24 Haziran 2010 Perşembe

Cemil Bayık: Özerklik İlan Edeceğiz!

KCK Yürütme Konseyi Başkan Yardımcısı Cemil Bayık, AKP ve devletin siyasi ve sosyal soykırım politikasıyla Kürtlük adına ne varsa yok etmek istediğini belirtti.

Savaş lobileri Kürt meselesinin çözümünü istemediğini ve bu lobilerin Kürdistan’da örgütlü olduğuna dikkat çeken Bayık, çok sistemli bir saldırı ile karşı karşıya olduklarını söyledi

Bayık, yakında bir zamanda ‘Demokratik Özerkliği’ ilan edeceklerini belirterek, ‘’Gerillanın meşru savunması da serhildanın geliştirilmesi de tamamen ilan edeceğimiz özerkliği korumak, geliştirmek, yaşatmak ve onu yaşanılır kılmak içindir’’ dedi.

Kürt sorununu demokratik özerklik temelinde çözmek istediklerini söyleyen Bayık, ‘’Şimdi yapmak istediğimiz budur. Yakında bunun resmi ilanını da yapacağız. ‘Demokratik Özerklik’ Türkiye'nin Kürtlerle ilişkisini ifade etmektedir’’ diye konuştu.

KCK Yürütme Konseyi Başkan Yardımcısı Cemil Bayık ile söyleşimizin bugünkü kısmında bu yeni sürecin özellikleri ve ‘Demokratik Özerkliği’ konuştuk.

*1 Haziran’dan itibaren yeni bir süreç başlattınız. 4. Dönemde yürüteceğiniz mücadelenin meşru savunma eylemleriyle birlikte halk hareketi ve serhildan tarzının önceki süreçten farkı ne olacak?

- Yeni bir mücadele süreci başlattıysak bunun şüphesiz nedenleri var. Önderliğimiz 93’ten beri Kürt sorununun siyasal demokratik çözümü için büyük bir çaba gösterdi. Hem de en zor koşullarda büyük bir fedakarlık yaparak bu çabayı sürdürdü. Sorunu siyasal, demokratik yöntemle çözmek istedi. Bütün çabalarına rağmen Türk devleti inkâr ve imha siyasetinde ısrar etti. Önderliğimiz, Hareketimiz, halkımız sorunu siyasal demokratik yöntemle çözmekte ne kadar ısrar ettiyse, Türk devleti de imhada ısrar etti. Demokratik siyasal çözüm sürecini sabote eden ve sonra erdiren, devletin inkardan ve imhadan vazgeçmeyen politikalar izlemesidir. Yürüttüğümüz tek yanlı çabalar sonuç vermediği ve tasfiye de gündeme getirildiği için daha fazla o tarzda mücadele yürütmek doğru olamazdı. O tarzda ısrar etmek, hala sorunun demokratik siyasal çözümünde ısrar etmek kendi kendimizle çelişmek olurdu. Kendimizi aldatmak olurdu, kendimizi imhaya yatırmak olurdu. Çünkü biz, sorununun siyasal demokratik çözümü için kendi cephemizden yapılması gereken her şeyi yaptık. Atılması gereken bütün adımları attık. Verilmesi gereken bütün tavizleri verdik. Çözüm için zemini her bakımdan olgunlaştırdık. Artık yapabileceğimiz hiçbir şey kalmadı. Ama Türk devleti çözüm istemediği için, imhada ısrarlı olduğu için bizim bütün çözüm olanaklarını, geliştirdiğimiz zemini de ortadan kaldırdı, tahrip etti. Bizim çözüm çabalarımıza sürekli teslim alma ya da imha etme politikasıyla karşılık verdi. Ya teslim olacaksınız yada imha olacaksınız, dayatması yapıldı. Kırk katır mı kırk satır mı uygulaması önümüze konuldu.

ÇÖZÜM İÇİN ÜZERİMİZE DÜŞENİ YAPTIK

“Biz, Kürt halkı diye bir halk yada onun iradesi diye bir irade kabul etmiyoruz. Biz, Kürt sorunu diye bir sorun kabul etmiyoruz. Kürt kendini inkar edecektir. Biz ne diyorsak onu kabul edecektir. Eğer dediğimizi kabul ederse yaşama hakkı tanırız, bunun dışında yaşama hakkı tanımayız” biçiminde karşılık vermiştir. Dil ucuyla Kürt sorununun varlığından söz ettiklerinde bile sorun çıkaran Kürtlerden ve bunların nasıl hizaya getirileceğinden söz etmektedirler. Ancak biz bu sorununun demokratik temelde çözümü konusunda her fırsatta üzerimize düşeni yapmaya çalıştık. Özellikle yerel seçimlerin sonucunda yıllardır izledikleri Kürt inkarı ve imhası politikasının sonuç vermeyeceği ortaya çıkınca bu sürecin demokratik çözümle sonuçlanması için eylemsizlik kararı verdik. Artık bu politika iflas ettiğine göre, bunda ısrar edilmemeli ve çözüme gidilmelidir dedik. Çözümün gerçekleşmesi için de bu yönde adım atmalarını istedik.

Önderliğimiz de bu sürecin demokratik çözümle sonuçlanması için Yol Haritası hazırladı. Türk devleti ve AKP Hükümeti bizim ve Önderliğimizin sorunu çözme politikalarına karşı ‘açılım politikası’ adı altında bir aldatma politikası, bir oyalama politikası, tasfiye politikasını gündemleştirdi. Bu politikayı çözümün gelişmesi için değil de Kürt Özgürlük Hareketi’nin çözüm dayatmasını boşa çıkarmak için gündeme getirmiştir. Ortaya çıkan çözüm zeminini ortadan kaldırmak ve kendi tasfiye politikasını hakim kılmak için bu yola başvurmuştur. Önderliğimizin Yol Haritası’nın ellerine geçmesiyle birlikte saldırılarını arttırarak ortaya çıkan çözüm zeminini sabote etmeye yöneldiler. Önder Apo, barış gruplarını göndererek demokratik çözümdeki ısrarını ortaya koymasına rağmen bu adım da saldırılarla karşılaşmıştır. Türk devletinin, AKP Hükümeti’nin herhangi bir çözüm politikası olmadığı görülmüştür. Zaten Kürtleri Türkleştirmekten, Kürdistan'ı Türk ulusal yayılma alanı olarak görmekten vazgeçmedikleri için hiçbir zaman çözüm politikaları olmadı. Yıllardır izledikleri politika -hem de iflas etmesine rağmen- yeni bir imha politikası oluşturmaktan öteye gitmemiştir. Bizim çözüm yönündeki bütün adımlarımızı imha politikalarıyla boşa çıkardılar.

DEMOKRATİK SİYASETİN ÖNÜ KAPATILDI

Çözümsüzlüğü esas alan Türk devletinin her dönemdeki politikası imhayı gerçekleştirmek için içte ve dışta bütün imkânlarını harekete geçirmek olmuştur. Uluslararası alanda PKK’yi tecrit etmek için, Kürt sahasında PKK’yi tecrit etmek için, kendi kitlesinden bile PKK’yi tecrit etmek için büyük çaba içerisine girdiler. Ülke içinde ve yurtdışında siyasi ve askeri operasyonlar yürüttüler. Demokratik siyaset yapmanın önünü kapattılar. DTP’yi kapattılar, bazılarının milletvekilliklerini düşürdüler. Belediye başkanlarını ve ilçe yöneticilerini tutukladılar. Demokratik siyaset alanında siyaset yapan ne kadar insan varsa hepsini zindanlara tıktılar. 12 Eylül döneminde bile olmadığı kadar legal siyaset yapanları zindanlara doldurdular. “KCK operasyonu” adı verilerek bu siyasi soykırımı yürüttüler. Şimdi de “KCK Davası” adı altında trajikomik bir dava geliştirmeye çalışıyorlar. Suçun olmadığı, delilin olmadığı iddialarla ömür boyu hapislere kadar cezalar istiyorlar. Hepsini zindanlarda çürütmek istiyorlar. Özellikle 29 Mart seçimlerinden sonra bilinçli olarak demokratik siyaset yapmanın tüm imkanlarını darbelediler ve ortadan kaldırdılar. AKP Hükümeti böylece hem tasfiye politikasının önündeki engeli kaldırmayı hem de Kürdistan'daki siyasi rakibini tasfiye etmeyi hedeflemiştir.

Bir iki yıl içinde binlerce Kürt çocuğunu işkencelerden geçirerek zindanlara tıktılar. Zindanlarda da çocuklar üzerinde baskı ve işkenceyi sürdürdüler. Eski yoğunlukta olmasa da faili meçhullere yeniden başvurmaya başladılar. Kürt kurumları üzerinde büyük bir terör estirdiler. Bu baskılar altında birçok kurum kendi yaşamını sürdüremez noktaya getirildi. Kapatmalar ve ağır cezalarla Kürt basını çalışamaz duruma getirildi. Kürt halkına karşı linç hareketleri geliştirdiler.

SOSYAL SOYKIRIM DA GELİŞTİRİLDİ

Kürdistan’da siyasi soykırım yetmiyormuş gibi sosyal soykırım politikasını da bilinçli ve planlı bir biçimde geliştirdiler. Fuhuş ve eroin kullanımını teşvik ettiler. Bizzat devlet kurumları eliyle bir özel savaş yöntemi olarak yaygınlaştırılıp geliştirildi. Toplumu ahlaken çürütmek istediler. Kürt toplumunu toplum olmaktan çıkarmak istediler. Bu temelde zayıf düşürüp üzerinde her türlü uygulamanın yapılacağı bir duruma getirme çalışması yürüttüler. Yoksulluğu alabildiğine geliştirdiler. Kürt insanını bir lokma ekmeğe muhtaç hale düşürdüler. Bio-iktidar politikasını böylece hakim kılmaya çalıştılar. Teslim alabilmek için, ajanlaştırmak için, korucu yapmak için, kendine ihanet ettirmek için her türlü yol, yöntem ve baskıyı denediler. Kürdistan'da her şeyi halka karşı bir baskı aracı haline getirdiler. Kürdistan’daki kültür ve tarih barajlar yapma adı altında suların altına gömülüyor. Kürdistan coğrafyası böylece hem tahrip ediliyor hem de insansızlaştırılıyor. Askeri ve siyasi saldırılarla yürütülen fiziki ve kültürel soykırım bir de bu yolla yürütülüyor. Kürt coğrafyası bombardıman ve her türlü yok edici silahla yaşanmaz hale getiriliyor. Kürdistan’da yaşam olanakları bir bütün olarak ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Kısacası siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel soykırım politikaları uygulanıyor. Kürtlük adına ne varsa yok edilmek isteniyor.

Bütün çabalarımıza verilen karşılıklar bunlar oldu. En ufak bir çözüm imkanı kalmadığı için, tamamen bir imha politikası uygulandığı için, Hareketimiz ve halkımız kendi varlığını ve onurunu korumak için, geleceğini özgür temelde yaratmak için yeni bir stratejik mücadele dönemi başlattı. Başlatma nedenleri bunlardır. Sırf savaşı ve serhildanı geliştirmek için bu dönemi başlatmadık. Bu tür değerlendirmeler kendi çözümsüz politikalarının üstünü örtmek isteyenlerindir. Kürt halkı kadar savaştan çeken bir halk yoktur. Kürt halkı kadar acı, işkence ve tahribat yaşayan bir halk yoktur. Eğer Kürt halkı yeniden bir mücadele dönemine karar verdiyse, bu savaşı istediğinden değildir; varlığını ve onurunu korumanın, geleceğini kazanmanın başka bir yol ve yöntemi kalmadığı içindir. Halk, hükümetin politikaları karşısında “Ya Demokratik Çözüm Ya Da Görkemli Direniş” demiştir. Hükümet adım atmadığı için de Hareketimiz yeni bir mücadele dönemini kararlaştırmıştır. Nedeni budur.

SAVAŞ LOBİLERİ ÇÖZÜM İSTEMİYOR

Savaş lobileri Kürt sorununun çözümünü istememektedir. Türkiye'de de savaş lobilerinin bu tutumunu kıracak bir siyaset ortaya çıkmamaktadır. Savaş lobileri en fazla da Kürdistan'da örgütlüdür ve çalışmaktadır. Zaten savaşın en kirlisi Kürdistan’da uygulanıyor. Özel savaşın psikolojik yanı da Kürdistan'da çok boyutlu yürütülmektedir. Bu psikolojik savaş ağırlıklı özel savaş siyasal soykırımdan tutalım sosyal soykırıma, kültürel, ekonomik soykırıma kadar bir soykırım yürütüyor. Kürtlerin varlığını yok etmek isteyen bu savaş lobisi hala Kürdistan üzerindeki politikalara yön veriyor. Bu politika karşısında Kürt halkı eğer kendi varlığını korumak için mücadele etmezse, varlığı tümden ortadan kalkacaktır. Mücadele kararı aldıysa varlığa yönelen böyle bir politika ve bu doğrultuda yapılan uygulamalardan dolayıdır. Bunun çok açık herkes tarafından bilinmesi gerekiyor.

