28 Haziran 2010 Pazartesi

Facebook Etkisi

“Beş yıl içerisinde Facebook’ta olmak yada olmamak arasında hiçbir fark kalmayacak. İnsanlarla iletişime geçtiğiniz her yerde Facebook olacak” açıklamaları şirketin “derin ilişkileri” içerisinde yer alan eski bir çalışanının The Facebook Effect (Facebook Etkisi) isimli kitabın belki de en korkutucu parçalarını oluşturuyor.

Facebook’un dünyadaki otoritesi için planları kendini insanların paylaşım ve bağlantı ağı olma iddiaları ile doğdu. 400 milyonu aşkın üyesinin ortalama 130 arkadaşı var. Pek çok ınternet sitesi, New Scientist de dahil olmak üzere, okurlarını sitelerinin içeriklerini Facebook’ta paylaşmaları konusunda cesaretlendiriyor. Kullanıcılar yalnızca Facebook’ta olan oyunlara bağımlı hale gelmiş durumda. Elektronık Posta kullanmak yerinde site içi mesajlaşmalar yaygınlaşıyor. Facebook kullanıcılarının başka bir alana kaymasını engelleyecek korkunç bir altyapı oluşturuyor. Kullanıcılarının yarıdan fazlası her gün siteye en az bir kez giriş yapıyor.

Facebook’un bu sınırsız yayılımını hoş mu karşılamalıyız? Harvard Üniversitesi’ndeki ilk yılında siteyi inşa eden Mark Zuckerberg Facebook’un insanların paylaşımını ve bağlantılarını geliştirmek için var olduğu konusunda iddiacı. Böylesi bir iddia konusunda şüpheci olmamak için hiçbir neden yok: Zuckerberg’in Facebook’taki payı 4 milyar dolar. Ancak gazeteci David Kirkpatrick Zuckerberg’in bu vaatlerini her zaman kısa dönemli karının üstünde tuttuğuna dair belirlemeleri var.



Kirkpatrick'in mantığı ilginç. Ancak kafa karıştırıcı olan Kirkpatrick’in patronun samimiyetinin her şey olduğuna dair bizi ikna etme çabası. Kurucusunun samimiyeti Facebook’un gücünün iyiye kullanıldığına dair bir işaretmiş havası yaratıyor ve sitenin yaşamlarımız üzerindeki etkisini göz ardı ediyor.


Zuckerberg’in Facebook’un politik eylemler için bir çağrı alanına dönüşmesi konusunda heyecanlı olduğu belirtiliyor. Kirkpatrick 2009 yılında düzenlenen araştırmaların sitedeki politik grupların üyelerinin gerçek dünyadaki politik aktivitelerinde artış olduğunu söylüyor. Ancak Kirkpatrick aynı araştırmanın Facebook’un insanların politik bilinçleri üzerinde hiçbir etkiye sahip olmadığını ortaya çıkardığını dile getirmiyor. Facebook politik onayı güçlendirebilir ancak insanlara arkadaşlarının politik aidiyetlerini dayatmak sürü psikolojisini tetiklemek anlamına da gelebilir.

Daha da sorunlu bir durum özel şirketlerin dünyanın iletişim kanalları üzerindeki bu hâkimiyeti noktasında ortaya çıkıyor. Elbette, hâlihazırda pek çok özel posta şirketine ya da telefon şirketine güvenmek zorundayız. Ancak Facebook kullanıcıları kişisel bilgilerinin paylaşımı konusunda sürekli olarak istemedikleri değişikliklere maruz kalıyorlar. Facebook bu değişiklikleri kendi “açıklık” misyonunun bir parçası olarak açıklıyor. Ancak her değişikliğin reklamlar ve reklamcılar için daha çok malzeme/bilgi anlamına geldiği göz önüne alınmıyor.

Facebook ayrıca sitenin içeriği üzerine de sıkı bir kontrol uyguluyor. Pekin’in eleştirildiği sayfalar hiçbir neden gösterilmeden Şubat ayında Facebook’tan kaldırıldı. Yine aynı zamanlarda Facebook üzerine alaycı bir kitap yazan Arjantinli bir yazarın profili silindi. Bu eleştirilere göre, tüm bu durumlarda Facebook sayfaları ancak medyada yer alan eylemlerin ardından kullanıma soktu ancak şirket yöneticileri bunun teknik hatalardan kaynaklandığı konusunda ısrarcılar.

Eğer Kirkpatrick'in mantığı geçerli ise sayfaların kaldırılmasının eleştiriyi engellemek gibi bir amacının olmaması lazım. Ancak bir gün Zuckerberg Facebook’tan ayrılırsa ve şirketin etik değerleri değişirse Facebook iletişimimiz üzerinde bambaşka bir hâkimiyet kurabilir. O gün gelmeden önce, toplumsal etkileşimlerin tam göbeğinde böylesi bir ticari örgütün durmasının tehlikeleri üzerine sorular sormaya başlamaya değer.

* Jim Giles’in www.newscientist.com adresindeki makalesi ANF tarafından Türkçe’ye çevrildi


