulmaktadır. Kürt dili her alanda yasaklarla karşılanmaya devam edilmektedir. Kölelik koşullarından daha kötü koşullardaki Kürt halkını dünyanın en gelişkin demokrasi güçlerinden bir tanesi durumuna getiren Önder Abdullah Öcalan’dır; milyonlarca Kürt her gün eylemleri ve beyanatlarıyla Önderliğini sahipleniyor. Ancak Türk devleti ve AKP hükümeti, ağır tecrit koşullarında tutukları Kürtlerin Önderliklerine yönelik, adeta bir kampanya şeklinde, karalama ve tehdit politikalarını sürdürüyorlar. Basın üzerinden de yaşanan tüm bu gerçeklikler, çarpıtılıp kamuoyuna yansıtılarak Kürtler terörize ediliyor. Türk devleti savaşta da hiçbir kural tanımıyor. Türk ordusu Kürtlere karşı yürüttüğü savaşta ‘Uluslar arası Cenevre Sözleşmesini’ yok sayarak, ele geçirdiği gerilla cenazeleri üzerinde oynayarak tanınmaz hale getiriyor; sivil yerleşim yerlerini bombalayarak can ve mal kaybına sebep oluyor; ormanlarını yakarak Kürdistan eko-sistemini tahrip ediyor.

KAOS

Türk devleti Kürdistan’da tam olarak sömürgeci devlet politikalarını uygulamaktadır. Son anayasa çalışmalarında da, Kürtler yok sayılarak, bu politikaların uygulanmaya devam edileceği teyit edilmiştir. Devletin dayandığı temel meşruiyet kaynağı güvenlik, adalet ve toplumsal düzeni sağlamadır. Oysa Türk devleti ile Türk devletinin yürütmesi olan AKP hükümeti, yaptığı tüm bu uygulamalarla güvensizliğin, adaletsizliğin ve toplumsal kaosun temel kaynağı olmuştur. Dolayısıyla mevcut haliyle Türk devletinin ve AKP’nin Kürdistan’da hiçbir meşruiyetleri kalmamıştır. Evrensel normlar, uluslar arası sözleşmeler ve KCK Toplumsal Adalet Bildirgesine göre de Türk devleti ve AKP’nin bu uygulamaları suç durumunu teşkil etmektedir. Kürdistan’da zulümden başka bir işlevi olmayan bu zorba güce karşı, demokrasiye duyarlı tüm güçlerin tavır alma ve yaptırımda bulunma sorumlulukları vardır.

8 MADDELİK HAK VE GÖREVLER

Türk devleti ve AKP hükümetinin Kürdistan’daki kültürel asimilasyon ve zulüm politikalarına karşı demokrasiye duyarlı güçlerin hak, görev ve yaptırımları:

1-Şiddette sınır tanımayan politika ve devletin uygulamalarına karşı, Kürtlerin bütün alanlarda kendilerini savunma hakları doğmuştur. Bunun için Kürtler başlattıkları direnişlerini yükselterek sürdürmelidirler. KCK Toplumsal Adalet Bildirgesi, suça karşı yaptırımlar bölümünde de belirtildiği gibi protesto eylemlerinden öz savunma eylemlerine kadar geniş bir yelpazede direnişlerini geliştirmeliler. Bunun için örgütlülüklerini derinleştirip, yaygınlaştırmalıdırlar.

2-Devlet, Kürtlerin iradelerini tanımadığı ve Kürtlerle anlaşmaya yanaşmadığı için Kürtler kendi iradeleriyle kendilerini yönetmek durumunda kalmışlardır. Bunun için Kürtler, demokratik özerklik temelinde, örgütlü yapıları etrafında kenetlenerek, kendi öz yönetimlerini oluşturmalıdırlar.

3-Kültürel soykırım eşliğinde Kürtler üzerinde geliştirilen yargısız infazlar, faili meçhul cinayetler ve operasyonlara karşı Kürtlerin meşru savunma hakları doğmuştur. Bu anlamda HPG’nin aktif savunma durumuna geçmesi, Kürtlerin varlıklarını koruyabilmesi için zorunlu, haklı ve yerinde bir tavırdır.

4-Kürdistan’da yürütülen bu politikalarda Türk devleti ve AKP ile işbirliği yapanlar, ihanet suçunu işliyorlar. Bir halkın varlığını kendi bireysel ve ailesel çıkarları uğruna yok etmeye çalışmak büyük insanlık suçudur. Farkında olmadan, kandırılarak Kürdistan’da uygulanan bu politikalara alet olanlar derhal öz eleştirilerini verip, kendilerini bu politikadan geri çekmelidirler. Kürdistan’da toplum kırım politikaları bu kadar açık bir şekilde uygulanırken, kendini AKP’nin ve Türk devletinin özel savaş politikalarına aktif yatıranları, meşru savunma çizgisi temelinde yaptırımlara tabi tutmak HPG’nin görevidir.

5-Türk devleti ve AKP ile işbirliğine girip özel savaş politikalarına alet olanlara karşı Kürtlerin toplum olarak da yaptırımlarda bulunma hak ve görevleri vardır. Kürtlerin bu tür kişi ve ya gruplara karşı sosyal, ekonomik ilişkileri kesmeden, toplumsal yapıdan tümden dıştalamaya kadar; caydırıcı demokratik etkili yöntemleri uygulamadan, öz savunma hakkını kullanmaya kadar, yaptırım ve tavırları olmalıdır.

6-HPG’nin meşru savunma çizgisini aşan hiçbir eylemi ve uygulaması KCK’ye ait olmayacak; meşru görülmeyecektir.

7-Başta BM ve AB olmak üzere demokrasiye duyarlı tüm uluslar arası güçlerin, Kürtler üzerinde uyguladıkları bu politikalardan dolayı Türk devletine baskı uygulama sorumlulukları vardır. Bu güçler siyasi baskı, ekonomik ve askeri ambargo uygulamalarıyla Türk devletini demokratik bir çözüme zorlamalıdırlar. Aksini yaparak, Türk Devletiyle işbirliğine girmeleri bu güçlerin kendilerini inkarı anlamına gelir.

8-İnsan hakları kuruluşlarının, sivil toplum örgütlerinin ve demokrasiye duyarlı tüm toplumsal kesimlerin, Kürtler üzerinde sürdürülen bu adaletsizlik giderilinceye kadar teşhir, protesto ve gerçekleri kamuoyuna açıklama temelinde Türk devleti üzerinde baskı oluşturma sorumlulukları vardır.

