22 Haziran 2010 Salı

Milli Mucadele Surecinde Aldatilmis bir Halk:KURTLER(Kisa Belgesel)

Fethullah Gülen provokasyon sahnelerinin baş aktörüdür

Yeni_Özgür_PolitikaGülen, etnik kökenini inkâr etmekle kalmıyor aynı zamanda düşman bir rol oynuyor. Öncelikli hedeflerinden biri de, Türk olmayan gençleri Türkleştirmektir. Merkezinde ise Kürt çocukları bulunuyor
Gülen’in adına ‘Altın Nesiller’ verdiği İslamcı yeni bir genç kuşağın yetiştirilmesi politikasını başarılı bir şekilde uygularken, bunun ilk adımını Malatya ve Diyarbakır’da atar. Bu iki ilde ‘Altın Nesil’ konferanslarını verir. Esas amacı Kürt gençlerini anti-komünist ve Türk-İslamcı çizgi ekseninde örgütlemektir.

Dönemsel olarak provokasyonların devlet kurumları tarafından çok yaygın olarak kullanıldığı, halkın manevi ve dini duygularıyla oynanarak, anti-komünist mücadele stratejisine bir meşruluk kazandırıldığı bir süreçte, Gülen, bir er olmasına rağmen,zamanının önemli bir kesimini bu çalışmalara ayırır. “Yine ikindi vaktiydi. Cemaate ‘yazıklar olsun size! Sizin dininizle, peygamberinizle alay edecekler, siz de kuzu kuzu oturup burada beni dinleyeceksiniz. Onlar ecdadımızın aziz ruhlarıyla eğlenecekler, siz de Müslüman geçineceksiniz’ gibi sözler söyledim. Cemaat birden ayağa kalktı, Ben ‘yok, yok, bizim sokağa dökülmekle işimiz yok, Bu meseleyi başka yoldan haletmek lazım’ falan dediysem de dinletemedim. Yolda iltihaklarda olmuş. Büyük bir kalabalık sinemayı basmış. Hadise tamamen bütün Erzurumlarca benimsenmişti.” Bu provokasyon bir ön hazırlık aşamasını taşıyor. Provokatör ise asker olarak görevlendirilmiş Gülen’in kendisidir. Maraş katliamı sırasında, aynı oyun oynanmış, bir sinema ateşe verilmişti. Gülen bunun tatbikatını Erzurum’da birkaç yıl önce denemiş ve başarılı olduğunu görmüştü.

Üç aylık izin süresi dolar ve hastalık gerekçesiyle bir aylık izin daha alır. Böylece 4 aylık süre Erzurum ve çevresinde çok boyutlu örgütlemeler yapar. Bir başka gün yine camide ‘Deccal’ı anlatmaya karar verir. Vaaz sırasında “Deccal hakkında ne biliyorsam anlattım. Cami miting meydanına dönmüştü. Cemaat bazen heyecandan ayağa kalkıp oturuyor. Meğer istihbarat erkenden gelip kürsünün etrafını almış ve belki de konuşmaları kaybetmişler. Meğer benim gelip teslim olmam hadiseyi yatıştırmış. Yoksa gaye ikinci Menemen hadisesi çıkartmakmış. Askerlerden bir ikisi ‘vurun şu herifi’ deyince halk bağırıp çağırmaya başlamış, Hava iyice gerginleşmiş. Bunlar olurken ben caminin içindeydim. Çıkıp da teslim olunca yapacakları bir şey kalmadı.” Bu olay toplumsal provokasyonun bir başka deneme alanını oluştururken, camiye gelen askerlerin, yine bir başka özel görevli bir askeri tutuklamasıdır. Gülen, tutuklandığı anda, hemen tümen komutanına bildirilir. Gülen’e göre Tümen komutanı ‘milliyetçi bir insan’mış. Ona gidenler, “Efendim, bu arkadaş onların dediği gibi değildir, Biz vatanımızı, milletimizi, bayrağımızı ve tarihimizi sevmeyi ondan öğrendik. Ayrıca, derhal Ankara’ya Genelkurmaya gitmişler ve oradaki bazı paşalarla görüşmüşler.” Gülen’in kontrgerilla ve istihbarat tarafından ne kadar kıymetli olduğu anlaşılıyor.

Genelkurmayın devreye girmesiyle hemen serbest bırakılır ve İskenderun’da birliğine döner. İskenderun’a gelir gelmez, yine merkez camiinde vaaz verir. Halkın dini duygularını kullanarak tahrik eder ve bir bakıma yeni bir provokasyonu hazırlar. “Bu nasıl Müslümanlık, bu otellerin çerçevelerini indirmek lazım gibi şeyler söyledim. Sert konuştum. Askeri elbisenin üzerine cübbe giyilmezken ben böyle bir kıyafetle vaaz veriyordum. Bir başka konuşmamda da ‘devletin nizamı var, polisi var. Polis yapmazsa bu vazifeyi kim yapacak’ diye yine otellerdeki ahlaksızlıkla ilgili bir şeyler söylemiştim.” Erzurum’da gelir gelmez, hem de asker elbisesi ile vaaz vermek ve halkı provokasyona getirmek, Gülen’in cesaretinde kaynaklanmadığı bilinir. Böyle rahatça hareket etmesini sağlayan nokta, devletin kontrgerilla güçleriyle olan derin bağlarıdır. Asker olarak camilerde vaazlarını süreklileştiren Gülen ikinci bir kez tutuklanır. Ancak Genelkurmayın müdahalesiyle hemen serbest bırakılır. “Lehimdeki umumi baskılar mahkeme heyeti üzerinde toplanınca hâkimlerin tavırları değişti. Tümen komutanı ağırlığını koymuştu. Ankara’dan-Genelkurmay bn- ‘mademki milliyetçi bir çocuk, bir meseleden dolayı onu niye bu kadar eziyorsunuz’ mealinde telefon ve telgraf gelmiş. Hiç beklemediğim bir anda, bana küfür yağdıran o binbaşı, elinde çanta, hapishaneye girdi. Daktilosunu da yanında getirmişti. Beni de müdürün odasına aldılar. Daha önce zorla aldıkları ifadeleri bir bir değiştirip, yerine mahzursuz ifadeler yazdılar. Sonunda da, ‘bundan böyle hapishaneye atılmasını gerektiren bir şey yok. Çıkarın.” Genelkurmay’ın, ordu ve tümen komutanların devreye girmesi, Gülen’in üstlendiği görevle ilişkilidir. Bu nedenle askeri açıdan suç görülen hiçbir yasa, kanun Gülen için geçersizdir. Bir asker olarak camilerde ve hatta bazen askeri elbisesinin üzerine cübbe giyerek vaazlar vermesi, sanırım ordu tarihinde tek örnek Gülen’dir. Peki, neden sorusunu sormak gerekir. Gülen’ı koruyan önemli kişilerden biri de dönemin 2.Ordu Komutanı Cemal Tural’dır. Belki de dikkat edilmesi gereken en önemli ilişkilerden biri budur. Gülen şunları söyler: “Cemal Tural o sıralarda 2.Ordu Komutanıydı. Ve hakikaten milliyetçi görünüyordu. Barzani hareketini adım adım takip ediyordu. O günlerde, Güneydoğu’daki bazı evlerde, Barzani’nin resimleri asılıydı. Barzani her an halkı ayaklandırabilir şeklinde şayia vardı. Cemal Tural’a karşı duydu- ğumuz alaka biraz da Barzani’yi yakın takibe almasından dolayıydı. Şimdi durum ve tutumumuza bakınca bir kere daha şu tuhaflıkların karşısında hayrete düşüyorum. Dünkü şaki bugün eller üstünde.” Gülen’in Erzurum ve çevre illerindeki faaliyetleri çok daha net olarak ortaya çıkıyor. Barzani’nin etkisini kırmaya yönelik Türk-İslam çizgisi ekseninde dini faaliyetleri örgütlemektir. Yani bir bakıma Kürtlerin tasfiye politikasının çok kapsamlı olarak uygulandığını ve Gülen’in de bunun önemli bir parçası olarak işlev gördüğünü ortaya koyuyor.

Ancak Cemal Tural’ın yaptığı çok önemli bir iş daha var: Said-i Nursi’nin mezarını yerinde kaldırıp kaybettiren kişidir. Gülen, bunu çok iyi bilir. Ama hiç bahsetmez. Said-i Nursi’nin Kurdi kimliğini çok bilinçli olarak arka planda tutar ve hatta yok sayar. Bu nedenle Gülen’in, Nurcu olduğunu iddia etmesi çok bilinçli bir yalan ve aldatmacadır. Tersine, Said-i Nursi’nin mezarını ortada kaldıran generale duyduğu saygılığını vurgular. Bu çok açık olan bir çelişkiyi ifade eder. Ayrıca Gülen’in Nursi geleneğini takip ettiğine dair hiçbir somut veri yok. Said-i Nursi’ye dair anılarında geçen tek bölüm şudur: “Üstad’dan Erzurum’a bir mektup geldi. ‘Mektup kime hitaben yazılmıştı? Üstad bu mektubu kime dikte ettirmişti?’ hatırlamıyorum. Fakat selam gönderdiği isimler vardı. Sonunda da Fethullah ile Hatem’e de selam deniyordu. Ben adımın zikredildiğini duyunca ayaklarım yerden kesildi zannettim; o kadar sevinmiştim. Hayatımda o derece sevindiğim çok az vakidir. Şimdi o mektup nerdedir, kimdedir, onu da bilmiyorum. Ancak bu bana yetmişti. Sohbetlere gitmeyi bir daha terk etmedim.” Bunun dışında Said-i Nursi için söylediği pek bir şey bulunmaz. Nursi’den bahsederken, onun Kürt kimliğini yok sayar, inkâr eder. Kendisini Türk gördüğü gibi, Nursi’yi de böyle göstermeye çalışır.

Askerliğinin önemli kısmını kışla dışında yaptı
Gülen, askerliğinin önemli bir kesimini kışlanın dışında yapmıştır. 24 aylık askerliğin yaklaşık olarak 10 ayını farklı şehirlerde camilerde verdiği vaazlarla geçirmiş veya komünizmle mücadeleyi örgütlemekle meşgul olmuştur. Bunun için de askerliği 34 gün erken bitirtilmiş. “İkinci bölük komutanı Mahmud Mardin adında bir yüzbaşıydı. Çok sert bir insandı. Meğer o da her zaman gelip beni dinliyormuş. Benim haberim yoktu. Ben disiplinden çıkınca hemen yanıma geldi. ‘Ben seni çok dinledim. Şimdi ben seni evine göndereceğim. Artık askerlik bitti. Ben tezkereni arkandan gönderirim’ dedi… Beni böylece 34 gün evvelinden saldılar, tezkeremi de arkamdan gönderdiler.” Gülen öyle ki, yaşamın her anı torpillerle geçiyor. Konuşmalarında öyle sözler söyler ki, dinleyen acır, üzülür, efkârlanır. Yaşamını öyle çileli anlatır ki, insan hayranlık duyar. Ama yaşamını az çok incelediğimizde bunun böyle olmadığını, bütün yaşamı boyunca devletin önemli güçleri tarafından korunduğunu, sahiplenildiğini görürüz.

Gülen, hemen her dönem devlet gizli gücünü arkasında hissetmiştir. Bütün faaliyetlerinde gizli ilişkilerin özel bir rolü var. Örneğin, eğitim kampları olarak anlattığı süreç, bir bakıma devlet destekli kontrgerilla çalışmalarının bir parçası olduğu çok açıktır. Özellikle 1965-1980 yılları arasında, devletin kontrgerilla güçlerinin, toplum içerisinde anti-komünist propagandayı süreklileştirmek ve sivil faşist ve İslamcı güçleri kullanarak devrimci harekete saldırmak için, askeri ve politik eğitim kampları kurdurduğunu biliyoruz. Gülen bu sürecin çok önemli bir halkasını oluşturmaktadır.