Bu hareket ve halk büyük bir mücadele yürüttü. Ölmediğini ve ölmeyeceğini, özgür yaşamak istediğini, kimliği ve iradesiyle yaşamak istediğini çok net bir biçimde ortaya koydu. Buna rağmen bu halkın kimliği, iradesi ve varlığı kabul edilmiyor ve imhada da ısrarlı davranılıyor. Kürt halkı ve Özgürlük Hareketi böyle bir politikayla karşı karşıya olduğu için, imhaya karşı kendisini korumak için yeni bir mücadele dönemi başlatmayı kendi çıkarı için gerekli görmüştür. Hareketimizin yönetimi bu yeni mücadele döneminin bütün sorumluluğunu üstlenmiştir. Çözüm konusunda tek yanlı yürüttüğü çabalar sonuçsuz kaldığı için böyle bir karara gitmiştir. Geliştireceği meşru savunma ve serhildan tamamen varlığını koruma ve özgür geleceğini yaratmak amaçlıdır. Yoksa Türk devletine karşı sırf savaş istediği için gerillayı ve serhildanı geliştirmiyor.

AKP ve onu destekleyen çevreler bu yönlü propaganda yapıyorlar. “Türkiye’de demokratikleşmeyi ve anayasa değişikliğini geliştirdiğimiz ve açılım politikalarını sürdürdüğümüz bir ortamda PKK niye böyle bir karar aldı. Hiçbir amacı yoktur. Sırf savaşmak için savaşıyor. Zaten terörist bir harekettir. Terörizmi uygulamak için yapıyor” diyor. Hatta “başkaları istediği için, başkalarının emrine girdiği için işte bu eylemleri yapıyor, taşeron bir örgüttür” biçiminde çok ahlaksızca bir propaganda yürütüyor. Ne başkaları istediği için PKK bu yeni mücadele dönemine karar vermiştir, ne de öyle ortada demokratikleşme adımları ve açılım politikaları vardır. Kürt sorununun çözümünde en ufak dahi bir adım atılmamıştır. Atmaya da niyetleri yoktur. 29 Mart seçimlerinden sonra yapılanlar bırakalım demokratikleşmeyi, demokratik siyasi ortamı yok eden ve demokrasi mücadelesi verenlere karşı ancak faşist ülkelerde görülebilecek siyasi soykırım ve yargı terörü uygulanmıştır. Baharla birlikte hiçbir dönemde olmadığı kadar Kürdistan'da askeri yığınak yapıldığı ve operasyonların yoğunlaştığı bilinmektedir. İmhanın ve teslim almanın dışında herhangi bir şey düşünmemektedirler. Çözüm niyeti olmadıkları bu süreçte açık bir biçimde ortaya çıkmıştır.

AKP ÖZEL SAVAŞ HÜKÜMETİ

Varlığını korumak ve özgür geleceğini yaratmak için halk olarak, hareket olarak bu karar alınmıştır. Eğer bahsettikleri gibi gerçekten Türkiye’de demokratikleşmeyi geliştirmiş olsalardı, anayasa değişikliğini gerçekten demokratikleşme yönünde geliştirselerdi, Kürt sorununda da adım atacaklardı. Kürt sorununun demokratik siyasal çözümünü bu anayasa değişikliğinde esas alacaklardı. Ama bakıyoruz ki, anayasa değişikliğinde Kürtlere ait en ufak bir şey yoktur. Tam tersi 12 Eylül Anayasası’nın ruhunun ve sömürgeci zihniyetin bütün yönleriyle korunması söz konusudur. Ortada öyle ne demokratik bir anayasa vardır, ne demokratikleşme çabaları vardır, ne de Kürt sorununu demokratik siyasal yönde çözme çabası vardır. Tam tersine Kürtlerin varlığını yok etmek için yürütülen çok sistemli bir saldırı vardır. 12 Eylül faşist rejiminin geliştirdiği anayasanın değiştirilmesi değil, korunması vardır. Bazı aksayan yanlarını düzelterek, yamalayarak 12 Eylül Anayasası’yla Türkiye'yi yönetme vardır.

Görüldüğü gibi AKP toplumu aldatıyor. Gerçek bir demokratikleşme iradesi olmayan kimilerini de kuyruğuna takıyor. Özcesi var olan hükümet bir özel savaş hükümeti olduğu için tamamen psikolojik savaşa ağırlık veriyor. Psikolojik savaşa ağırlık veren bir güç de aldatmayı esas almak zorundadır. Psikolojik savaşın amacı gerçeklerin üstünü örtmektir. Eğer aldatmayı geliştiriyorsa, oyalıyorsa, umut yaratıyorsa tamamen imhayı gerçekleştirmek ve gizlemek amacıyla yapıyor. Ortada ne açılım politikası ne de demokratikleşme vardır. Çok açıkça imha politikası vardır.

‘İLAN EDECEĞİMİZ DEMOKRATİK ÖZERKLİK İÇİN MEŞRU SAVUNMA YAPIYORUZ’

Yeni bir mücadele dönemine karar verilmişse, böyle bir dönem başlatılmışsa nedeni budur. Gerilla ve serhildan tamamen bu amaçla geliştiriliyor. Yeni dönem mücadele eskinin devamı değildir. Gerillanın meşru savunması da serhildanın geliştirilmesi de tamamen ilan edeceğimiz özerkliği korumak, geliştirmek, yaşatmak ve onu yaşanılır kılmak içindir. Halkın demokratik iradesinin geliştiği; siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik alanda kendi kurumlaşmalarını geliştirdiği, özgür ve demokratik yaşam sistemini kendi kurduğu bir süreç olacaktır. 4. dönemin 1., 2. ve 3. dönemden farklılığı buradadır. Geliştireceğimiz meşru savunma ve serhildanın eski dönemlerden farkı bu noktadadır. Demokratik özerkliği koruma, geliştirme ve yaşatma amaçlıdır. Serhildanlar halkın demokratik iradesinin geliştirip genişleterek devletin toplum üzerindeki hakimiyet alanını gerileten bir karakterde gelişecektir. Bu, devleti yıkmak ya da devletin yerine yeni bir iktidar gücü ortaya çıkarmak değildir. Devletin yanında toplumun demokratik örgütlenmesini yaratıp toplumun kendi kendini yönetmesini sağlayan bir demokratik kurumlaşma ve sistem yaratmaktır. Bu da Kürt halkının varlığını korumayı, onun özgür geleceğini yaratmayı ifade ediyor.

*Demokratik özerkliği Kürt halkı nasıl pratikleştirecek? Bundan sonra Kürdistan’da Kürt halkının Türkiye devleti ile ilişkileri ve yaşam boyutunda hareket olarak nasıl değişiklikler öngörüyorsunuz?

Biz demokratik özerkliği hem kendi alternatif sistemimiz olan demokratik komünalizmi, yani demokratik konfederalizmi bir siyasi biçime ve demokratik siyasi iradeye kavuşturmak hem de Kürt toplumuyla Türkiye devletinin ilişkilerini hangi çerçevede düzenleyebileceğini ortaya koymak için geliştirmeye çalışıyoruz. Yani demokratik özerklikle Kürt halkı, Türk devletiyle hangi ilkeler temelinde sorunlarını çözmek ve birlikte yaşamak istiyor, bunu ortaya çıkarmak istiyoruz. Eğer Kürt sorununun demokratik siyasal çözümü için tek yanlı çaba gösterdiysek, amacımız demokratik özerklik çerçevesinde bir siyasi çözüm ortaya çıkarmaktı. Bu çabaların amacı demokratik özerkliği geliştirmekti. Yani Türkiye sınırları içerisinde Türk devletiyle Kürt toplumunun ilişkilerini demokratik özerklik temelinde çözmek istedik. Kürt toplumu bu sınırlar içerisinde Türk toplumu ve devletiyle hangi ilkeler temelinde birleşmek ve yaşamak istiyor? Demokratik özerklik bunun cevabı ve sorunun çözüm ifadesi olacaktı. Fakat tek yanlı geliştirdiğimiz demokratik siyasal çözüm yöntemi sonuç vermedi. Türk devleti en makul çözüm olan bu yaklaşımımıza olumsuz karşılık verince bizim sorunu demokratik siyasal yöntemle ve demokratik özerklik temelinde çözüm çabalarımız sabote edilmiş oldu. Onun için demokratik özerkliği şimdi kendi mücadelemizle pratikte gerçekleştirmeye çalışıyoruz.

‘KÜRT SORUNUNU DEMOKRATİK ÖZERKLİKLE ÇÖZECEĞİZ’

Kuşkusuz demokratik siyasal yöntemlerle sorunu çözüp demokratik özerkliği Türk devletiyle müzakere temelinde gerçekleştirmek istiyorduk. Ama devlet buna yanaşmadığı için demokratik özerkliği şimdi devletin dışında, kendi mücadelemizle geliştirmek ve yaşatmak istiyoruz. Kürt sorununu bu temelde çözmek istiyoruz. Eğer Türk devleti çözüme yanaşırsa, biz demokratik özerkliği Türk devletiyle gerçekleştiririz. Kürt sorununu bu temelde devletle müzakere temelinde çözmüş oluruz. Türk devleti buna gelmezse, Kürt sorununu demokratik özerklik temelinde yine çözeriz. Şimdi yapmak istediğimiz de budur. Yakında bunun resmi ilanını da yapacağız.

Biz, var olan kapitalist modernist sisteme karşı demokratik konfederalizmi alternatif olarak, sistem olarak geliştiriyoruz. Demokratik konfederal sistem Hareketimizin hem siyasal hem toplumsal ifadesidir. Onun örgütlendirilmesinin ifadesidir. Hem demokratik bir siyasi sistemdir, hem bir toplumsal sistemdir. Hareketimiz, Kürt sorununu demokratik konfederal örgütlenme temelinde, demokratik özerklik çerçevesinde çözmeyi hedeflemektedir. Demokratik özerklik bu sistemi pratikte geliştirmeye hizmet eden bir çözümdür. Türkiye'nin demokratikleşmesi temelinde Kürtlerin varlığının ve temel ulusal haklarının kabul edilmesi ve yaşamsal kılınmasıdır. Eğer Türk devleti demokratik özerkliği kabul etseydi bu bir siyasal çözüm olurdu. Kuşkusuz biz de böyle bir siyasal çözüm içinde kendi öngördüğümüz demokratik sistemimizi ayrıca geliştirirdik. Ama Türk devleti demokratik özerklik çözümüne gelmediği için, kendi çabamızla bu çözümü geliştirdiğimiz için anlayışımıza göre, kendi çabalarımızla demokratik özerkliği geliştirirken bu süreç aynı zamanda bu çözümün toplumsal ve demokratik siyasi temeli olan demokratik konfederalizmi de geliştirmek anlamına geliyor.

Demokratik özerkliği devlet kabul etseydi böyle bir çözüm bizimle veya bizim dışımızda bir güçle de çözülebilirdi. Kuşkusuz Türkiye ve Kuzey Kürdistan gerçeğinde farklı bir siyasi güç olmadığı için böyle bir çözümün Hareketimizle Türkiye arasında gerçekleşmesi doğal bir durumdur. Özcesi demokratik özerklik Türkiye'nin Kürtlerle ilişkisini ifade etmektedir. Çünkü demokratik özerklik, demokratik Türkiye'nin içinde Kürt sorununun demokratik temelde çözümünü ifade ediyor. Yani demokratik özerklik birebir demokratik konfederalizm anlamına gelmemektedir. Ancak böyle bir özerklik demokratik konfederalizmin ciddi bir engelle karşılaşmadan kendini kurumlaştırma fırsatı olurdu. Demokratik özerklik, demokratik konfederalizmin kuruluşuna uygun bir zemin sağlardı. Ama devlet, demokratik özerkliği kendimiz inşa edip kurumlaştıracağımızdan bu yönlü siyasi çözümü kendimiz gerçekleştireceğimizden demokratik özerkliği pratikte inşa etmek aynı zamanda demokratik konfederalizmi de inşa etmek anlamına geliyor.

A-DEVLET ÇÖZÜMÜ

Demokratik konfederalizm de toplumun örgütlenmesini, kendi kendini yönetmesini ifade ediyor. Kürt toplumunun kendine dayanarak; kendi gücüne ve olanaklarına dayanarak kendisini örgütlemesi ve kendisini yönetmesini ifade ediyor. Siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik, meşru savunma alanlarında kendini örgütleme, kendini yaşatma, bütün sorunlarını kendi olanaklarına dayanarak çözme, kendi yaşamını bir bütün örgütleme de demokratik özerkliğin pratikleşmesini ifade ediyor. Önümüzdeki dönemde böyle bir siyasal anlayış, özgür ve demokratik toplum yaratma hedefiyle demokratik özerklik ete-kemiğe büründürülecektir. Kürt toplumu kendi eğitim sistemini, ekonomik, sosyal, siyasal sistemini, demokratik kurumlaşmasını örgütleyecektir. Buna dayanarak da kendi demokratik siyasi iradesini ve yönetimini ortaya çıkaracaktır. Neye ihtiyaç duyuyorsa onu toplumun örgütlenmesi temelinde ortaya çıkarmayı esas alacaktır. Kendisini başkasına muhtaç etmeyecektir. Demokratik özerklik bu tarzda pratikte uygulanacaktır. Zaten kısmen uygulanıyor. Bunun daha da geliştirilmesi ve derinleştirilmesi gerekiyor. Giderek bunun tamamen bir demokratik çözüm ve Kürt halkının demokratik siyasi sistemi haline getirilmesi gerekiyor. Demokratik özerkliğin ve demokratik konfederalizmin iç içe ve birlikte inşa edilmesi gerekiyor.