Jim Giles

Küba’da Turizm Faaliyetleri



“FIT Cuba 2010” Küba Uluslararası Turizm Fuarı’nda Küba Devleti’nin davetlisi olarak 31 ülkeden çağrılan, 131 tur operatörü, acente, havayolu şirket temsilcileri ve Latin Amerika konusunda uzman gazeteciler arasında, Türkiye’yi ve Birgün gazetesini temsilen, 1 Mayıs 2010’dan başlayarak dokuz gün Küba’daydım; 27 Ekim 1492’de Yeni Dünya’ya ulaşmak niyetiyle, Karayib Denizi ve Atlantik arasındaki bu en büyük adaya ayak basan Kolomb’un keşfettiği, “insanoğlunun gözünün göreceği en güzel yer” olarak adlandırdığı topraklarda!...
Bu, Küba’yı Karayiplerin turizm cazibe merkezi olarak tanıtmak üzere düzenlenmiş en büyük etkinlik. Jamaika’daki güvenlik ve asayiş sorunları, Haiti’deki deprem ve sonrası ortaya çıkan karmaşa, Porto Riko’daki yüksek suç oranları göz önüne alındığında Küba, bölgede ve Dünya’da sahip olduğu en düşük suç oranlarıyla, uygun oda fiyatlarıyla, mükemmel doğasıyla ve kültür miraslarıyla bu bölgede tatil yapmayı düşünenler için daha öncelikli bir seçenek olarak karşımıza çıkıyor. Başkent Havana'daki Morro Cabana Park’ta yapılan fuar açılış töreni adeta bir karnaval havasında, renkli gösterilerle süslenmişti. Açılış konuşmacıysa Küba Turizm Bakanı’ydı. Bütün dünyadan gelen turistlerin sayısını arttırmak amacıyla yapılan yeni yatırımlar anlatıldı.
Fuar ilk kez Varadero kentinde, yıllar önce başlamıştı. Zaman içinde güçlenip gelişerek profesyonel bir etkinliğe dönüştü. Fuar’ın teması, Küba’nın Dünya Mirası olarak kabul görmüş ve UNESCO tarafından da koruma altına alınmış şehirlerini, Küba’nın tarihi ve kültürel özelliklerini öne çıkaran bir anlayışla düzenlenmiş.
Küba’nın bir sektör olarak turizmle yakınlaşmasının, bu alanda önemli politikalar geliştirmesinin geçmişi 1990’larda, SSCB’nin yıkılmasına kadar uzanır. Bu doğa harikası adanın turizm alanındaki yolculuğu 3 dönemde incelenebilir. Devrimden önceki birinci dönemde, adaya gelen turistlerin %90’ı ABD’dendi. İkinci dönemde, Devrimden sonra SSCB ile yakınlaşılan yıllarda, 1970-80’lerde, Doğu Avrupa ve Kanada’dan gelen turist sayısında önemli bir artış oldu. O dönemde de, tıpkı şimdi olduğu gibi, 50 yıllık ABD ablukası yüzünden kendi ülkelerinden doğrudan Küba’ya gelemeyen ABD vatandaşları Kanada, Meksika üzerinden adaya gelebiliyorlardı. 1990’ların başında SSCB’nin yıkılmasıyla “Özel Dönem” olarak adlandırılan üçüncü dönem başladı. Bu dönemde, ülkenin temel gelir kaynakları yeniden gözden geçirildi: Örneğin, başlıca gelir kaynağı olan şeker kamışı üretiminden gelecek yıllarda ekonominin başlıca itici gücü olacak turizm sektörüne geçiş süreci başlatıldı. Böylece Küba, uluslararası turizme gerçek anlamda açılmış oldu. Bu dönemden başlayarak yabancı yatırımların adada önemli ölçüde arttığını görüyoruz: İspanya, Kanada, İtalya, Almanya’nın bu ülke topraklarında büyük turizm yatırımları var.
Küba Ulusal İstatistik Bakanlığı’nın raporuna göre, Küba turizm işletmeciliği 2009'un ilk çeyreği boyunca, önceki yılın istatistiklerine göre iki kat artış gösterdi, ama aynı yılın izleyen zamanlarında, küresel ekonomik krizin de etkisiyle rakamlarda bir azalış görülüyor. 2008 istatistiklerine göre, en fazla turist Kanada’dan geliyor: 800 bin kişi. Bu ülkeyi sırasıyla İngiltere, İtalya, İspanya, Fransa ve Almanya izliyor. Latin Amerika’dan da başı Meksika ve Arjantin çekiyor. Rusya’dan gelen turist sayısındaysa %40’lık artış olmuş. Çinli turistleri özendirmek üzere, Çin Hükümeti Küba’da iki irtibat bürosu açmış bile. Türkiye’den ülkeye gidenlerin sayısıysa yaklaşık 9 bin. Bu sayıda bir artış olduğunu zaten biliyoruz: öyle ki, yalnızca 1 Mayıs kutlamalarına katılmak üzere ülkemizden Küba’ya özel turlar düzenleniyor.
Küba’nın 2008 yılı turizm kapasitesini incelediğimizde, 50 bin oda, %65’i 4 ve 5 yıldızlı olan oteller, 10 uluslararası havalimanı, 13 küresel turizm şirketiyle imzalanan 65 yeni anlaşma, 18 turizm yüksek okulu, mevcut altyapının iyileştirilmesi için yapılan yatırımlar (cep telefonu şebekesinin büyük ölçüde yaygınlaşması, yeni yollar, elektrik şebekesinin yenilenmesi vb.) gibi çok yönlü yatırımlar görüyoruz. Bütün büyük otellerde ve tatil köylerinde Internet mevcut.
Turizm sadece ülkeye gelir getirmekle kalmıyor, dolaylı olarak ülkenin altyapısının iyileşmesi için itici güç oluşturuyor, yeni işler yaratıyor. Otellerdeki fiyatlar ve kalite çevre ülkelerdeki olanaklarla rekabet etmek için, oradakilere benzer oranlarda ayarlanıyor.
**
Yolculuk organizasyonu sırasında yaşadığım bir olay, dünyanın ne kadar küçük olabileceğini yeniden hatırlattı. Fuara geçen yıl da davetliydim, fakat 2009’da, bizi Havana’ya götürecek Blue Panaroma’nın Milan’dan kalkacak uçağı için Milan’a kendi olanaklarımızla gitmiştik. Bu yıl da ulaşım destekleyicisi olan Blue Panoroma Havayolları (www.blue-express.com), yeni başlattığı, hesaplı İstanbul – Roma seferleriyle bizlere yeni bir açılım da sağladı. İşte bu bağlantı konusunda İtalya’daki Küba Büyükelçiliği ile haberleşirken, elçilik basın müşavirinin, 2003’de Ankara’da görev yapan 2. Katip Fidel Vilademir Perez Casal olduğunu fark ettim. Havana’ya uçmadan bir gece önce Roma’da buluşup, Türkiye, Küba ve Dünya hakkında konuştuk. Türkiye’yi ne kadar özlediğini, insanımızın misafirperverliğini ve Küba’ya olan dostluğunu sık sık tekrar etti.
Blue Panaroma, bir İtalyan havayolu şirketi. Küba’ya seyahat etmek isteyenler için hem fiyat hem de seyahat noktaları konusunda oldukça avantajlı olanaklar sunuyor. Her gün Havana’ya uçan Air France’a göre fiyatları hem daha uygun, hem de Küba içinde Havana’nın dışında, Santiago de Cuba’ya da doğrudan uçuyor. Blue Panaroma Tanzanya, Maldivler, Venezüella gibi yerlere de çok ekonomik bağlantılar verdiğinden, İstanbul’dan (haftanın altı günü) Sabiha Gökçen çıkışlı seyahatlerde, seyyahların düşünmesi gereken çok ciddi bir seçenek.
Davetli gazeteciler olarak, Roma’dan ve Milan’dan kalkan iki uçakla, yaklaşık 11 saatlik bir uçuştan sonra, aramızda 7 saat fark bulunan Havana’ya vardık. Havana Jose Marti Uluslararası Havalimanı’nın en ilginç yanlarından biri, iner inmez bütün devletlerin bayraklarının asılı olduğu tavanda kendi bayrağınızı arıyor olmanız. Birçokları Küba’ya giriş/çıkış yapıldığında, ABD’ye girilemeyeceğini düşünse de; Küba vizesi oldukça kolay çıkartılabilen, bürokratik işlemleri az ve kağıda verilen bir vize. Pasaportunuzda Küba’ya gittiğinize dair bir iz yok! O yüzden yukarıda bahsettiğim endişeyi taşıyanlar çekinmeden defalarca Küba’da tatil yapabilirler.
Havana’da geçirdiğimiz dört gece boyunca Meliá Cohíba otelinde konakladık. Melia Cohiba, Malecon’un hemen kıyısında, Meksika Körfezine bakan, Havana’nın en önemli, eski turistik konaklama merkezlerinden biri. Odalar son derece güzel döşeli, yemekleri çeşitli ve güler yüzlü bir servisi var. Eski Havana’ya sadece 6 km uzaklıkta, yürüyerek şehri gezmek için çok uygun bir yerde. Küba’nın en ünlü kabarelerinden “Havana Cafe” otelin içinde, Küba’ya gelip de görmemek olmaz. El Relicarto’nun 1950’lerden kalan dekorasyonunda, istediğiniz Küba purosunu satın alıp, kahve ve romla dinlenebilirsiniz. Küba kahvaltılarında olmazsa olmazlar, taze sıkılmış meyve suları ve tropik meyveler. Portakal, mango, kavun, fruta bomba, abayava ve ananas... Muzlar o kadar lezzetli ki: özellikle buzla birlikte “karıştırıcıdan” geçirilen muzlu sütün tadına doyulmuyor. Ayrıca kahvaltıda, nohut, fasulye ve pirinç pilavı ikram etmek Kübalılar için normal. Havana 15 belediyeye ayrılmış. En eski ve güzel yerleşim bölgelerinden biri Miramar. Buradaki yerleşme dokusunun büyük bölümünü (yaklaşık %70) elçilikler ve onların rezidansları oluşturuyor. Devrimden önce en zenginlerin yaşadığı bu bölgedeki bütün özel mülkler ve kulüpler devrimden hemen sonra çalışanlara hizmet veren sosyal kulüplere çevrilmiş, yeni adı ise Cubanacan.
Havana’ya 1 Mayıs günü, saat 16.30 gibi ayak bastık. Yolunuz düşerse Pasaport kontrolünden hemen sonra, şehre inmeden çıkıştaki bürodan para bozdurmayı unutmayın; Amerikan Doları yerine, Avro’nun değişim oranları daha uygun (ABD Doları %18, Avro %8). Geçen yıla göre, Jose Marti Havalimanı’ndan şehre uzanan yol oldukça yenilenmiş. Havana Devrim Meydanı’ndan saat 17.30 sularında geçerken, sanki o meydanda bu sabah milyon insan buluşmamış gibi tertemizdi. Hızlıca gözüme çarpan bir değişiklik de Camilo Cienfuegos’un devasa portresinin de Che’nin yanında meydana asılmış olmasıydı.
2 Mayıs sabahı hedefimiz, Pinar Del Rio ilinin, Vinales kasabasıydı. Burası hem tarih öncesi zamanlara ait, 150 Milyon yıllık kalıntıları ve coğrafi konumuyla, hem de Cohiba, Monte Cristo gibi ünlü puroların tütünlerinin yetiştirildiği yer olmasıyla, Küba’ya gelenlerin asla uğramadan geçmemeleri gereken bir yer. Antillerin en zengin flora ve faunasına sahip olan Vinales Ulusal Parkı UNESCO’nun Dünya Mirası listesinde. İçinden San Vicente nehrinin geçtiği, ülkenin en önemli mağarası olan Indio’da tekne gezisi olmazsa olmaz. Tütün, hâlâ geleneksel şekilde, 19.yy’da olduğu gibi aileler tarafından üretiliyor. Pinar Del Rio, Devrimden hemen sonra ilk toprak reformunun yapıldığı yer. Daha önce çiftlik sahiplerinin zenginliğiyle, işçilerin yoksulluklarının içiçe geçtiği bir yerdi burası. Şimdilerde 20 bin kişinin yaşadığı bu sevimli kasaba, Küba’nın en sakin, huzurlu, keyifli tatil ve dinlenme merkezlerinden biri. Havana’dan Vinales’e 2,5 saatlik otobüs yolculuğuyla ulaşılıyor. İster günübirlik gidin, isterseniz kasabadaki “Casa”larda, Küba misafirperverliği ile ağırlanmak üzere bir kaç gece konaklayarak. Bu otobüs yolculuğu boyunca gözünüzü Küba’nın ulusal ağacı palmiyelerden ve tütün kurutma kulübelerinden (bohios) alamayacaksınız.
Devrimden hemen sonra, 1959 – 1962 arasında, Leovigildo Gonzalez isimli bir ressamın aklına Vinales vadisindeki kayaların üzerine, tarih öncesi çağların izlerini taşıyan bu coğrafyaya, insanlığın evrimini simgeleyen, devasa bir resim yapma fikri geldi. Bu fikir Fidel’in de desteğini alarak hayata geçirildi. 1979’da resmin genel bakımı yapıldı ve sorumluluğu Pinar Del Rio Üniversitesine devredildi.
Vinales yolunda rehberimiz Jorge ile sık sık sohbet ettim. Kendiliğinden, “Havana’da Türkiye deyince hepimizin aklına Atatürk ve Nazım Hikmet Heykelleri gelir” deyiverdi.
Küba ve Eko-Turizm