Gülen, Edremit, Buca, Avcılar, Kızılkeçeli bölgelerinde kurulan ve devlet tarafından da korunan eğitim kamplarında yüzlerce genç eğitime tabi tutuluyordu. Kampların amacını şu cümlelerle açıklar: “ Bir inayet ve bir koruma altında olduğumuz apaçıktı. Umumi teveccüh ekseriyetteydi. Urfa’dan, Diyarbakır’dan bile talebe geliyordu. Komünizmin gemi azıya aldığı bir dönemde ona karşı, hem de böyle nizamı bir mücadele, geleceğin milliyetçi ve maneviyatçı tarihçilerini derin derin düşündürecektir.” Çok açık olarak belirtildiği gibi, bu kamplar, ABD’nin özellikle Ortadoğu ve Asya bölgesinde uygulamaya koyduğu ‘yeşil kuşak’ stratejisinin somutlaşmış biçimi olan ‘komünizmle mücadele’ politikasının Türkiye’de güncelleştirilmesinin bir parçasıdır. MHP’ye bağlı olarak kurulan ama esasen MİT ve CİA tarafından organize edilen ‘Komando Kampları’ gibi Gülen öncülüğünde oluşturulan ‘İslamcı Kampların’ da birer kontrgerilla faaliyetidir.

12 Mart 1971 Askeri darbesi sırasında kısa bir süre tutuklanmasına rağmen, kampların faaliyeti kesintisiz olarak davam etti. “Benim tutuklu olduğum dönemde de, kamp hizmeti devam etmişti. Bu hizmet çok masumdu ve hedefi de gençleri komünizm ve anarşizmden koparmaktı… Ben kaldığımda Avcılarda kalıyordum. İlk sene kapasitemiz azdı. Avcılar’da 50-60 kişi vardı. Diğer iki kampta ise 70-80 kişi bulunuyordu. İkinci ve üçüncü senelerde Avcılar’ın kapasitesi daha da arttırıldı ve ortalama bu kampa 80-100 arasında insan katılabiliyordu.” Peki bu gücü nereden alabildi. Tutuklu olmasına rağmen, kamp eğitimlerini nasıl örgütledi. Kendi deyimiyle çevresinde çok az kişi kalmasına rağmen, bunu başarması devlet destekli bir politikadır.

MİT ve CİA desteğinde, komünizme karşı mücadeleyi öncelikli görevleri arasında gören Gülen, Türkiye’nin hemen her yerinde örgütlenir. Zaman zaman tutuklansa da, Ankara’daki üst düzey dostları vasıtasıyla her defasında paçayı kurtarır. Gülen’in kısa sürelerle cezaevine konulması, onu meşrulaştırma ve etki gücünü arttırmanın bir aracı olarak kullanılmasını sağladığı da çok belirgin olarak ortaya çıkıyor.

‘’Altın Nesiller’’ projesiyle asimilasyonu kalıcılaştırdı
Gülen, etnik kökenini inkâr etmekle kalmıyor aynı zamanda düşman bir rol oynuyor. Öncelikli hedeflerinden biri de, Türk olmayan gençleri Türkleştirmektir. Merkezinde ise Kürt çocukları bulunuyor. Gülen’in adına ‘Altın Nesiller’ verdiği İslamcı yeni bir genç kuşağın yetiştirmesi politikasını başarılı bir şekilde uygularken, bunun ilk adımını Malatya ve Diyarbakır’da atar. Bu iki ilde ‘Altın Nesil’ konferanslarını verir. Esas amacı Kürt gençlerini anti-komünist mücadele ekseninde Türk-İslamcı çizgi ekseninde örgütlemektir. “1976 yılında seri konferanslara çıkmıştım… İşin olumlu yanı Malatyalı gençlere ait olmak üzere çok coşkulu olmuştu. Evet, ben en diri dinleyici kitlesini Malatya’da bulmuştum… Erzurum da çok iyiydi… Diyarbakır’da da Altın Nesil Konferansı’nı verdim. Güneydoğuda bugün patlak veren hadiselerden, ben o günde endişe içindeydim…” Gülen, Barzani’nin bir lider gibi kabul edilmesini içine sindiremediği gibi Kürtlere yönelik düşmanca tavrı çok belirgindir. Kürtlerin tasfiyesi için belki de devletten çok daha büyük bir faaliyet yürütmüş biridir. Bu çalışmaları bütün Kürt coğrafyasında kesintisizce devam ediyor. Uluslar arası küresel istihbarat ve ekonomik güçlerin kullanım merkezleri olarak bilinen Gülen okullarında yetiştirilen ‘Altın Nesil’ gençler içerisinde Kürt çocukları küçümsenmeyecek bir potansiyeli oluşturuyor.

Gülen’in bir başka özelliği de muska yapmaktır. “Ben merdivenden çıkarken, bacımız trans halinde imiş. Cinler ona ‘hoca geliyor, fakat biz onun hakkında da geliriz’ diyorlarmış. Kapıyı çaldım. Arkadaşım beni karşısında görünce şaşırdı. Tabii ki, onun böyle şaşırmasının sebebini ben daha sonra anlayacaktım… ‘Bu dua mecmuasını bacımız üzerinde taşısın, mutlaka faydası olur, cinler yanına sokulamazlar’ dedim… Sonra trans halindeki bacımız, ‘nasıl, Hz. Hamza geldi diye kaçıyorsunuz değil mi?’ diye bağırmaya başlamış.” Gülen’ın insanların psikolojik sorunlarını muskalarla çözmesi bir yana, anlattığı uyduruk hikâyeden görüleceği gibi müthiş bir egoizmi ve kendini beğenmişlik duygusu var. Trans halindeki kadın, Gülen’i Hz. Hamza ile eş değer görüyor. Vaaz sırasında hıçkırarak ağlaması, kendisini sıradan zavallı göstermesinin arka planında büyük bir beğenmişlik, bencillik vardır. Dikkat edilirse yaşamına ait anlattığı bütün anılarında, kendisini sürekli Hz. Ömer, Hz. Hamza, Hz. Ali gibi İslam büyükleriyle kıyaslar, onlarla eş değer görür.

Gülen bütün yaşamı boyunca ticaretle, parayla çok iç içe olmuştur. Ailesinin zenginliğini bir yana bırakırsak, gittiği bölgelerde devlet yöneticileriyle bağlar kurarken, aynı zamanda tüccarlarıyla, zengin eşrafıyla da yakın bağlar kurar. Yaptığı örgütlemede onları özel olarak değerlendirir. Özellikle anti-komünist mücadele stratejisine bağlı olarak kurdukları kampların bütün masraflarını bölgenin zenginlerine ödettirir. Bu bakımdan İzmir’de, Kestane pazarını kendisine mesken seçmesi de bilinçli bir tercihdir. Burası aynı zamanda ekonomik bir merkezdir. Yahudi kökenli tüccarların ve işadamların yoğun olduğu Kestanepazarı, Gülen’in ilişkilerinde önemli bir yer tutar. Örneğin Kamp kurmak için Ankara’da topladığı 3 bin liralık bonoyu, Yahudi esnaflar vasıtasıyla Kestanepazarında paraya çevirir. Bugün, Gülen cemaatine ait olan uluslar arası şirketlerin çok önemli bir kesimi özellikle Yahudi kökenli dünya kapitalist şirketlere çok yakın ilişkileri bulunuyor.

1971 ve 1980 darbelerini aktif destekledi
Şeriat düzenini savunduğunu iddia eden Gülen’i en çok destekleyen ve koruyanlar da laik geçinen generaller oldu. Ordu ile stratejik bir ittifak içinde olan Gülen, hem 12 Mart 1971, hem de 12 Eylül 1980 askeri darbesini çok aktif bir tarzda destekledi. Örneğin, 12 Mart 1971 askeri darbesini desteklemek için vermiş olduğu bir vaaz da, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan için dini merasim yapılmasını dahi eleştirmektedir: ”Deniz Gezmiş’ler, ömürleri boyunca dine, Allah’a, mukaddesata küfrediyor, sonra da devlete baş kaldırınca öldürülüyor. Ama sonra da dini merasimle gömülüyor. Bu ne perhiz, ne lahana turşusu?” Haziran 1980’de yani askeri darbeden yaklaşık olarak 3 ay önce, İzmir’de camide verdiği vaaz da, darbe çağrısı yapıyor: “İstihbarat duysun, emniyet duysun, askeriye duysun, başbakan duysun, riyaset-i cumhuriyet duysun. Polise, askere kurşun sıkan bu hainlere mahkemelerde gereken ceza verilmezse ne devlet kalır, ne millet... Bu nasıl iştir!.. Türkiye’de devlet ve hükümet yok mu? Ne oldu askere? Polisler Nerede? Marks’ın bayrağı altında mitingler yapıyorlar ve bunlara müdahale eden çıkmıyor! Aslında bunlar askeri de karşılarına almışlardır.” 12 Eylül 1980 darbesinden sonra yine bir camii vaazında yapmış olduğu ve daha sonra ‘Sızıntı’ dergisinde yayınlanan konuşmasında şunları söyler:“Her milletin tarihinde asker bir tepe varlıktır (...) bir de anadan doğma asker-millet vardır. O, asker doğar, askerlik türkülerinden ninniler dinler ve asker olarak ölür. Âşıktır askerliğe, serhad boylarına, akına ve kavgaya (...) onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük... Eğer, atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam... Düşmanı kıskıvrak yakalama bir zaferdir. içtimai bünyenin, harici bir kısım eraciften temizlenme, arındırılma ve aslına irca zaferi (...) ümidimizin tükendiği yerde, hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihalerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz.” Gülen cemaati ile generaller arasında bir kısım farklılıklar olmasına rağmen ortak bir ittifak kurdular. Birbirlerinin çıkarlarını korudular. Bu nedenle, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra, Afişlerle aranan Gülen, İzmir’de camilerde darbeyi desteklemek için vaazlar verir. Dönemin Milli Güvenlik Konseyi sekreteri Haydar Saltık’ın koruması altında, faşist darbeyi desteklemek için görevini sürdürdü. İlginç olan Türkiye’nin iç politikasının olağanüstü süreçlerinde, Gülen mutlaka, Ankara’da bir general tarafından korunmuştur. Gülen’in yaşam tarihi tahmin edildiğinden çok daha karanlıktır. Kozmik odaların gizli yerlerinde Gülen’e ait çok büyük bilgiler ve belgeler vardır. AKP hükümeti geçmiş yılların karanlıklarını aydınlatmak istemez. Yapılmış onlarca provokasyonları, katliamları hiçbir şekilde açığa çıkartmaz. Çünkü izlerin birçoğu Gülen’in kapısına çıkar. MİT tamamen İslamcıların denetimindedir. Geçmiş yıllara ait arşivleri açabilirler. Ama açmaya hiçbir şekilde cesaret edemezler. Çünkü o arşivlerin her karesinde Gülen’in fotoğrafı vardır. Özel Harp Dairesi ve Genelkurmay Başkanlığı İstihbarat Dairesi ile olan derin ilişkilerinin bütün belgeleri, CİA ile olan özel bağlantıları, yer aldığı provokasyonların tamamı MİT’in dosyalarındadır. İslamcı hükümet, hiçbir şeyin karanlıkta kalmasını istemiyorsa, öncelikle açması gereken Gülen dosyasıdır. Dürüst olmanın ölçütü budur.
BİTTİ

DR. MUSTAFA PEKÖZ

gokyuzu9@aol.com

AKP çözmüyor gürültü çıkarıyor!