Biz bu kararı 2007’de KONGRA GEL 5. Genel Kurulu’nda aldık. Türk devleti demokratik çözüme yanaşmaz, inkar ve imhada ısrar ederse, kendi demokratik sistemimizi devlet+demokrasi anlayışı çerçevesinde kurmayı kararlaştırdık. Buna a-devlet çözümü dedik. Şimdi 5. KONGRA GEL Genel Kurulu’nda da aldığımız kararı bugün uyguluyoruz. Dördüncü dönemin önüne koyduğu hedef budur. Eğer 4. dönemi başlattıysak halkımızın üzerindeki tehlikeyi bertaraf etmek ve özgür ve demokratik yaşamı gerçekleştirmek için başlattık.

Bir Dinleyin

Üç çocuğun hikâyesi var bugün gazetenin birinci sayfasında.
İkisi öldü.
Biri PKK gerillası olarak bir karakola saldırdığı sırada, diğeri babasıyla bindiği askerî servis aracında bir bombanın hedefi olarak hayatını kaybetti.
Üçüncüsü ise ölümün ne olduğunu bile bilmeden ablasının cenazesine katılan küçücük bir kız.
Bu çocuklar bu topraklarda doğdular.
Uzun zamandır süren bir günahın kurbanı oldular.
PKK’lı  çocuk daha yeni bir gerilla, örgüte katılalı bir yıl olmuş, öldürmeye gittiği askerler gibi o da acemi.
Ankara’da öğrencilik yaptığı sırada bir soruşturmaya uğramış, eve döndüğünde eşyalarının ev sahibi tarafından kapının önüne atıldığını görmüş.
Gösterilere katılan Kürt bir kiracı istememiş ev sahibi.
Ankara’dan Van’a gitmiş, orada okumaya çalışmış, yeniden bir soruşturmaya uğramış, tekrar Ankara’ya dönmüş, tutunamamış, sonunda dağa  çıkmak zorunda kalmış.
Büyük bir ihtimalle kaderi, eşyaları “kapının önüne atıldığında”  çizilmiş, istenmediğini, düşman gibi görüldüğünü fark etmiş.
Gittiği yerde ölüm olduğunu bile bile gitmiş.
Otobüste ölen Buse’nin seçim hakkı bile olmamış, sadece babası  asker olduğu için, babasıyla birlikte bir otobüse bindiği için insafsız bir saldırıda ölmüş.
Buse’nin küçük kardeşi ise herhalde hayatı boyunca Kürtlere düşman olarak yaşayacak çünkü ablasının katilleri Kürt.
Şemdinli’deki saldırıda ölen gerillanın bir kardeşi varsa o da Türklere düşman olacak.
Çoğalarak devam edecek düşmanlık.
Neden ölüyor çocuklarımız, neden birbirlerine düşman oluyor?
Önceki gün, siyasetle ilgilenmeyen, genç, başarılı, kendine iyi bir hayat kurmuş bir Türk’le konuşuyordum, bütün savaş onun farkına bile varmadan söylediği tek bir “kelimenin” içinde saklıydı.
Sakin bir sesle, cevabını gerçekten merak ederek, “Kürtlere istediklerini verecek miyiz, ortada bu kadar şehit var,” dedi.
Türkler kendi askerlerine “şehit” derken, Kürtlerin de kendi savaşçılarına “şehit” dediğini, iki tarafın da ölümde bile bir “hiyerarşi”  oluşturduğunu bilmiyordu.
Ama asıl önemli kelime “vermek” kelimesiydi.
O bir Türk’tü  ve Kürtlere istediklerini verip vermemek onun iradesine kalmıştı.
– Neden vermek hakkına sen sahipsin, dedim.
Niye isteyen Kürtler de, veren Türkler? İkisi de aynı ülkenin vatandaşları  değil mi? Aralarındaki bu ilişki biçimini kim belirledi?
Şaşırarak yüzüme baktı.
 – Aslında Türk olduğun için bu ülkenin sahibi olduğuna, Kürtlerin de bu ülkenin sahiplerinden haksız bir şeyler isteyen insanlar olduğuna inanıyorsun, değil mi?
Bunu düşünmemişti bile.
Bence asıl büyük haksızlık ve büyük tehlike buradaydı.
Türkler hiç düşünmeden, bilinçli bir hale bile gelmeden, ülkenin “sahipleri ve efendileri” olduklarına inanmışlardı.
Kime, neyin, ne kadar verileceğini belirleyecek olanlar onlardı.
Bu, öylesine değişmez bir gerçekti ki bunu düşünmeye bile gerek yoktu, bütün yaşadıklarımız, bütün okuduklarımız, bütün okullarımız bizim bilinçaltımıza bunu kazımıştı, “Türkler buranın efendisidir”.
Anlaşmazlık, savaş ve ölüm, bizim bilinçaltımıza kazıdığımız, düşünmediğimiz, tartışmadığımız, değişmez bir gerçek olarak benimsediğimiz bu inançtan kaynaklanıyordu.
Biz Türk’tük, buranın sahibi, efendisi, hâkimi bizdik, kimse bizimle eşit olamazdı, biz ne kadarını verirsek o kadarına razı olmak zorundaydılar.
Dillerini konuşup konuşmayacaklarına, çocuklarına hangi dilde eğitim yaptıracaklarına, hatta yakın zamanlara kadar çocuklarına ne isim koyacaklarına biz karar verirdik.
Kürtler buna itiraz ediyordu.
“Biz eşitiz,” diyorlardı, “Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda birlikte savaştık, birlikte askerlik yapıyor, birlikte vergi veriyoruz, neden siz efendi olacaksınız ve ne hakla bize sığıntı muamelesi yapacaksınız?”
Bu ülkenin çocukları işte bu yüzden ölüyor.
Türkler efendi olduklarına inandıkları ve bu durumu asla değiştirmek istemedikleri, Kürtler de bu haksızlığa rıza göstermediği için.
Türkler, “hepimiz bu ülkede eşitiz, herkes eşit haklara sahip olmalı, benim çocuğum Türkçe okuyorsa, Kürt çocukları da Kürtçe okumak hakkına sahiptir” dediğinde ölümler biter.
Üstelik Türkler efendi olduklarını sansalar da efendilik haklarına sahip değiller, dindar bir Türk kızı başına örtüsünü sarıp okuluna gidemiyor, solcu bir Türk fikirlerinden dolayı hapis yatıyor, Alevi bir Türk ibadetini kendi ibadethanesinde yapamıyor, bu mu efendilik?
Sahte bir efendilik için gerçek ölümler yaşıyoruz.
Buna değer mi?
Tanrının, adaletin ve vicdanın önünde hepimiz eşitiz.
Bunu Türklerin kabul etmesi yeter.
Bu ülkenin çocukları  ölmez o zaman.

Ahmet Altan

Ölüm karşısında iki yaklaşım

Türkiye’de Günlük’te de yazdığım için, Günlük gazetesini hergün okuyorum. PKK’nin şehitleri hakkında bu gazetenin manşetlerinde tek bir duygusal cümleye rastlayamıyorum.

Arada sırada Sela Sor programına katıldığım için, imkan bulabildiğim her yerde Roj TV’yi izliyorum. Roj TV ekranlarında da PKK’nin şehitleri hakkında gözü yaşlı ya da gözü “dönmüş” tek bir görüntüyü yakalayamıyorum. Kürt özgürlük hareketinin hangi medya organına baksam hep böyle. Bu medya organlarında “Kahpe TSK bombası” türü tek bir manşet yok.

“Alçaklar küçük kızı öldürdü” türü bir yakınma da yok. Bakıyorum, bir HPG bayrağı önünde birkaç resim. Altında doğum yeri, tarihi, kod ismi ve gerçek ismi ile vurulduğu yer hakkında kısa bir açıklama. Hepsi bu kadar. Bir de, “taziye çadırları”… Buralarda sessiz, sakin, kimi zaman mağrur bir hava. Ve medyaya yansıyan, “barış” sözleri.

Neden acaba? Neden “Alçak TC devleti” türü ucuz haykırışlar yok? Neden “kahpe hükümet” türü lümpen bağırışmalar yok? Neden?

Acaba bunlar, ölen çocuklarına yanmıyorlar mı?

Kalpleri taş mı bağlamış?

Belki de artık göz pınarları kurumuş da, göz yaşları akmıyor?

Hangisi acaba?

Tamam, onlar, ölen evlatlarının acısını bağırlarına taş gibi bastırmış, mağrur bir edayla, evlatlarının ardından Yasinler okuyor.

İyi de, bu Kürtlerin siyasetçileri neden “durumdan vazife” çıkarmıyor?

Denecek ki, “çıkaramazlar, yasaktır”.

Boş versenize…

Ortada yasak mı kaldı? Kürt coğrafyasında yasak var var olmasına da, dinleyen yok.

Kürt siyasetçisi neden her ölen HPG’linin arkasından toplumda Türkiye Cumhuriyetine, onun Hükümetine, onun ordusuna, polisine, memuruna karşı “kin, nefret, intikam” duygularını körüklemiyor? Savaşta, Kürtlerin “düşman” saydıklarına karşı “kinlenmeye, nefrete, intikama” ihtiyaçları mı yok yoksa?

Bu Kürtler gerçekten de, acaba “savaş” koşullarında yaşadıklarını mı bilmiyorlar, yoksa, onlar, her şeye rağmen, başlarına gelen bu savaş belası karşısında, “ahlaki” olan bir tutum takınıyorlar.

Sanırım, Kürtler, “ulusal ve toplumsal içgüdüyle”, savaşın er geç sona ereceğini, ama savaştaki ölümlerin acısından daha çok, o ölümlere karşı kışkırtılan “nefretin” süreceğini biliyorlar. Biliyorlar ki, yüreklerdeki ölüm acıları er geç yatışır, ama bir kere kışkırtıldıktan sonra, “ulusal nefret” denilen iğrenç duygu, o duygudan yarar umanların elinde onlarca yıl halkları birbirine düşman eder…

İşte, belki de bu “ulusal ve toplumsal içgüdü”nün eseri olarak, ne halkın arasında, ne de Kürt siyasetçilerinin arasında, ölen PKK’lilerle ilgili, Türk olan her şeye karşı bir “nefret” yaratmaktan kaçınılıyor.

Herkes bu ahlaki tutuma şahittir. Kürt coğrafyasında Türk “düşmanlığı” yok. Türk “azınlığa” karşı linç kampanyaları yok. Ölümün orada da acısı var. Ama orada “ölüm acısı”nın “nefrete” dönüşmesi yok. Çünkü bu acıyı nefrete dönüştüren medya yok, siyasetçi yok, köşe yazarı yok.

Ya “bizim Türklerin” cephesinde ne oluyor?

Onlar, bir savaş içinde olduklarını unutmuş görünüyorlar.

Ve çok tehlikeli bir iş yapıyorlar.

Sivil Türk toplumu içinde, Kürt olan her şeye karşı “nefret” kampanyaları yaratıyorlar. Ölen her askerin arkasından, akıl almaz bir öfke seli örgütlüyorlar.

Neden?

Sivilleri neden kışkırtıyorlar?

Amaçları ne?

Sivilleri de mi savaşa sürmek istiyorlar?

Kışkırtılan sivil Türklerin sivil Kürtlere saldırması için mi çaba harcıyorlar?

Sorun ne?

Ordunun “düşmana” karşı savaş gücünü mü bu yolla arttırmak istiyorlar? Ortada böyle bir “zaaf” mı var? Halk, sivil toplum, kendi “ordusunu” karşıdaki “düşmana” karşı desteklemiyor da, bu “ihaneti” mi gidermeye çalışıyorlar?

Dert ne?

Savaşta vurulan asker “nedensiz” ölmüyor?

Bu ülkenin Başbakan’ı “kömür madeninde ölüm mesleğin gereği, işin kaderi” diyor da, cephede savaşan askerin ölümü “doğa üstü” bir iş gibi algılanıyor. Bir “kınalı kuzu” yakınmasıdır gidiyor. O “kınalı kuzuyu” siz “en büyük asker bizim asker” diyerek cepheye göndermediniz mi?

Neden “düşmana karşı kahramanca savaştı ve toprağa düştü” demiyorsunuz da, “kahpe bir saldırıya uğradı, henüz baharındaydı da, kara topraklara düştü” diyerek ağlıyorsunuz?

Her şeyin bir ahlakı olur. Savaş, insan yaşamından çıkarıp atmak istediğimiz bir vahşet olsa bile, onun da bir ahlakı olmalıdır.

Savaşıyorsan, ve “On Emir”e aykırı olarak “öldürüyorsan”, “öldüğün” zaman “ah” demeyeceksin, ölen karşısında “vah” demeyeceksin, madem kan akıtmayı göze aldın, gözünden yaş akıtmayacaksın.

Biz sana “savaşma”, “öldürme” diyoruz, ama savaşacaksan, ahlaklı savaş.

Hele sahte göz yaşları dökme.

Halkı kışkırtma.

Onun yüreğindeki evlat acısını “nefrete” dönüştürme.

Çünkü, savaş er geç sona erecektir.

Öldürebildiğin kadar insanı öldürdün.

Bari, gelecekte Türk-Kürt kardeşleşmesini öldürme.

Anladın mı? Ahlaklı ol!..