11 Milyon insanıyla, Türkiye’nin yaklaşık yedide biri olan Küba’da yedi ulusal doğa parkı var. Deniz, güneş, uçsuz bucaksız, ince kumlu, romantik plajlar yerine doğa ile baş başa, tropik iklimin egemenliğinde biraz da macera arayanlar için başka seçenekler de var adada: eko turizm bunların başında geliyor. 26 derecelik ortalama deniz suyu sıcaklığı, zengin deniz canlısı çeşitliliği, mercan resifleriyle dalış yapanların düşünmesi gereken bir yer. Isla de la Juventud (Gençlik Adası), Cayo Largo, María la Gorda, Havana'nın kuzeyi, Varadero, Zapata yarımadasındaki mağara dalışları sualtı meraklılarının ilgisini çekecek en önemli yerler arasında sayılabilir. Santiago de Cuba ve Camagüey’in yanı sıra Holguín’deki mercan resifleri de kesinlikle görülmeye değer. Bu resifler önemi bakımından dünyada ikinci sırada ve doğal dünya mirası. Jardines de la Reina, Jardines del Rey, dalış için en iyi yerler.
Küba topraklarının %22’si koruma alanı:  bu kapsamda 263 bölge var. Yıllık ortalama hava sıcaklığı 25 derece, ortalama yağış 1400 ml. Mayıs – Ekim arası yağmurlu, Kasım – Nisan arası yağmurlu olmak üzere 2 sezonu düşünerek yolculuk planlaması yapılmalı. Zengin flora çeşitleri, sadece yarı-tropik iklimlerde görebileceğiniz canlılar doğa fotoğrafçıları ve kuş gözlemcilerinin ilgisini çekiyor. Yön bulma, yürüyüş, doğada bisiklet ve kampçılık da adanın her yerinde yapılabilecek ve turizme açık ilgi alanlarından. Adayı baştan aşağı ya da kısmen bisikletle gezmeye gelenler de var, Okyanus’ta açık deniz balıkçılığı tecrübesi yaşamak için gelen de…
Dünya Kültür Mirası Şehirleriyle Küba
Fuar kapsamında gezilen şehirlerin katılımcıları en etkileyen tarafı, mimarinin çeşitliliği ve korunmuşluğu oldu. 500 yıl öncesinden, sömürge dönemine ve oradan da günümüz mimarisine her türlü yapılaşma son derece planlı gerçekleştirilmiş ve korunmuş. Küba’da istisnasız bütün şehirlerde, öz kimliğin ve kültürün korunduğunu görürsünüz. Ada’da Dünya Mirası ilan edilen 9 bölge var. Eski Havana, Vinales Vadisi, Trinidad şehir merkezi, Santiago de Cuba’daki San Pedro Kalesi, Granma Ulusal Parkı, Güney Küba’da ilk Fransız sömürgecilerden kalan kahve tarlaları, Holguin’deki Alexander van Humboldt Ulusal Parkı, Cienfuegos ve Camaguey şehir merkezleri.
Baracoa
Küba’ya ayak basan ilk İspanyol sömürgecilerin inşa ettiği kent. Kanalizasyon sisteminin bir bölümü hâlâ o dönemden kalma. İspanyol valinin emriyle Küba’daki ilk katedral de burada yapılmış. Katedralin konumu ilginç. Kolomb heykeli ile, İspanyolların katlettiği yerlilerin lideri olan Hatuey heykelleri arasında. Gauntanamo eyaletindeki bu ufak yerleşim kolonyal mimarisi, taşlı yolları, halkın bir araya geldiği ufak meydanları ve parklarıyla, kırsal kültürün ve Küba kasaba yaşamının en iyi gözlenebileceği bir yer. Sanki yarısı bıçakla kesilmişçesine görünen Yunque Dagı, küçük puro atölyeleri ve çikolata fabrikası, sakin kumsalları, insanı ve yaşamıyla Baracoa görülesi bir yer.
Bayamo
İspanyol sömürge Valisi Velazquez’in isim babası olduğu bu yerleşim Küba kimliği ve milliyetçiliğinin de doğum yeri. Küba’nın İspanyol’lara karşı verdiği bağımsızlık savaşındaki komutan Carlos Cespedes burada doğdu, Küba ulusal marşının ilk notaları burada duyuldu. Adeta bir açık hava müzesi olan Bayamo’da 19.yy’dan kalma fayton kullanma alışkanlığı hâlâ devam ediyor.
Trinidad
Trinidad, bütün America kıtasının en iyi korunmuş ve en güzel kültürel miraslarından biridir. 1988’de şehir merkezi ve Iznaga kulesinin olduğu bölge UNESCO kültür mirası ilan edildi. Şekerkamışı üretiminin en gözde olduğu zamanlarda, geçen yüzyılda, tarlalarda çalışan köleleri gözetlemek için kullanılan 45 metrelik kule’nin aslında iki kişi arasındaki, evlenmeyi düşündükleri kızın gözüne girmek için düzenlenen bir yarışma rekabetinden ortaya çıktığı söyleniyor. Kulenin çevresindeki köle barakaları hala görülebilir. İklimi, Karayip denizine yakınlığı ve verimli topraklarıyla hep tercih edilen bir bölge olmuş burası. ‘La Canchanchara’ bu bölgeye özel, bal, rom, lime ile yapılan, serin, tatlı ve ferahlatıcı bir içecek.
Sancti Spiritus
Doğaseverlerin kesinlikle uğraması gereken bir kent. Sömürge tipi mimarinin en güzel, en görkemli örnekleri geniş evlerde, büyük kiliselerde, eski sokaklarda ve duvarlarda yansımış. Yayobo Nehri üzerindeki, 1825 yılında inşa edilen Romanespre taş köprüsü Mostar’ı, Taşköprü’yü aratmıyor. Bu kadar uzak coğrafyalarda yüzyıllara direnen ortaklıklar görmek pek güzel. Efsaneye göre, köprü inşaatı sırasında su yerine süt kullanıldığından köprü günümüze kadar ulaşmış. Köprünün hemen yanındaki Quinta Santa Elena restoranında enfes yemekler, tatlı şarap, köprü ve nehir manzarası, güler yüzlü bir servisi uygun fiyata bulabilirsiniz. Yemeğin sonunda ikram edilen birinci kalite romla birlikte tüttüreceğiniz puroyu bu rom’a batırarak içmeyi deneyin! Sancti Spiritus’un Küba müziğine katkısı balladlarıyla olmuş. Şehirde gittiğiniz mekanlarda bu müziğin farklı olduğunu kolayca anlayacaksınız.
Santiago De Cuba
Küba’nın Karayiplere bakan yüzü. “Junky”lerle tanışmak, Afro-Küba kültürüne ve bir Afro-Küban din olan Santaria’ya inananlarla yakınlaşmak burayı öteki Küba kentlerinden ayıran birkaç özellik. İspanyol işgalinden sonra bir süre Küba’nın başkenti olmuş. İspanya, Afrika, Fransız, Haiti ve Antillerin karışımından oluşan harika bir kültür kokteyli var burada. Haiti’deki devrimden sonra bu ülkeyi terk eden Fransızlar Santiago de Cuba’ya geldiğinden bölgeye girer girmez hissedilen hafif bir Fransız etkisi de var. Pepe Sanchez burada doğduğundan çoğu kimse Bolero’nun da buradan Dünya’ya yayıldığına inanır. Kübalılar içinse burası “Tarihin Başkenti”. Bağımsızlık savaşındaki 29 general burada doğmuş; Jose Marti gerçekte burada gömülü.
Cienfuegos
Güneyin incisini 1819’da Fransız sömürgeciler inşaa etmiş. Neo-klasik mimarinin en güzel örnekleri boylu boyunca sokakları süslüyor. Cienfuegos fırtınalardan defalarca zarar gördüğünden evler göreceli olarak daha yeni ve modern görünümlü. Cienfuegos, dünyaca ünlü swing kralı Benny Moore’un da doğum yeri. Adına her yıl müzik festivali düzenleniyor. Benny Moore’un düzenli olarak içki içtiği bar, artık bir tatil köyünün içinde kalmış ama özelliğini koruyor. Duvarda anısına kocaman bir portresi asılmış, müziği her yerde çalınıyor. Şehrin merkezi 2005’de Dünya Mirası listesine eklenmiş. Dünyanın üçüncü büyük botonik bahçesi de burada. Cienfuegos’da şehrin içindeki bir “Casa”da kalırsanız her yere ulaşmak kadar halkla kaynaşmak da o kadar kolay olur.
Havana
Gerçek ismi “San Cristóbal de La Habana” olan başkent Havana 16 Kasım 1519’da kurulmuş. Şehrin ilk kurulduğu yer “Eski Havana”, şimdilerde UNESCO Dünya Kültür Mirası. Geleneksel Küba kültürü ve tatlarıyla batı tarzı yaşam kültürünü bir arada bulacağınız, 24 saati dolu dolu yaşayan bir şehir burası. Restorasyonu hala süren 18.yy’dan kalma evleriyle Havana’nın sahil şeridi boyunca uzanan Malecon’da yürüyüp güneşi batırmadan, Devrim Müzesi ve Karl Marx Tiyatrosunu gezmeden, Hotel National’in bahçesinde okyanusu seyretmeden, Meliha Cohiba otelindeki Havana Club gösterisini izlemeden, Katedral Meydanı, Rom Müzesi’ni ziyaret etmeden Havana’dan geçmeyin. Ayrıca akşamları 21.00’de Havana Kale’sinde, İspanyol askerlerden kalma bir geleneğin canlandırıldığı ”zincir çekme töreni” de izlenmesi gerekenler arasında. Törenin sonunda bir sürpriz de size bekleyecek(!)
Dünya Mirası ilan edilen Eski Havana’nın restorasyonu için yeterli finansman gelmeyince, bu işi üstlenmek üzere, kendi kendine finasman yaratan döner sermaye benzeri bir yapısı olan, Habaguanex adlı ayrı bir işletme kurulmuş. Eski Havana bölgesinde bulunan bütün restoran, kafe ve müzelerin yönetimi bu kuruluşa devredilmiş. Toplanan gelirin %45’i devam eden restorasyonlara harcanıyor, %35’i buralarda çalışanlara, kaln %20’si de devlete veriliyor. 19 yeni otel ve sayısız restoran, kafe, sanat galerisi açılmış.
İki kent daha
Varadero yolu üzerinde bulunan, “Küba’nın Atinası” ya da “Köprüler Şehri” olarak bilinen Matanzas, sahip olduğu zengin kültürel mirasıyla, dünya müziğine yaptığı katkılarıyla görülmesi gereken bir şehir.
Villa Clara eyaletindeki Santa Clara’daysa görülecek iki önemli eser var. Ernesto Che Guevara’nın anıtmezarı ve 16. yy’da yapılan San Juan de los Remedios.
**
Küba’da 4-5 yıldızlı otellerde kalmak istemeyenler ya da pansiyon yaşamını sevenler için de Casa Particular (oda-kahvaltı veren özel ev) sistemi var. Günlük, ortalama 20-25 CUC (Convertible Peso) arasında bir bedelle konaklayabilir, buralarda 10-15 CUC fazla ödeyerek, özellikle deniz ürünleri ağırlıklı, lezzetli akşam yemekleri yiyebilirsiniz. Böylece, Kübalıları ve yaşamlarını daha yakından tanıma fırsatı bulabilirsiniz.
Şehirlerarası ulaşım için tren, otobüs, uçak, araba kiralama gibi birçok seçenek var. Ayrıca meraklıları için bisikletiyle gelip adayı baştan başa gezen gezginleri de görmek olası. Özellikle Havana’daki bisikletli şehir turları oldukça ilginç. Küba’da plakaların renginden aracın kime ait olduğunu anlamakta mümkün: mavi – devlet, sarı – özel, kahverengi – kiralık, siyah – diplomatik ve beyaz – şirket. Eğer kiralık bir arabayla geziyorsanız otostop çeken Kübalıları almanızda bir sakınca yok. Unutmayın ki Küba dünyanın en güvenli ülkelerinden biri.
Küba’nın özünü oluşturan, 500 yıllık kültürel birikime katkı yapan Küba Mimarisi entellektüellerin ve ressamların esin kaynağı oldu. Eğer Küba’yı ve insanını anlamak istiyorsanız, yüzyılların birikimi ile inşa edilmiş bu şehirleri keşfetmeniz gerekiyor. Nereye giderseniz gidin, Küba’yı anlatan küçük birşey bulacaksanız; bir tat, bir deyiş, bir ritm, bir mimari yapı ya da bir efsane.
Klasik turizm gelirlerinin yanında, son 20 yıldır, Küba’nın verdiği sağlık hizmetleri yılda 40 milyon dolar gelir getiren ve giderek daha ilgi görüp büyüyen yeni bir turizm alanına dönüşüyor. 2005’de, 19.600 yabancı hasta göz, parkinson ve ortopedik hastalıklarla ilgili ameliyat yaptırmak ya da MS tedavisi olmak için adayı ziyaret ettiler. Hatta, Ekim 2007’de, bazı Amerikan ve Kanada vatandaşları sağlık turizminden yararlanmak üzere Küba’ya geldi.
Karayiblerin bu en büyük adası, nefes açan, upuzun, beyaz kumlu kumsallarıyla, şehirleşmenin en medeni ve güzel örnekleriyle, tarihi ve doğal dokunun korunmuşluğuyla, ekolojik yaşam biçimiyle, bütün dünyadan turistleri ağırlamaya her zamankinden daha hazır. Küba sizi bekliyor. Ben burada size sadece kapıyı aralıyorum, açıp içeri girmek ve kendi Küba’nızı keşfetmek size kalıyor.
Cuba Si!
Cüneyt GÖKSU
Cuneyt.Goksu@Gmail.com