HAKLAR ALININCAYA KADAR DİRENİŞ

KCK’nin Toplumsal Adalet anlayışı, halkın hakkı olanı almasını gerektirir. Buna dayanarak Kürtler her alanda Kürdistan’da yaşanan tüm adaletsizlikler giderilinceye ve haklarına kavuşuncaya kadar direnişlerini yükselterek sürdürecekler; öz yönetimlerini oluşturarak toplumsal yeniden kuruluşlarını tamamlayacaklardır. Bu temelde duyarlı herkesi sorumluluklarını yerine getirmeye çağırıyoruz. Tüm kamuoyuna bildirilir.”

ANF NEWS AGENCY

'Artist' Başbakan



Başbakan Tayyip Erdoğan'ın yanlış meslek seçtiğine inanlardan biriyim. 'Neden bir tiyatrocu, bir komedyen veya mizahçı değil de, siyasetçi olmayı tercih etti' diye düşündüğüm çok olmuştur.

Gerçekten de Türkiye'de, hatta dünyada bu kadar mükemmel bir biçimde rol yapan başka bir artist var mı acaba?

Sanmıyorum. Başbakan Tayyip Erdoğan'ı aşan başka bir artist yoktur.

Esas itibarıyla, İtalya'yı yöneten güç olan 'gizli loca'nın lideri olduğu iddia edilen Silvio Berlusconi'yi saymazsak, Başbakan Tayyip Erdoğan'dan daha büyük bir dram, komedya ve mizah ustası olan kimsenin, bir başbakanın olduğunu düşünemiyorum.

Bazen, içerisine girdiği farklı tutum ve davranışlardan, bazen ne dediğini bilmediğinden, bazen de bol keseden atıp tutturamadığından dolayı 'atma be Recep, din kardeşiyiz' desek de, ama esas olarak mesleği ve başarılı olduğu alan 'artistlik' alanıdır.

Tayyip Erdoğan gerçekten de iyi bir dram ve komedya ustasıdır. Erdoğan çok farklı iki artistlik alanında da son derece iyi oynamasını bilen bir başbakandır.

Ne mutlu Türk halkına ki hem güldüren, hem eğlendiren ve hem de ağlatan bir başbakanı vardır. Bu başbakan birkaç dakika içerisinde yüzlerce kılıftan kılıfa ve rolden role girmeyi başaran bir başbakandır. Bir bukalemun ancak bu kadar renkten renge girebilir. Eski Yeşilçam oyuncuları bile bu kadar rol yapamaz, bu kadar kılıktan kılığa giremez.

'Bu kadar da olmaz' dedirtecek kadar dram ve komedi oyunlarının baş oyuncusu Başbakan Tayyip Erdoğan, en son bundan üç gün önce Meclis kürsüsünde bir kez daha ağladı.

Başbakan konuşurken önce boğazı düğümlendi, sonra sesi kesildi, ardından gözlerinden sicim gibi yaşlar akmaya başladı.

Başbakan neden mi ağladı?

Başbakan 12 Eylül'de idam edilen Erdal Eren, Nejdet Adalı ve Mustafa Pehlivanoğlu'nun idam edilmelerini keşfettiği için ağladı.

Evet, Başbakan bundan 30 yıl önce 12 Eylül faşizmi ve bu faşizmin estirdiği terör ile öldürdüğü binlerce insanı keşfetti. Bir keşif edası, bir dramı, bir acıyı, bir vahşeti ilk kez dile getirişinin verdiği duygularla ağlamıştır.

İşte, 'artistlik' dediğimiz olay budur. Sadece 'artistlik' de değil, tam bir pişkinlik, tam bir ikiyüzlülük, tam bir takkeciliktir.

Olamaz, bu kadar rol olamaz, bu kadar yalan, bu kadar 'artistlik' olamaz.

Sanki 12 Eylül vahşetini, Erdal Eren ve Nejdet Adalı'nın acı dolu hikayesini kendisi ilk kez açıklıyor.

Sanki bu iki devrimcinin mektuplarını ilk kez kendisi zarftan çıkartıp okuyor...

Sanki Erdal Eren'in yaşı büyütüldükten sonra idam edilmesi olayını ilk kez kendisi kamuoyuna açıklıyor...

Sanki Diyarbakır zindanında olup bitenleri ilk kez kendisi deşifre ediyor...

Sanki Sakine Ana'nın (Arat) acısını ilk kez kendisi hissetmiş gibi...

Zaten bunun için 'olamaz' diyoruz, bunun için bu kadar yalan ve dolan 'olamaz' diyoruz, bunun için ancak bu kadar 'artistlik' yapılabilir diyoruz...

Oysa tüm bu olay ve yaşanan gerçekleri yapan devletin kendisidir. Üstelik Başbakan'ın son on yıldır üzerinde yemin ettiği anayasasının gereği olarak yapılmıştır. Daha da önemlisi tüm bunları yaşayan Kürt ve Türkiye devrimci hareketleri defalarca dile getirmiştir. Erdal Eren'in 17 yaşındayken idam edildiğini bilmeyen var mı?

Tam on yıldır Başbakan'la görüşmek için çalmadığı kapı bırakmayan Sakine Ana'nın onurlu duruşunu bilmeyen var mı? Başbakan Sakine Ana'yı yeni mi keşif etti.

Hayır, Başbakan bir kez daha timsah gözyaşı döküyor, bir kez daha Kürt ve Türk halkının sahte anayasa paketine 'evet' demesi için duyguları okşamaya çalışıyor.

Bak Başbakan, dün Van'da yeni bir Ceylan öldürüldü. Senden alınan emirle vurulan 16 yaşındaki Canan Saldık'ın kanı h‰l‰ orta yerde duruyor. Bırak Erdal Eren'i, Nejdet Adalı ve Mustafa Pehlivanoğlu'nu, sen önce 13 yaşındaki Uğur Kaymaz'ın, Ceylan Önkol'un ve daha dün kışladan açılan ateşle vurulan Canan Saldık'ın katillerini yargının önüne çıkart!

'Kadın da olsa, çocuk da olsa gereğini yapın' diyen sen değil miydin? Ve bu nedenle yüzlerce Kürt çocuğunun o körpecik bedenleri delik deşik edilmedi mi? Bunlara bir itirazın var mı, Başbakan?