VEYSİ SARISÖZEN

PKK şiddeti ve çıkmaz yolda seyahat

Bu ‘sorun’, Mesut Barzani’ye ‘posta koymayı’ tasarlayarak, Washington’un kapısını ‘eylemli istihbarat akışı’nı güçlendirmek amacıyla çalarak, Bağdat’ta ‘üçlü güvenlik toplantıları’na bel bağlayarak, İran’la Kandil konusunda ‘ortak eylem’ girişiminde bulunarak, Kuzey Irak’a asker sokarak, sınır boyuna ‘özel eğitilmiş birlikler’ konuşlandırılarak, Güneydoğu’da OHAL ilan ederek, cezaevlerine KCK’lı, BDP’li yığarak çözülmez.
Geçen yıl 1 Ağustos’ta ‘Açılım’ın ilk ayağı olarak Ankara’da Polis Akademisi’nde gerçekleştirilen toplantıdan birkaç saat önce ‘Açılım Koordinatörü’ İçişleri Bakanı Beşir Atalay’la görüştüğümde kendisine, yaz ayları boyunca Güneydoğu’nun büyük bölümünü dolaştığımı ve halkta büyük beklenti yaratıldığını söylemiş, “Çıtayı çok yükselttiniz. Cesur adımlar atmaz ve doğru yönde yürümezseniz, öyle bir hayal kırıklığına yol açarsınız ki, şiddet misliyle geri dönebilir” demiştim.
Öyle oldu. Ağustos 2009’dan Habur girişine kadar geçen süre içinde üç ay boyunca ‘Açılım’ iyimser duyguları artırarak devam etti. Habur, bir ‘kırılma noktası’ oldu ve göstere göstere bugünlere geldik.
‘Açılım’, genel ‘demokratikleşme’ çerçevesi içinde Kürt sorununun çözümü yönünde siyasi adımların atılmasını öngörmek zorundaydı. Buna paralel olarak ve bu adımlar sayesinde Türkiye’nin Kürt halkı ile PKK arasındaki ‘manevi bağlar’ın zayıflatılmasını da sağlamalıydı.
Ancak, ‘Açılım’ın kaçınılmaz bu ikinci yönü için, PKK’nın ‘silahsızlandırılması’ gerekiyordu ki, bu da ‘dağdan inecek’, ‘hapishanelerden boşalacak’ ve ‘Avrupa’dan geri dönecek’ PKK’lılara ‘yasal siyaset kulvarları’nın açılması şarttı.
Bu amacı elde etmek için, PKK’nın ‘siyasi nüfuz alanı’nın Türkiye siyaset sisteminin ‘yasal parçası’ olan DTP ile olağan bir görüşme mekanizmasının kurulmasının yanısıra PKK’ya da uzanmak ve ‘silahsızlanma’nın onunla görüşerek gerçekleştirilmesi de şarttı.
Hiçbiri yapılmadı. Anlamlı siyasi adımlar bile atılmadı. Önemli yasal değişiklikler gerçekleştirilmedi. Üstüne üstlük DTP kapatıldı. ‘Ovada siyaset yapanlar’a o ‘kulvarlar’, içlerinde belediye başkanlarının da yer aldığı yüzlerce kişinin ‘KCK operasyonları’ ile içeri atılması ile kapandı. 11-17 yaşları arasında 1500 çocuk içeride. Hâlâ içerideler.
5 bin çocuk yargılanıyor.
‘KCK operasyonları’ ile yerel diyalog kanalları ortadan kaldırıldı. Güneydoğu’nun ‘tabanı’ ile ‘Kandil zirvesi’ ile ‘İmralı’ baş başa bırakıldılar. Kürt siyasetine eylem alanı olarak ‘şiddet yolu’ sunulmuş oldu.
‘Ova kurutuldu’, istikamet olarak yeni Kürt kuşaklara ‘dağ yolları’ gösterildi.
‘Açılım’a ilişkin elinde üzerinde çok düşünülmüş ve çalışılmış ayrıntılı bir ‘yol haritası’ bulunmadığı anlaşılan hükümetin müthiş bir ‘kumpas’a düşürüldüğünü ve Çiller döneminde olduğu gibi işin içinde çıkabilmek için ‘askerin kucağı’na düşürüldüğü bir zaman dilimindeyiz. Muhtemelen PKK’nın istediği de buydu.
Şimdi geldik, 1980’ler ve 1990’lar boyunca ezberlediğimiz söylemin tekrarına.
***
MİT’in eski müsteşar yardımcısı Cevat Öneş, Taraf’ta Neşe Düzel’e verdiği röportajda, ‘Öcalan, PKK’nın etkilediği Kürtler üzerindeki etkisini sürdürüyor. PKK’nın Kandil ve Avrupa kadroları üzerindeki manevi liderliğini de devam ettiriyor. Dolayısıyla PKK sorununun çözümünde Öcalan önemini koruyor. PKK, 1970’lerin sonunda ortaya çıkmış bir örgüt... Hem silahlı eylemini yapıyor hem de geniş bir kitleyi etkiliyor. Baskıyla veya korkuyla da olsa, Kürt siyasetini teke indiriyor’ sözleriyle mevcut tabloyu gerçekçi biçimde tasvir ediyor.
‘Bir avuç çapulcu’, ‘Bölücübaşı’, ‘teröristler’ vs. gibi sıfatlarla üretilen retorik, gelinen nokta ne devletin zaaflarını örtebiliyor, ne de sorunun çözümüne zerre kadar yarar sağlıyor.
Türkiye, ‘Kürt sorunu’nu aşamadığı sürece, uluslararası sahnedeki hiçbir iddiasını da yere getiremez. Bu, ‘karnında ağır kramplarla iki büklüm bir sporcu’nun ringe çıkmasına benziyor. Uluslararası sahnede, Türkiye, zorlu hasımlarla yüz yüze kalmışken, çözümsüz bir ‘Kürt sorunu’ ile hiçbir iddiasını gerçekleştiremez. Hiçbir hükümet, bu sorun bu haliyle ‘kangrenleşirken’ ayakta kalamaz.
Ve bu ‘sorun’, Mesut Barzani’ye ‘posta koymayı’ tasarlayarak, Washington’un kapısını ‘eylemli istihbarat akışı’nı güçlendirmek amacıyla çalarak, Bağdat’ta ‘üçlü güvenlik toplantıları’na bel bağlayarak, İran’la Kandil konusunda ‘ortak eylem’ girişiminde bulunarak, Kuzey Irak’a asker sokarak, sınır boyuna ‘özel eğitilmiş birlikler’ konuşlandırılarak, Güneydoğu’da OHAL ilan ederek, cezaevlerine KCK’lı, BDP’li yığarak çözülmez.
Bu yolların tümü 25 yıldır denendi. Geldiğimiz yer ortada.
Bütün bunlar denenmiş  ‘önlemler’dir ve ‘çıkmaz yol’a inatla girme denemeleridir. ‘Sorun’, sınırdan ‘terörist sızmalar’ sorunu değildir. Ömründe Şemdinli’ye ayak basmamış olanlar, televizyonlarda ahkâm kesiyorlar. Şemdinli’den Çukurca’ya, oradan Uludere’ye, Uludere’den Silopi’ye kadar olan alanda sıfır noktadaki karakollar, yüzlerini Irak Kürdistanı adını taşıyan bölgeye dikmiş, içeri sızacak olanlara karşı ‘vatanı koruyor’lar.
Arkalarında uzanan yüzlerce kilometrelik topraklarda yaşayan binlerce kişi dağlara çıkma duygusu içinde iken, korunmuş olan ne?  Arkanızda yaşayan onbinlerce, yüzbinlerce, milyonlarca kişi Ankara’ya ilişkin derin bir hayal kırıklığı ve öfke içindeyken, hangi sınır önlemi ve hangi ‘dış temas’ ile bu ‘sorun’un üstesinden gelebilirsiniz ki?
***
Cevat Öneş’e dönelim, ‘Öcalan ne planlıyor?’ sorusuna verdiği cevabı izleyelim:
“Kendi durumunu önceliği alan, mahkumiyetini hafifletmeye çalışan bir yapı var karşımızda. PKK’nın ve kendisinin muhatap alınmasını, PKK kadrolarının legal siyasete girme şartlarının yaratılmasını istiyor. Muhatap alınmak için siyasi iktidarı zorlamak istiyor. ‘Bensiz bu sorunu çözemezsiniz’ mesajlarını vermek istiyor. Biz bu sorunu genel bir başlık altında ‘Kürt sorunu’ olarak konuşuyoruz ama Kürt sorunu iki ayaklı bir sorundur. Birinci ayağı demokratikleşmedir. Türkiye’nin Kürt sorunuyla birlikte Alevi meselesini, mezhep çatışmaları ve azınlıklar meselelerini çözecek genel bir açılım projesidir bu. Bu plan Öcalan’la çözülmez. Sorun, AB kriterleri doğrultusunda TBMM’nin iradesiyle çözülür. Kürt sorununun ikinci ayağı olan PKK sorunu ise silahların bıraktırılmasıdır. Bu sürecin sağlıklı yönetilmesi için Öcalan ve Kandil dahil herkesle görüşülebilir. Çünkü biz barıştan bahsediyoruz.”
Yıllardır altını çize çize söylediğimizin bir paragraflık özeti bu.
Biliyoruz seçim geliyor ve Türkiye’nin mevcut siyasal ortamı ve güçler dengesinde, Tayyip Erdoğan yukarıdaki paragrafın içerdiği gerekleri, öyle düşünse ve istese bile, yerine getiremez denecektir.
Dönem, ‘milliyetçi söylem’i canlandırmak ve konuyu başta asker, güvenlik güçlerine havale etmektir. ‘Gerçekçi’ bakış açısı budur. Böyle denecektir.
Bu söylem ve yöntem, 1980’lerde ve 1990’larda cari idi. Kaç Başbakan gitti, sorun orta yerde ve ‘kangrenleşerek’ sürüyor. Aynı söylem ve yöntemin kendisini nereye taşıyabileceğini Tayyip Erdoğan, seleflerinin akıbetine bakarak görebilir.
Belki...

Dersim'in Kayıp Kızları'nın Gözyaşları


Nezahat Gündoğan'ın yönettiği 'Dersim'in Kayıp Kızları - İki Tutam Saç' belgeselinin Dersim'deki galası ortak hafızayı bir kez daha harekete geçirdi. 1938'de yaşananların acı hikâyeleriyle büyüyenler gözyaşlarını tutamadı.  Film bitip de ekranda hala kayıp olanların listesi akmaya başladığında yerinden kalkamayanlar, mendillerini elinde der top edenler, sahneye çıkan yönetmen Nezahat Gündoğan da gözleri dolup, cümlelerini tamamlayamayınca iyice koyverdiler...
'Dersim'in Kayıp Kızları' gözyaşlarını tutamadı
FİGEN ŞAKACI

TUNCELİ - Tunceli Kültür Merkezi’nin 300 kişilik salonunda çıt çıkmıyor... 1938 tarihli fotoğraflardan gözleri üzerimize dikili kızlar büyük ekranda... Burun çekişler, iç geçirişler, koltuklarda huzursuz kıpırdanışlar... O kızlardan biri de Huriye Aslan. Yine dimdik, keskin bir bıçak gibi gözleri. “Taş olsam çatlardım, toprak oldum dayandım” diyor... ‘Dersim’in Kayıp Kızları’ndan biri olarak, 80’ini aşmış yaşından geriye doğru hatırladıklarına anı demek aymazlık olur, hatta ‘travma’ bile yetmez...

Nezahat ve Kazım Gündoğan, ‘Dersim’in Kayıp Kızları - İki Tutam Saç’ belgeselini üç yıllık bir çalışmanın sonunda bitirip de İstanbul Cemal Reşit Rey’de ilk galasını yaptığında, insanlar fuayeye taşmış, yerlerde oturmak pahasına seyretmiş, kapıdan dönenlerin aklı filmde kalmıştı...
Cumartesi akşamı ise Dersim’deki (Tunceli mi demek lazım illa?) salonu dolduran kalabalık, sanki meraktan çok, iyi bildikleri, hatırladıkları ya da hatırlamaktan korktukları bir tarihle yeniden karşılaşmaya gelmişlerdi. Onlar ve bu topraklarda yaşayan herkes adına yüksek sesle dile getirilenler; 72 yıldır süren suskunluğun da son bulmasıydı çünkü...

Belgeselin kavuşturdukları
‘Beni konuşturma kızım’ diye Nezahat’i başından savmak isteyenler, nefesini toplamış, boğazında düğümlenen yumruya rağmen yutkunmuş ve anlatmaya başlamıştı...

1938 Dersim harekatında ailelerinden koparılıp evlatlık verilen ve tam 72 yıl sonra Gündoğanların sayesinde birbirlerine kavuşan amca kızları Huriye Aslan ve Fatma İçin’in anlattıkları, sadece sözlü tarih değeri taşımakla kalmadı, o yıllardan bugüne hâlâ kayıplarını arayanlar için de bir umut oldu. Erdal Karakoç da 1997’den beri aynı umutla kapı çalanlardan biri... Harekattan sonra kaybolan ablası Sakine Karakoç’u aramaya, babasının bıraktığı yerden devam etmiş ama bir yerde tıkanmış, artık hukuki bir süreç başlatmak istiyor ve ona yol yordam gösterecek ehil birini arıyor...