Türk-İsrail gerginliğinin perde arkası

Türkiye'de sermayenin el değiştirmesine direnen bir grup ile hükümet arasında ilan edilmemiş bir savaş yaşanıyor. Bu savaşta İsrail'in hükümetin yanında yer almayacağını biliyoruz.
Türkiye gündemini bir anda işgal eden ve geniş kitleleri harekete geçiren, sokak gösterilerine neden olan İsrail’in Mavi Marmara gemisine silahlı müdahalesi konusunda her kafadan bir ses çıktığını görüyoruz. Bu konuda farklı değerlendirmeler içeren bir yazıyı kaleme almak isteğim, bu makalenin ortaya çıkmasını sağladı.

Olayla ilgili çok sayıdaki yorumun sığlığı karşısında, İsrail’in yardım gemisi operasyonunun perde arkasını, kimsenin söylemeye cesaret edemediği gerçekleri, bir zemine dayanmayan komplo teorilerinden uzak durarak açıklamaya çalışacağım.

Herşeyden önce şunun iyi bilinmesi gerekir ki, silahsız insanlara bombalar ve silahlar ile müdahale ederek kanlı bir operasyon gerçekleştirilmesi, insan haklarına, evrensel hukuk kurallarına aykırıdır. Daha da ileri gidersek, savaş hukukuna bile aykırı bir durumdur. Bu gerçeği, müdahaleyi yapan İsrail’in de bildiğini ve gelebilecek tepkileri göğüslemek pahasına bu eylemi gerçekleştirdiğini düşünüyorum. Bir birey olarak İsrail’in bu operasyonunu haklı çıkarmaya çalışmak ya da mazur göstermeye çalışmanın da vahşete ortaklık yapmak anlamına geleceğine inananlardanım. Bu nedenle, kanlı İsrail operasyonunu kınıyorum.

İşin kınama ve tepki tarafında çok sayıda yorumcuyla aynı kulvara girdik. Ne var ki, olayın perde arkasını görmek açsından biraz daha ilerlemek, farklı noktalara yoğunlaşmak gereği duyuyorum.

Türk-İsrail ilişkilerindeki soğukluğun “One Minute” kriziyle başladığını savunanlar çok yanılıyorlar. Bu krizden önce de özellikle Türkiye içinde İsrail’i rahatsız eden “sermayenin el değiştirmesi” ve “Türkiye’nin eksen kayması” süreci yaşanmaktaydı ve bu süreçten İsrail’in ciddi rahatsızlıkları bulunuyordu. Bu rahatsızlıklara karşı İsrail’in Türkiye içinde ve dışında çeşitli açık ya da gizli- operasyonlara girdiğini gösteren ipuçları da yok değildir.

AK Parti iktidarında, sermayenin el değiştirmesi biçiminde ifade edilebilecek olan güçlü bir “Müslüman Sermaye” ya da “Yeşil Sermaye” yaratılması süreci başladı. Özellikle büyük belediyelerinden yüklü miktarlarda iş alan müteahhitler ve enerji-ulaştırma-inşaat sektöründeki ihalelerde gözle görülür bir el değiştirme süreci yaşandı. Eskiden bu birimlerden iş alan tanınmış iş adamlar ve şirketler, bu birimlerin yanına bile yaklaşamaz oldular. Sermayenin el değiştirmesi süreci, yeni tip müteahhitlerin sakallı olması ya da eşlerinin başörtüsüyle açıklanabilecek kadar basit bir olay değildir.

Son yıllarda yeni bir sermaye grubu, iktidara sonsuz destek veren ve varlık koşulunu AK Parti iktidarında gören bir sermaye grubu yaratılmaya başlandı. Bu süreçte eski tüfek sermayedarların yeni ittifaklara girmesi ve hükümet üzerinde baskı kurmaya çalışması kaçınılmazdı. Eski sermaye gruplarına hükümetin bütün iletişim yollarını kapaması, bir ekonomik savaşın da kapısını aralamıştır. Bu ekonomik savaş, Türkiye ötesine taşan ilişkiler yumağıyla İsrail’i de rahatsız eden gelişmelerin ilk ayağıdır.

Gerçekten de bugün kamu ihalelerinden pay alanlar ile 10 yıl önce pay alanlar arasında bir karşılaştırma yapılırsa, neredeyse sermayenin tamamıyla el değiştirdiğinin ilk bakışta göze çarpacağını göreceksiniz.

Türkiye’nin eksen kayması konusunu değerlendirirken, CIA görevlisi ve CIA’nın Türkiye-Orta Doğu Masası eski şefi Graham Fuller’den bahsetmemek olmaz. Fuller’ın düşüncelerini, bu düşüncelere yakın olan bir gazetenin yazarının kaleminden tanıyalım(http://www.taraf.com.tr/cemil-ertem/makale-yeni-turkiye-cumhuriyeti.htm ) istiyorum. Taraf gazetesi yazarı Cemil Ertem’e göre, Fuller’ın Yeni Türkiye Cumhuriyeti kitabını bugün önemli kılan çok önemli gelişme, ABD’nin 2008 krizi sonrası Obama iktidarı ile birlikte yaşamakta olduğu eksen değişikliği; bu değişikliğin Ortadoğu ve Türkiye’ye olan yansımalarının belirginleşmesi ve Fuller’in bu değişimi 2007 yılında öngörmüş olması. Tabii ki bu şaşırtıcı değil. Çünkü ABD bu krize ve krizle birlikte gelecek değişime çok uzun bir süredir hazırlanıyordu.

Cemil Ertem, çok önemli bir tespitte bulunuyor : “Fuller’in tezinde belirgin olmayan sonuçlar artık netleşti. Ortadoğu coğrafyası, Türkiye üzerinden hızla finanstan başlamak üzere Batı piyasalarına entegre olacak. İstanbul’un finans merkezi olma projesi bunun önemli bir parçasıdır. Rusya ve Kafkaslardaki enerji merkezleri de yine Türkiye üzerinden AB’ye bağlanacak ve yeni bir enerji pazarı oluşturulacak... Bu “stratejik bağlantılar, Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” tezi ile örtüşmektedir ve Fuller, Türkiye’nin yakaladığı bu derinliği, Türkiye-ABD ilişkilerini kaçınılmaz şekilde değiştirecek, uzun dönemli bir jeopolitik kayma olarak değerlendiriyor. Cemil Ertem’in Taraf gazetesindeki makalesinden lıntı yapmamın nedeni, Türkiye’deki eksen kayması ve bunun Türk dış politikasına entegre edilmesi konusunda Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” tezine atıfta bulunmasıyla ilgilidir.

Konuyu dağıtmadan toparlamak gerekirse, Türkiye’de sermayenin el değiştirmesine direnen bir grup ile hükümet arasında ilan edilmemiş bir savaş yaşanıyor. Bu savaşta İsrail’in hükümetin yanında yer almayacağını biliyoruz. Çünkü, İsrail’e yakın olan çok sayıda işadamı, bu süreçte bilinçli olarak ekonomik hayattan dışlanmıştır. İsrail’in bunu kolay hazmetmesi düşünülemezdi. Bu önemli neden, İsrail-Türkiye ilişkilerindeki gerginliğin nedenlerinden birisidir.

İkinci olarak, Türkiye’de eksen kaymasından söz ettik. Türkiye’nin laik Batı kampından Orta Doğu coğrafyasında lider rol oynayabilecek bir stratejiye yönelmesi ya da yönlendirilmesi, İsrail için hiç de kabul edilebilecek bir gelişme sayılmazdı. Yıllardır parçalanmışlıklarıyla İsrail’e tehdit oluşturmayan Orta Doğu ve özellikle Arap ülkeleri, Türkiye’nin liderliğinde İsrail için bir tehdit noktasına gelebilirdi. Özellikle İran ve Suriye’nin Türkiye ile yakınlaşan ilişkileri, Türkiye’nin Lübnan ve Filistin sorunlarına aktif müdahale etmeye başlaması, İsrail için tehlike çanlarının çalmaya başlaması demekti.

Türk-İsrail ilişkilerinde gelinen noktayı anlayabilmek için, Türkiye’de sermayenin el değiştirmesi ve Türkiye’nin Orta Doğu merkezli yeni bir stratejik rol sahibi yapılması süreciyle ilintili yeni küresel projelerin dikkate alınması zorunludur.

Ortada kolay anlaşılamayacak ilişkiler ve “derin bir oyun” olduğu anlaşılıyor. Bu oyunda ABD’nin başrolü oynadığı, Türkiye’nin de oyunun başrol oyuncuları arasında yer aldığı kesindir. Kestirilemeyen ise bu oyunda İsrail’in bilinçli olarak yer alıp almadığıdır. Eğer İsrail, oyunun dışında bırakılmışsa, gelecek günlerde Türkiye-İsrail ilişkilerinde yeni çatlaklar ve tırmanmalar yaşanması muhtemeldir. Ancak, İsrail de oyunun içinde bir oyun kurucu rolündeyse, Türkiye-İsrail ilişkileri rayında tutularak iki ülke arasındaki gerginlik, tribünlere oynayan yeni ve kontrollü krizlerin ötesine geçmeyecektir.

Türkiye-İsrail ilişkilerini ve gerginliğini, Graham Fuller’in Yeni Türkiye Cumhuriyeti kitabında dile getirdiği tezlerden, ABD’nin Türkiye’ye biçtiği yeni stratejik rolden, ülke içinde sermayenin el değiştirmesi ve Orta Doğu’ya ilişkin yeni küresel projelerden bağımsız ele almak ve çözümlemeye çalışmak, okyanusun derinliklerine düşen bir toplu iğneyi aramak kadar zordur.

İleriki günlerdeki gelişmeler, tezimizin daha da netleşmesi açısından yeni ipuçları verecektir. Gelişmeleri izlemeye devam edeceğiz.

BİROL ERTAN

Radikal / 14/06/2010

Doç. Dr. Birol Ertan: Siyaset Bilimci


Şeyh Said İsyanı ve Yeni Resimler

Suleyman Akkoyun’un “Şêx Saîd İsyani’nda Resmi Ideoloji ve Türk Solunun Iflasi” baslikli yazisini okuyunca daha once yazdigim fakat bazi sebeplerden dolayi nokta koyamadigim Seyh Said Isyani ile ilgili yazimi hatirlayip cikardim. Suleyman Akkoyun’un detayli ve doyurucu yazisindan sonra boyle bir yazinin geregi yok diye dusundum, fakat farkli bir pencereden olaya bakmak icin yaziya bazi eklemeler yaparak okuyucularin bilgisine sunuyorum. Akkoyun’un yazisindan bir alinti yaparak baslamak istiyorum. Ikinci paragraf su cumleyle basliyor:

Mustafa Kemal hem İngilizlerin hem de Osmanlı hükümetinin temsilcisi olarak Kürdistan’a atanmıştı. Görev kağıdında, ‘Bazı komutanlar silahlarını teslim etmiyorlar ve halkı silahlandırıyorlar, bunu önle.! Halk komiteleri kuruluyor, bunu dağıt.!’ emri yazılıydı.

Buradaki tesbit cok dogrudur. Dogrulugunu asagida verecegim tarihi bilgilerle gosterecegim. Ittihat ve Terakki’cilerin cahilane savas taktikleri sonucu maglup olan Osmanli’nin payitahti Ingilizler tarafindan isgal edilince Padisah Vahdettin bir taraftan somurgecileri oyalamaya calisirken diger taraftan da el altindan yetismis olan askerleri Anadolu’ya sevketmek icin ugrasiyordu. Siz bakmayin militarist Kemalist’lerin Vahdettin’e “vatan haini” demesine.

Kimin vatan haini oldugunu cok iyi biliyorum ama su kahrolasi koruma kanunlari (2863 sayılı kültür ve tabiat varlıklarını koruma kanunu, 4077 sayili tuketiciyi koruma kanunu, 1567 sayili Turk parasi kiymetini koruma kanunu, 1117 sayili kucukleri muzir nesriyattan koruma kanunu, 5199 sayili hayvanlari koruma kanunu... ve 25 Temmuz 1951’de Demokrat Parti tarafindan cikartilan 5816 sayili Ataturk’u koruma kanunu) kalemimi ve klavyemi bagliyor.