Yeni_Özgür_Politika “AKP’nin çözüm paketleri makyaj niteliğindedir. Bu tasarılarla günü kurtarmak ve sorunları zamana yaymak niyetindedir. Bakın, AKP sivil bir anayasayı seçim sonrasına bıraktığını söylüyor. Bu çok açık görünen bir kaydırma politikasıdır. Yani Ermeni sorunu, Kürt sorunu, Alevi sorunununa ilişkin adımları zamana yayarak, bu sürede Türkiye’nin tüm kademelerine kendi kadrosunu yerleştirecektir.”
Amed İnsan Hakları Derneği (İHD) Şube Başkanı ve İHD Genel Başkan Yardımcısı Muharrem Erbey, AKP’nin, Türkiye’de halen süren işkencelere rağmen hükümetin ‘demokrat’ bir görüntü vermek istediğini belirtti. Erbey devamla, “devlet yetkilileri hafızasız bir toplum yaratmaya çalışıyor. Bu çok tehlikeli bir oyundur. Bizler de hafızamızın kaldırılmasına asla izin vermeyeceğiz” dedi. Erbey sorularımızı şöyle yanıtladı.

Şu an gündemde olan ‘demokratik açılım’ sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?
İHD Amed Şubesi olarak Türk devletinin ‘Kürt Açılımı’nı, ‘Demokratik Açılım’, ‘Milli Birlik Açılımı’ adı altında başlattığı süreci olumlu buluyoruz. Bu açılımla Kürt sorununa dair redci, inkarcı bir anlayış yıkılmıştır ve bu sorun artık Türkiye Meclisi’nde resmi gündem olmuştur.

Bir çok aydın ise bir samimiyetsizlik ve güvensizlik hissettiklerini belirtiyor?
Bu doğru bir tespittir. Biliyorsunuz, AKP iktidarı Kasım 2002 tarihinden bu yana bir çok şeyi kendince değiştirmeye, dönüştürmeye çalışıyor. Fakat bunu yaparken de çok pragmatik bir politika ürettiğini söyleyebiliriz. Temelde kendi yandaşlarını kadrolaştırma anlamında, gündeme müdahale edebilme suretiyle, çok ciddi bir şekilde Türkiye’nin en önemli kurumlarına yaydığını ve yerleştirdiğini görmekteyiz. Bunu yaparken de aynı zamanda Türkiye’nin acıl sorunlarını 2002 ila 2009 yılları arasında gündeme taşımadı ve tartışmadı.

Suçlar soruşturulmuyor!

AKP bunu nasıl yapıyor?
Bakın, Türkiye’de tabu haline gelen Ermeni sorunu, Kürt sorunu, Alevi sorunu gibi sorunların tartışılması önemlidir. Fakat AKP gibi, bir iktidar partisi olarak bazı sorunları yüzeysel ele alırsanız, tartışmaya açarsınız, bir adım atarsınız fakat 10 adım atmış gibi gürültü çıkarırsınız. Muhalefetin ve diğer milliyetçı militarist kesimlerin devreye girmesi süretiyle, bu gürültü esnasında atılan o bir adımı da geri atarsınız, ama herkes o 10 adım atmışcasına yayılan gürültü ile her şeyi çözdüğünüzü söyler.

2003 ve 2008 yılları arasında hakkında işkence ve kötü muhamele iddiasıyla adli ve idari soruşturma açılan devlet personelinin yüzde 98’i, ki bunların çoğu polis ve kolluk güçleridir, beraat etmiştir ve aklanmışlardır. Sadece yüzde 2’si çok hafif cezalar almışlar. Bu rakamları bilgi ayrıntıları ile değerlendirdiğimizde memur, güvenlik ve devlet koruma mekanizmasının çatısı altında açık bir şiddete destek eğilimi görmekteyiz.

Soruşturmaları kim açtı?
İçişler Bakanlığı açmıştır. Soruşturmayı İçişler Bakanlıği müşteşarı açar ve mahkemeye sevk etme görevi ile üstlenir. Temel görevi de budur. Peki, işkence yapan, insanları öldüren polislere karşı demokratik görünmek isteyen AKP, çocukları öldüren güvenlik güçlerine karşı İçişleri Bakanlığı müfettişleri neden sessiz kalıyor?

Bunu Türkiye halklarının düşünmesi ve hükümet yetkililerine çok açık sorması gerekiyor.Görüldüğü gibi, Türkiye halkı, devletin bu antidemokratik, eşit olmayan bir tutumuyla, daha da açık bir ifade ile faşist bir zihniyetin devamı niteliğinde çok sert uygulamalara maruz kalmaktadır.

AKP’nin marifetleri!

Yani sizce AKP özde değil sözde ‘demokratik açılım’a yönelik adım atmaktadır ve aslen daha da baskıcı ve dışlayıcı bir yasal uygulama yürütmektedir. Bu sözde adımlara örnekler verebilir misiniz?
Tabi ki. Birinci örnek 20 Eylül 2009 tarihinde cezaevlerinde 5 ayrı alanda (telefonda, mektupta, bayramlarda, anne ve babanın Kürtçe konuşması, Kürtçe kitap, dergi ve gazetelerin yasal olması konusunda) izin verildiği öne sürülürken, bizlere 22 Eylül 2009 günü Kürtçe kadın tercümanı ile Danimarka’dan gelen bir heyet ile yaptığımız F Tipi Cezaevi ziyaretinde, Türkiye basınına yansıyan yasa deyişikliğine rağmen, Kürtçe konuşmanın yasak olduğu cezaevi yetkilileri tarafından açıkça vurgulanmıştır.

Diğer bir örnek Türk basının dokunmasızlığı... Bakın, bugün Düzce’de bir yerel gazete diyor ki “Her şehit düşen askere karşı 5 DTPli öldürülmelidir“ Bunu yazmak, söylemek, ifade etmek kanunen (TCK 216 maddesı gereği) bir suç unsurudur ve kesin ceza alması gerekiyor. Fakat bu yazılar ve yazanlar yargılanmıyor. Niçin? Diğer taraftan Amed Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Osman Baydemir ve Batman Belediye Başkanı Sayın Necdet Atalay “Asker, gerilla ve sivil ölmesin“ diyorlar ve 10’ar ay hapis cezası alıyorlar. Bu sizce adalet midir? Bu bariz bir ayrımcılıktır.

‘Islık çalmak örgüt üyeliği’
Bakın, kendi çalışmalarımızdan örnek verirsek; Başbakanlık İnsan Hakları Daire Başkanı Hasan Tahsin Fendoğlu’na son 18 ay içerisinde işkence ve ağır insan hakları ihlallerinin dikkate alınması için yüzlerce yazı yazdım. Bazı yazılarıma şu satırlık cevap gelmiştır: “Yazınız elimize ulaşmıştır“. Tek bir kişiye karşı tek bir soruşturmanın açıldığına dair tek bir yazı elimize geçmemiştir. Buradaki niyet, buradaki tutum çok açıktır.

Daha da vahim bir örnek olarak, günümüzde en ağır madde TCK’nin 220. maddesidir. Bu madde diyor ki “...Örgüt üyesi olmamakla beraber örgüt adına hareket eden…“ İşte bu “hareket“ eden kısım istenilen şekilde yorumlanıp kullanılabilmektedir. Bu “hareket“ zafer işareti de olabiliyor, ıslık da olabiliyor, çocuğun elinde en ufak bir toz birikimi var ise “bu çocuk muhtemelen polise taş atmıştır” düşüncesine de girebiliyor.

Kanunlar somut eylemlikleri cezalandırır. Olasılıklar üzerine kanunlar durmaz. Madde gerçeğinin ortaya çıkmasını araştırır. Burada ise AKP döneminde çıkan kanun maddesi gereği olabilirlikler üzerinde tutulup, hakime yorumlama imkanı bırakmıştır ve “istediğin kişiyi al, sorgula, yargıla, örgüt üyesi yap, cezalandır“ şeklinde yetki vermiştir.

‘Kürtçe davetiyeyi AKP yasakladı’
Diğer bir örnek ise Kürtçe dilinde yayın hakkıdır. Bakın, 1999 ila 2004 yılları arasında DTP’li Belediye Başkanları Kürtçe davetiye çıkarabiliyorlardı ve bu kanunen yasak değildi. AKP döneminde 2005 yılında ise çıkarılan TCK 222. kanun maddesi ile 1928 yılında var olan bir kanunu alıp günümüze getirilmiştir ve bu kanun gereği bugün Kürtçe dilinde davetiye basmak, Kürtçe dilinde afiş veya broşür basmak yasak hale gelmiştir. Diğer bir örnek ise, uzun süre gündemde olan ‘taş atan çocuklar’dır. Türkiye’nin bu güne kadar altını imzaladığı onlarca çocuk koruma kanunları ve BM Çocuk Hakları Sözleşmesi gibi sözleşmeleri vardır. Ve Türkiye’de ‘taş atan’ bir çocuğa beş ayrı sevk maddesinden 25 yıla kadar ağır hapis cezası verile biliniyor. Bu dünyanın hiç bir yerinde görülmemiş, inanılmaz bir ihlaldir. Ve AKP tarafından sunulan yeni kanun tasarısına göre, önce 90 ay ceza alan bir çocuğun cezası 70 aya düşürülüyor. Böylece ceza ortadan kalkmıyor. Çocuk yine ‘terörist’, yine ‘örgüt üyesi’, yine yargılanacak ve ceza alacaktır.

Niçin böyle bir sözde yasa değişikliği yapılmaktadır?
Bu gibi çözüm paketleri makyaj niteliğindedir. Bu tasarılar günü kurtarmak, siyasal meşrulaştırmak ve sorunları zamana yaymak niyetindedir. Bakın, AKP sivil bir anayasayı seçim sonrasına bıraktığını söylüyor. Bu çok açık görünen bir kaydırma politikasıdır. Yani Ermeni sorununu, Kürt sorununu, Alevi sorunununa ilişkin adımları zamana yayarak bu sürede Türkiye’nin tüm kademelerine kendi kadrosunu yerleştirecektir. Temel amaç budur.

‘Acı ve gözyaşını yarıştırmamalıyız’

Peki bu konuda Ermeni, Kürt ve Alevi sorununa ilişkin nasıl bir beklenti içerisinde olmamız lazım? Bu konuda başta Kürt ve Türk halkı olmak üzere Türkiye halkları üzerine nasıl bir görev, nasıl bir sorumluluk düşmektedir?
Türkiye’nin vurguladığınız bu temel sorunlarına ilişkin kimsenin karamsar bakmaması gerekir. Yaratılan atmosferin bir olmadığını görmek, süreci iyi okumak ve bu temelde olayları dikkatli ve temkinli değerlendirmek durumundayız. Bundan dolayı süreci yöneten kişilerin bilgili, birikimli ve tecrübeli olmaları gerekir. Türkiye halkları insani taleplerini çok güçlü bir şekilde ifade etmek zorundadır.

Bakın buna güncel bir örnek olarak, 80’li yılların Diyarbakır Cezaevi’ni örnek verebiliriz. Türkiye hükümeti dünya üzerinde en acımasız işlemlerine maruz kalan ve mahkumlara vahşi uygulamaların yapıldığı 10 cezaevinden biri olan ve Saygon Cezaevi ya da insanlık dışı koşullarının yaşandığı nazi döneminin Ausschwitz kampı ile yarışan Diyarbakır Cezaevi’nin boşaltılıp bir okula dönüştürülmesine Amed halkı tüm demokratik güçleri ile karşı çıktı. Devletin işkencelerin, infazların ve katliamların tarihten silinmesi amacı kısmen de olsa engellenmiştir.