Film bitip de ekranda hala kayıp olanların listesi akmaya başladığında yerinden kalkamayanlar, mendillerini elinde der top edenler, sahneye çıkan yönetmen Nezahat Gündoğan da gözleri dolup, cümlelerini tamamlayamayınca iyice koyverdiler... O anın suskunluğu artık başkaydı çünkü, o an kimsenin kimseden saklayacağı bir şeyinin olmadığı, gözlerini birbirlerinden kaçıracağı bir an değil, hakikatli söze gerçek kıymetinin teslim edildiği bir andı...

Toplumsal Bellek Platformu adına Rakel Dink sahneye çıkınca da alkışlar patlayıverdi...

“Hepinizin benim gibi yüreği yaralı ve keder dolu” diyen, en çok ihtiyacımız olanın tövbe, ikrar ve özür dilemek olduğuna değinen Dink’in yanına avukat Fethiye Çetin de gelip, ‘Ben de 1915’in kayıp kızlarından birinin torunuyum’ sözleriyle konuşmasına başlayınca ayağa kalkanlar bir kez daha iç geçirdi... Bir film aracılığıyla gün yüzüne çıkan tanıklıklar herkesi bir kılmıştı işte... Tunceli’nin çiçeği burnunda Belediye Başkanı Edibe Şahin de, yıllardır kayıp halasını aradığını söylediğinde ortak hafızayı bir kez daha harekete geçirmiş, Fetiye Çetin’in “1915’le yüzleşilebilseydi Dersim olmayacaktı, Dersim gerçeğiyle yüzleşilseydi, Çorumlar, Maraşlar olmayacaktı. Yüzleşmenin ilk şartı hatırlamaktır” sözü salonda mıh gibi asılı kalmıştı...

Galanın ertesi günü misafirlerini Munzur’un eteklerinde dolaştıran Gündoğanlar, baktığımız her taşa, her dağa, her yeşile tarihi notlarını düştükçe kalbimiz bir kez daha sıkıştı, aklımız yaşananları anlamaya çalışmaktan bitap düştü... Otele döndüğümüzde ise televizyonda ‘Şemdinli’de çatışma: 11 asker şehit’ haberi altyazı olarak geçiyordu...

Bölünürsek kim, kaybeder?


Tabi ki yüz yıldır hep bizi düşünen, kendisi yemeyip bizi yediren, kendisi giymeyip, bizi giydiren Türk ağabeylerimiz şimdide eşiğine geldiğimiz şu zararlı ve tehlikeli vartadan bizim zarar görmememiz için ellerinden gelen her şeyi cana başla yapmaktadırlar!
Bölünürsek kim, kaybeder?
Yakup Özbey
Türk medyası tarafından ısrarla Kürt beyinlerine empoze edilmek istenircesine işlenen bir konu var.

Eger bölünürsek, bunun her iki topluma da daha çok da Kürt halkına zarar vereceği konusu.

Tabi ki yüz yıldır hep bizi düşünen, kendisi yemeyip bizi yediren, kendisi giymeyip, bizi giydiren Türk ağabeylerimiz şimdide eşiğine geldiğimiz şu zararlı ve tehlikeli vartadan bizim zarar görmememiz için ellerinden gelen her şeyi cana başla yapmaktadırlar!

Tabi ben bu hikmetli olayın sırlarını ve tılsımlarını hemencecik anlayamayacağım için, bilginin anahtarı olan sorularla anlamaya çalışacağım.

Bence burada temel soru şu:

Bölünürsek biz Kürtler ne kaybederiz?

Şöyle bir tarih kitaplarına baktığımda ne gibi kayıplarımızın olabileceğini kabaca bir tarif edeyim isterseniz:

Bir, Tc anayasası tarafından temel bir hak olarak korunma altına alınmış Kürt varlığı tehlikeye düşecektir.

İki, TC'nin kuruluşundan beri ilkokullardan üniversitelere kadar eğitim gördüğümüz ve hayatın her alanında uygulayabildiğimiz, yüzbinlerce edebi yapıtımızın olduğu anadilimiz Kürtçe bölünmeyle gelişme zeminini kaybedip gerileyecektir.

Üçüncüsü, uluslararası arenadaki siyasi statülerimizin tamamı elimizden çıkacaktır.

Dördüncüsü, TC'nin kuruluşundan beri içinde bulunduğumuz ekonomik refahtan yoksun kalacağız.

Beşincisi, sahip olduğumuz merkezi ve yerel Kürt parlamentoları, ve yine sahip olduğumuz düzenli Kürt ordusu çıkması olası anarşi sonucunda çözülecek ve yok olacaktır.

Diyarbakır'daki metro şebekeleri, gökdelenler, borsa merkezi, Van gölündeki 5 yıldızlı turizm otelleri, Mardin'deki tarih turizmi gelirleri, her tarafa ulaşan otoyollar, Dersim'deki uluslararası hava alanı, Urfa'daki modern çiftçilik, tarım ve hayvancılık, Hakkari'deki maden çıkarma tesisleri vs. vs.

Evet eğer bölünürsek, Kürt halkı olarak bütün bunları ve daha fazlasını yitireceğiz!

Yahu siz bizlerle dalga mı geçiyorsunuz?

Sizden ayrıldığımızda ne yitireceğiz, ne kaybedeceğiz?

İnsanlık namına, bize ne sundunuz ne değeriniz var ki, sizden ayrıldığımızda bir kaybımız olsun.

Siz değimlisiniz, Tc'yi anayasal düzeyde biz Kürtlerin inkarı üzerine kuran. Her şeyi Türkleştiren. Her şeyi tekleyen. Kendisi dışındaki bütün değerleri yok sayan ve yok eden!

Siz değimlisiniz, Tc'nin kuruluşundan beri kendi dilini ilkokuldan üniversitelere kadar eğitim dili yaparken Kürt dilini inkar ederek yok olmanın eşiğine getiren!

Siz değimlisiniz, NATO'dan BM'ye kadar bütün uluslararası arenada siyasi statü sahibiyken, Kürt halkına en ufak bir statüyü dahi çok gören!

Siz deği lmisiniz, parlamento ve ordu sahibiyken, Kürt halkına aynı şeyleri layık görmeyin!

Neymiş efendim, yüzyıldır berabermişiz.

Evet yüzyıldır beraberiz ama nasıl biliyor musunuz?

Yüzyıldır topraklarımızı çiğnediniz.

yüzyıldır topraklarımızda kullandığımız adları değiştirdiniz.

yüzyıldır bizim topraklarımız üzerinde yüzbinlere varacak sayılarda kanımızı döktünüz.

cinayet işlediniz.

evlerimizi gasp ettiniz.

yüzyıldır o güzelim doğamızı harap ettiniz.

Kürt halkını yoksullukla rezil rüsva ettiniz.

yüzyıldır topraklarımıza atadığınız vali, polis ve askerlerinizle milyonlarca Kürt halkına kendi Türkçenizi dayattınız.

Yüzyıldır okullarınızda, kurumlarınızda yaşamın bütün alanlarında Kürtçeyi inkar ettiniz.

Yüzyıldır topraklarımız üzerinde bize Türküm doğruyum dedirttiniz.

Daha sayayım mı?... Yoksa bunlar utanmanız için yeter mi, tabi utanacak bir yüzünüz varsa?

Evet işte bizim tanıdığımız Türklük bu.

Ve bölündüğümüzde, çok şey kaybedeceğimiz yalanlarınızı kendinize saklayın ve o yalanlarınız sizin sonunuz olsun!

Siz kötülükle o kadar özdeşleştiniz ki sizden ayrılan ancak iyiye ulaşacaktır.

Sizden ayrıldığımızda o bütün inkarlarınızdan, imhalarınızdan, cinayetlerinizden, yalanlarınızdan kurtulmuş ve kuracağımız kendi devletimizle yeni, demokratik, ferah ve evrensel değerlere uygun bir hayata adım atmış olacağız.

Bölünürsek biz Kürtler hiçbir şey kaybetmeyeceğimizi, aksine bunun kendisinin bile biz Kürtler için bir kazanım olduğunu bir asra yakın tecrübelerimizle çok ama çok iyi biliyor durumdayız.

Peki bölünürsek Türklerin elinde ne kalır acaba?

İstanbul'dan Sivas'a kadar dar sınırlara sıkışmış olan bir ülke.

Ermeni katliamı, Kürt katliamı gibi geçmiş günahların bedelleri ve tazminatları.

Menfaate, yalana dayalı Türk siyasetin oluşturacağı bir iç kargaşa -ki bu iç kargaşa polisiyle, askeriyle, siyasetçisiyle, profesörleriyle herkesin bir diğerine darbe yapmak istediği günümüzde bile hala mevuttur..

Ve özet olarak bitik bir Türkiye...
İşte tam burada benim aklıma şu soru geliyor:

Bu kadar bölünmek istemeyişinizin sebebi, yoksa bunun sizin son bulmanız anlamına geleceği için olmasın?

yakup_oezbey@hotmail.de

Yakup Özbey

Herkesin bildiği sır: DERSIM


“Herkesin Bildiği Sır: Dersim” Harika bir isim, kim bulduysa tebrik ederim. Kürtçede bir söz vardır “sağırları kulaklı etmeyin” diye. Oysa bu meselede tersine herkesin kulağı vardı uzunca bir zamandır duymamış gibi yapıyorlardı. Sonra bir gün “Allah şaşırttı” derler ya, aynen öyle oldu ve meclis kürsüsünden Onur Öymen o malum konuşmayı yaptı.
Prof. Dr. Ahmet Özer-SDÜ. Sosyolog