Padisah Vahdettin’in Anadolu’ya mucadele baslatmak icin gondermek icin ugrastigi askerlerden biri de Mustafa Kemal’di. Murat Bardakci’nin “Şahbaba” adli kitabinda geciyor, Padisah Vahdettin’in yegegini Bekir Sami''nin ifadesine gore Mustafa Kemal Istanbul''da kalip Harbiye Naziri olmak istiyormus. Padisah zor bere Mustafa Kemal’i ikna edip, cebine yuklu bir miktarda da altin koyup zorla Anadolu''ya gonderir. Anadolu’ya gittigi zaman bircok askeri ve sivil eshasin ona saygi gostermesi Padisah’in yaveri unvaniyla gitmesindendi.

Baligin ciktigi kavaktan bahseden resmi tarihte ise yikik dokuk bir gemi ile gizlice Samsun’a gitti oradan Anadolu’ya gectigi safsatasi anlatilir. Damat Ferit Pasa’nin su ifadelerine de bakmak lazim (saniyorum Suleyman Akkoyun yukaridaki ifadesinden bunu kasdediyor): "Mustafa Kemal Paşa''yı da müfettişliğe tâyin edişimiz İngilizler''in tavsiyesi üzerine oldu.”

Lord Kinross’un, Necdet Sander tarafindan Turkce’ye cevrilen “Ataturk: Bir Milletin Yeniden Dogusu” adli kitabin “Imparatorlugun paylasimi” baslikli bolumunde Mustafa Kemal’in Daily Mail gazetesinin muhabiri G. Ward Price''i araci yaparak Ingilizler’den valilik koparmaya calistigini yazar: “Mustafa Kemal, İngilizlerin ağzını dolaylı yoldan aratmaya karar verdi ve aracılığa, tanınmış bir gazeteci olan Daily Mail gazetesinin muhabiri G. Ward Price''ı seçti. Pera Palas otelinin müdürüyle haber göndererek gazeteciyi kahve içmeye çağırdı. Ward Price de Genelkurmayın istihbarat servisindeki albaya danıştıktan sonra çağrıyı kabul etti.

Mustafa Kemal onu üniformasıyla değil de, sırtında jaketatay ve başında fesle karşıladı. Ward Price, Mustafa Kemal''i yakışıklı ve erkek tipli (C.Akbay’in notu: elin gavuru bile M. Kemal’in “erkek tipli” oldugunu hemen anliyor, hmm) buldu. Elini kolunu oynatmadan, sakin ve ölçülü bir sesle konuşuyordu. Yanında arkadaşı Refet Bey vardı. Mustafa Kemal, gazeteciye, ülkesinin savaşa yanlış safta katılmış olduğunu itiraf etti. Türklerin İngilizlerle hiç çatışmamaları gerekirdi. Bunu sırf Enver''in baskısıyla yapmışlardı. Savaşı kaybetmişlerdi. Şimdi bunu çok pahalı ödeyeceklerdi. Anadolu bölünecekti.

 
Mustafa Kemal, Fransızların ülke içine sokulmalarına karşıydı. Halk, belki bir İngiliz yönetimini daha az güçlükle hazmedebilirdi. ''Eğer İngilizler Anadolu''da sorumluluğu üzerlerine almak niyetindeyseler tecrübeli valilere ihtiyaçları olacaktır,'' dedi. ''Bu sıfatla yardımı arzedebileceğim bir makamla temasa geçmek isterdim.'' Ward Price, gizli servisteki albaya bu konuşmayı anlattı. Albay bunun üzerinde durmayarak, ''Yakında iş isteyen daha bir sürü Türk generali çıkacak,'' dedi.”


Bu bilgi Turkiye’deki koy kutuphanelerinde bile bir nushasi mutlaka bulunan Lord Kinross’un meshur kitabinda geciyor. Bu kitabin hepsini internette okumak da mumkundur: http://www.1001kitap.com/Tarih/Kinross/ataturk/index.html. Bu kitabi herkesin mutlaka okumasi gerektigine inaniyorum. Tabi satiraralarini okumasini bilenlerin ogrenecegi cok sifreler vardir bu kitapta.

Demek neymis efendim… Mustafa Kemal ‘namussuz Fransizlar ulkemizi isgal edeceklerine Ingilizler Anadolu’yu somurgelestirsin, ben de tecrubeli bir insan olarak sizin gonullu valiliginizi kabul ederim’ diye isgalci Ingilizler’den valilik talebinde bulunmus! Ve demek neymis efendim… Ingiliz isgal guclerinden bir albay da ‘yakinda is isteyen daha bir suru Turk generali cikacak’ diyerek halaskarimiz M. Kemal’in teklifini reddetmis. Ingilizler bu teklifi kabul etselermis Anadolu da tipki diger somurgeler gibi Ingiliz somurgesi olurdu. Millet de en azindan Ingilizce ogrenirdi. Netice itibariyle gene Ingiliz somurgesi olduk (Lozan’i dusunelim). Padisah Vahdettin’in zorlamasiyla kirik dokuk olmayan Bandirma Vapuru’yla Samsun’a (19 Mayis 1919) geldikten sonra 21 Mayis 1919’da Erzurum’da 15. Kolordu komutanlığıni yapan Kazim Karabekir’le padisahin yaveri unvaniyla temasa gecer. 23 Temmuz 1919’da gerceklesen Erzurum Kongresi ve 4 Eylul 1919’da baslayan Sivas Kongresi Kazim Karabekir’in onayak olmasiyla toplanir. Karabekir Pasa, Mondros Mutarekesi geregi askerini terhis etmeyen ve cephaneligin anahtarlarini teslim etmeyen tek ordu komutaniydi.

 
Kazim Karabekir ve Padisah Vahdettin’in destegi olmasaydi Mustafa Kemal’in Anadolu’da hicbir onemi yoktu. Karabekir Pasa, Kurtuluş Savaşı''nda Edirne milletvekilliği ve Doğu cephesi komutanlığı yapti. Erzurum ve Sivas’taki kongrelerde Mustafa Kemal’e kafa tutan delegeleri “adamin liderlik ozelligi var, ona ihtiyacimiz var” diyerek o susturuyordu. “Adam ihtiras sahibi, simdinden bize emir vermeye kalkisiyor, yarin ipleri eline gecirirse ulkeyi ucuruma gotureceginden korkuyoruz” diyenlere “tereddute mahal yok, ipler bizim elimizde, gerekirse ipini ceker, uygun zemine kaydiririz” diyen de Karabekirdi. Sonrasini malum… Karabekir Pasa, Kurtuluş Savaşı''nın bitiminden sonra I. Ordu müfettişliğine atandı, 29 Haziran 1923''te İstanbul milletvekili olarak Ikinci Meclis’e girdi. Hem asker hem de Milletvekili’ydi.

Mustafa Kemal, bir taktik geregi ‘ya asker ya da milletvekilligi’ sartini kosarak bircok insanin ikisinden birini secmeye zorladi. Kazim Karabekir gibi asker ustunde tesiri buyuk olan muhaliflerini zayiflatmak amacindaydi. Karabekir Pasa da Mustafa Kemal’in buyuk bir nufuz kazandigini farketmis ve askeri alanda onunla mucadele etmenin gereksiz oldugunu, bunun yerine siyasi arenada mucadele etmeyi secti. Hem askerlik vazifesinden hem de Halk Parisi’nden istifa etti.

 
Kazim Karabekir, Mustafa Kemal’in entrika ve ayak oyunlarindan rahatsiz olan Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Rauf Orbay, Adnan Adıvar, Rüşdü Paşa, ismail Canbolat, Sabit Sağıroğlu, Ahmet Şükrü, Ahmet Muhtar Çilli, Halis Turgut, Necati Kurtuluş, Faik Günday gibi diger insanlarla birlikte Terakkiperver Cumhuriyet Firkasi (TCF)’ni kurdu (17 Kasim 1924). Karabekir baskan, Adivar ve Orbay baskan yardimcilari, Cebesoy da genel sekreterdi. 29 Ekim 1923’te bir hile ile hicbir muhalifin Meclis’te olmadigi bir zamanda, Meclis’te bulunan vekillerin bile yuzde altmisina yakini karsi olmasina ragmen Cumhuriyet ilan edilmis ve ipler tamamen Mustafa Kemal’in elien gecmisti. Terakkiperver Cumhuriyet Firkasi, Halk Parisi’nden sonra Turkiye Cumhuriyeti’nin ikinci partisiydi.

 
Mustafa Kemal’in dumende bulundugu rejim yeni olmasina ragmen halk ona ve rejimine bir turlu isinamamisti. Cunku onun ihtiras ve ac gozlulugunu sevmiyordu. TCF bir anda halkin ilgisini cekti, halkin inanclarini inkar ve reddeden Halk Partisi’nin aksine, halkin inancina ve kulturune saygili davranacaklarina soz veriyorlardi. Halka tepeden bakan, onlari gudulmesi gereken koyun ve sagilmasi gereken inek surusu gibi goren Halk Partisi zihniyetini ve lider kadrosunun halkla kan uyusmazligi vardi. Halk onlari hic sevmedi hala da sevmiyor. Kurtulus Savasi’nda Mustafa Kemal’in kendileri icin savastigini sanan halk onu sevmisti. Gercek yuzunu yeni gordukleri Mustafa Kemal’i sevmiyorlardi.

Gorustugum bircok ihtiyar Kurd’e Mustafa Kemal’i sordugum zaman bana ‘Mustafa Kemal cok dindar bir insandi, sabah namazina beraber kalkardik, ama savastan sonra Ingilizler onu oldurup yerine ona benzeyen birisini yerlestirmisler!’ diyorlardi. Onlar bile aslinda o gostermelik, abdestsiz belki cunup namaz kilanin ayni Mustafa Kemal oldugunu bir turlu kabullenemiyorlardi. Tipki bir zamanlar ‘elinde Kur’an gogsunde iman, geliyor sultan Suleyman’ diye kursuye davet edilen Suleyman Demirel’in 28 Subat’ta gercek yuzunu gosterince hayal kirikligina ugrayan saf muslumanlar gibi. Oysa Mustafa Kemal icin tek bir gaye vardi, makam ve mevku, zevk ve sefa… Onun otesinde hicbir gayesi yoktu.

1996’da “Ataturk Ilke ve Inkilaplari alayhine internet araciligiyla propaganda yapmak”tan dolayi (baska gerekceler de vardi) magdur edilip Turkiye’ye donmeye zorlaninca “madem Ataturk yuzunden cagrildim, o halde bu adami, soyunu, sopunu, gelmisini, gecmisini, ilkelerini ogrenmem lazim” diyerek onlarca kitap okudum. Diger arastirma gorevlileri kutuphaneden kimya ile ilgili kitap alirken, ben Mustafa Kemal ile ilgili kitap alip okudum. Bu zatin hayatini, hayatinin satir aralarini, kalbindekini, amacini cok iyi biliyorum. Kitaplari defalarca okudum. Satir aralarina baktim. Vardigim sonuc yukarida ozetledigim seklindedir. O iyi bir askerdi, kurnazdi, zekiydi, ama yegane gayesi makam ver zevk-u sefaydi. Vatan kurtarma falan zevahiri kurtarmak icin, emeline ulasmak icin kullandigi bir aracti. Vatan icin yanip tutusan bir insan isgal guclerinden valilik talebinde bulunur muydu?