Yapma! Kendini komik durumlara sokma!

Ama kendini hangi kılıfa sokarsan sok inancım odur ki Kürt halkı sana asla güvenmeyecek ve REFERANDUMA katılım göstermeyecektir...

fuatkav@hotmail.com

Merkez partiler içinde AKP


Merkez partiler içinde AKP'yi diğerlerinden ayıran en önemli etken Kürt meselesidir. AKP'ye iktidar avantajını sağlayan en önemli etken de Kürt meselesidir.

AKP kendisinin iki dönemdir iktidarda kalmasının en önemli nedenlerinden birinin Kürt meselesinde kurduğu tekel olduğunu biliyor. Dikkat edin CHP Kürt sorununun çözümüne ilişkin uzun yıllardır pek bir şey demediği gibi, çözümsüzlüğü için çok şey söyledi. Tipik inkar politikasının temsilcisi oldu. MHP'de Kürt meselesinde en kaba inkarcı parti idi. O da çözümsüzlük ve savaşı besledi. Bu duruşlarından kaynaklı olarak bu iki merkez parti Kürt sorununun çözümüne ilişkin iyi kötü pek hiçbir şey söylemediği gibi, bu meseleye ilişkin de, Bölgeye ilişkinde herhangi bir politika sahibi değiller. Yani bu Bölge'de yoklar!

Onların boş bıraktığı ve politika oluşturmadığı bu mesele ve Bölge, AKP'ye bırakıldı. AKP, meseleye ilişkin MHP ve CHP'nin herhangi bir çözüm politikasının olmayışından yararlandı. Onların boş bıraktığı yerleri doldurdu. Kendine göre Kürt sorununda bir çözüm söylem ve politikası kurdu. Herkese Kürt sorununda benden başka hiçbir merkez partisi çözümden bahsetmiyor dedi. Bunun semeresini topladı, kendi algısına uygun olarak bu alanda bir tür tekel - iktidar- oluşturdu.

CHP ve MHP'nin bu alanla ilgilenmeyeceğine, bu alanda bir taban yaratmak istemeyeceklerine ise uzun zamandır emin. Bu nedenle deyim yerinde ise devlet adına Kürt sorununun çözüm ihtiyacına ve olanaklarına dilediği gibi yaklaşım gösterdi. Onu daha ileriye götürecek, teşvik edecek, rekabete sürükleyecek, Bölge'de oluşturduğu tabanı başka bir merkez partiye kaptırma korkusu ile daha ileri şeyler yapmaya sürükleyecek bir merkez güç hiç olmadı. Bu merkez güçler olsa olsa devletin klasik güvenlik konseptine yaklaştırmak gibi bir işlev gördüler.

AKP'nin merkezden doğru Bölge'de ve Kürt sorununda kurduğu tekeli sarsan tek güç merkez partisi olmayan BDP'dir. Bu nedenle AKP merkez olanaklarını da arkasına alarak Kürt meselesinde bir tek BDP'ye karşı politika kurdu. Politik tutumlarını BDP tabanı ve politikalarını hedefleyerek oluşturdu. Bu durum onun için kolaydı. Zira Bölge'de ya da Kürt sorununda kendisi ile aynı merkez olanaklarına sahip başka bir parti ile rekabet etmesi, BDP ile rekabet etmesinden daha zordu. Çünkü devlete ve Türkiye'nin hakim kamuoyuna zaten Kürtleri ve Bölge'yi 'PKK-BDP etkisinden kurtaran', devlete bağlayan, bu sayede devlet denetimine açan tek siyaset olarak kendini kabul ettirmişti. Bu durum eşitler arası bir rekabete değil, devleti nüfuz etmeye dönük bir tür terbiyeleme, iradeyi kırma ya da biat eder hale getirmeye denk geliyordu. Bu nedenle hakiki bir çözüm projesi veya politikası oluşturması gerekmiyordu. Bu alanda ne de olsa merkez için tek güçtü.

Ancak CHP, şimdi AKP'nin bu alanda kurduğu tekelin iktidar yollarını açtığını sanıyorum yeni yeni görmeye başlıyor. Bu alandan kopmuş olmasının, bu alana ilişkin politika sahibi olmayarak boş bırakmış olmalarının bedelinin ağır olduğunu yeni yeni tahlil etmeye başlıyor. Bu tahlilde ne denli ileri giderler, Kürt sorununa ve Bölge'ye ilişkin bir politika yaratırlar mı zaman gösterecek. Ancak CHP artık Bölge'de olmamanın, Kürt sorununda çözüm için üç-beş laf dahi edememenin kendisi için kayıp, ya da AKP'ye armağan edilmiş bir kazanç olduğunu artık görüyor.

Bu nedenle bir komisyon kurup, kimi çalışmalar yapma ihtiyacı duyuyor. Bu çalışma aslında CHP'nin Kürt sorunu ile yeniden tanışması anlamına da geliyor. Çünkü CHP geldiği gelenek itibariyle 89 yıllık Kürt sorununun en önemli yaratıcılarından olsa da, uzun yıllardır, iş asker-devlete havale edildiği için boyutları, ihtiyaçları, çözüm yolları açısından bu sorunu aslında tanımıyor. Ancak yine de bu alanda merkezden doğru tek parti olan AKP'nin tekelini kırmaya yol açarsa bu süreç Kürt sorununun çözümüne de evrimle olasılığı taşır.

Çünkü CHP'nin bugün merkez kontenjanından doldurduğu alan ve tabana CHP'de talip olacaktır. Bu durumda alan ve taban hakimiyetini kaybetmek istemeyen AKP, Kürt sorununa yaklaşımını yeniden gözden geçirmek zorunda kalacaktır. AKP politikayı tüccar zihniyeti ile algılayan pragmatist bir partidir. Politik rekabet anlayışı, pazar algısına göre şekilleniyor. Bu nedenle CHP'nin bu tekeli kırmasına direnecektir. Kaybetmemek için direnecektir. Bu dirençten ve rekabetten ya çözüm çıkacak ve Türkiye gerçek demokrasiye gidecektir. Ya da yıllardır var olan güvenlik konsepti hükümet tarafından derinleştirilecektir.

Göreceğiz. Ancak CHP de AKP de iktidarın yolunun Kürt meselesine çözümden, bu politikalara ikna olmuş tabandan geçtiğini artık bilmektedir.