“Herkesin Bildiği Sır: Dersim” Harika bir isim, kim bulduysa tebrik ederim. Kürtçede bir söz vardır “sağırları kulaklı etmeyin” diye. Oysa bu meselede tersine herkesin kulağı vardı uzunca bir zamandır duymamış gibi yapıyorlardı. Sonra bir gün “Allah şaşırttı” derler ya, aynen öyle oldu ve meclis kürsüsünden Onur Öymen o malum konuşmayı yaptı. Birden herkesin kulakları duyar oldu ve sır kulaktan kulağa yayıldı, yeni bir şey keşfedilmiş gibi herkes bu sırrın gizeminin peşine düşer oldu ya da öyle görünmeye çalıştı. Neydi bu sırrını yıllarca Laç Dersine, Harçike, Ali Boğazına fısıldıysan 38 vakası.
       İşte sevgili Şükrü Aslan herkesin bildiği ama dile getirmediği bu sırrı bir kez daha yüksek sesle ifşa etmeye soyunmuş. Çok da güzel etmiş. Çünkü tarihsel gerçekleri yerli yerine oturtmazsak düzgün bir gelecek de yaratamayız. Resmi ideolojinin tersyüz ettiği bu tarihsel gerçek yıllardır düzeltilmiş biçimiyle kamunun huzuruna çıkmayı bekliyordu: “Öyle değil ey ahali” böyleydi deyip haykırarak…
     Resmi tarih, hâkim sınıfların bilinmesini istediği tarihtir. Tarihin, geçmişte yaşanmış olan ve iktidar sahiplerinin ihtiyaçları  doğrultusunda kurgulanmış versiyonudur. Bu amaçla toplumsal bellek yok edilmek, toplum hafıza kaybına uğratılmak istenir. Fakat resmi tarih oluşturmak bir başına amaç değildir, asıl amaç “resmi ideoloji” oluşturmaktır. Resmi ideoloji oluşturmak için resmi tarihi oluşturmak gerekiyor. Resmi tarihi oluşturmak, toplumun hafıza kaybına uğratılması, toplumsal belleğin (kolektif hafızanın) yok edilmesi, bozulması, tahrif edilmesi, egemenlerin ihtiyacına uygun bir bellek imâl edilmesiyle mümkün olur. Çünkü toplumsal hafıza toplumsal kimliğin en temel yapı unsurudur; bu yüzden olsa, “iktidar gizlemesini bilenindir” denmiştir. Çünkü hafıza kaybına uğramış, kim olduğunu, ne olduğunu, nereden geldiğini bilmeyen, kendi geçmişine yabancılaşmış birine hükmetmek çok daha kolaydır.1
     İşte Şükrü Aslan burada önemli bir işe soyunuyor, “artık yeter” diyor, gerçekle, “imal edilen gerçeği” yer değiştiriyor bir bilim insanı olarak. Bu çerçevede hazırlanan kitap 1938’den iki yöne doğru yapılan yolculuğun izini sürüyor. Biri, Dersimin tarihine, diline, müziğine, inanç pratiklerine, mücadelelerine, başarılarına, yenilgilerine doğru bizi götürüyor. Öbürü ise bölgenin bugününü tasvir eden, anlatan yazılara yer veriyor. Ve olan biteni özetleyen, “Dersim hadisesinden Naklaen Gelen” yazılı mezar taşlarından, “aç kalayım ama memleketimde kalayım” diyenlerin yürek burkan hikayelerine yer veriyor.
     Ben de bir süreydi “Tarihteki Önemli Beş Kavşakta Türkler ve Kürtler” diye bir kitap hazırlıyordum. Kitapta bahsi geçen önemli kavşaklardan biri de “Erzurum: Mustafa Kemal ve Kürtler” adını taşıyor. İsminden de anlaşılacağı üzere bu bölüm Cumhuriyet dönemi Kürt politikalarını ve uygulamalarını konu ediniyor ve doğal olarak bunun içinde Cumhuriyet Dönemi Kürt İsyanları da yer alıyordu: Şeyh Said, Ağrı ve Dersim. Bu sırada Şükrü Aslanın o güzel çalışması elime gelince hem bunun için hem de sonbaharda Aslanın da organizatörlüğünü yaptığı ve Tunceli Üniversitesi tarafından düzenlenen, benim de katılacağım “Tunceli/ Dersim Uluslararası Sempozyumu”na hazırlanmak için eşsiz bir kaynak teşkil ediyordu, hemen alıp incelemeye başladım.
     Bir sosyal bilimci olan ve bu yöresel damarlardan beslenerek süzülüp gelen Aslan Dersimi hemen hemen bütün yönleriyle irdeleyen bir çalışmayı bize sunuyor. Tarihten kültüre, kimlikten inanca, müzikten doğaya, politikaya ve diasporaya kadar hemen her konu yer alıyor bu güzel eserde. Üstelik konun uzmanlarından, o engin coğrafyayı bilenlerden, yaşayanların dilinden, belleğinden, duygu ve düşüncelerinden aktarıyor. Adeta bir büyük tarih ve kültür bilincinin süzgecinden damıtılmış bir sunu yapıyor, hem de en çok bunların tartışıldığı ve toplumun en çok bunları bilmeye ihtiyaç duyduğu bir zamanda bunu yapıyor.  Kimler yok ki bu anlatının köşe taşlarında; her zaman siyaset adamı olmanın ötesinde bir Kürt bilgesi olarak gördüğüm Kemal Burkay yaşadığı soğuk sürgün memleketinden insanın içini ısıtan bir sıcaklıkla Dersimin eşsiz doğasını, tarihini ve insanını anlatıyor. Mazgirti, Çarsancak’ı, Dırbanı, Munzuru, Harçiki anlatıyor. Şimdilerde adeta 38’leri çağrıştıran operasyonlarla anılan  Gelinpınarından, Ali Boğazından bahsediyor. Ve o engin birikim ve deneyimiyle ve şair ruhuyla  ekliyor “insan olarak yalnızca kendi özgürlüğümüzü değil, doğamızın; ırmağın, vadinin, kuşun, ağacın, çakıl taşının da özgürlüğünü savunmak gerek” diyor a Munzurun çığlığı gibi. Kitapta 38 olayı da enine boyuna tartışılıyor.
     1938’deki Dersim kıyımından sonra Kürt Hareketi, sindirme sonucu, uzun bir suskunluk dönemine girmiş, ta 1960’lara kadar kimsenin ciddi biçimde sesi soluğu çıkmamış, &9’larda DDKO’larla başlayan süreç 70’lerde fraksiyonlarla sürmüş, bazı sırlar bu dönemde gün yüzüne vurmuş ama 80 darbesi gelip her şeyi gene karanlığa boğmuştu. Darbe kendini meşrulaştırmak için gene isyan demişti.. Bu konuda önemli olan husus şudur ki, kimi zaman bir isyan olmadığı halde askerin kışkırtması, ya da bir namus meselesi yüzünden halk toplumsal mühendislik projesi çerçevesinde galeyana, provokasyona getirilerek isyan süsü verilmiş, sonrada kanlı bir biçimde (geride kalanlara aba altından sopa gösterme politikası ile) bastırılmıştır. Şükrü Aslan derlediği kitabın önsözünde bu husuta  şöyle diyor: “Dersimli’lerin inanç pratikleri dili ve diğer nitelikleri problem edilmiş; özellikle kültürel kimliği bir muhalif dinamik gibi algılanmış ve dönüştürülmesi hedeflenmiştir.” İşte Dersime yapılan seferin asıl nedeni de budur. “Böylece Dersim onu kontrol altına almak isteyen hakim siyasetler için daima bir ‘tatbikat alanı’ olmak durumunda kalmıştır. Bu tatbikat aracılığıyla modern tarihin en vahşi saldırılarına tanıklık eden Dersim ile kurulan temas ve onu tarif etme biçimi hemen her zaman iktidarların siyasal çizgisine ve sistemin beklentilerine göre gerçekleşmiştir.”2
      Dersimi bekleyen akıbet daha Ağrı İsyanını bastırılırken, olaylara müdahale eden güvenlik güçlerinin 1930 tarih ve 1850 sayılı yasanın ilk maddesiyle işledikleri savaş ve insanlık suçlarından  bu yasayla muaf tutulması sonrasında yapacaklarının da adeta teminatı olmuştur. “20 Haziran 1930 dan 10 Aralık 1930 kadar, devlet ya da vilayet temsilcileri, askeri ya da sivil yetkililer, jandarma ya da koruyucular ya da üst makamlara yardım eden veya tek başlarına hareket eden siviller tarafından, Erzincan Vilayeti’nde ki Pülümür ve Birinci Müfettişlik bölgesi dâhil olmak üzere, Erciş, Zilan, Ağrı Dağı ve çevreleyen bölgelerde meydana gelen isyanların takibi ve bastırılması sırasında tek başına ya da topluca işlenen cinayetler ve diğer eylemler suç olarak görülmeyecektir.” Yani atış serbesttir! Nitekim üçüncü ayaklanmayı izlemek üzere bölgeye giden (yarı resmi sayılan) Cumhuriyet Gazetesi yazarı Yusuf Mahzar, 16 Temmuz tarihli haberinde müjdeyi verir: “…Zilan Harekâtı’nda imha edilenlerin sayısı 15.000 kadardır. Zilan deresi ağzına kadar ceset dolmuştur...” Zilan Deresi’ni cesetlerle doldurursa sorunu çözeceğini düşünen Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt baklayı ağzından çıkarır: “… Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!” (Milliyet, 19 Eylül 1930) İşte bir süre sonra Dersim dağlarında bu sesin uygulaması yankılar.
      Yıllarca bölgenin sosyo ekonomik bakımdan geri bıraktırılmasının kontrolü için daha münasip olacağına karar veren dönemin muktedirlerine “Bunları uyandırmamalıyız, yol yaparak, okul yaparak milliyet hissi uyandırılmamalı” yaklaşımı egemendi. Fevzi Çakmak, “ne okulu bunların cahiliyle baş edemiyoruz, okumuşu ile nasıl baş edeceğiz” demişti. Bu sözler 1932-1948 arasında emniyet teşkilatında görevler alan, 1965-1978 arasında ise aralıklarla dışişleri bakanlığı yapan İhsan Sabri Çağlayangil’e ait.3 Dönemin Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmağın “o bölge” dediği yer ise şimdiki adı Tunceli olan Dersimdir.
     İşte o zaman bölgeye sığınmış Koçgiri isyancılarını teslim etmeleri için sıkıştırılan Dersimliler Naşit Hakkı’nın deyimiyle “kapılarını misilsiz bir inatla içerden kilitleyince”, asırlık kilidi ne pahasına olursa olsun açmaya yeminli olan devletin aklına dâhiyane (!) bir fikir gelir: Aralık 1935’te Tunceli Kanunu çıkarılır ve Dersimin adı Tunceli olarak değiştirilir. Ocak 1936 da Elazığ, Tunceli, Bingöl, Erzincan, Sivas, Malatya, Erzurum ve Gümüşhane illerini kapsayan Elazığ Merkezli Dördüncü Genel Valilik kurulur ve başına Dersim Valisi ve Kumandanı sıfatıyla, “Koçgiri şahini” Sakallı Nurettin Paşanın damadı Abdullah Alpdoğan atanır. Tunceli yasak bölge ilan edilir, giriş çıkışlar özel izne tabi tutulur. Ve görünen köy kılavuz istemez, baskı ve gerginlikler sonucu çıkan büyük çatışmalar, Koçgiri isyanının lideri Alişer Bey ile aynı aşiretten olan Şeyit Rıza liderliğindeki kalkışma izler. Diyarbakır’dan kalkan uçaklar (Mustafa Kemal’in manevi kızı Sabiha Gökçen de pilotlardan biridir) yöreye bombalar yağdırır. 31 Ağustos 1938’e kadar isyanın liderleri ele geçirilir ve bölge tümüyle boşaltılır.4 Kasım 1937'de yakalan Seyyid Rıza, iki oğlu ve bazı aşiret liderleri göstermelik bir yargılamadan sonra ve idama mahkûm edildiler.
     Çağlayangil anılarında, “Elazığ’da bekleyen beyaz donlu 6000 Doğulu Pertek’teki Singeç köprüsünün açılışına giden Mustafa Kemal’den Seyid Rızanın hayatını bağışlamasını istemesin diye” her türlü hukuk ilkesini çiğneyerek, tatil günü, gece demeden, otomobil farlarının ışığı altında isyancıların davasını alelacele nasıl sonuçlandırdığını anlatır. Mahkemenin verdiği 11 idam cezası dördü yaşlılık gerekçesiyle 30 yıla çevrilmiş, Said Rıza ve altı yandaşının idam hükmü 18 Kasım 1937 de Elazığ Buğday Meydanı’nda infaz edilmiştir. Ölülerin bedenleri ise Elazığ’da dolaştırılır ve “mezarları türbe olmasın diye” yakılır. Yıllardır resmi tarihçilerce tekrarlanan, Seyid Rızanın idama giderken “Yaşasın Kürdistan!” dediği meselesine Çağlayangil şöyle açıklık getirir: “Son sözünü sorduk, ‘kırk liram ve saatim var, oğluma verirsiniz’ dedi. Oğlunun asılacağını bilmiyordu.(.) Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama Seyit Rıza meydan insan doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa hitap etti. ‘Evladı Kerbelayıh. Bihatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir’ dedi. Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap rap yürüdü, çingeneyi itti, ipi boynuna geçirdi, sandalyeye ayağıyla tekme vurdu infazını gerçekleştirdi”. Başbakan İsmet İnönü idamdan sonra “Dersim müşkülesinden kurtulduk” der. Tahminlere göre 110 bin nüfuslu olan Dersimin ölülerden geriye kalan 72 bin kişisi ülkenin değişik bölgelerine sürülür ve Dersim defteri bir sır olarak uzunca yıllar kapatılır.
     Şükrü Aslanaın kitaba adını verdiği deyimiyle “38 vakası uygulayıcıların da mağdurlarında  belleklerine bile ‘ulusal sır’ gibi böyle nakşedildi. Ama gene de “Dersim kırımı bir fısıltı olarak kulaktan kulağa yayılıyor fakat kamuya bir ses vermek gerektiğinde ‘ulusal devlet inşasının zorunlu sonuçlarından biri’ denilerek  olan bitenler meşrulaştırılıyor ve konu kapanıyor. Böylece Dersimde devletin başvurduğu fiziki tasfiye süreci herkesin bildiği  ama konuşmadığı ‘ulusal bir sır’ olarak kalmaya devam ediyor.” İşte Şükrü Aslan Derlediği bu kapsamlı kitapta bu sırrı alanının saygın ve yetkin kalemleriyle ifşa ediyor adeta. Kimler yok ki bu sırrı deşifre etme “suçuna” ortaklık eden: Tam kırk kişi, kırklar cemi gibi. Hepsini kitapta bulmak ve her birinin Dersimin bir yönünü anlattığı o güzel yazıları okumak gerek. Ben bura da sadece bir kaçının adını vermekle yetineceğim: K. Burkay’dan başka, Muzaffer Oruçoğlu, kadir bilir dağlarına sığındığı Dersimli mücadele yıllarını gittiği uzak diyarda yazdığı romanların diliyle anlatıyor. ‘Bu dağlar kadrin bilir utandırmaz evellah adamı’ diyerek. Hüsyin Ağuiçenoğlu Alavilik-inanaç-etnik kimlik üzerine bir yazı kaleme almış. Dilek Soıleu Koçgiriden Dersime uzanan hareketliği anlatmış. Murat Yüksel, Ulusal devletin Dersimle marazı temasını analiz ederken, Şükrü Aslan  Dersimdeki kayıp nüfusun izini sürüyor. Beyza Üstün tarih ve doğa bilincinin merceğinden Munzura Vurulmak istenen kelepçenin boğmaya çalıştığı suyun ve doğanın çığlığını dile getiriyor. Hıdır Eren Dersim diasporasını aktarıyor ve daha birçok değerli kalem değerli bir çok yazıya imza atmış. Bütün hepsini aktarmamamın nedeni biraz da okuyucunun merakına bırakmaktır gerisini. İşte bu kitapta bu kalemler aracılığıyla herkesin bildiği ama kimsenin bir süre önceye kadar dile getirmediği sır ifşa ediliyor.
     Zaten bugün yaşadığımız sorunlar Cumhuriyet'in bir sır perdesinin arkasına gizlenerek Kürtler'i Türkleştirmek, Alevileri Sünnileştirmek, Sünnileri de laiklik sopası ile terbiye etme politikalarından kaynaklanmıyor mu? Bu sorunların çözümü için iki şey gerekir, birincisi tarihle yüzleşmek ve barışmak, ikincisi de farklılıkları teke indirgemekten vazgeçip, zenginlik olarak görerek toplumsal barışı sağlamaktır. Herkesin Bildiği Sır: Dersim bizi yüzleştiriyor ve daha özgür, eşit ve onurlu bir dünyanın inşası için önerileri tartışıyor.. 