Kazim Karabekir’in partisi TCF, Mustafa Kemal ve dalkavuklarinin icraatleri yuzunden hayal kirikligina ugrayan halk icin Nuh’un gemisi, bir deniz feneri olmustu. Firtinali okyanusta bogulmak uzere olan insanlarin kurtarma botlarina akin etmesi gibi halk TCF’na akin ediyordu. Bu durum Cumhuriyet baronlarinin hosuna gitmemisti. Rejimden nemalanan kemalist kadro, Mustafa Kemal ve rejim dalkavuklari binbir entrika ve hile ile elde ettikleri nimetleri “cahil halka” verme niyetinde degillerdi.

Hem halk cahildi, neyin dogru neyin yanlis oldugunu bilmiyorlardi! Onlari egitmek lazimdi, onlari yola getirmeleri lazimdi. Onlari ancak Kemalist kadrolar egitebilirdi! Halk onlardan kactikca onlar hilelerini ve baskilarini artirdi. Kemalist kadro halktan kopuktu, sirtlari pek, karinlari toktu. Halk aclikla mucadele ederken Kemalist kadro sabahlara kadar kumar ve eglence partileri duzenliyorlardi. Hayatlari “vur patlasin, cal oynasin” ile ozetlenebilirdi. Halk ise perisanlik icinde cirpiniyordu. Karni aç olan halk “açım” diye ciglik atarken Kemalist kadro “gardrop devrim”i yaparak aç insanlara sapka alma mecburiyeti getiriyor, kadinlari aciyordu. Sapka Kanunu gibi maskaraliklarla ugrasiyorlardi.

 
Jakoben Kemalist kadroya gore halk gercekten cahildi, guzelim cicili bicili fotr sapka giyerek Batili olmak varken onlar kalkip carik takmaya devam ediyorlardi… Kendilerine sapka gibi bir nimet getiren, puro icip kokteyller duzenleyen Halk Partisi ileri gelenleri yerine agizlari corba kokan cahil halkla icli disli olan TCF mensuplarina gidiyorlardi. Kemalist kadro bu cahil halki terbiye etmenin baska yolu oldugunu cok iyi biliyordu. Ne de olsa bunlar entrikalarini Ittihat ve Terakki’den aliyorlardi.

Halki yola getirmenin en pratik yolu siddet ve entrikadir! Bu konuda ellerine su dokebilecek yoktu. Zaten Mustafa Kemal ileride “bu Cumhuriyet’i kan ve irfanla kurduk!” diyecekti. Cumhuriyet tarihinde, gunes dil teorisi ve Cankaya’da toplanan kemalist kadronun sabahlara kadarki raki icme merasimlerinde kimin Turk olup olmadigini tesbit etmek icin kafalarin cetvelle olculmek gibi bilimsel deneylerinden baska irfan(!) ile ilgili bir icraat goremiyorum. Ama oluk oluk kan akitildigina, butun Anadolu’yu bastan basa kanla islattiklarina, hatta yedi duvelin bile akitmayi basaramadigi kani onlarin akittigina butun dunya sahittir.

Halkin TCF’ye iltifati basta Mustafa Kemal olmak uzere kemalist kadroyu cilgina ceviriyordu. 21 Kasim 1924’te The Times muhabiri Maxwell Macartney ile yaptigi soyleside Mustafa Kemal TCF hakkinda: “Terakkiperverler, cumhuriyetçiliklerinde samimi değiller, programları bir sahtekarlık örneği, onlar düpedüz gerici" diyerek TCF mensuplarini bölücü, nankör, vatan haini olarak goruyordu. Isin aslina bakilirsa TCF ileri gelenleri ne seriatciydilar ne de hain, onlari tarif eden en iyi kelime “liberal”dir. Zaten bir muddet oncesine kadar Halk Partili’ydiler, Halk Partisi’nden istifa edip bu partiyi kurmuslardi. Liberaldiler ve halkin inanclarina saygiyi esas goruyorlardi. Parti programindaki 6. maddede “Fırka, efkar ve itikadatı diniyyeye hürmetkardır" yani “Parti, dini dusunce ve inanislara saygilidir” maddesi bile Halk Partisi ileri gelenlerini cildirtmaya yetiyordu.

Nasil olur da bir parti, halk denen cuhela takiminin fikirlerine saygi gosteriyor, gostermeye curret ediyordu?! Olacak sey degil. Halk dediginiz kim ki?! Ac kalsa bile lider kadronun raki parasini, eglence masraflarini karsilayacak vergisini tikir tikir vermek zorunda olan, ihtiyac duyuldugu zaman lider kadro samanlikta saklanirken kendisi dusmanla gorus goguse sehit olmak pahasina carpismak zorunda olan, meydanlarda Halk Partisi’ni ve liderlerini avuclarinin ici patlatircasina alkislayan amigo surusudur! Bunun disinda halkin Kemalist jakobenlerin yaninda zerre kadar degeri yoktu! Iste bu cahil halk kalkmis, Halk Partisi yerine TCF denen gerici partiye yonelm terbiyesizligi gosteriyordu! Olacak gibi degil...

Kizgin bogalar gibi burunlarindan soluyan, koltuklarini tehlikede goren kemalist kadro, halki “biz size gosteririz!” diye terbiye etmek ve TCF’yi kapatmak icin care ariyordu. Partilere karsi tarafsiz olmasi gereken bir Cumhurbaskani’nin (CHP’li Ahmet Necdet Sezer’in kulaklari cinlasin) kurulusunun uzerinden henuz 4 gün (yaziyla dört gün) gecen bir parti hakkinda boyle nefretle bahsetmesi, M. Kemal ve kemalist jakobenlerin TCF icin hic de iyi dusunmediklerini gosteriyordu.

Ulke genelinde Halk Partisi’ne olan kizginlik kemalist tabakayi epeyden beri rahatsiz ediyordu zaten. Mustafa Kemal ve köpeği Ismet Pasa (Grey Wolf’un yazari Ismet Inonu icin bu sifati uygun gormus) bir kanunla sadece TCF’yi degil butun halki kapatmak istiyorlardi. Ama vekillerin cogu Cankaya tarafindan atanmasina ragmen, Meclis bu basi makamla sarhos olan lider kadrosunun keyfine gore hareket etmiyordu. Nitekim TCF’nin kuruldugu gunlerde ulke capinda sikiyonetim ilan edilmesini isteyen Basbakan Ismet Pasa’nin istegi Meclis tarafindan reddedilmis ve o da basbakanliktan istifa etmis, onun yerine yumusak huyluluguyla bilinen Ali Fethi Okyar basbakan olmustu.

Mustafa Kemal, avci köpeği olan Ismet’i kargasa cikartmak ve seytani planlar yapmak icin gorevlendirmisti (George Orwell’in Hayvanlar Ciftligi’ndeki Napoleon ve kopeklerini hatirlayiniz). M. Kemal ve finosu basbasa verip, halki topyekun sindirmenin ve muhalefeti ebediyen susturmanin yolunu arastiriyorlardi.

Ellerinde ise yarayacak bir malzeme vardi, onu kullanabilirlerdi belki. Kurdistan Teali Cemiyeti’nin 1921’de kapatilmasi uzerine Rêxistina Azadî kurulmustu. Kemalist kadro, sadece dini kimlige degil etnik kimlige de tahammul etmiyorlardi. Onun icin ulkenin dortbir yanindaki insanlar rahatsizdi, ama Dogu’da bu rahatsizlik had sahfadaydi. Rêxistina Azadî Baskani Cibranlı Halit Bey ve Yusuf Ziya 1924 yılının Ekim ayında tutuklanmalari Kurdler’deki rahatsizligi daha da artirmisti. Azadî’nin liderligi Şeyh Said’e kalır. Şeyh Said ulkedeki herkes gibi ulkenin gidisatindan ve yeni rejimin Kurdler’e karsi tutumundan rahatsizdi. Ankara’yla karsilikli gorusme talebinde bulunur. Bu gorusmenin sonucuna gore tavrini ortaya koyacakti.

TCF’nin onlenemeyen yukselisi ve halkin Halk Partisi’nden engellenemeyen kacisi kemalist burjuvayi tedirgin etmisti. Rejim, cikaracagi bir Kurd isyani ile bir cok amacini gerceklestirebilirdi. Asi bir tabiata sahip olan bu Kurd denen eskiya surusunun burnunu surtup bir daha dirilmemek uzere tarihin karanlik sayfasina gomeceklerdi. Bu vesile ile planlanan ari Turk irki icin zemin hazirlanacakti. Ayrica bu vesile ile diger rejim karsitlarina da mesaj gonderilecekti. Ustune ustluk, bu bahaneyle butun muhalefet susturulacakti. Seyh Said’in ise isyan niyeti yoktu, once yeni rejimin ileri gelenleriyle oturup onlarin niyetlerini ogrenmek istiyordu. Mustafa Kemal’in avci köpegi av pesindeydi.

Ismet Pasa sagirdi ama fitnede ve fesatta seytani bir zekaya sahipti. Samanliklarda saklanarak meydan muharebeleri kazanmak(!) her komutanin harci degildir. Once arazi calismasi yapti, cok sayida Turk askerine Kurd kiyafetleri giydirerek Dogu’nun hassas bolgelerine yerlestirdi. Kivilcim cakildigi an onlar benzin olup atesi alevlendireceklerdi. Bir de Seyh Said’i tahrik etmek icin 15 kisilik bir jandarma mufrezesi hazirlanmisti. Bunlarin gorevi onemliydi, gayeleri yangini baslatacak kivilcimi temin etmekti.

Sayh Said, gozu hirs burumus bu eskiyalarin planlarindan habersizdi. Beraberindekilerle birlikte bir dugun munasebetiyle 13 Subat 1925 gunu, Ergani civarindaki Piran koyune, kardesi Seyh Abdurrahim’e misafirlige gidiyordu. Konagin genis sofrasinda yuzden fazla insan yerde diz cokmus, kosebasinda oturan Seyh Said’in tatli sohbetini dinliyorlardi. Konusma konusu butun ulke insaninin kafasindaki konuydu: “Medreseler kapatıldı. Din ve Vakıflar Nazırlığı kaldırıldı. Din tedrisatı Maarife bağlandı. Gazetelerde birtakım dinsiz muharrirler Peygamber Efendimize dil uzatmaya cüret ediyorlar. Ben bugün, elimden gelse, bizzat dövüşmeye başlar ve dinin yük¬seltilmesine gayret ederim” diyordu.