Laiklik ve Siyasal İslam - 1



Laik siyasal sistemin nitelikleri ve tarihi

Laiklik Yunanca'da, 'kendilerini tanrıya adamış rahipler (ruhban sınıfı) dışında kalan geniş halk yığınlarını ifade için kullanılan 'laikos' tabirinden gelmiştir. Bu kavram Latince'ye 'laicus' şeklinde geçmiştir. Türkçe'de kullanılan 'laik' kelimesi, Latince 'laicus' kelimesinin Fransızca'ya intikal etmiş biçimi olan 'laique' kelimesinden alınmıştır. 'Kendilerini tanrıya adamış rahipler'i ifade için ise Yunanca'da 'kleros' tabiri kullanılmıştır.

Eski Yunan toplumunda sıradan halk kesimini ifade eden laik kavramı, Hıristiyan Batı dünyasının toplum yapısında kilise örgütünde görevli olmayan halk kesimi için kullanılmıştır. Ortaçağ Avrupası'nda Katolik toplumlar, laiklerden ve ruhban sınıfından oluşuyordu.

Katolik kilisesinin siyasal otorite ve kamusal alan üzerindeki egemenliğinin kırılması yönündeki çabalar XIV. yüzyıla kadar gitmekle birlikte din ve devlet işlerinin, yani din ile siyasal otoritenin birbirinden ayrılması ve karşılıklı olarak özerk duruma gelmesini ifade eden laiklik, asıl yükselişini Fransız Devrimi ile gerçekleştirmiştir. Laiklik Fransız İhtilali'nden sonra devlet yapılanmasında kendini göstermiş ve çağdaş toplumların siyasal ve yönetsel örgütlenmelerinde bir amaç şeklini almıştır.

MİLLİ DİNLER

En genel anlamı ile 'din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması' olarak ifade edilen laiklik, çeşitli açılardan farklı şekillerde tanımlanmaktadır. Felsefi anlamı, iman ve inancın yerine aklın egemenliğini kabul etmektir. Hukuki anlamı, somut olarak devlet ile dinin birbirine karışmaması olarak ifade edilebilir. Siyasi anlamı, siyasal iktidarın dinsel kudret ve otoriteden arındırılarak bağımsız hale getirilmesidir. Ya da dinin siyasal erk ve yaptırım gücüne sahip olmamasıdır.

Kimi yazarlar, büyük ölçüde pozitivist bir yaklaşımla meseleyi din-akıl ve din-bilim karşıtlığı çerçevesinde görerek tanımlamışlardır. Din ve siyaset ilişkisinin anayasalarda düzenleniş biçimi Batılı ülkeler arasında farklılık göstermektedir. Batı'da bazı ülkelerin anayasalarında bir din 'devlet dini' haline getirilirken bazılarında devlet, dinler karşısında tarafsız kalmıştır. Milli din veya devlet dini olgusu esas itibariyle laik sistemin ruhuna aykırıdır. Bu sebeple mesela Fransa, Almanya, Belçika ve Hollanda milli dine sahip olmayan ülkelerdir. Fakat İsveç, Danimarka, Norveç, İngiltere, Portekiz ve İtalya gibi ülkelerde ise milli dinler bulunmaktadır. Ancak bir dini milli din olarak benimsemeleri bu ülkelerin teokratik olduğu veya teokrasi ile yönetildiği anlamına gelmemektedir.

CONCORDAT ANLAŞMASI

Teokrasi, 'Bizantinizm' ve laiklik şeklinde ifade edilen bu üç ilişki biçimi dışında kimi yazarlar tarafından 'konkordato' tabiriyle ifade edilen dördüncü bir din-devlet ilişki biçimi daha bulunmaktadır. Başlangıçta aynı dinsel makama gelmek isteyen birçok aday arasında veya bir manastırın başkanıyla manastırdaki din adamları arasında varılan uzlaşmalar için kullanılan konkordato tabiri, XI. yüzyıldan itibaren kilise ve devletin karşılıklı ilişkilerini düzenleyen anlaşmalar için kullanılmıştır. Napolyon Bonapart'ın ülkede dinsel barışı sağlamak için Paris ve Roma arasında başlattığı görüşmeler, 15 Temmuz 1801 tarihinde 'Concordat' adı verilen bir anlaşmayla sonuçlanmış ve bu 1801 Konkordatosu ile Katoliklik 'Fransızların büyük çoğunluğunun' dini olduğunu kabul etmiş ve piskoposların atama hakkını devlet başkanına vermiştir. XIX ve XX. yüzyıllarda birçok Avrupalı devlet, Papalıkla az ya da çok Fransız Konkordatosu'nu taklit eden anlaşmalar imzalamışlardır. Yakınçağ ile birlikte, siyasal iktidarın kaynağı ve dinsel-siyasal iktidar ilişkileri çok tartışılan bir konu haline gelmiştir. Bu tartışmalar içinde 'laiklik' bir siyasal iktidar yapısının adı olarak ortaya çıkmıştır. Laiklik, siyasal iktidarın dinsel kurallara göre sistemleştirilmemesi ve dinsel emirlere bağlı bulunmaması anlamına gelmektedir. Bu nedenle, laik siyasal sistemlerde, 'siyasal yaşam' ve 'siyasal iktidarın' da laik olması söz konusudur.

Laik siyasal düzenin nitelikleri

1- Laik düzenlerde 'devlet dini' söz konusu olamaz. Kişilerin din açısından eşitliği kuralı.

2- Laik bir siyasal sistemde, devletin yasal, toplumsal ve siyasal yapısının dinsel kurallara uygun olması zorunluluğu söz konusu değildir.

3- Laik devlet sistemlerinde 'din' kamu hizmeti olarak kabul edilemez. Devlet bir cemaatin dinsel gereksinmelerine yönelik çalışamaz, kişilerin dinsel inançlarına uygun davranabilmek haklarını güvence altına almakla yükümlüdür.