‘Diyarbakir Cezaevi ibret müzesi olmalıdır’
Bu büyük bir başarıdır. Diyarbakır Cezaevi bir ibret müzesi olmak zorundadır. Bir utanç abidesi, bir insan hakları müzesi olmalıdır. Diyarbakır Cezaevi’nin, insanların tüylerini halen diken diken eden işkence anlatılarının hiç bir zaman unutulmaması için insanlık ailesine miras olarak kalması gerekiyor. Mazgalların, kapıların ve duvarda çizili olan resimlerin dahi hiç silinmeden kalması gerekiyor.

Bizim, bu kutsal topraklarda yaşayan Türkiye halkları olarak, Kürt sorunun 20 veya 30 yıllık değil de, tam 2 asırdır devam eden bir sorun olduğunu vurgulamamız gerekiyor. Bugün Kürt sorununun Meclis’te tartışılması oldukça önemlidir. Fakat bizler bu konuda eksi 40’lardan gelerek halen eksi 35’lerdeyiz. Bunu unutmamak ve hak mücadelemizi devam ettirmek zorundayız.

‘Hafızasız bir toplum yaratılmak isteniyor’
Türkiye devlet yetkilileri hafısasız bir toplum yaratmaya çalışıyor. Bu çok tehlikeli bir oyundur. Bizler de hafızamızın alınmasına asla izin vermeyeceğiz. Dün salt kıyım ve imhaya dayalı, ardından inkara yatkın ve bugün ise, ”Türk halkının bir Kürdü” diye bir kavram kullanan bir zihniyet karşımızda vardır. Hiçbir halk başka bir halktan daha üstün değildir. Bu süreç çok hassas bir süreçtir. Bu konuda başta DTP olmak üzere tüm demokratik güçlerin ortak bir güç oluşturarak, insan haklarını ve eşitliliği temel ve esas almaları gerekiyor.

Bunu yaparken de çok sert söylemleri kullanarak, süreci bastırarak değil, halkın talepleri nezdinde birliği ve beraberliği pekiştirerek, eşit ve adil bir ortak yaşama aday olan Kürt ve Türk halkının yanında yer almak gerekir. Milliyetçi ve rantçı kesimler, bizlerin sarfettiği sert söylemleri alıp alehimize kullanıp, süreci daha da baltalayabiliyorlar. Bu tür provokasyonlara gelmemek için 3 düşünüp bir konuşmak gerekiyor. Çok hassas bir süreçten geçiyoruz. Belki bu süreç içinde kafamız kırılacak, kolumuz kırılacak fakat biz barışta ısrarlı olmalıyız. Barış savaştan daha zordur.

İki halkı yarıştırmadan, annelerin göz yaşlarını yarıştırmadan, diğerine üstünlük kurmaya çalışmadan, karşıdakini anlamaya çalışarak süreci ilerletmek gerekir.

NİHAL BAYRAM

AKP Kürtlere büyük bir tuzaktır

Yeni_Özgür_PolitikaYargıyı Kürtler üzerine gönderen hükümet, daha çok Ergenekon konusunda batağa saplanacaktır. Ya da Kürtlerle savaşmak için cellâtlarıyla barışmak isteyecektir. Recep Tayyip Erdoğan sanki Tansu Çiller gibi kendi sonunu hazırlıyor. Çiller’e verdikleri akılla savaş batağına hızla sürükleyen akil evvellerin aklıyla davranmanın benzer bir sonu getireceğinde şaşılacak bir şey yok.
Newroz öncesi bazı siyasi yorumcular ‘büyük savaş’ın kapıda olduğunu söylüyor ve uyarıyorlardı. Artık o ‘büyük savaş’ kapıda değil; içeri girdi başladı ve can alıyor. Bu kanlı günlerin yaşanmaması için 19 Ekim 2009 tarihin’de Kandil ve Maxmur’dan iki barış grubu Habur sınır kapısında giriş yaptı. O tarihi gün önemliydi. Zira Türkiye toplumsal barışını ve özgür demokratik geleceğini Habur üzerinden inşa edebilirdi. Umut, beklenti ve plan buydu.

Bir milyonu aşkın Kürt bunun için O gün Habur’daydı. Türkiye’yi yönetenler ortaya çıkan tablodan rahatsız oldular ve dudak büktüler. Ardından hükümeti, MHP, CHP ve apoletsiz köşe yazarları çılgınca korku pompalayıp Türkiye’yi karanlığa sürükleyecek adımlar attılar. Barış mı savaş mı? sorusunun kırılma noktası belkide Haburdu. Bu sorunun yanıtı Diyarbakır’dan geldi ve 10 Barış elçisi tutuklanarak cezaevine konuldu. Barış elçisi olarak gelen gerillaların tutuklanarak cezaevine konulmasının yankıları sürüyor. Barış elçilerinin tutuklanması, Kürt siyasetçilerine yönelik sürek avının sürmesi, yayla ve mera yasağı uygulamalarının yeniden tırmanış göstermesi, Kürt coğrafyasının savaş bölgesine dönüştürülmesi demokratik kamuoyunda Türkiye nereye sorusunun sorulmasına yol açıyor.

Türkiye bunu tartışırken bir gelişme de Şemdinli’de yaşandı. Şemdinli’de HPG’nin düzenlediği eylem sonrası Türk ordusunun yaşadığı kayıplar medyada büyük yankı uyandırdı. Eylemi son dakika olarak duyaran, gün boyu gelişmeleri aktaran medya ne yazık ki sorunun çözümünü tartışmıyor. Tam tersine PKK’nin ne şekilde tasfiye edileceğini tartışıyor ve yeni ölüm yolları öneriyor. TV kanalları yine emekli generalleri ekranlara çıkartıp eline tutuşturdukları çubukla; ‘haydi paşam bize anlat, Kandil’e nasıl gireceğiz, nasıl vuracağız?’ diye. Gazete manşetlerinde çatışmalarda hayatını yitiren askerlerin ailelerinin dramatize edilen fotoğrafları ve o klasik sözler yine taşınmış durumda. Anlaşılan Garp cephesinde değişen birşey yok. Türkiye’nin hali bu. Bende bu hali ve siyasi gündemi Türkiye Barış Meclisi Üyesi ve gazeteci Hakan Tahmaz ile konuşmak istedim.

19 Ekim 2009 da barış için gelen elçiler 18 Haziran 2010 tarihinde savaş adına tutuklandılar. Türkiye halklarının ve Kürtlerin barışını yakından ilgilendiren bu kararı nasıl yorumluyor sunuz?
Barış ve Çözüm grubunun gelişinden sekiz buçuk ay sonra verilen tutuklama kararı, barış umutlarına büyük darbe indirmiştir. Grup üyelerin ortak savunmalarında belirtikleri gibi Kürtlerin dağdan inip düzovada siyaset yapmalarına izin verilmedi. Hatırlanacağı üzere 12 yıl önce de devlet aynı tutumu göstermişti.1999 yılında yine Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla Türkiye’ye gelenler uzun yıllar cezaevinde kaldılar. Kimileri beş yıl yattı çıktı, bir arkadaş cezaevinde yaşamını yitirdi. Yanılmıyorsam iki arkadaşta cezaevinde. İmam Canpolat arkadaş yedi yıl sonra pasaport kanununa muhalefetten yeniden kısa bir süre önce tutuklandı. Perşembe günü Diyarbakır’da tutuklanan 10 kişinin kolları kelepçelenmedi, barışın, barış isteyenlerin kollarına kelepçe vuruldu. Recep Tayyip Erdoğan, başarısızlıkla sonuçlanan açılım politikalarının ağır faturasını barış ve çözüm grubuna, dolayısıyla silahını bırakıp siyaset yapmak isteyen insanlara ödetiyor.Türkiye Barış Meclisi’nin baştan itibaren bu davaya Türkiye’nin Barış Davası adını koymasının ne derece isabetli olduğu görüldü.

Habur’da barış elçilerini serbest bırakan, Diyarbakır’da tutuklamaya karar veren hakim üzerinden konuşursak; ne değişti de bir uçtan öteki uca gelindi?
Bu durum Türkiye de yargının ne derece siyasal olduğunu göstermektedir. Habur’dan, girdikleri dönem, açılım adı verilen tiyatro oyunu sahneleniyordu. Yargı çözüme destek için serbest bıraktıklarını, şimdi hükümet yeniden savaş kararı aldığı için tutukladı. Davanın savunmalarından, Fethi Gümüş, yargıçlara sizin bana yönelttiğiniz bu soruyu sordu. Avukat, hakimlere tutuklamaların Başbakanın emriyle olup olmadığını sordu. 19 Ekim 2009’da aynı dosya kapsamında serbest bırakılanlar, 17 Haziran 2010 tarihinde dosya kapsamında en küçük değişiklik olmamasına rağmen tutuklanmaları başka türlü izahının yapılamayacağını vurguladı. Başbakanın Salı günü partisinin Meclis grup toplantısında Kürt hareketini hedef gösteren konuşmasından sonra başka türlü olamazdı. Mahkeme heyetlerinin duruşma sırasındaki davranışları da zaten bu doğrultuda sinyaller veriyordu. Daha açıkçası tutuklama kararının dava öncesinden verildiği belli oluyordu.

Ne diyeceğiz bu karara? Hukuk mu, siyaset mi, savaş kararı mı?
Hükümet, açılım dönemi diye tanımladığı dönemi askeri yöntemlerin yanı sıra özel olarak yargı kılıcı ile de Kürt hareketini etkisizleştirmeyi, tasfiye etmeyi amaçladığı anlaşılmaktadır. Doğal olarak bu amaca ulaşmak için yargı da hükümet politikalarına uygun davranış sergiliyor. Bu karar aslında başka bir şeyi de toplumun gözüne soktu. Anayasa değişikliği sırasında yargının durumu üzerine süren tartışmaları faş etti. Yargının bağımsız olmadığını, olamayacağı bir kez daha ortaya çıkarttı. Hatta Türkiye’de yargının evrensel hukuk kurallarının asgarisine dahi uymaya gerek duymadığını birçok örnekte olduğu gibi Barış Davası’nda da görüldü.

Barış elçilerinin tutuklanması ‘dağa çıkın’ mı demek? Zira demokratik siyasetin yolu kapatıldı.
AK Parti, Kürtleri demokratik zeminlerden sürmeye çalışıyor. Başbakan Salı günü Meclis’teki konuşmasında açıkça Yargıtay Savcısı’nı BDP hakkında dava açmaya çağırdı. Partileri kapatılan, seçilmiş yöneticileri tutuklanan, dağdan inip düzovada siyaset yapmak isteyenleri cezaevine gönderen ve her türlü demokratik mücadele kanalını kapatan bir siyasal iradenin, insanları buna zorladığını söylemek haksızlık olmaz. Ben bunu AK Parti’nin Kürtlere kurduğu büyük bir tuzak olarak görüyorum. Ancak Kürtler 10 yıldan daha fazla bir süredir, demokratik zeminlerde mücadele etme konusunda müthiş bir birikim ve deney yaşadılar. Gelinen noktada sorunun şiddet dışı yöntemlerle çözümü konusunda çok daha fazla direnç gösterebileceklerini düşünüyorum. En azından umuyorum. Böylece Kürtler, AKP’nin tuzağını da boşa çıkaracaklar.