Kemalist rejimin propaganda bulteni olan resmi tarih kitaplarinda bahsedildigi gibi bu ifadeler Cum’a namazi oncesi milleti tahrik etmek icin camide sarfedilmemis, bir evde sahsi bir sohbette soylenmistir. Yeni kurulmus kemalist rejimin icraatlerine karsi rahatsizligini belirtiyor. Niyeti kiyam olan bir insan, veya kiyama niyetlenmis, kiyami planlamis bir insan “ben bugun elimden gelse!” yerine “ayaklanma zamani gelmistir, haydin kalkin, kuffara karsi cihada gidiyoruz!” derdi. Hem ortam da kiyam icin elverisli degildi, Balkan savaslarindan beri hapten harbe kosan halk yorgun dusmustu, ustelik fakirlesmisti de.

Ayni gün, öğleye doğru köye 15 kisilik jandarma kılıklı bir mufreze gelir. Devamini Seyh Said’in İstiklâl Mahkemesi’deki ifadesinden okuyalim: “Öğle vakti ismini bilmediğim bir mülâzım (teğmen) odaya geldi ve Mehmed oğlu Ahmed adında bir mahkûmun evine on kadar başka mahkûm sığın¬dığını, bunların teslimi için tavassutta (aracilik) bulunmamı ri¬ca etti. Hemen mahkûmlara haber göndererek teslim olmalarını nasihat ettim. Fakat mahkûmlar ‘talâk-ı selâse: Üçlü boşama’ üzere ahdettikleri için teslim ol¬mayacaklarını bildirdiler. Sonradan duyduğuma göre mahkûmlardan 8′i serbest bırakılmış, geriye kalan ikisi ise teslim olmamışlar. Bunun üzerine ikisi içeri¬den, sekizi de dışarıdan ateş açarak jandarmayı dağıt¬mışlar ve hepsi kaçmışlar.”

Tegmen gelince Seyh Said gelen mufrezenin basina “istediginizde haklisiniz, ama biz simdi dugundeyiz. Bizim adette bu durumda kimseyi teslim etmemiz mumkun degildir. Buyrun bize misafir olunuz, ikramimizi alin, yiyip icin. Siz de mahkumlari bu ara kollamaya devam ediniz. Dugun bitip bizden buradan ayrilmaya ve kalabalik dagimaya baslayinca siz de onlari alip goturun. Hatta o zaman mahkumlari elimle teslim etmenin caresini dusuneyim” der.

Mustafa Kemal’in finosu tarafindan ozel bir amac icin gonderilen tegmen bu nazik teklifi kabul etmez ve mahkûmların sığındığı evi kuşâtır. Bunun uzerine catisma cikar. “Seyh Said Isyani” denen olayin baslangici budur. Ismet Inonu’nun gonderdigi provokator jandarma mufrezesinin caktigi kivilcim, Seyh Said’in kontrolu disinda koca bir yangina sebep olmustu. Bunun uzerine Kurd kiyafetleri giydirilen diger resmi provokatorler bulunduklari sehirlerde ve nahiyelerde dukkanlari yagmalamaya ve onune gelenlere ates acmaya baslarlar. Kemalist jakobenlerin istedigi ortam olusmustu. Daha once istifa eden M. Kemal’in av köpegi, alelacele Ankara’ya cagrilmisti.

Kemalist jakobenler “isyanin” ustune sert bir yumrukla gitmeye kararliydilar, bunun icin de butun ulkede sikiyonetim ilan edilmeli ve her yerde mahkemeler kurulmaliydi. Hukumet baskani Ali Fethi Bey ise “olay bolgeseldir, butun ulkede sikiyonetimin geregi yoktur” diye diretiyordu. Bir catisma ihtimalinde her iki tarafin da musluman oldugunu soyluyordu ve “ben muslumani muslumana oldurtmeyecegim!” diye sertlesiyordu. Fakat nafile. Napoleon ve kopekleri kararliydilar!

Rejim sahipleri, tehlikede gordukleri koltuklarini saglama almak icin baslattiklari yanginin etrafinda bagdaş kurup palamut pisirmeye baslamislardi bile. Elaziz, Genç, Muş, Ergani, Dersim, Diyarbakır, Mardin, Urfa, Siverek, Siirt, Bitlis, Van, Hakkari, Kiğı, Hınıs’ta, yani toplam 15 yerlesim yerinde sikiyonetim ilan edildi. TCF’nin bu yerlerde dini propaganda yaptigi ileri suruldu. Ali Fethi Bey basbakanliktan istifa etmesi uzere Mustafa Kemal’in isaretiyle Ismet Pasa basbakanliga getirildi (3 Mart 1925). Ertesi gun, yani 4 Mart 1925’te Takrir-i Sükun Kanunu kabul edildi. Takrir-i (karar) sükun (suskunluk, sukunet), yani milleti susturma, milletin agzina fermuar vurma kanunu!

Tevhidi Efkar, Son Telgraf, istiklal, Sebilürreşad, Aydınlık, Orakçekiç yayinlar kapatıldı. Yuzbinlerce insani sorgusuz sualsiz idam edilecegi, “sanığın idamina, şahitlerin bilahire dinlenmesine” gibi komik ama aci kararlarin verilecegi İstiklal Mahkemeleri, yani insan mezbahaneleri kuruldu. En can alici nokta ise halkin teveccuhune mazhar olan, kelebeklerin ve boceklerin karanlikta lambanin etrafinda dort dondugu gibi halkin buyuk bir umut ve sevgiyle etrafini sardigi biricik partileri olan TCF, illegal bir örgütmüş gibi yargilandi ve bütün şubeleri kapatıldı (3 Haziran 1925). TCF’nin kapatilmasinda gerekce gosterilen en kuvvetli suc(!) partinin programinda bulunan 6. maddeydi: "Fırka efkar ve itikadatı diniyyeye hürmetkardır." Adeta “kalkip halkin dini dusuncelerine hurmet edersiniz ha, biz size hurmeti gostermesini biliriz” diyorlardi. Anadolu militarist Kemalist kadro icin dikensiz gul olmustu.

Halkin Halk Partisi’nin zulmunden ve insanlik disi icraatlerinden kacip siginabilecegi siginaklari, bogulmaktan kurtulmak icin binecekleri gemileri, cigerlerine cekecekleri havalari, icecekleri suyu kalmamisti. Muhalif partileri, dernekleri, gazeteleri bir gunde tar-u mar olmus, ortadan kaldirilmisti. Cengiz Han’in zulumlerine karsin, "Keşke annem beni doğurmasaydı da tüyler ürpertici zulüm ve katliâmları görmeseydim" ifadesini kullanan ünlü tarihçi İbnü''l-Esir, bu zulum ve entrika karsisinda dilini yutardi herhalde. Muhalefetin tasfiyesi ve halkin sindirilmesiyle tilkiler kumeslere bekci, yirtici kurtlar koyunlara coban olmustu.

Butun bu olup biten zulmun ve Kemalist rejimin yuz karasi gelismelerin ozeti suydu: Halkin sevgisini kazanan TCF’nin kapatilmasi icin Seyh Said Isyani cikartildi, Seyh Said Isyani bahane edilerek basta TCF ve diger butun muhalefet uyeleri ve araclari istisnasiz ve eksiksiz olarak susturuldu, sindirildi, surgune gonderildi, suikasta kurban gitti, idam edildi... Sirf bu zulum bile Kemalist kadronun sonsuz cehennem azabini hakketmelerine yetiyor! Biz de Bediuzzaman Said Nursi gibi “Yasasin zalimler icin Cehennem!” diye avazimiz ciktigi kadar bagiriyoruz. Evet, “Cennet ucuz degil, cehennem dahi luzumsuz degil!” diyoruz. Hicbir zalimin yaptigi yaninda kar kalmayacak, bunun hesabini Mahkeme-i Kubrada mutlaka verecek, isledikleri bunca zulme mukabil sonsuz cehennem hapsiyle kesinlikle cezalandirilacaklardir. Buna kesin inandigim icin ruhen rahatliyorum. Aksi halde hayat bir iskence olurdu. Butun sevdiklerini acimadan katleden bir katilin cezasiz kaldigini, elini kolunu sallayarak ortalikta gezdigini, ve hic birsey yapamadigini dusunmek insani ne kadar kahrediyorsa, o caninin hakkettigi cezaya carptirildigini bilmek, emin olmak da insani o derece rahatlatiyor.

Buyuk Mahkeme’nin, Cennet ve Cehennem’in varligi konusunda zerre kadar suphem yoktur. Cehennem olmasa bile sirf bu zalimleri cezalandirmak icin Allah Cehennem’ini yaratacak ve bu zalimleri gozlerimiz onunde cezalandiracaktir. Zulmu cekmeyen, yuregi yanmayan bizi anlamaz elbet.

Esi faili belli “faili mechul” bir cinayete kurban giden Cennet Ayhan’in Nasname’de iktibas edilmis duygu yuklu bir yazisini okumus ve hungur hungur aglamistim, simdi bile gozlerim dolu dolu yaziyorum bu satirlari. Cennet Ayhan’in sevdigi esini ellerinden alan, evladini babasiz birakan zalimler cezasiz mi kalacaklar? Hayir, onlar atalariyla beraber Kahhar olan Allah’in azabini tadacaklardir! Bunda hic suphe olmasin.

Bu tur ayak oyunlarindan ve hilelerden nemalanmaya alisan Kemalis rejim, halki hakli talepleri karsisinda susturmak, muhalefeti sindirmek icin “Izmir Suikasti, Menemen Olayi, Sapka Kanunu” gibi uyduruk gerekceler kullanmaya devam ettiler. Gunumuzde de ayni cirkin entrikalarina devam ediyorlar.

Dindar insanlar Seyh Said Kiyami’ni “dini ayaklanma,” Kurdlerin belirli bir kesimi “Kurd ayaklanmasi,” Kemalist rejim de bir “Irticai ayaklanma” olarak goruyorlar. Bana gore planlanmis ve uygulamaya sokulmus Seyh Said Isyani diye bir isyan yoktur. Rejimin provoke ettigi ve daha sonra da kendi cirkin emellerini uygulamak icin kullandigi bir suni olaydir. Seyh Said ve ona tabi olanlar ise Napoleon’un ustlerine saldigi kopeklerin isirmalarindan ve pencelerinden emin olmak icin nefs-i mudafa yapmislardir. Katledilen bu mazlumlerin hepsini birer sehit olarak goruyorum. Allah mekanlarini cennet eylesin! Katillerini de ebediyyen ceheneme hapsetsin!

Butun bu olup bitenler cereyan ederken Bediuzzaman Said Nursi ne yapiyordu, nerdeydi sorularina bir cevap bulmaya calisip yaziyi noktalamak istiyorum.
br> Mustafa Kemal Istanbul’da Ingiliz subaylardan valilik istemekle mesgulken, Bediuzzaman isgal guclerine karsi can siperane mucadele ediyordu. Devami risaleinurenstitusu.org’dan:

“İngiliz yanlısı kamuoyu ciddi kuvvet kazanmıştı. Bunun üzerine Bediüzzaman, ulema çevresinden de İngiliz propagandalarına destek verenlerin etkisini kırmak ve halkı uyarmak için “Hutuvat-ı Sitte” adlı eserini yayınladı. Bu hareketi, İngiliz işgal kuvvetleri komutanı General Harrington’ın emriyle ölü veya diri ele geçirilmek üzere aranmasına sebep oldu. Yakalanma tehlikesine karşı sürekli yer değiştiren Bediüzzaman, Hutuvat-ı Sitte’yi gizli olarak matbaalarda çoğaltıyor ve İstanbul’un önemli yerlerinde dağıttırıyordu. Böylece İstanbul kamuoyunda İngiliz aleyhtarlığı uyanıyor ve İngiltere lehindeki propaganda etkisini kaybediyordu. Anadolu’da başlayan İstiklal Savaşı’nın ve Kuva-yı Milliye’nin aleyhine, İngilizlerin etkisinde kalan bazı çevrelerin de baskısıyla çıkarılan Şeyhülislam fetvasına karşı bir de fetva yayınladı. Bediüzzaman, yazı ve makalelerinde de İstiklal Savaşını ‘cihad’, Kuva-yı Milliyecileri de ‘mücahid’ ilan ederek Anadolu’daki İstiklal mücadelesini destekledi.”