4- Kişilere dinsel inanç özgürlüğünün tanınması, laik sistemin zorunlu bir sonucudur. Devlet kişilere, dinsel inançları ne olursa olsun, inançlarını açıklayıp yaymak, eğitim yapmak, dinsel inançlarına uygun ibadeti uygulamak, örgütlenmek haklarını tanımak ve bu hakların kullanımı ile ilgili yasal düzenlemelerde dinsel inancın türüne göre ayrım yapmamak zorundadır. Örneğin İtalyan anayasası 'din özgürlüğünü' kabul etmekte ancak anayasada 'Katolikliği' resmi din olarak tanımakta ve Papa'ya belirli ayrıcalıklar sağlamaktadır. Katolik dinsel inanç ayrıcalıklı bir durumdadır. Bu sebeple İtalyan siyasal sistemi 'yarı laik' bir siyasal sistem olarak kabul edilmektedir.

5- Laik bir siyasal yapının varlığı, devletin din özgürlüğü tanıması ile de gerçekleşmiş olmaz. Din özgürlüğü soyut bir kavramdır. Bu sebeple devlet bunun somut geçerliliğini sağlamakla yükümlüdür. Farklı dinlerin kendilerini ifadesini engellemeden ancak birbirlerine kurabilecekleri baskıyı engelleyici düzenlemelere gidilmelidir. Böylelikle özgürlüklerden doğan hakların kullanılabilme olanakları sağlanmalıdır. Devlet özgürlüklerle ilgili olarak, etkin ve dinamik davranmak; özgürlüklerden doğan hakları sınırlayıcı olmamak ve hukuka aykırı eylemleri engellemek zorundadır. Laik siyasal yapıya karşı ve hukuka aykırı eylem, mevcut anayasal sistemin, anayasal değişim usulleri dışındaki usullerle 'teokratik' bir yapıya dönüştürülmesine yönelik eylemlerdir. Bu durumda laiklik devletin, hukuka aykırı bir biçimde dinsel temellere dayanan bir düzene dönüştürülmesine yönelik eylemlerin engellenmesini de zorunlu kılar.

LAİKLİĞİN TARİHSEL GELİŞİMİ

Laik siyasal sistem uzun bir tarihsel sürecin ürünü olarak belirmiştir. Din bütün toplumlarda yaygın bir olgudur. İlk(el) toplumlarda, toplum yaşayışı ve örgütlenmenin başlamasıyla din olayı da ortaya çıkmış ve toplumların gelişme aşamaları sonucunda bugünkü biçimine ulaşmıştır.

İlk(el) toplumların giderek 'devlete' dönüşmesi ve yaygınlaşması, sulak toprak gereksinimini yaratmış ve bu bir örgütlenmeyi gerektirmiştir. Bu gereksinim 'kumanda' etmek yetkisini ve bunların ayrıcalıklarını yaratmıştır. Din adamları dışında 'yönetici' kadrolar oluşmuş ve bunlar giderek süreklilik kazanmıştır. Böylece toplum yaşantısı 'kutsal' olan ve olmayan biçiminde ikiye ayrılmıştır. Kutsal olan 'devlet yönetimini' kapsayacak, halkın gündelik üretim çabaları ise, kutsal olmayan alan olarak belirlenecektir. Siyasal iktidar, toplumda yaygın olma niteliğini yitirip belirli soyların tekeline sokulurken, bu toplumsal ayrıcalığın nedeni de dine dayandırılacaktır. Yöneticiler - din adamları ayrımının belirmesi, bir çatışma yaratmayacak, doğa üstü kaynaklara dayanmak açısından bir uzlaşma görülecektir. Savaşlarda ün kazanıp ayrıcalık sağlayanlar, yöneticilik tekelini soyları hesabına geçirirken, bunun yasallığını doğaüstü ve kutsal kaynaklara dayandırmakla sağlayacaklardır. Yöneticiler ayrıcalıklarını, belirli uzmanlaşmaların ve kutsallıkların doğal sonucu olarak belirlerken, yığınları bu uzmanlık ve kutsallık dışında tutmaya çalışarak toplumsal farklılaşmaları gerçekleştireceklerdir. Böylece farklılaşmış toplumlarda tüm düzeni kuran kurallar, din ve dinsel nitelikte 'hukuk kuralları' olacaktır. Devlet yönetimi, yığınlar için anlaşılmasına gerek olmayan ve toplumun imanıyla ayakta tutulan kutsal bir bilgi olarak çıkınca, ya yöneticilik-rahiplik birliği oluşacak, ya da rahipler-yöneticiler uzlaşması belirecektir. Kesin olan doğaüstü kavramlara dayanan kutsal bir nitelik kazanmasıdır. Yerleşik tarım toplumlarının oluşması, değişik toplumlararası ilişkilere ve çatışmalara yol açtıkça, daha geniş siyasal örgütlenmeler gerekecek ve bu örgütlenmeye bağlılık bilinci, 'tek-tanrılı' dinlerin oluşmasına neden olacaktır.

Ali RIZGAR

Cezayir Savaşında Fransız Solu ve Aydınların Tavrı



Türkiye'de her gün yeniden onlarca cenazenin gelmeye başladığı bir dönemde, 'bu Cezayir savaşı da nereden çıktı?' dediğinizi duyar gibiyim. Hemen şunu söylemekte fayda var: Bu yazının amacı size yeniden Cezayir Savaşı'nı anlatıp çok bilmişlik taslamak değildir. Tam tersine, 1954-1962 yılları arasında yaşanan Cezayir Savaşı'nın bitmesi için Fransız solu ve aydınlarının olaya nasıl yaklaştığını ve nasıl tavır aldıklarını gösterip, Türkiye'yle olan benzerliğini ortaya koymak, çözümün neden gerçekleşemediğini ve/veya nasıl gerçekleşebileceğini göstermeye çalışmaktır. Olaylar, farklı mekan ve zamanda gercekleşsede, Cezayir'de olup bitenler, Fransız aydınları ve devrimcilerinin buna bakış açısı, tavırları, ülkemiz aydınları ve solcuları için dikkatle incelenmesi ve dersler çikarılması gerekilen önemli bir tecrübedir.

CEZAYİR'E DAİR KISA BİR HATIRLATMA...