Bu karar Türkiye’nin geleceğini nasıl etkileyecek? Kim kazandı kim kaybetti?
Sistemin değişmesine ayak direyen veya çıkarı burada olan statükocuların, siyasal geleceklerini Türk milliyetçiliği üzerinden kuranların ve her şeyden önce savaşın rantından beslenenlerin kazandığını söyleyebiliriz. Ama bu aslında görünür yüzüdür. Tarih bize gösteriyor ki savaşın kazananı olamaz. Her savaş büyük bir yıkımdır. Burada dikkate değer bir konu Ortadoğu’dan yaşananlardır. Türkiye Kürtlerle hesaplaşmasını bir iç sorun olarak değil, bölgesel güç olma bağlamında yapmaktadır. İsrail, İran ve güneyle ilişkiler ve hesaplar Türkiye’nin Kürt meselesindeki tutumunu belirleyen önemli parametrelerdir.

Bu kararla güven sorunu tartışılıyor. Kürtler hükümete ve devlete nasıl güvenecek?
Kürtlerle devlet arasındaki güvensizlik yeni bir şey değildi. Bu kararın bunu daha da pekiştirdiğini ve derinleştirdiğini söyleyebilirim. Ancak artık güven sorununun başka bir boyuta sıçramak üzere olduğunu görmek gerek. Kürtler umutlarını Ankara’dan yitirmekle kalmıyorlar, aynı zamanda toplumun diğer kesimlerinde de fazla bir beklentilerinin kalmadığını hissettirmeye başladılar.

Gazeteler manşet attı bu kararla hükümet ‘açılım’ adı verdiği süreci resmen bitirdi ve açılan perde kapandı. Kürtlerde diyor ‘açılım’ yoktu ki kapanmada olsun. Hükümet neyi açtı ve neyi kapattı?
Bence hükümetin açılım politikası Kürt hareketini tasfiye etmek ve Kürtleri AK Parti’lileştirmek üzerine oturuyordu. Ancak liberal ve demokratların ciddi katkılarıyla açılımı hükümet, demokratikleştirme çabası olarak sunmayı başardı. Bu oyunu Kürt hareketi bozdu. Tasfiyenin başarılması ihtimali azaldıkça saldırganlaşan hükümet, şiddeti güçlendirdi. Türkiye yine yangın yerine döndü. Kapananında açılanında bu plan olduğunu söyleyebiliriz. 10 kasım’da meclis görüşmelerinde Kürt Sorunun varlığı devletin resmi arşivinde yerini aldı.Eski politikalara dönmenin koşulları yok. Dönmek isteyen bedelini öder. AK Parti dönme eğilimi içine girdi. Hiç kuşkusuz er ya da geç AK Parti’de bedelini Çiller, Yılmaz gibi ağır ödeyecek.

Barış elçileri tutuklandı ve birgün sonra Ergenokon üyeleri serbest bırakıldı. Bu tesadüf müydü?
Tesadüften daha çok hükümetin Kürtlerle savaşırken Ergenekon’da inisiyatif yitirmesi olarak görmek gerek. Yargıyı Kürtler üzerine gönderen hükümet, daha çok Ergenekon konusunda batağa saplanacaktır. Ya da Kürtlerle savaşmak için cellâtlarıyla barışmak isteyecektir. Hükümetin bu noktada olmakta olanın pek farkında olduğunu söylemekte ne kadar doğru bilemiyorum. Recep Tayyip Erdoğan sanki Tansu Çiller gibi kendi sonunu hazırlıyor. Çiller’e verdikleri akılla savaş batağına hızla sürükleyen akil evvellerin aklıyla davranmanın sonun benzer olmasında da şaşılacak bir şey yok.

Barış üyeleri tutuklandı. Duruşmalar devam edecek. Barış Meclisi ne yapacak? Belirlediğiniz bir yol haritası var mı?
Türkiye Barış Meclisi, Barış Davası’nın gözcüsü, tanığı olmaya devam edecek. Bu hafta sonu bütün illerde il meclislerimiz toplanarak yol haritalarını çıkaracaklar. 22 Haziran 2010 Salı günü Taksim’de Hill Otelinde saat.11.30’da, aydınlarında katılımıyla basın toplantısı düzenleyeceğiz. 24 Haziran’daki duruşmaya daha geniş ve temsil düzeyi yüksek bir katılım sağlamak için çalışma yapıyoruz. 1-4 Temmuz arasında İstanbul’da toplanan Avrupa Sosyal Forumu’nda bu konuyla ilgili büyük bir panel yapacağız. 4 Temmuz diğer barış inisiyatifleriyle birlikte yürüyüş yapmayı tasarlıyoruz. Biz çözümün dağda, şiddette değil, siyasette, diyalogda olduğunu göstereceğiz. Masaya gelmeyenleri masaya getirmek için ve silahların susturulması için zorlayacağız.

Savaş yeniden başladı. Durumu nasıl buluyorsunuz?
Bu kez savaşın eskisi gibi uzun sürme koşullarının olmadığını ama şiddetli olacağını düşünüyorum. Ancak bu kez savaşın daha derin ve köklü yaralara yol açma potansiyeli taşıdığını düşünüyorum. 1990’larda batıda savaş PKK ile devlet arasında olarak görülüyordu. Şimdi Kürtlerle devlet arasında olarak algılanmaya başladı. Bunun sonucu bütün Kürtler devlet düşmanı, hain olarak değerlendirilerek hedef haline dönüştürüldüler. Cenazeler sırasında gösterilen milliyetçi ve militarist tepkilerin yerini asker annelerinden son dönemde gelişen savaş bitsin çağrıları hızla gelişmezse bizi çok tehlikeli bir gelecek beklediğini söylemek zorundayız. Türkiye silahı ve şiddeti hak arama yöntemi olmaktan çıkaracak önlemleri hızla almak zorunda. Ölme ve öldürülme üzerine gelecek kurulamaz. 21. Yüz yılda şiddetin devre dışına çıkarılması öncelikle devletleri görev ve sorumluluğundadır. AK Parti, bunun ne yazık ki farkında değil.

Gül, İran yolunda ‘iyi şeyler olacak’ dedi. Erdoğan ‘Kürt sorunu benimde sorunum’ dedi. KCK eylemsizlik kararı aldı. Neden bu sürede iyi şeyler olmadı hep kötü şeyler oldu ve kan aktı?
AK Parti’de Kürt Sorunu’nu idrak problemi var. Sorun tanımlanamadığı sürece tedavisi de doğru biçimde yapılamaz. Din eksenli ve rejimin sınırları içinde sorunu çözme anlayışı duvara tosladı. Bu AK Parti’nin genel yaklaşımı budur. Bütün toplumsal sorunlara benzer yaklaştığı için hiç birini demokratik ve kalıcı çözemiyor. Aslında Kürt Sorunu’nun kalıcı ve demokratik çözümü için tutarlı demokratik siyasal kimliğe sahip olmak gerek. AK Parti bundan yoksun. Sadece dış dinamiklerin zorlamasıyla sorun bir aşamaya kadar aşılabilir. İç dinamikleri çözüme hazır olmadığı ortaya çıktı. Muhalifler veya solcular hükümeti açılımın demokratik gereklerini yapmak için zorlamak yerine acayip işlerle uğraştıkları sürece bu kısır döngü değişmeyecek.

Hükümet, eylemsizlik kararını neden değerlendiremedi? Aksine DTP kapatıldı ve 1500 kişi tutuklandı.
AK Parti, bölgeyi Kürt hareketi kadar tanımıyor, hesapları yanlış yapıyor. Örneğin KDP’nin kendisini destekleyeceğini sanıyor. Kürt Sorunu’nun çözümü doğrultusunda bazı adımlar atılsa KDP tutumunda değişiklik olabilir. Hiç bir adım atmadan destek beklemek hayal. Desteklese ne derece durum değişir bu da ayrı bir konu ama KDP’den destek isteyen AK Parti, önce Kürtlere bir şey vermek durumunda. Vermeden almaya çalışıyor.

Kürt çocuklarının dramı devam ediyor. Hükümet Kürt çocuklarını siyasi rehine olarak mı hapiste tutuyor?
Böyle baktığını sanmıyorum. Ama sonuçları bu olan bir vakadır. Her rehinenin bir süre sonra bir savaşçı olacağının farkında olamayacak kadar körleşmiş bir siyasal iradenin, ülkeyi nasıl yönettiğinin veya yönetemediğinin en iyi göstergelerinden biri de budur.

Hükümetin planı PKK’yi tasfiye projesi miydi?
Hükümet, planını Kürt hareketini tasfiye etme Kürtleri AK Partileştirme üzerine kurmuştu. Bunun olmayacağını gördü eski yöntemlere döndü. Ben birazda kendi gücünün sınırlarının farkında olmadığı için böyle bir yönelime girdiğini düşünüyorum. AK Parti 22 Temmuz seçimlerinde Kürtlerden gördüğü desteği doğru okuyamadı. Şımardı. Kendisini Kürtlerin temsilcisi yapabileceğini düşündü.

Erdoğan grup toplantısında BDP’yi, Öcalan’ı, Kürtleri tehdit etti ve yaşananlardan sorumlu tuttu. Bu saldırgan dilin altında gizlenen öfke sıkışmış olması mıdır ya da sorumluluğu başkasına yüklemek midir?

AK Parti, işi yüzüne gözüne bulaştırdı. Şimdi faturasını başkalarına çıkarmaya çalışıyor. Aslında sorunun tıkandığı yeri bilmiyor değil. Recep Tayyip Erdoğan bu türden konuşmalarla kendi çaresizliğini sergilemiyor. Aynı zamanda şiddeti, milliyetçiliği güçlendiriyor. Ateşle oynuyor.

Savaş gittikçe yayılıyor. Erdoğan, Öcalan’ı tehdit etti Öcalan’dan çağrı geldi. Hükümet çözüme varsa bu işi iki günde çözeriz dedi. Sizce olması gereken ne. Çıkış noktası ve çözüm için?
Kürt Sorunu’nu her kim çözmek istiyorsa dolaylı da olsa Abdullah Öcalan ile diyalog kurmak zorundadır. Kürtler üzerinde son derece etkisi olan bir kişinin yol haritasının bırakalım dikkate alınmasını, muhataplarına, savunmalarına ve kamuoyuna açıklanmaması ve verilmemesi kabul edilebilir bir durum değildir.

Erdoğan’ın yönettiği ülkede durum bu. Gazze de yaşananlara insanlık dramı diyen Erdoğan ülkesinde yaşananlara neden duyarsız. Bu bir çelişki değil mi?
Başbakan Erdoğan’ın gerçek siyasal kimliğini açığa vuran tam da budur. Kürtler söz konusu olduğunda kurucu ideolojiye sıkı sıkıya sarılıyor. Gazze meselesine dini inancıyla yaklaşıyor. Kürtler olunca Çillerleşiyor, Yılmazlaşıyor, Demirelleşiyor.

Daha önceki hükümetleri de işin içine katarsak Kürtler devlet ve hükümetler tarafından aldatılıyor mu? Demirel ‘Kürt realitesi’ dedi, Yılmaz AB yolu Diyarbakır’dan geçer, Çiller Bask modelini telafüz etti. Erdoğan daha ileri gitti ve benim sorunum dedi. Neden bu lafların ardından hep tanklar yürüdü ve savaş uçakları kalktı?
Bildiğiniz gibi Erdoğan’ın sözünü ettiğiniz konuşmasını yaptığı dönemde benimde içinde yer aldığım bir grup yurttaş bir dizi görüşmelerden birini de Başbakan’la yaptı. O dönemde de Başbakan’ın benim sorunum dediği sorun konusunda kafası karışık ve bir idrak sorunu var. Bu nedenle milliyetçi ve statükoculara çok çabuk teslim olabiliyor. Zaten kendisinin hamurundaki milliyetçilikte az değil. Bütün bunlara kendini iktidar olmadan muktedir sanması, dön başa yapılmasına zemin oluşturuyor.