Prof. Dr. Ahmet Özer

SDÜ. Sosyolog

Topal Osman


Topal Osman Giresun Kalesinde kesik başıyla birlikte gömüldü. Sonraki yıllarda M. Kemal’in yakın arkadaşı ve İstiklal Mahkemelerinin idamcı yargıcı Kılıç Ali, Giresun gezisi sırasında Topal Osman’ın bakımsız mezarını görünce üzüldü. Bunu M. Kemal’e anlatı ve M.Kemal’de 1925 de sırdaşı ve yakın dostu olan Osman Ağa hazretlerine bir anıt mezar yaptı. Derken yıllar sonra ise Topal Osman’ın bir de şehir merkezinde heykeli dikilmek istendi. Bu heykel çalışmalarını sizce kim yürütse iyi?
 Topal Osman Ağa ve Mustafa Kemal Paşa
Önce Topal Osman Aga? 1884 yılında Giresun’da dünyaya geldi. “Topal Osman Rus Savaşlarına katılmış, bir bacağından yaralandı “Topal” lakabını oradan almıştı.
Savaş sonrası Giresun’a dönen Topal Osman, etrafına topladıgı kanun kacaklarıyla birlilkte “Laz Alayları” nı kurdu. Bölgedeki Rum ve Ermenilerin sürek avına çıktı. Karadeniz’de ki Rumların çoğu müslüman olmuş, ama ana dilleri olan Rumcayı hala konuşuyorlardı. Bunlar varlıklı ve meslek sahibi kimselerdi. Topal Osman ve Çetesi için Rumların ve Ermenilerin serveti iştah kabartıyordu. Böylece ister istemez Rumların katli vacip, malı-serveti ve kadınları ise helaldi. Topal Osman’da bunun gereklerini yapıyordu. Topal Osman aynı zamanda Teşkilatı Mahsusanın bir üyesi idi. Daha sonraları ise Giresun’a belediye başkanı bile olmuştu. Gerci, Vak’a nüvis, yani Resmi Tarih yazıcıları, Rumların da bölgede Türklere karşı saldırılarından bolca söz etseler de, bunun pekte abartılı oldugu kendi içinde hemen anlaşılmaktadır. Çünkü bölgede yok edilen, sürülen ve asimile edilen Rumlar ve Ermenilerdi.


Topal Osman’ın Rum Katliamları  

“Falih Rıfkı’ya göre Topal Osman basılan her Türk evine karşı üç Rum evini basmak, mezarını kendine kazdırıp diri diri adam gömmek, vapur kazanlarında kömür yerine canlı adam yakmak gibi zulüm ve işkencelerle bölgeyi Rumlardan tamamen temizlemişti. Dr. Rıza Nur, Topal Osman’a “Rum köylerinde taş üstünde taş bırakma” demiş, o da “Öyle yapıyorum ama kiliseleri ve iyi binaları lazım olur diye saklıyorum” karşılığını vermişti. Rıza Nur’un “Onları da yık, hatta taşlarını uzaklara yolla, dağıt. Ne olur ne olmaz, bir daha burada kilise vardı diyemesinler’ demesi üzerine “Sahi öyle yapalım. Bu kadar akıl edemedim” diyecekti.“ (1) Topal Osman Ve Cetesinin, özellikle varlıklı Rumları ve Ermenileri yakalayıp bagladıktan sonra torbalara koyup, denize attığı da bilinenler arasındadır. Bundan dır ki; Başta İngilizler olmak üzere Avrupa devletleri, Karadeniz’de Rumlara ve Ermenilere yapılan bu mezalimin durdurulmasını ve sorumlusu Topal Osman’ın cezalandırılmasını ivedikle İstanbul hükumetinden istiyordu. İstanbul Hükumeti de 1915 de ki gibi Ermeni Katliamı sorumlusu iken, birde Rum katliamı sorumlusu olmak istemiyordu. Bunun için Topal Osman’ı gıyaben yargılamış, idama mahkum etmiş her yerde aranıp, bulunmasını istiyordu. Ama Topal bulunamıyordu çünkü firardaydı... 

M.Kemal Ve Topal Osman’ın İlk Antlaşması  

M.Kemal; 9. Ordu müffetişi sıfatıyla 16 Mayıs 1919 da Padişah tarafından görevli olarak İstanbul’dan Samsun’a yollandı. Yapması gereken iş; Karadeniz de bulunan Rumları ve Ermenileri Türk Çetelerinden korumaktı. M. Kemal Paşa ve 21 arkadaşı, 19 Mayıs günü Samsun limanına çıktı. Meraklısına küçük bir not, çok ilginçtir; Tam 12 gün sonra, 28 Mayıs ta ise, İngilizlerin istegi ve baskısı üzerine; İstanbul da tutuklanan İttihat ve Terakki ileri gelenlerini, devlet adamlarını, Milletvekilleri, gazetecileri ve belli şahsiyetleri toplam 145 kişiyi yargılamak üzere Malta’ya sürgüne gönderdiler.

M. Kemal’in Samsun Serüveni  

Tarih okumalarımıza göre M.Kemal eger 16 Mayıs ta İstanbul dan çıkmamış olsaydı, belki o da bu sürgünler içinde yer alacaktı. M.Kemal Samsun’a vardıktan hemen sonra Havza’ya geçti. İlk işi olarak da Topal Osman Ağa ile görüştü. Topal Osman o sırada Osmanlının Divan-i Harbi tarafından yargılanmıştı. Suç dosyası oldukça kabarıktı. Kurduğu çetesiyle yaptıgı Ermeni-Rum katliamlarının sorumlusuydu. İstanbul hükumetince, “idamı” onaylanmış, Olağanüstü Savaş Mahkemesi tarafından görüldügü yerde tutuklanması istenmişti. Topal Osman Ağa zorla oturdugu Giresun Belediye Başkanlığı koltugunu da bırakıp, Sıvas, Şebinkarahisar’a gizlendi. Aslında Topal Osman’ın kurduğu çetesi, cezaevlerinde firar edenler, çeşitli suçlardan arananlar ve asker kaçaklarından oluşuyordu.  

M.Kemal Paşa ve Topal Osman Ağa Antlaşması 
 
Proto (erken) Cumhuriyetinin kurucusu, Son Osmanlının 9. Ordu müfetişi M.Kemal Paşa, 29 Mayıs günü Topal Osman Ağa ile Pontus Rumlarının “halli” için gizlice Havza’da görüşüyordu. Bu aynı zamanda Proto Cumhuriyet ile Çete liderinin ilk antlaşması olarak tarihe geçecekti. Oysa Osmanlı Padişahı tarafından bizat Karadenizli Türk çetelerini ekarte etmesi için Samsun’a yollanmıştı. Ama M. Kemal Paşa, Padişahın tam zıttı, bir siyaset yürütüyor ve Topal Osman’la anlaşarak el sıkışıyordu. Yine çok ilginçtir ki; Bu tanışma aslında Topal Osaman Ağa’ya, daha sonraki yıllarda pahalıya mal olacaktı. Ama Topal bunu bilemezdi. 

İkili Görüşmelerdeki Bazı Notlar 

Bu karşılıklı görüşmede M. Kemal; “ ...Bundan sonra el ele çalışacağız. Pontuscuların karadeniz kıyılarında neler yaptıklarını birde erbebının ağzından dinleyelim dedik” derken, Topal Osman’ da bölgedeki Rum ve Ermenilerin yaptıklarını anlatır ve yine M. Kemal’den “...Görüyorumki vatansever duygular taşımaya gençliginde başlamışsın....Çeteni derme çatma bir kuvvet olmaktan çıkaracaksın. Sana genç ve atak subaylar verecegiz.. Pontuscular hangi usülleri kullanıyorlarsa, siz de o usülleri çekinmeden kullanın...” (2) cevabını alır. Bunun üzerine Topal Osman Ağa, M. Kemal Paşa’ya hitaben; “ ...Siz hiç merak etmeyin Paşam! Bu Pontus Rumlarına öyle bir tütsü verecegim ki, hepisi magaralarda eşek arısı gibi boğulacak” (3) diyecekti. Bu “mağara” lardan içeriye verilen “tütsü” Ihsan Sabri Çağlayangil’in Dersim katliamı itiraflarında da vardı. Hep beraber bir daha hatırlayalım mı? “...Bunlar mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısı içerisinden, bunları fare gibi zehirledik. 7 den 70 e o Dersim’in Kürtlerini kestiler. Kanlı bir harekat oldu...” Demekki bu magara tütsü teknigini, Topal Osman taa o zamanlar, 1919-20 lerde bulmuştu. 

Topal Osman’ın Suçları Afoldu  

Topal Osman’ın M.Kemal’den bir tek istegi vardı ve bu istek; M. Kemal’in “özel ricasıyla” 8 Temmuz 1919 da Padişah Vahdettin’e, Topal Osman hakkındaki verilen “tutuklama” ve “idam “ kararını kaldırttı. Topal Osman ve çetesinin önü açıldı. M. Kemal, Topal Osman’a tekrar belediye reisligini elde etmesini salık verirken, T. Osman Ağa ise ; o işin çocuk oyuncağı oldugunu vurguluyor ve hemen ilk iş tekrar zorla Belediye’ye reis oluyordu. Karadeniz havalisindeki Pontus Rumlarına elinden gelen her şeyi layıkıyla yapmaya devam etti. Bu arada ailesi ve yakın çevresi de olabildigine zenginleşiyordu. 

M. Kemal ve Topal Osman İlişkisi 

Topal Osman, Mustafa Kemal’e hep saygıyla “Paşam” derken, M. Kemal’de ona “Osman Ağa” derdi. Osman Ağa’ya sonsuz bir güven içindeydi. Bu sayede; Karadeniz’de yapılan silahlı saldırılarla Rumlar ve Ermeniler ortadan kaldırılmış, sürülmüş, korkudan sindirilmişti. Artık Topal Osman bölgenin tek hakimiydi. Erzurum Kongresinde M. Kemal’e az da olsa muhalif olan çizgideki Karadenizli üyeler, korkularından sessizligi yegliyorlardı. Aynı şey Sıvas Kongresi Karadenizli üyeler için de geçerliydi. 1. Meclise de bölgeden seçtigi üyeleri yolluyordu.  

Topal Osman Ankara’da

M. Kemal’in istegi üzerine Topal Osman, yakın adamlarıyla birlikte 12 Kasım 1920 de Ankara’ya varırken, arkasında da büyük bir silahlı güç bırakmıştı. Ankara’da ki görev belliydi. M. Kemal başta olmak üzere, Cankaya’yı ve Meclis’i koruma göreviyle oluşturulan, Muhafız Birliginin komutanı Topal Osman Ağa olacaktı.

Topal Osman Koçgiri Katliamında 
 
İç isyanlar Ankara’yı oldukca tedirgin ediyordu. Bolu, Düzce, Sakarya, Konya derken ve nihayet Koçgiri Kürt Ayaklanması başlamıştı ki; Topal Osman’a bu alanda yine yol görünüyordu. Osman Ağa’nın yönetiminde hemen 42. ve 47. Alaylar kuruldu. Gönüllü Laz Birlikleri oluşturulup Mart 1921 de Koçgiri’ye hareket etti. Koçgiri’de de tıpkı Karadeniz de Rum ve Ermenilere yaptıklarını yapmaktan asla ve asla imtina etmiyordu. “ ...Ele geçirdikleri köylerde her çeşit zulüm ve melaneti yapmaya başlamışlardı. Masum Kürt çocukları bu canavarlar tarafından ateşe atılıp yakılıyor ve tüyler ürpeten manzaralar karşısında Laz alayları zevk ve çümbüş yapıyorlardı.” (4) diye tarihe not düşülmüştü.  

Koçgirili Beko Ve Osman Ağa 

  “...Koçgirili Beko, Topal Osman çetesini Rafahiye’nin Kayadibi bölgesinde kuşatır. Ancak, Erzincan’dan gelen 11. Alay’a bağlı 2. Tabur’un dağ topları, Topal Osman ve çetesini kurtaracaktı. (25 Mart 1921) ” (5)
Ankara için, Koçgiri Kürt Halk İsyanı da Topal Osman’ın katkılarıyla böylece kanlı bir şekilde bastırılmış oldu.
Topal Osman kendisini iki cümleyle şöyle anlatıyordu; “ ...Ben cahil bir adamım. Yalnız bir gayretim vardır; Türküm, Müslümanım. Evet Türkü, dini gavurlardan kurtarmak için çalışıyorum. Başımı bu yola koydum...“ (6) diye, yaptıklarını anlatacaktı.