Cezayir 1830'da Fransız ordusu tarafından işgal edilir ve bu tarihten itibaren tam 132 yıl boyunca Fransa'nın kolonilerinden biri olarak kalır. İşgal edildiği andan itibaren, Cezayirliler onlarca kez Fransızlara karşı ayaklanmalarına rağmen bir türlü bağımsızlıklarını elde edemezler. II. Dünya Savaşı'nda Fransızlarla birlikte faşizme karşı mücadele eden Cezayirlilerin savaştan sonra bağımsızlık umutları iyice artarken, Kuzey Afrika Yıldızı adlı örgütün kurucusu ve Cezayir mili mücadelesinde, 1930'lardan itibaren, çok önemli roller oynayan Messali Hac'ın tutuklanması, 8 Kasım 1945'de ki Setif ve Guelma katliamlarından sonra (20 000'den fazla ölü olduğu tahmin ediliyor), Cezayirliler bağımsızlığa dair bütün umutlarını kaybederler. 1950'li senelere kadar, peşpeşe alınan yenilgilerden sonra, Cezayir ulusal kurtuluş mücadelesi çok dağınık ve kendi aralarındaki çatışmalardan dolayı halk bağımsızlık mücadelesine olan güvenini her geçen gün daha fazla kaybeder. Bu anlaşmazlıklara son vermek için, bir an önce bütün gurupları ulusal dava etrafında birleştirip kolonializm karşıtı bir ulusal cephe oluşturulması ihtiyacı kendisini dayatır. Bu ihtiyaçtan haraketle, CRUA (Birlik ve Eylem İçin Devrimci Komite) kurulur. Belli bir hazırlık döneminden sonra, CRAU'nun üyeleri 1954'de FLN'i, yani Ulusal Kurtulus Cephesi'ni kurar ve liderliğini yapmaya başlarlar.

1954: FLN SİLAHLI MÜCADELEYİ BAŞLATIYOR!

Hiç kimsenin beklemediği bir anda, 1 Kasım 1954'de, sabaha doğru, Cezayir'in birçok bölgesinde, aynı anda otuzdan fazla bomba patlar ve Ulusal Kurtulus Cephesi (FLN) ve silahlı kolu Ulusal Kurtuluş Ordusu (ALN)'nin kuruluşları ilan edilir. Bu eylemler,aynı zamanda FLN'in ilk eylemleri olarak tarihe geçer. Bağımsızlığın silahlı mücadele ile kazanılacağına inanan FLN hem şehirlerde, hem de kırsal alanlarda gerilla mücadelesi vermeye başlayarak halk arasında çabucak kök salmaya başlar. Artık Cezayir'in ve özelikle Fransa'nın tek gündemi vardı: Cezayir'in bağımsızlığı ve FLN.

SAVAŞ TOPLUMDA CİDDİ AYRIŞMALAR YARATIYOR!

FLN'in eylemleri bütün ülkeye yayılıp Cezayirliler üzerinde iyice etkisini artırırken, buna paralel olarakta, Fransız ordusu, 'terörle' mücadeleyi temel hedef olarak önüne koyuyor ve zamanın Cezayir yöneticisi Jacques Soustelle en büyük görevinin barışı sağlamak olduğunu, bunun içinde 'FLN'in kökünün kazınılması gerektiğini' belirtiyordu. Savaş geliştikçe, toplumdaki bölünmeler de derinleşiyor halk arasında ciddi kamplaşmalar yaşanıyordu. Cezayir'de yaşayan bir milyon civarında ki Avrupalı ile Cezayirliler arasında çıkan çatışmalarda yüzlerce insan hayatını kabediyordu. Diğer yandan, Fransızlar, tıpkı bizdeki Köy Koruculuğu'na benzer bir sistem geliştirip, Cezayirlilerin bir kısmını silahlandırıyor ve onları FLN militanlarına karşı kulanmaya başlıyorlardı. Sayıları binlerle ifade edilen ve Harkiler olarak tarihe geçen bu Cezayirliler, savaş bittikten sonra, bazıları kendi kaderine terk edilecek, 'vatanlarına ihanet ettikleri' için FLN'nin ve halkın hedefi haline gelip öldürülecek, bazıları ise Fransa'ya getirilip orda açlık ve yoksullukla başbaşa bırakılacaktı. Savaş yayılıp FLN güçlendikçe, Fransa çıkmaza giriyor ve hükümeti yenileme ihtiyacı hisediyordu. Sağcı hükümetin bastıramadığı ayaklanmaları bundan böyle solcu hükümet bastırmaya çalışacaktı.

FRANSA'DA SOL İKTİDARA GELİYOR!

1956'da yapılan seçimlerde Guy Mollet'in başını çektigi sosyalistler, komünistlerinde desteğiyle, iktidara gelir ve yeni hükümeti oluşturmak üzere görevlendirilirler. Böylece Guy Mollet, basbakan olurken, François Mitterand (1980'den sonra Fransa Cumhurbaşkanlığı yaptı) İçişleri Bakanı ve Robert Lacoste Cezayir yöneticisi olur. İlk başlarda Cezayirlilerle görüşmelerden yana olan Guy Mollet, daha sonra bu fikrinden vazgeçerek, hükümetin en büyük görevinin FLN'nin bitirilmesi olduğunu söyler ve sınıra 400 000 asker göndererek Cezayir'i adeta abluka altına alarak büyük operasyonlar gerçekleştirir. Toplumun sempatisini kazanmak içinse, tibbî yardımlar yapan ve okuma yazma öğreten askerler görevlendirilir ve medya vasıtasıyla bu imajlar özelikle Fransa'da olmak üzere, çok geniş kitlelere ulastırılarak yaşanmakta olan savaşın amacının 'insani' amaçlı olduğunun propagandası yapılır. Bununla, bir yandan halk kazanılmaya çalışılırken diğer yandan ayyuka çıkan işkence haberleri ve katliamlar yüzünden, ordu insani yardım adı altında imajını düzeltmeye çalışır.

FLN'in şehirlerde de giderek güçlendiğini gören fransız ordusu, Cezayir'e General Massu komutasında ki paraşütçüler olarak bilinen hava birliklerini gönderir. İşkence idiaları ve Fransız ordusu tarafından kulanılan yöntemler, Fransa'da da çok tartışılır ve çok tepki görür. Özelikle solcu aydınlar, troçkistler ve anarşistler yaptıkarı dayanışma eylemleriyle, işkenceleri halka duyurmaya çalışır, savaş karşıtı ve anti militarist kampanyalar düzenlenir ve yavaş yavaş yaşanan 'kirli savaşa' karşı pasifist bir cephe oluşturulur. Bu cephe açık bir şekilde Fransa'yı eleştiriyor ve derhal Cezayir'den çekilmesini ve Cezayirlilerin kendi kaderlerini tayyin etme hakkına saygı duyulmasını istiyordu.