Erdoğan ne yapmak istiyor. Seçim stratejisini Filistin üzerine mi kuruyor?
İslami çevrelerin, ırkçı milliyetçi olmayanların oylarını kendinde toparlamak için Filistin sorununda yararlanacağı kesin. Ama seçim stratejisini yalnız buraya indirgemesi beklenmemelidir. Demokrasi, değişim yalanından vaz geçmeyecektir. Kürt hareketini buradan ve şiddet konusundan vurmaya çalışacağı kesindir.

Aydınlardan yeteri kadar destek buluyor musunuz?
Doğrusu aydın duyarlılığı son yıllarda hızla gelişti ve nitelik kazandı. Türkiye barış Meclisi çok geniş aydın, akademisyen ve sanatçı çevresiyle ilişki içerisinde zaman zaman harekete geçirmeyi başarıyor. Ancak Kemalist ve statükoculuğun aydın, sanatçı ve akademisyen camiada hala çok güçlü olmasının ortaya çıkardığı birçok zorluğu ile karşı karşıyayız. Hükümetin ve PKK’nın politikalarının etkisi bu çevre üzerinde hala belirleyicidir. PKK ateşkes yaptığı ya da hükümet doğru dürüst bir laf ettiği dönemlerde aydınlarımız barış çalışmalarına daha rahat katılıyor.

Taraf Gazetesi yazarı Önder Aytaç bir tv kanalına konuştu ve Abdullah Öcalan’ın idam ve öldürülmesini istedi. Aytaç’ı önemli kılan hükümete akıl oluşturan ekibin içinde yer alıyor olmasıdır. Kamuoyu önünde cinayete davetiye çıkartan bu zat halen Taraf’a yazıyor. Altan’ın bunu kovması gerekmiyor mu?
Bence Taraf gazetesinin çizgisine ters bir durum değil. Taraf gazetesi yayın çizgisini savaşın iki tarafında var saydığı şahinlerin tasfiyesi üzerine ve beceriksiz ordu iyi savaşamıyor üzerine kurmuş durumda. Bunu iyi anlamadan Taraf Gazetesinden yanlış beklentilere girmek tehlikelidir. Unutmayalım Taraf Gazetesi, Reşadiye sonrasında “Kürtlerin düşmanı PKK” manşetini attı. İsrail krizinde militarist ve milliyetçi bir yayın çizgisi izledi.

Ne bekliyorsunuz? Anayasa referandumu, olası erken genel seçim gündem başlıkları...
Başbakan, partisinin il başkanları toplantısında bunun sinyallerini verdi. Ankara’daki kriz her gün derinleşiyor. Savaş, bölgesel ve küresel gerilimler seçime zorlayabilir. Ama ekonomik gerçekler erken seçim için elverişli mi bu tartışmalı. Bence yargı savaşı ve AK Parti’nin Kürtlere karşı başlattığı savaş hükümeti seçime itebilir. AK Parti’yi, kontrol edecek veya sınırlayacak bir parlamentonun ortaya çıkmasını işverenlerde istiyor.

Türkiye’nin hali bu. BDP, sol ve demokrasi güçleri, sizler ne yapacaksınız? Seçimler kapıda...
Bence kendine özgürlükçü, demokratik solum, sosyalistim diyenler, Kürtlerle dayanışma içinde seçimlerde aktif bir biçimde yer almalıdır. İşbirliği yapabileceklerin ortaklığa koyacağı bir şeyleri olmalıdır. Böyle bir durumları olmadığı gibi Kürt hareketini sola çekmek, sosyalleştirmek gibi gayri ahlaki yaklaşımlarla alınan tutumların çatı partisinde olduğu gibi Kürt hareketinin etkisini zayıflatmaktan başka bir sonucu olmuyor. Kısacası sosyalist solun ayrı bir odak olarak seçimlerde yer almasının bir anlamı ve karşılığı kalmamıştır. Kürt hareketiyle gösterilecek dayanışma hareketi içinde sosyalistler kendi ayaklarının üzerinde kalkma şansını yakalayabilirler. Sosyalist solun bütün kümelerini, CHP’nin bu seçimlerde kemireceği gerçeğinden hareketle bir strateji belirlemelidir.

ERDAL ER rojrost@hotmail.com

Israil'le Olan Kontrollü Kriz Kontrolden Çıktı

İsrail’in yardım gemilerine yönelik geliştirdiği saldırı üzerinden Türkiye tarafından yaratılan uluslar arası kriz son günlerin en önemli gündem maddesi olarak sıcaklığını korurken,


İsrail’in yardım gemilerine yönelik geliştirdiği saldırı üzerinden Türkiye tarafından yaratılan uluslar arası kriz son günlerin en önemli gündem maddesi olarak sıcaklığını korurken, bu olayın arka planında gölgede kalan bazı yönlerine ışık tutmak gerekmektedir.
Öncelikle krizin ortaya çıktığı günlerde, gündemdeki en önemli konulara bakmak az da olsa aydınlatıcı olacaktır. Gündemi işgal eden olayların yaşanmasından haftalar önce Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan mevcut gidişatın artık kabul edilemeyeceğini, 31 Mayıs tarihine kadar mevcut muhatapsızlık devam ederse geri çekileceğini kamuoyuna açık ve net bir şekilde ilan etmişti. Yaşanan uluslar arası krizin de aynı tarihe denk gelmesi tesadüflere çok inanan kişilere bile fazla inandırıcı gelmemiştir.
İçinde Gazze halkı için insani yardım malzemeleri olduğu iddia edilen ve İsrail ordusu tarafından operasyonla engellenen gemiler üzerinden gelişen, uluslar arası krizin yaşanmasından kısa bir süre önce uluslar arası kamuoyunun gündeminde Türkiye’yi dış politikada zora sokacak bir gelişme daha vardı. Türkiye ve Brezilya devletlerinin İran’ı uluslar arası ambargolardan kurtarmaya yönelik geliştirdikleri diplomatik bir oyun deşifre olmuş ve başta Türkiye devleti bu oyun nedeniyle çok sert eleştirilmişti.
Geçtiğimiz yıllarda İran’ı uranyum zenginleştirme programından vazgeçirmek için Türkiye’de uranyum takası önerisi öne sürülmüş ve bu öneri kabul görmemişti. Üzerinden geçen bu kadar farklı süreçten sonra yeni bir alternatif çözüm yolu bulmuş gibi göstererek dünya kamuoyunu aldatmanın ve İran’a zaman kazandırmaya çalışmanın dışında bir amacı olmadığı dünya kamuoyu ve başta ABD başkanı olmak üzere birçok kesim tarafından görülmüş ve sert bir şekilde eleştirilmişti. Eleştirilerin dozu öyle bir noktaya gelmişti ki 30 Mayıs tarihinde ABD dış işleri bakanlığı tarafından yapılan açıklamada Türkiye ve Brezilya devletlerinin İran tarafından kullanıldığı iddia edilmişti.
İsrail devleti tarafından, gemi konvoyunun ilk örgütlendiği günden itibaren İsrail’e yaklaştırılmayacağı net bir şekilde kamuoyuna duyurulmuştu. Benzer duyuru ve çağrılara rağmen yardım konvoyunu bir süre beklettikten sonra Türk Hükümetinin kamuoyu tarafından 31 Mayıs tarihinin yukarda belirttiğimiz önemi ve hassasiyeti bilinmesine rağmen tamda bu tarihte konvoyun İsrail karasularına ulaşacağı hesaplanarak çok hesaplı ve bilinçli bir şekilde ABD’li strateji uzmanlarının sık kullandıkları tabirle kontrollü bir kriz çıkarma amaçlı gönderilmiştir.
İç kamuoyunda, 31 Mayıs’ta bir muhatap bulamadığı için geri çekileceğini kamuoyuna ilan eden Kürt Halk Önderi’nin açıklaması sonrası artan askeri eylemler, dışta da Kürt Özgürlük Mücadelesini bastırma doğrultusunda kullanmayı planladığı İran devletini uluslar arası ambargolardan kurtarmak için içine girdiği sıkıntılar nedeniyle, haziran ayına bu kadar zorlanarak gireceği net bir şekilde bilinen Türkiye devleti yarattığı kontrollü krizle dünya kamuoyunun gündemini kısa bir süreliğine de olsa saptırmayı başarmıştır.
Fakat bu durumun fazla uzun sürmeyeceği hemen her kes tarafından bilinmekle beraber, İsrail ile imzaladığı askeri ve ekonomik antlaşmalar göz önüne alınırsa yaşanan karmaşanın faturasını da her zamankinden daha ağır ödeyeceğini ve bilinçli bir şekilde çıkardığı kontrollü krizin kontrolden çıktığını tespit etmek zor değildir.
Mehmet Şahin

Yargı Terörü

Türk devleti; politikası, söylemi ve uygulamalarıyla tamamıyla savaşı tırmandırma ve Kürt halkının demokratik özlemlerini bastırma pozisyonu almıştır