Calal Bayar’ın Ağzından Topal Osman 

Ağzında dökülen incilerle anlattıgı Topal Osman’ı överken Bayar; “…Koçkiri bence hepsinden mühimdir.
Esasen Yunanlılar’a karşı durmak için kuvvetimiz kafi değildi. Bunlar da ayrıca çıktı başımıza… Koçkiri’de bir ordu merkezi yapıldı. Onun kumandanlığına size önce bahsettiğim Nurettin Paşa’yı kumandan tayin ettiler. O başardı o işi. Sonra Giresun’dan 1200 kişi ile gelen Topal Osman –çok yakın dostumdur, cahil bir adamdı büyük gayretleri oldu.”(7)
  Topal Osman’ın Dilinden Ovacık Kürtleri 19.02.1922 tarilli Vakit gazetesinden A. Emin Yalman, Topal Osman’la yaptıgı bir söyleşide, “...Refahiyede 2700 mevcutlu usat kuvetiyle müsademede bulunduk. Asiler bozuldular. İki ay zarfında ortalık tamamen teskin edildi. Koçgiri’de ki taburu alay haline koyduk. Bir taraftanda teşkilata devam ettik. Dersim’de Ovacık Kürtleri başkaldırınca bunların üzerine yürürdük. Derhal vaziyeti anladılar. Ve Koçgirir isyanının uğradıgı akibetten kurtulmak için Erzincan hükumetine dehalet ettiler...” derken, Nuri Dersimi ise “...Giresunlu Topal Osman Koçgiri’de yapmadığı melanet kalmadıgı yetmiyormuş gibi, kendisine bir kahraman süsü vererek avanesi olan Laz çeteleriyle Erzincan’ın kemah kaza merkezine gelerek ve Dersim"e sokularak bir çete muharebesi yapmak tasavvuruna kadar kendisinde bir varlık görmüştü. Dersim’den hemen bir kısım Kürt fedaileri gönderildi. Bir çok Laz efradı tepelendi. Topal Osman yaralı olarak Giresun mıntıkasına kaçtı.”(7) Ali Şükrü Bey 1884 yılında Trabzon’da dünyaya geldi. Osmanlının son Meclisi Mebusanında görev yaptı. Ankara’daki açılan 1. Meclis’te ise Trabzon Milletvekili olarak bulundu. Meclis’te M. Kemal’in liderlik yaptığı 1. Gruba karşı, muhalefetin temsil ettigi 2. Grubun Lideriydi. Meclisteki tüm görüşmelerde M. Kemal’in karşısına çıkıyordu. Bir keresinde ateşli tartışan bu iki Grup lideri burun buruna geldiler ve M. Kemal elini cebindeki silahına götürdü. Bütün bu olup biteni, Cankaya ve Meclis Muhafız Komutanı silahlı Topal Osman, Meclisteki özel locasında izlemekteydi.  

Ali Şükrü Bey Cinayeti 

Ali Şükrü Cinayeti ile ilgili bir çok anı kitapları mevcuttur. Ama en detaylı, sade bilgiyi ise Rıza Nur vermektedir.“ M. Kemal birgün Keçiören’de Ali Kılıç’ın bağına gitmiş. İçmişler. M. Kemal zil zurna sarhoş olmuş. Topal Osman’ın adamlarından olup maiyetinde bulunan muhafızlarından üç kişiyi çagırmış, emir vermiş “ şimdi gideceksiniz. Nerde ise Ali Şükrü’yü bulacaksınız. Öldürüp geleceksiniz.” Kılıç Ali ve diger avene yalvarmışlar ,” Sırası degil, bırak biz sonra yapalım. Böyle ap-aşikar olmaz” demişler.”(8) Ama emir verdigi muhafızlardan biri Ali Şükrü Beyin tanıdığı olduğu için bu konuşulanları gidip anlatır. Daha sonra M. Kemal, Topal Osman’la Cankaya’da birlikte bir akşam rakı içerlerken, sitemli bir edayla; sözü Ali Şükrü Bey’e getirir ve “ nedir senin bu hemşehrinden çektigim Osaman Ağa? ” diye dert yandığı çoğu anı kitaplarında yer almaktadır. Derken 26 Mart 1923 günü akşamı, Ali Şükrü Bey aniden ortadan kaybolur. Tam üç gün sonra 29 Mart’ta Cankaya yakınlarında, işkenceyle ve booynu telle sıkılmış ölü olarak bulundu. Meclis karışır ve Topal Osman sırra kadem basar ortalıktan kaybolur. Çünkü 26 Mart akşamı bir kahvede otururken Ali Şükrü Bey’in yanına, Topal Osman’ın Muhafız Bölügü kumandanı Mustafa Kaptan gelir. Konuşup ve birlikte gittigini herkes görmüştü. “ Ali Şükrü’ye demiş. Aynı memleketli olduklarından birirbirilerini tanırlarmış. Kalkmiş beraber gitmişler. Ağanın evine gitmişler.” (9)  
Topal Osman Yine Firarda Daha sonra Topal Osman’ın evinde yapılan incelemeler sonucu cinayetin Topal Osman ve adamları tarafından yapıldıgı anlaşılmıştı. Ama Topal Osman yine firardaydı. İlk firarını; İstanbul Hükumetince aranırken 1919 da yapan Topal Osman, şimdi ise dört yıldan beri M. Kemal ile birlikte çok iyi işler başardığı halde Ankara hükumetince aranmaktaydı. Bütün bunlar, kendi deyimiyle de cahilligin resmi belgesi degildi de nedi? Ama burada dikkat edilmesi gereken bir nokta varki; Ankara hükumetince, başbakan Rauf Orbay tarafından aranan Topal Osman bakınız bu kaçak günlerinde neredeymiş, okuyalım! “ ...O günlerde Ağa çok korkmuş, çok telaş etmiş. M. Kemal teselli vermiş. Geceleri M. Kemal’in yanında geçirirmiş. Demak Ağa cinayeti yapar-yapmaz cenazeyi en emin yer olarak M. Kemal’in köşkünün yanına gömmüş. Kendi de oraya sığınmış.”(10) yani Çankaya köşküne..

Topal Osman’a Baskın Kararı 

Gerek mecliste 2. grup ve gerekse, Trabzon’da ve hatta ülkenin degişik yerlerindeki gelen büyük eleştiriler sonucu , Topal Osman’ın yakalanıp adalete teslim edilmesi kaçınılmaz oldu. Yani Topal Osman artık gözden çıkarıldı. Başbakan Rauf Orbay ve Cumhurbaşkanı M.Kemal Çankaya’da bir araya gelip, yeni bir plan yaptılar. Daha sonrada Bakanlar kururlunda bu konu konuşuldu. “ Gazi, eşi ile birlikte yemegini Çankaya Köşkünde yedikten sonra, gizlice ve kimsenin gözüne batmadan istasyona inmiş, ondan sonra muhafızların degiştirilmesine ve Osman Ağa ile maiyetinin tepelenmesine başlanmıştı.” (11)
M. Kemal Ve Eşi Çankaya’yı Terkediyor M. Kemal Topal Osman’ı iyi tanıdığı için, kenisine saldıracagını bildiginden dolayı Eşiyle birlikte Çankaya Köşkünü terketmişti. Topal Osman ise o gece, kendi evinde Çankaya Köşküne yakı, Papazın Bağında adamlarıyla birlikte gizlenmekteydi. Çankaya’da ki bu son plandan haberi yoktu. “ Osman Ağa üzerine gelindigini sezince Çankaya köşküne hücum etti. Köşkte kimseyi bulamayınca kapıyı kırıp içeri girdi. Ne bulduysa parçalayıp ortalığı karma karışık etti. Bu haber geldigi sırada silah sesleri de duyuldu. Bir süre sonra haber geldi. Osman Ağa altı yardımcısı ile vurulmuş ve ele geçirilmiştir. “ (12) Görüldügü gibi Topal Osman Çankaya Köşküne sıgınmak istiyor, M. Kemal’ den yardım etmesini bekliyor. Görüyorki evde kimseler yoktur, bu defa da gözden çıkarıldığını geçte olsa anlıyor ve köşkü dağıtıyor. Bu baskın ise tarihe ilk defa “Çankaya Köşkü Baskını” olarak geçecekti. 

Topal Osman Yaralı Yakalanıyor Ve Öldürülüyor 
 
Söylentiler muhtelif. Bir anlatıma göre ; Topal Osman’ı M. Kemal’in yaveri İsmail Hakkı Tekçe öldürmüş. Diger bir anlatımda ise şöyle; Topal Osman’ın üzerine “ Muhafız Kıtası Kumandanı Rize’li Binbaşı Fuat Bey ‘in emri ile sırf konuşmasını önlemek maksadıyla-kasten öldürülmüştü. Fakat cesedi üstünde o kadar tahribat yapılmıştı ki; tanınacak bir halde degildi. Hata başı olmayan bir cesedi bu hükmün infazı bakımından zorunlu olarak ayağından asmışlardı.” (13) Evet ,aynen öyle olmuştu. Oysa hacca gitme planları vardı, hac’ın hayalini kuruyordu ki; cahil başını büyük bir belaya sardı. Artık geriye dönüşü olmayan bir yoldaydı. Beynine son kurşunu yerken acaba Rumlara, Ermenilere ve Kürtler yaptıkları gözlerinin önünde bir filim şeridi gibi hiç gelip-geçtimi bilinmez! 1 Nisan 1923 de Meclis tatile girdi. Çünkü Ali Şükrü Bey’in 26 Mart’ta kaybolmasıyla birlikte son bir- kaç günden beri başkent Ankara’da olaganüstü olaylar ve tartışmalar yaşanıyordu. Bu sıralarda İsmet inönü ise Türk Heyetiyle birlikte Lozan’daydı. 2 Nisan da ise yaralı olarak ele geçirilen Topal Osman, Sedye ile taşınırken önce M. Kemal’le görüşmek istiyor, kabul edilmeyince de küfürler ediyordu. Bunun üzerine Karadenizli Laz hemşehrisi Rize’li Binbaşı Fuat tarafından öldürüldü. Yine Çankaya yakınlarında gömüldü. Tıpkı Ali Şükrü Bey gibi.

Topal Osman’ın Başı Kesildigi İçin Ayağından Asıldı  

Meclisin ve özelliklede 2. Grubun tek şidetli istemi; Topal Osman’ın “idam” edilmesi ve meclisin önünde asılıp halka teşhiriydi. Bu durum karşısında gömüldügü yerden çıkarıldı. Ama bu defa da başı kesik olduğu görüldü. Bunun üzerine ayağından asıldı. Cesedi günlerce asılı kaldı ve bu da yetmezmiş gibi silahlı vekiller ve sıradan vatandaşlar Topal Osman’ın kesik başlı, ayağından asılı bedenini, adeta bir nişan poligonuna çevirmiş, delik deşik etmişlerdi. Başsız ve silah kurşunlarıyla delik deşik olmuş bedeni artık kokuşmuştu. Giresun’a son haliyle gönderildi... Topal Osman’na Anıt Mezar Topal Osman Giresun Kalesinde kesik başıyla birlikte gömüldü. Sonraki yıllarda M. Kemal’in yakın arkadaşı ve İstiklal Mahkemelerinin idamcı yargıcı Kılıç Ali Giresun gezisi sırasında Topal Osman’ın bakımsız mezarını görünce üzüldü. Bunu M. Kemal’e anlatı ve M.Kemal’de 1925 de sırdaşı ve yakın dostu olan Osman Ağa hazretlerine bir anıt mezar yaptı. Derken yıllar sonra ise Topal Osman’ın bir de şehir merkezinde heykeli dikilmek istendi. Bu heykel çalışmalarını sizce kim yürütse iyi? Evet ya doğru! 1998 de Giresun Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Veli Küçük! Peki Veli Küçük şimdi nerede? Ergenekon Terör örgütü davasından, “çete” başı olmaktan dolayı içerde. Şimdi anladınız degilmi? Son Sözü Topal Osman ve R. Nur Söylesin mi? Hadi söylesinler bari, bizde dinliyelim. “... Ben çok iş ettim. Ben kurtulur muyum sanırsınız? Vatana hizmet ettim ama, bir gün beni harcarlar...” “ Sanki kerameti vardı. Dedigi oldu. Cahiline kurban gitti” (15)

Lazların Çankaya’daki Dansı  

Çok ibret verici, bir hazin hikayedir bu yazılanlar- okunanlar. Ali Şükrü Bey Trabzon Laz milletvekili ve 1. Mecliste 2. Grubun lideriydi. M. Kemal muhalifi ve hükumetin ateşli eleştirmeniydi. Soydaşı Topal Osman tarafından öldürürldü. Çankaya yakınlarına gömüldü. Daha sonraları ise

Ali Şükrü Bey, “Demokrasi Şehidi” ilan edildi. Topal Osman Giresun’lu. Laz Alaylarının çete başısı. Son yıllarını Ankara’da Meclis ve Çankaya muhafız birliginin komutanlığını yaparak geçirdi. Trabzon milletvekili soydaşı Ali Şükrü Bey’i öldürdü. Topal Osman’da “Cumhuriyet Şehidi” ilan edildi. Arkadaşı M. Kemal tarafından anıt mezarı yapıldı. Binbaşı Fuat Bey Rizeli ve Laz’dı. Çankaya’da Muhafız Kıtası Kumandanıydı. Soydaşı Topal Osman’ı yaralı ele geçirdi ve gerçekleri konuşmaması için öldürdü. Kesik başlı bedenini ise Çankaya yakınlarına gömdü. Binbaşı Fuat Beyin akıbeti yazılamadıgı için henüz ögrenilemedi. Böylece Lazların Çankaya’da ki bu ateşli Kafkas dansları da son buldu.  



Kaynak
1) Ayşe Hür, Taraf gazetesi 14 Mart 2010
2) H. İzzettin Dinamo, Kutsal İsyan, c, 2. s. 113
3) Ayşe Hür, Taraf gazetesi 14 Mart 2010
4) Nuri Dersimi, Kürdistan Tarihi
5) Koçgiri Halk Haraketi, s. 79
6) Rıza Nur, Hayat Ve Hatıratım, c.3, s. 163 7) Tercuman gazetesi, 10 Eylül 1989 8) Nuri Dersimi, Hatıratım, s. 112 9) R. Nur, age, c. 2, s. 376-377
10) R. Nur, age, c. 2, s. 380
11) R. Nur, age, c.2, s. 382
12) A. Fuar Cebesoy, Siyasi Hatıralar, s. 295 13) Feridun Kandemir, Rauf Orbay, s. 106 14) Kadir Mısırlıoğlu, Ali Şükrü Bey, s. 234
15) R. Nur, age, c, 2. s, 386