FRANSIZ KOMÜNİST PARTİSİ'NİN TAVRI...

Dönemin en güçlü partilerinden olan ve hükümeti destekleyen Fransız Komünist Partisi ise kolonializmle ilgili genelde çok ikircikli ve kolonializmi meşru gören tavırlar takınır. 1956'da savaş bütün şiddetiyle sürerken, FKP hala Cezayir'in Fransa'ya bağlı kalmasını savunur ve şiddetle Cezayir'in bağımsızlığına karşı çıkar. Sadece eleştirmekle de kalmayıp, parlamento da, Türkiye'deki Olaganüstü Hal benzeri bir rejim lehine oy kulanır, kendi içinde FLN'i destekleyen komünistleri ihraç eder, FLN'i silahlı mücadeleyi başlattığı için eleştirir ve mahkum eder. Sosyalistlerin ve Komünist Partisi'nin ulusların kendi kaderini tayyin hakkı ve enternasyonalizm gibi değerlerinden uzaklaşıp şöven, milliyetçi ve militarist kampa entegre olurken, aralarında Jean Paul Sartre, André Breton, Simone de Beauvoir, Francis Jeanson gibi, dönemin en çok tanınan aydınlarınında aralarında bulunduğu 121 aydın Fransa'yı kendi değerlerine ters düşmekle, emperyalist olmakla suçlar ve her gün yüzlerce insanın öldüğü bir savaş ortamında, 'redetmenin' önemini açıklar, Fransız halkını devletlerine karşı itatsizlik yapmaya ve Cezayirlilerle haklı davalarında dayanışmaya çağırırlar.

121'ler Manifestosu: 'Ordunun kapalı ve açık bir şekilde demokratik kurumlara karşı başkaldırdığı, gücünü ırkçı bir egemenlik aracı olarak kulandığı bazı durumlarda redetmek ve 'ihanet' kutsal bir görevdir.'

FLN sadece Cezayir toprakları üzerinde mücadele etmekle kalmıyor aynı zamanda Fransa'da bulunan Cezayirliler arasında da örgütleniyor ve silahlı mücadeleyi buralarda da uygulamaya başlıyordu. Kendi ülkelerini haksız bulan Fransız aydınları, devrimcileri ve anarşistleri de FLN militanlarına yardım ederek, savaş ve militarizm karşıtı kampanyalar düzenleyerek, FLN militanlarını evlerinde saklayarak Cezayirlilerin yanında mücadeleye katılıyorlardı. Yapılan bu eylemlerden dolayı, birçok fransız militan gözaltına alınıyor, işkencelere maruz kalıyor ve tutuklanıyordu. İşte tam bu sırada, 121 Fransız aydın bir araya gelerek '121'ler Manifestosu' adında bir bildirge yayınlayıp FLN militanlarına yardım eden, savaşa karşı çıkıp askere gitmeyen ve savaş karşıtı faaliyetlerinden dolayı işkence gören, tutuklanan militanları desteklediklerini açıklıyorlardı. Bildiride, ayrıca, Cezayirlilerin gerek savaşarak, gerekse diplomatik yönden haklı bir mücadele verdikleri, bu mücadelenin ulusal bağımsızlık mücadelesi olduğu ve Cezayirlilerin haklı olduğu vurgulanarak, sadece barıştan yana olmanın yetmeyeceğini, aynı zamanda haklı olandan yana tavır almanında aydınlar için etik bir davranış olduğunu gösterirler.

Fransa'nın ise hiç bir güç tarafından işgal veya tehdit edilmediğini, dolayısıyla da fransızların 'ulusal savunma' söyleminin hiç bir anlam ifade etmediğini, verilen savaşın, emperyalist ve ırkçı bir savaş olduğunu, gelinen aşamada ordu ve bir avuç zengin dışında kimsenin artık bu savaşın haklılığına inanmadığını deklare ederler. Ordunun ve varolan rejimin Fransa'nın değerlerine ihanet ettiğini ve halkı Fransız devletine karşı itatsizlik eylemleri yapmaya çağırırlar.

Cezayir halkının davasının, bütün özgür insanların davası olduğunu belirtir, Fransa'yı haksız ve 'kirli bir savaş' yürüttüğü için mahkum ederler.

HAKLI DAVALARIN SAVUNUCUSU FRANCİS JEANSON

Genel anlamda, FLN'in silahlı eylemlerine ve zaman zaman sivillere karşı yaptığı eylemlere rağmen, 121'ler Manifestosu'na imza atan Fransız aydınları, koşulsuz bir şekilde FLN'e yardım eden militanları desteklemekle kalmamış, aynı zamanda Cezayirlilerin vermiş oldukları mücadelenin kolonialist sistemin yıkılmasına katkıda bulunan haklı bir dava olarak görmüş, ve bütün özgür insanların davası olarak sahiplenmişlerdir. Bu aydınlar arasında hep Jean Paul Sartre'nin ön plana çıkmasına rağmen, FLN'i, fiili olarak en fazla destekleyen ve hatta bunun için bir grup kuran Sartre ve Camus'nun yakın arkadaşlarından Francis Jeanson'dur.

Francis Jeanson, Fransa Naziler tarafından işgal edildiğinde, zorla alıkonularak Almanya'ya kamplarda çalıştırılmaya gönderilirken, faşistlerin elinden kaçar ve Kuzey Afrika'daki antifaşist direnişçilere katılır. Daha sonra Cezayir'de Jean Paul Sartre ve Albert Camus ile karşılaşır. Komünist bir gazetede muhabirlik yapan Jeanson, Cezayir'li devrimcileri ve mücadelelerini yakından tanıma fırsatı bulur ve Fransa'ya, yani kendi ülkesine karşı tavır alarak, FLN'ye kurduğu grup aracılığıyla aktif bir şekilde yardım eder. Grubuyla birlikte, FLN militanlarını saklar, onlara sahte kimlikler bulur, toplanan fonları örgüte ulaştırarak değişik şekilde yardımlarda bulunur, kendisine 'vatan haini' diyenlere ise, 'asıl Fransa yoksul halklara zulmederek kendi değerlerine ihanet etmiştir', diye cevaplıyordu.

Francis Jeanson, 1960'da giyabında yargılanır ve on yıla mahkum olur. Daha sonra çıkan aftan faydalanarak Fransa'ya döner.