Türk devleti; politikası, söylemi ve uygulamalarıyla tamamıyla savaşı tırmandırma ve Kürt halkının demokratik özlemlerini bastırma pozisyonu almıştır. Daha önce çok boyutlu uyguladığı tasfiye politikasını şimdi açık bir savaş haline getirmiştir.
Türk devleti AKP’ye Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye etme rolü vermişti. AKP de Kürt Özgürlük Hareketini en iyi ben bastırırım diyerek kendini pazarlayıp hükümette kalıyordu. AKP tasfiye politikalarını oyalama, aldatma ve psikolojik savaş yoluyla pratikleştirmek istiyordu. Ancak Kürt Özgürlük Hareketi “oyalama ve tasfiye politikasını bırak, demokratik çözüm için adım at” dayatmasında bulununca AKP’nin gerçek yüzü açığa çıktı.
AKP önceden örtülü ve demagojik söylemlerle yürüttüğü tasfiye politikasını şimdi açıkça ve bir savaş hükümeti pozisyonunda sürdürüyor. KCK iddianamesi ve barış elçilerinin tutuklanması Kürt halkına karış nasıl özel ve kirli bir savaş yürütüldüğünü göstermektedir.
Demokratik çözüm için barış elçileri hükümetin bilgisi dahilinde sınırı geçtiler. Hükümet tutuklanmayacaklarına dair söz verdiği için Habur’dan geçiş yaptılar. Nitekim devlet savcısını ve görevlilerini göndererek Habur’dan kolay geçişi sağladı. Çünkü orada hukuktan çok siyasi bir kararla serbest bırakıldılar. Dün siyasi kararla serbest bırakılanlar şimdi siyasi kararla tutuklandılar. Habur’da serbest bırakıldıktan sonra artık tutuklanmalarını gerektirecek hiçbir neden kalmamıştı. Kaldı ki elçiye zeval olmazmış. Zaten tutuklansalardı tarihi bir skandal olurdu.
Şu anda tutuklanmaları da tarihi bir skandaldır; tarihi bir utançtır. Hem serbest bırakılmaları için söz verilecek hem de sonra örgüt üyesi olmaktan dolayı tutuklanacaklar! Türk devletinin ne siyasi, ne toplumsal, ne dinsel bir ahlakı olmadığı ortaya çıkmıştır. Bu tutuklamalar Türk ulusunu da rencide eden bir saldırıdır.
Bazen “Türk devleti çadır devleti, aşiret devleti değildir” denilmektedir. Böyle utanılacak bir tutumu ne çadır ne de aşiret devleti gösterir. Bırakalım siyasi ahlakı, toplumsal ahlakları onlara böyle bir çirkinliği yaptırmaz. Çadırda yaşayan Türkmenlerin mutlaka bu tür durumlarda çok güzel ahlaklı tutumları vardır. Ancak biz Kürtlerin çok güzel bir geleneğini Türk devletine hatırlatmak isteriz. Kürtler düşmanları kapısına geldiğinde kesinlikle karışmazlar. Misafir gelen düşmanına kendileri karışmayacakları gibi, başkalarının da bu misafirlerine zarar vermesini istemezler.
Oramar’da esir alınan Türk askerlerine HPG bir misafir muamelesi yapmış ve kısa sürede ailelerine kavuşmalarını sağlamıştır. Kendilerine çok iyi yaklaşıldığını askerler açıkça beyan etmişlerdir. Bu gerçekler ortadayken devletin sözüne güvenilerek gönderilen insanların tutuklanması çok ağır sonuçlar doğuracaktır. Kürtlerin Türk devletinin sözlerine inancı kalmayacaktır. Zaten Türk devletinin tarihte Kürtleri sürekli aldattığı ve sonra da cezalandırdığı kanaati yaygındır.
Şunu açıkça belirtelim ki; bu elçilerin Habur’dan gireceği ve serbest bırakılacağı konusu sadece hükümet tarafından değil, diğer temel devlet kurumları tarafından da onaylanmıştı.
Şu anda Türkiye’ye hakim olan zihniyet 12 Eylül zihniyetidir. 12 Eylül öncesi gelişen Kürt halkının Özgürlük Mücadelesi askeri, siyasi operasyonlar ve zindanlarla bastırılmak hedeflenmişti. Şimdi de benzer bir zihniyetle hareket ediliyor. Türk devletinin bir açılım politikası olmamıştır. Ama Kürt Özgürlük Hareketi Türkiye’deki ortamı uygun görerek Türkiye’yi demokratik çözüme zorlamıştır. Türkiye’nin bir çözüm politikası değil de bir tasfiye politikası olduğundan Kürt Özgürlük Hareketinin ve Kürt Halk Önderliğinin çabaları sonuçsuz kalmıştır. 29 Mart seçimlerinden bu yana hükümetin uyguladığı politikaların sadece faşist ülkelerde olacağına demokratik zihniyetli herkes kabul eder. Hiçbir argüman ve gerekçe 29 Mart seçimlerinden bu yana AKP’nin Kürt demokratik hareketine yönelik sürdürdüğü saldırılarına meşruiyet kazandıramaz. Barış elçilerine yönelik tutuklamalar açılımın bir safsata, oyun ve oyalama olduğunu açıkça göstermiştir.
Diğer bir siyasi saldırıysa KCK yargılamalarıdır. KCK yargılamalarıyla tam anlamıyla siyasi bir soykırım hedefleniyor. Kürt halkının demokrasi güçlerinin kökü kazınmak isteniyor. 12 Eylül askeri darbesi de Kürdistan’daki özgürlük ve demokrasi mücadelesinin kökünü kazımayı hedeflemişti. 12 Eylülde yapılan tüm zulümler de bu kök kazıma hedefi içindi. Şimdi de Kürt demokratik hareketinin kökü kazınmak isteniyor.
KCK iddianamesi okunursa 12 Eylül faşizmi döneminde olduğu gibi her şeyin suç olarak ifade edildiği görülür. Her selamlaşma, her telefon konuşması suçmuş gibi iddianameye alınmıştır. Ortada suç sayılacak hiçbir fiil yoktur. Hiçbir suçun olmadığı bir iddianame hazırlanmış. İki kişinin kendine göre sohbeti de bir suç delili olarak ortaya konulmuş. Dinlenilmediği taktirde hiç kimsenin duymayacağı ve hiçbir sonucu olmayan konuşmalar şimdi kişilerin önüne bir suçmuş gibi konuluyor. Özcesi zorlama suçlar ve örgüt üyelikleri icat edilmiş.
Kürtler şimdi gözünün üzerinde kaş var denilerek tutuklanıyor. Bir zamanlar burun ve yıldız sözcüklerini kullananlar cezaevine konulurmuş. Çünkü burun demekle Abdülhamit hakkında, yıldız demekle de saray hakkında konuşulmuş olarak kabul edilirmiş. KCK iddianamesi tam da bu trajikomik gerçeği ifade ediyor.
Kürt halkı üzerinde tam bir yargı terörü estiriliyor. Türkiye’deki hukuk sömürgeci ve inkarcı hukuk olduğu için bu yargılamalar kendine hukuki temel buluyor. Bu nedenle bu yargılamalara yol açan Türkiye’deki zihniyet ve hukuk sistemidir. Türkiye’de anayasa köklü değişmediği ve demokratik bir anayasa yapılmadığı müddetçe Kürtler üzerindeki bu hukuk ve yargı terörü devam edecektir.
Türk devletinin yargı terörünü bu düzeyde uygulaması Kürt halkına karşı bir savaş biçimi haline gelmiştir. Toplumsallaşmış bir hareket bu yolla sindirilmek isteniyor. Askeri operasyonlar ve saldırılarla devleti daha fazla teşhir ettiği için asker ve polis saldırılarıyla yapamadıklarını yargı terörüyle yapmaya çalışıyor.
Bu durumu bir savaş ve imha biçimi olarak görüp buna karşı mücadele etmek gerekir. Bu yargı terörü durdurulmadığı taktirde bunun 12 Eylül’de ve 1990’lı yıllarda olmadığı kadar kullanılacağı görülmektedir.
Belki de şu anda Kürt halkının en fazla mücadele etmesi gereken konu bu yargı terörüdür. Bunun dayandığı 12 Eylül hukukudur. Bu da sömürgeci ve inkarcı bir hukuk sistemidir. Buna dayalı siyasi egemenlik ve kültürel soykırım politikasının sürdürülmesidir. Bu nedenle bu hukuk düzeni ve yargı terörüne karşı mücadele esasta bir demokrasi ve Özgürlük Mücadelesi olacaktır.
Türkiye’de gerçek demokrasi ve gerçek demokratik anayasa istemek de ancak Kürdistan’daki barış elçilerine ve Kürt demokratik hareketine yönelik yargılamalara karşı çıkmakla olur.
Mustafa Karasu

Post Yeşilçam Dedikleri Türkiye - 2

Tabi yeni bir film anlayışıyla karşı karşıyayız. Postlar: aşma, sonrası, çatışarak geçme, çalım atma olarak nedense kafalarda yer edinir.

Post Yeşilçam ile kastettiklerim
 Çağ değişti. Tabi yeni bir film anlayışıyla karşı karşıyayız. Postlar: aşma, sonrası, çatışarak geçme, çalım atma olarak nedense kafalarda yer edinir. Post modernizmin postları başlatması hala yürürlükte olduğu için, kendisini de ele vermektedir. Post modernizmin aslında sinemasal bir kavramdır. Roman okumaları zayıfladığı için, Post’u en fazla işleyen sinemadır. Bu Postlar teorisi, Postları yaratanları pek değiştirmedi de anlatanları yoğun bir değişime uğrattı. Bana hep iğdiş etmeleri hatırlatır. Tıpkı, doğu geleneğinde olan bir zamanların iğdiş etmelerine benziyor. Saraydaki sultan şarlatanları yazdık da, herhalde sıra iğdiş ettirilmiş karakterine geldi. Saray ve sinemayı bir birinin yerine geçmiş gibi, yaptığım teşbih yanlış değildir, çünkü hala devam etmektedir.
Kendisiyle yüzleşen bir Türkiye sinemasına ulaşıldığını söylemek abartı olur. Güldürüye gülmek, bir aşama değildir. Şu anki sinemanın durumu budur. Bir kaç film dışında genel durum bunu yansıtıyor. Biçimsel bir değişiklik söz konusudur. Makyajlama yapılmaktadır. Edebiyat akımları diye bir olgu vardır, orda edebiyatın tarihini anlarsınız. Toplumu olduğu gibi yansıtanlara gerçekçiler denilir, bunu yansıtıp eleştirenlere, eleştirel gerçekçiler diyorlar. Bu iki akım da yüz yıl öncesinin akımlarıdır. Türkiye sinemasının bu aşamaya geldiğini söylemek mümkün değildir. Türkiye sineması, gerçekleri manipüle ediyor. Türkiye coğrafyasının sineması yoktur. İstanbul sineması demek, daha yerindedir. Orda başladı ve orda kalıyor. Onun için gerçekçi değildir. İstanbul’dan bakan bir sinema Anadolu’yu göremez.
Post Yeşilçam ile bunu aşma, sinemayı yerli yerine oturtma diye bir çalışma gündemdedir. Atılım olarak ifade ettikleri bu anlayışın dibi kazıldığında, içerik ve felsefe olarak Yeşilçam’ın siyah beyaz kareleri olan bir zamanların anlayışını aşmadığı rahatlıkla görülecektir. İstanbul’da çıkan sinemanın halk köküne dayanmadığını yazdık. Aşağılanmış kimlik olarak Türkmenlikle başlamayan bu anlayış, Ege ve İstanbul’un kültür dokularına indiğinde resmi ideoloji ile çatışacağını çok iyi bilirler. Farklı etnik yapının kültürel dokuları resmi Türklük anlayışla çelişeceği için, ilk sinemacıların sultan ve şarlatanları ile başlamaları anlaşılırdır. Metafor olarak, kurgulanan erkek tiplemesi tümüyle sultan tiplemesiydi. Şu an sultanı bırakan sinema, mekân olarak uzayda aradığını bulmaya çalışıyor. Ya uzay ya da tarih öncesine giden sinema, Yeşilçam’a aşama yapacağını sanmaktadır. Cem Yılmaz ve Yılmaz Erdoğan bu konuda çok yoğunlaşmış olmalıdır. Onların püf noktayı yakaladığını söylemek mümkündür. Ama sorunu uzayda arayan, manipüle eden, yozlaştıran, pazarlayan yaklaşımları Yeşilçam’ın etik anlayışının daha gerisindedir. Sinemaya ironi katarak kalıp farksızlığına sadece yergiyi katmak, tam bir tüccar anlayışıdır. Avrupa’daki yapı bozucu anlayışın karşılığı olan bu yöntemi, Türkiye’ye uygulamak yanlıştır. Gelenek ve oturmuş yapısallığı eleştiri ile aşmadan önce bunun yerine konulacak şey çok şey önemlidir.
Bir ekip gibi gözüken, birbirini tamamlayan bu anlayışın yakaladığı noktalar ilginçtir. Kahpe Bizans ile sultan tiplemesine bir eleştiri var. Vizontele ile Anadolu’nun farklı yerlerini vizyona almakla bir başlangıç yapıldı. Gora filmi ile de, başlangıç noktasından başlama gibi bir adım atılıyor. Eskinin tiyatro elemanları yerine stendup’tan gelen kültür, bir eleştiri geleneği üzerine oturmuş bir sinema akımı havası vermektedir. Ancak Gora’nın altında bir kimlik ve bilinçaltı yatmaktadır. Dünya’yı kurtaran sultan karakterinin ironik eleştirisi yapılırken, işi aynı yerden, aynı felsefeden başlatıldığı bilinmelidir. Egenin farklı etnik yapı kokan kültürüne dalış yapılmadığı sürece, arayışlar uzayda olacaktır. Korku ile sanata başlanılmaz. Yapılan şey, işin biçimsel eleştirisidir. Kökten bir eleştiri olmamayla birlikte, endüstri kaygısı çok öndedir. Nihayetinde, Yılmaz Erdoğan’ın bütün Kürdistan’ı taşırdığı Vizontele filmi de aynı mantıkla yapılmıştır. Bagajı iyice kuruyan ve boşanan sinemayı kültür hırsızlığı ile doldurmaya çalışıyor. Ama çarpıtarak yapılıyor. Bir zamanların hafızası kişiye mahsus değildir, ora da toplumsal bir hafıza vardır. Sıti ana yıllarca sistemin bütün uygulamalarına rağmen asimile olmadı. Sıti ana Kürtler için bir metafor, bir simgedir. Sıti anayı Hakkâri’nin küçük burjuva memur anlayışına entegre ederek, evcilleştirmek kültürel suç işlemektir. Yılmaz Erdoğan’ın Ankara ile Hakkâri arasındaki yolculuğu, kendisini kabul ettirme kompleksi, Kürt halkını ilgilendirmez ve Kürt halkının bir sorunu değildir.  Kapitalist modernite içine çekilen otantizmin farklı bir hava vereceği, sanatsal etki yapacağı, farklılık olacağı biliniyordu. İşte bu pazarlama yapılıyor. Hakkâri’nin Jirki, Mamxuri ve Gewdan’ları ile bir bütün olduğunu Yılmaz Erdoğan bilmese de, Kürtler iyi biliyor.
Bu sinema anlayışıyla gerçek arasındaki uçurum da budur. Birikim sömürülüyor. Son vizyona giren birçok film nasıl ki Türkiye devrimciliğini çarpıtıyorsa bu da aynıdır. Kültürel çarpıtma ile siyasi çarpıtma at başı gidiyor. Post modern kavramına kulaklarımız alışkın değildir. Ama yapılan şey Post modernizmin Türkiye ye uyarlanmasıdır. İki kutuplu dünya gerçekliğinin vaat ettiği yaşamı getirmediği gerçeği sanat ve toplumu hayal kırıklığına uğrattığı söylenip post modernizm buna dayandırılır. İdeolojilerin nefret yarattığını, toplumu ayırdığı tezinin arkasına yıkılmış Avrupa’yı alarak meşruiyet edinmenin çabasıydı. Şu an Türkiye de yapılan şey budur. Darbe ve gençlik hareketlerinin diyalektik karşıtlığını kurarak, bunların birbirini yaratan iki olgu gibi gösterip zorbalığı devrimcilikle eşleştiren mantık, geçmişin bütün acılarını, yığınlarını, pişmanlıklarını bir araya getirerek gençlik neden ve niçin’lerinden kopartılmaya çalışılıyor. Herhalde post modernizm budur. Arayışların faturası acılardır şeklinde son ders, son pişmanlık fayda etmez biçiminde film konusu yapılan onlarca örnek vardır. Aşk ve futbolu temel amaç edinen bu filmler, arayışların yol haritasını sunuyor. Darısı başınıza gibi bir his yaratmaya çalışan bu film anlayışı, azalmış olan devrimci ruh nedeniyle hiçbir ciddi eleştiri ile karşılaşmadan bir model gibi oturuyor. Toplumsal pişmanlığın bilinçaltını kazan bu sanat türü, toplumu daha da gerilere götürmektedir. Her darbe sonrası toplumu tekel ve oligarşi ile uzlaştırmaya çalışan Yeşilçam’ın boyanmış halidir. Bunun kesinlikle aynı politika ile bağlantısı vardır. Zaten post modernizm sanatı, karşısında hiçbir tepki yaratmadan toplumu iğdiş etme aracıdır. Öğretilmiş çaresizlikler vahşi bir psikoloji yöntemidir. İşte bu sanatın toplum için anlamı budur. Yoksa bütün bu filmler niye yapılsın ki post Yeşilçam olmasa!  Yeşilçam postlaştırılıyor.