“Bediüzzaman’ın bu mucadelesi Anadolu’dan takip ediliyor ve ısrarla Ankara’ya davet ediyordu. 1922 yılının Kasım ayı ortalarında Ankara’ya gitti. 25 Kasım 1922’de Ankara’ya ayak bastığında Büyük Millet Meclisi’nde düzenlenen resmi hoş geldin merasimiyle karşılandı. Artık Bediüzzaman, bir yandan meclis çalışmalarına katılıyor, bir yandan da Mebuslarla önemli konuları tartışıyordu. Bu arada Mebusların çoğunun namaz kılmadıklarını gören Said Nursi, bir beyanname yayınlayarak namazın önemini anlattı ve onları dinin emirlerine riayet etmeye davet etti.

Bediüzzaman’ın bu gayreti Mebuslardan büyük kısmının yeniden namaza başlaması ile sonuçlanınca, bazı çevreler oldukça rahatsız olmuştu. Bu beyannameyi Meclis Başkanı Mustafa Kemal de okumuş ve Said Nursi’ye yirmi-otuz Mebusun da bulunduğu bir ortamda şöyle demişti: “Biz sizi buraya çağırdık ki sizin yüksek fikirlerinizden istifade edelim. Siz geldiniz, en evvel namaza dair şeyler yazdınız, aramıza ihtilaf verdiniz”. Bediüzzaman da hiddetlenerek: “Paşa! Paşa! Kainatta en yüksek hakikat imandır. İmandan sonra namazdır. Namazı kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur.” diye karşılık vermişti. Bunun üzerine Mustafa Kemal özür dilemiş ve tartışmayı daha fazla uzatmamıştı.”

“Bu olay, Bediüzzaman ve yeni rejimin kurucuları arasındaki görüş farklılıklarının ilk işaretleri idi. Bir yandan meclisteki oturumları takip eden Bediüzzaman, bir yandan da tabiatçılığı ve inkarcılığı ortadan kaldırmayı hedef alan “Habab” ve “Zeylü’z-zeyl” gibi eserlerini yayınlıyor; imanın erkanına ilişmesinden korktuğu felsefe kaynaklı fikirleri izale etmeye çalışıyordu. Türkiye’deki kamuoyu ise, Yunanlılar karşısında alınan galibiyetin verdiği zafer sarhoşluğu içinde, tehlikenin farkına varacak durumda değildi ve bu yüzden onu anlayamadı.”

“Ankara’daki çalışmaları sırasında, yeni rejimin önde gelenlerinin bambaşka bir yolda olduğunu ve siyasi faaliyetlerle onları yollarından vazgeçirmenin mümkün olmadığını anlayan Bediüzzaman (C.Akbay’in notu: TCF bir partilesme yonteminin Kemalist diktatoryasi karsisinda dayanamayacagini o zamandan hissetmisti), Van’a dönmeye karar verdi. Bu fikrini bazı dostlarına açtığında Mustafa Kemal ve arkadaşları ona yeni bir teklif getirdiler: Ankara’da kalmaya karar verdiği takdirde kendisine, Libya’ya dönen Şeyh Sünusi yerine, üç yüz lira maaş ile Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin en yüksek dini makamı olan Şark Vilayetleri Umumi Vaizliğine getirilecek ve Mebusluk verilecekti.

Ancak Said Nursi, bütün bunları reddetti. Ankara’daki siyasi havadan oldukça rahatsız olmuştu. Onun dünyasındaki değerler farklıydı. Makam, şöhret, mal, mülk ve paraya, hülasa; dünyaya zerre kadar ehemmiyet vermemekteydi. Ankara’yı kendi hileli ve entrikalı siyaseti içinde bıraktı ve 1923 yılının Mayıs ayı başlarında Van’a gitti. Bütün değer yargıları dünyevi olan ve yeni rejimi de yalnızca dünyevi temeller üzerine kurmaya çalışanlar, Said Nursi’nin bu tavrına bir anlam veremediler. Yanında manevi evladı gibi olan kardeşinin oğlu Abdurrahman bile kendisine teklif edilen Meclis zabıt katipliğini kabul etmiş ve Ankara’da kalmayı tercih etmişti.”

Bediuzzaman keskin on gorusuyle Turkiye’yi Nuh Tufani’ndan daha tesirli bir belanin silip supurecegini anlamis ve Van’a inzivaya cekilmeyi daha uygun gormustu. Dag gibi sele karsi durmanin bir yarari yoktu, nitekim. Onu omuzlamasi gerektigi bir dava bekliyordu.

“Van’a giden Bediüzzaman, kardeşi Abdülmecit’in evinde ve Nurşin Camii’nde kısa bir süre kaldıktan sonra Erek Dağı’nda, terkedilmiş bir kilisede talebeleriyle ders yapmaya başladı. Bediüzzaman, Erek dağının başında iman ve Kur’an hakikatlerinin anlaşılması ve yaşanmasıyla meşgul olurken, Ankara’da yeni bir rejim şekillenmeye başlamıştı.”

Bu aralar rejim zulmu, butun hasmetiyle mazlum halki kasip kavuruyordu. Sabretmek ve tehlikenin yatismasini beklemekten baska bir care yoktu. Hem hiddetlense ne olacakti? Dag gibi dalgalarin karsisina gecip bogulmak mi, onlarin sakinlesmesini bekleyip denize yelken acmak mi daha onemliydi? Risaleinurenstitusu.org’da Seyh Said’in Bediuzzaman’dan yardim istedigi yazilsa da, bu konuda tam emin degilim. Olma ihtimali de olabilir, ama olmama ihtimali daha kuvvetlidir. Eger mektup olayi dogruysa, o zaman Bediuzzaman’in verdigi “Kan dökme! Kan dökme!” ikazi da gayet manidardir. Cunku epey bir muddet Ankara’da kalmis ve oradakilerin niyetlerini ve gozu donmuslugunu gormustu.

 
Dunya hirsinin verdigi sarhosluk sahibi bu zevata karsi durmak, kudurmus boga surusunun onune cikmak gibidir. O, enerjisini, kaybetmenin yuzde 99 oldugu bir olay icin harcamadi, onun yerine gelecek icin sakladi. Realistti, hayalperest degildi. Kemalist kadronun oyununa gelmeyecek kadar akilliydi. Onlarin kalbinde bir korku merkezi olarak kalmak icin bile yasamaliydi! Nitekim Ismet Inonu Bediuzzaman korkusunu soyle ifade edecekti “Said 500 bin kisiden daha tehlikelidir!” Onlarin korkulu ruyasi olmustur ve “Said rejimi ne zaman basimiza devirecek!?” dedirterek hergunlerini korkuyla yasatmis ve chennemi bu dunyada bile yasatmistir onlara!



12 milyon kişi işkence gördüğü için THİV'e başvurdu

Prof. Dr. Veli Lök, 1990 ve 2009 yılları arasında THİV Tedavi ve Rehabilitasyon Merkezleri'ne başvuru yapanların toplam da 12 milyon kişi olduğunu söyledi.

26 Haziran İşkence Görenlerle Dayanışma Günü nedeniyle, TİHV, TOHAV ve İHD, İstanbul Tabip Odası Dr. Sevinç Özgüner Salonu'nda akademisyenlerin katılım ile 'İşkencenin belgelenmesi' konulu etkinlik düzenlendi.


Etkinliğin açılış konuşmasını yapan TİHV'in kurucularında Prof. Dr. Veli Lök, 12 Eylül darbesinde 1 milyon kişiye yapılan işkence yapıldığını söyledi.


Konuşmasında Lök, 1990 ve 2009 yılları arasında THİV Tedavi ve Rehabilitasyon Merkezlerine başvuru yapanların toplam da 12 milyon kişi olduğunu söyleyerek, bu alanda mücadele eden pek çok kurum olduğunu belirtti.


Tabip odalarının muayene ve rapor komisyonuna alternatif adli tıp raporları verildiklerini belirten Lök, ''resmi adli raporlar yetersiz. Siyasal otoriteden korkma, bilerek hatalı negatif rapor verme ve Emniyet güçlerinin engellemesidir" dedi.


Falaka işkencelerine maruz kalan insanların 25 yıl sonrasında kendi buluşuyla bedende pozitiflik belirlediğini kaydeden Lök, "Bu işkenceye maruz kalan insanlarda travmanın ne kadar uzun olduğunu gösteriyor. Umarım vakfımız en yakın zamanda işkence ve saldırıların son bulmasıyla kapatılır" diye konuştu.


İŞKENCEYE KARŞI MÜCADELE YÖNTEMLERİ


Adli Tıp Uzmanı Dr. Psikolog Türkcan Baykal, işkenceye karşı mücadele yöntemlerini anlattı. Baykal, "Farklı ülkelerdeki insan sorunlarını saptayan ve gören insanlar tarafından hazırlandı bu çalışmamız. Böyle bir çalışmanın çağrısını yaptığımızda da bir çok örgütten destek aldık" dedi.


İşkenceye dair verdikleri raporların adli tıp tarafından ret edildiğini ifade eden Baykal, "Bir yandan işkence uygulamaları sürmekte diğer yandan da işkence yaparak Engin Ceber'i öldüren görevlilerin cezalandırılması gibi istisnai olumlu örneklere karşın işkencecileri koruyan, teşvik eden cezasızlık olgusu varlığını korumaktadır" şeklinde konuştu.


İŞKENCE RAPORU: 259 KİŞİ İŞKENCE GÖRDÜ


Konuşmaların ardından THİV, İHD ve TOHAV'ın hazırladığı 2009 işkence raporu kamuoyuna açıklandı. Rapora göre; Tedavi ve Rehabilitasyon Merkezlerine işkence ve kötü muamele gördüğü gerekçesiyle 459 kişinin başvurduğunu, yapılan 459 başvurudan 259'unun 2009 yılı içinde işkence gördüğü belirtildi. 2010 yılının ilk beş ayında ise bu oranın 145 olduğunu ve 3 kişinin de gözaltında yaşamını yitirdiğine dikkat çekilen raporda, TCK'nin haklarında başlatılan 2032 polisten 20'sinin ceza aldığını, 170 polisin beraat ettiğini ve 1362 polis hakkında da kovuşturmaya yer olmadığı kararı verildiği belirtildi.


ANF NEWS AGENCY