Bir yandan FLN'in mücadelesi, diğer yandan Fransız devrimcileri ve aydınlarının kendi ülkelerine karşı Cezayirlilerin yanında vermiş oldukları mücadele, 19 Mart 1962'de ateşkes yapılmasını sağlayacak ve sekiz yıldır süren savaşa son verecekti.

SAVAŞIN BİLANÇOSU İKİ HALK İÇİN DE AĞIR OLUR!

19 Mart'da ateşkes yapılmasına rağmen, olaylar ve katliamlar 3 Temmuz'a kadar sürer. FLN savaş boyunca Fransızlarla birlikte kendilerine karşı savaşan Harkilere ve Cezayir'de yaşayan Avrupalılara karşı bazı bombalama eylemlerinde bulunarak birçok sivil öldürür. Diğer yandan, savaş başladıktan sonra General de Gaul tarafından oluşturulan OAS (Gizli Ordu Orgütü)'de ateşkes olmasına rağmen eylemlerine devam ederek 3000'e yakın Fransız ve Cezayirliyi öldürür. 1954'te başlayan savaş için iki milyon Fransız genci ve binlerce Harki (Cezayirliler) seferber edilir, bunlardan 30 000'i çatışmalarda hayatını kaybeder. Yine Fransa'ya göre, ölen Cezayirli sayısı 300 000 civarındadır. Sekiz sene süren savaş boyunca, 8 000 köy yakılır ve 2 milyondan faza kişi sürgün edilerek değişik toplama kamplarına yaşamaya zorlanır.

CEZAYİR'İN BAĞIMSIZLIĞI İÇİN REFERANDUM

Ateşkes yapıldıktan sonra, General de Gaul'ün çağrısıyla, 8 Kasım 1962'de Fransa bir referandum düzenler ve Fransızların yüzde 90'ı Cezayir'e bağımsızlığın yolunu açan yasaya evet oyu kulanır. 1 Temmuz 1962'de ise Cezayirliler ülkelerinin bağımsızlığı için referandum yaparlar ve Cezayirlilerin yüzde 92'si bağımsızlıktan yana oy kulanır. Böylece, 3 Temmuz 1962'de Cezayir'in resmi olarak bağımsızlığı ilan edilir ve 4 Temmuz'da ise Ahmet Ben Bella Cumhurbaşkanı olarak başkente yerleşir.

Cezayirlilerin bu haklı mücadelesi, Fransa'nın birçok kolonisini terk etmesini sağlamış, antiemperyalist mücadelelere ilham kaynağı olmuş ve Fransa'da beşinci Cumhuriyet'in kurulmasına yol açmıştır. Cezayir savaşını kaybeden Fransa ise, Cezayir'in bağımsızlığını tanımasına rağmen, yıllarca yaşanan olaylara 'savaş' demekten kaçınmış ve hep 'Cezayir olayları 'terimini kulanmaya devam etmişti.

TÜRKİYE'YE BARIŞ NASIL GELİR?

Türkiye'ye barışın gelmesi için, tıpkı Fransız aydın, devrimci ve anarşistlerinin Cezayir Savaşı'nda yaptığı gibi, Kürt halkının yıllardan beri ink‰r ve asimile edildiğini, katliamlara maruz kaldığını ve PKK'nin de bütün bu baskıcı-katliamcı politikaların ürünü olarak ortaya çıktığını, haklı bir mücadele verdiğini (yöntemlerini yanlış bulmak bu gerçeği değiştirmez), milyonlarca Kürdün PKK'yı kendi politik örgütleri ve temsilcileri olarak gördüğünü, kabul etmez ve devlete değil de sadece PKK'ye ateşkes çağrısı yaparsak, Türkiye'de çatışmaların daha uzun yıllar süreceği aşikardır.

Kürt halkı ve örgütlerinin defalarca ateşkes yaparak, Türk devletine sorunun çözümü noktasında ne kadar istekli ve samimi olduklarını göstermelerine rağmen, barış çağrılarının her defasında güçsüzlük olarak algılandığını, barış amaçlı gönderilen 'Barış Elçilerinin' bile tutuklandığını, Kürt halkının her defasında daha fazla baskı ve katliamlara maruz kaldığını görmez ve buna göre tavır almazsak, bu ülkeye barış gelmez ve savaş her iki halk arasında tamir olunmaz tahribatlar yaratır.

Haklı oldukları için nasıl ki Filistinlileri desteklerken Hamaslı 'dinci', ya da El Fetih'li 'milliyetçi', Irak'ta savaşa karşı çıkarken Saddam yanlısı olmuyorsak, PKK'nin bu savaşta taraf olduğunu, PKK'yi muhatap almanın bizi ne PKK'li ne de 'Kürt milliyetçisi' yapmayacağını, ama bir halkın özgür ve demokratik bir şekilde kendi dilini, kültürünü yaşayacağını, artık insanların ölmeyeceğini, Türkiye'nin daha demokratik bir ülke olmasının önündeki en önemli engellerden birinin kalkacağını, bunun da sınıflara dayalı bir mücadele veren devrimci hareketlerin de önünü açacağını anlamazsak, bu ülkeye kolay kolay barış gelmez.

Bu anlamda, yapılacak olan eylemlerin ve çağrıların en önemli talebi, devletin operasyonları durdurması ve PKK'nin derhal ateşkes yapması olmalıdır. Bununla da kalmayıp, Türkiye'li devrimciler ve aydınlar Kürt halkının taleplerini dikkate alıp, Abdullah Öcalan'ın geçenlerde açıkladığı ve savaşın bitmesini isteyen, sıradan bir insanın bile kabul edebileceği bu talepler etrafında, Kürtlerle birlikte mücadale edip; özgür, demokratik ve eşit vatandaşlığa dayalı ortak yaşamı birlikte inşa etmeye başlarsak, bu ülkeye en kısa zamanda barışın geleceğinden kimsenin kuşkusu olmasın! Aksi takdirde, Kürt halkının talepleri dikkate alınmamış, devletle birlikte savaşta ısrar etmiş, daha binlerce Türk ve Kürt gencin ölmesine seyirci kalmış ve kendi ellerimizle Kürtleri radikal bir kopuşa itmiş oluruz.

Cem AKBALIK *
* Sosyoloji Bölümü Doktora Öğrencisi / FRANSA