Zeki Sarı

Post Yeşilçam Dedikleri Türkiye -1

Devlet kapitalizmi ile sınıflaşan Amerikan toplumunda olduğu gibi bireyciliğin sinemaya yansıdığı o popüler yıldızları olmadı.

Yeşilçam hakkında kısa bir yorum:
Türkiye’de olup biten şeyler bizi de yakından ilgilendirdiği için, karşılıklı bir etkileşim içindeyiz. Yeşilçam ile bir kuşak yetişti. Kır- kent hayatının çelişkilerini harmanlaştıran Yeşilçam, aynı zamanda kapitalist yaşamın toplumsal dokularını genelleştiren, evcilleştirmeye çalışan bir sinema sitilini esas aldı. Temel gaye bu iken, aynı zamanda endüstrileşmek için kaliteden çok, olan şeyi alıp geri satan bir sanat (sanatsızlık) anlayışını esas aldı. Sinema boşluğunu doldurmak için, uzun zaman Arap sinema anlayışını esas alarak vizyona girdi. Mısır’ın komedi filmlerini Türkiyeleştirdi. Bu konuda biraz şaşkın başladığını söylemek mümkündür. Devlet kapitalizmi ile sınıflaşan Amerikan toplumunda olduğu gibi bireyciliğin sinemaya yansıdığı o popüler yıldızları olmadı. Sinema da kendi toplumsal tarihinin mayasıyla katılaşır. Amerika’nın keşfi, belki de her türlü Amerikan bireyciliğinin potası oldu. Sanat ve edebiyatına yansıyan bu bireyci serüvenler, Hollywood’un esin kaynağı oldu. Neredeyse sinemasının bütün artistlerinde o genetik kodu bulmak zor değildir.
Sinemanın altında böyle bir toplumsal gerçeklik vardır. Toplumsal inşa ile at başı giden sanat ve edebiyatın ardından sinema gelişmiştir. Dolayısıyla tiplemesini ondan alan sinema, bu ilişkinin gücü ile orantılıdır.
 Türkiye’de durum biraz farklıdır. Türkiye’de gelişen sinema ve sanat kültürü, toplumunun kendi iç dinamikleriyle gelişen bir sanat ve sinema kültürü değildir. Uzun zaman Hacivat-Karagöz sanatını aşamayan bu durum, Cumhuriyet ile birlikte ya Ermeni ya da faklı etnik guruplardan gelen insanlarca geliştirildi. Osmanlı coğrafyasına giydirilen dar elbise, sersemlemiş bir sanat anlayışı yarattı. Dünyanın hemen hemen en geç yıkılan Osmanlı imparatorluk geleneği, ulus anlayışıyla çatışan ve o temelde zayıflayan bir gelenek değildi. Bunun Sanatı algı olarak, ulus ideolojisiyle harmanlaşan ve o doğrultuda bunu takip eden bir rotayı izleyemedi. İzlemesi mi iyiydi, tartışmasını yapmıyorum; Tartışmaya açtığım şey, Türkiye sanatında bir kök sorununun olma gerçekliğidir. Köksüzdür demek abartma olmaz. Osmanlı’nın despotik yönetimi halk kültürünü dumura uğratmıştı, Sultanları eğlendiren şarlatan ve güldürü zanaatı dışında, sanat olarak gelişebilecek unsurları mezhep ve farklı siyasi nedenlerle aforoz etmişti. Dolayısıyla, imparatorluk yıkılırken elde kalan sanat hafızasında Hacivat ve Karagöz ile halk kimliğine yakıştırılan Keloğlan dışında hiçbir emare yoktu. Saray sanat kültürü, saraylar yıkılırken o da yıkıldı. Çok fazla bir şey de yoktu.
 İstanbul ve egenin tarihi gelgitleri, batı ile bir ilişki içinde olması nedeniyle batının sanatından etkilendiği açıktır. Dini akrabalıktan kaynaklı kendisini batıya daha yakın hisseden gayri Müslim çevre, batıdan tiyatro ve yeni gelişen sinema kültürünü Türkiye ye taşıdığını biliyoruz. Gelişen ulus devlet ile birlikte öne çıkartılan Türklük kavramı karşısında, sanat ve hata edebiyat bir nevi bu çevrelerin yaşam garantisi oldu. Batının ihraç ettiği ulus dini birçok etnik guruba umut verip yaratığı enerji hüsrana uğrarken, sanat ile adeta kendilerine bir sığınak bulmuş gibi oldular. Cümleler basit olsa da, Türkiye sanatı ve sinemasının altında o gerçeklik vardır. Derin bir ironidir, adeta görüntüdeki ulusun içinde kodlanmış başka uluslar vardır. Sanatta öyle kodlanmıştır. İnkârcılığın, inkâr edilmiş olgular tarafından yapılması bu haliyle doğaldı.
 Ulusların mutlaka esin aldığı bir geçmişleri olur. Türklük nereye dayandı. Türklük adına yapılan, onun kültürünü konu edinen bir tiyatro ve film yoktur. Sultan kültürü, değişik kılıflar altında sanat ile devam ettirildi. Nedeni, demin saydığım sultandan devir alınan kültürün uzun zaman kendisiyle çatışan değil de, üstten dayatılan bir gerçeğe dayanmasıydı. Bizzat adına hareket ettiği ulustan, daha ulus olmadan ulus sanatı ile hareket etmesi oldu, halk olarak bilinen Türkmenlerden oluşan bir ulus değildi. Yani bir kültür ulusu değildi. Ondan kaynaklı, her şeyi kuramsal ve yapaydır. Sanat böyle bir temele dayanmadığı için, devir aldığı şey sultanları eğlendiren güldürü ve hokkabazlık zanaatı oldu.
İşte, sinema da buna dayandı. İlk kaynağı tiyatrodur ve bütün ilk artistler ondan gelmedir. Sanat okulların çoğuna yine farklı etnik yapıdan gelen eğitmenler ilgi duydu, iki tip çizildi sinema için; birincisi şarlatan, ikincisi ise sultanın tezahürü olan zorlamalı kabadayı karakteri… Temelinde, bilinçaltında yatan Türk erkek tipinin, sanata yansıyan hali de demek yanlış olmaz. Bu karakter yapısı kurgulanırken, çok ince bir alay etme saklıdır. Söz, hitap ve davranışlar oldukça betimseldir ve abartıya kaçmaktadır.  Türk sultan tipi klâsında yansıtılan karakterlerin, vurgu konuşmalarının ilk hecesi Türkçe değildir. Nayır, nolamaz kelimelerinin ilk harfleri olumsuz anlamıyla Latincedir. Diğer tip de, şarlatanların geleneği olan komedi karakterleridir ki hiç kültürel değildir. Sayısız filme konu olan bu karakterlerin, Anadolu coğrafyasının hangi insanına benzediği eminim hala bulunamamıştır.
İşte, Yeşilçam da bu geleneğe dayandı. Bu ikili karakter Türk sinemasının mayası oldu. 70’ler sonrası kısmi gelişme olsa da, donup kaldı. Anadolu’yu işleyen sahici karakterler fazla yaşayamadı. Yılmaz Güney’in belki de büyüklüğü burada saklıdır. Yılmaz Güney’in filmleri bu ikili karakteri aştı. Film hazırlarken, karakterler adeta bir sokak, bir cezaevi ya da iş başından getirilen insanların ta kendisiydi. Rol, gerçek hayatı tekrarlayan onun acısı, sevinci hatta tokadını yaşayan bir sahicilikte oynanır. Adeta savaşır. O, iki filmi, bir filmde verirdi. Perdenin arkasında da bir film oynatırdı. Oyuncularını döver filme hazırlardı. Onun anlayışı, adeta Yeşilçam’ın, Yeşilçam’a tepkisi gibidir, Sonrası malumdur.

Zeki Sarı